Yeni Üyelik
27.
Bölüm

1.26 - Bir Öpücük Bin Çelişki

@e.smare


Merhabalar Yılanlarım 😈

Yeni bölüm için yapmanız gereken tek şey bol bol yorum yapmak ve oy vermek ❤️

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶

Unsecret - Running For Your Life

Kaphy, Nevr Knøw & BLVKES - Snake
(Bölümün aksiyonu bozulmasın diye diğer şarkıyı ekledim ama bölüm şarkısı budur 😈)

🎶

Kalbinizi hazırlayın da aşağıdaki görsele öyle bakın 😌

Instagram: e.s.mare
Esmare_den
Tiktok: Esmareden (Yeni bölüm alıntı videosu buradan gelecek 😈


Kurallarımı hatırladım.
Darmadağın olan kurallarımı...
Onları yeniden bir araya topladım. Hepsinin altını tekrar ve tekrar çizdim.
En çok da sonuncuyu ve onun hemen altına yeni bir tane ekledim.

Aslan sadakatsiz, ona asla güvenme; hiçbir konuda!

 

Vilessa ve Başkent Elessmier arasında iki günlük bir mesafede olsa da bizim çok daha fazla zamanımızı almıştı. Bunda tedbirli olmak için yavaş yol almamız, arada sırada verdiğimiz dinlenme araları ve daha çok da askerlerin devriyelerine yakalanmamak için sürekli farklı yollara sapıp yolu uzatmamız etkiliydi. Muhtemelen iki buçuk gündür yoldaydık, İles sonunda adamlarını ve bizi durdurduğunda Ak Yılan sarayın dağı görünmeye başlamıştı.

Sarayın dayandığı Lesster dağının yüzyıllar önce zirvesi görünemeyecek yükseklikte olduğu ve birkaç kilometrelik alanı kapladığı anlatılırdı. Şu an bulunduğumuz arazideki devasa kayalıklar Ejderler ve Yılanlar arasında gerçekleşen bir savaş sonrası Ejderhalar tarafından yıkılan dağın parçalarıydı. Sonrasında bir barış anlaşması imzalanmış ve o barış Ejderler yok edilene kadar devam etmişti. Yıkılan dağın bıraktığı kayalıklar ise gizli geçitleri gizlemişti. Varlıkları elbette biliniyordu ama kayalıklar birbirine o kadar benziyordu ki bulunması bir yana labirenti andırıyordu. Burada o geçitleri ararken ölen insanların kemiklerine bile birkaç kez rastlamıştım.

Geçitleri yine de birileri bulmuştu şüphesiz çünkü dağın içinde çok daha fazla insanın kemikleriyle yüzleşmiştik. Dağın içine girebileceklerini sanmıyordum, bataklıktan geçilecek yerleri bile yıllar içinde Vilas'la keşfetmiştik. O insanları dağın içine çeken vahşi hayvanlardan başkası değildi. Muhtemelen çoğu oraya girdiğinde son nefesini vermişti.

İles o bataklığı nasıl geçmiş olabilirdi?

İşte bu sorunun cevabını birazdan öğrenecektik çünkü tam da haftalar önce kaçtığım o girişin önünde duruyordum. İles bizi sanki geçidi açan bizzat oymuş gibi tam girişin önünde durdurmuştu. Dikkatli bakılmadıkça zaten giriş de görünmüyordu.

"Buradan," dedi İles.

Yere oturdu ve taşın altındaki küçük oyuntuya kendini iterek girdi. Onu adamlarından biri takip etti. Herkes teker teker içeri girerken en sona ben, Lian ve İles'in iki adamı kaldı. At arabalarını dikkat çekmeyen bir yerde bırakmıştık. İles'in diğer adamları atları alıp oraya geri dönecek ve onun geri dönmesini bekleyecekti. Elbette İles hep bizimle ilerlemeyecekti, bizi şehre sokma kısmında yer alıyordu sadece. Dönüşümüzle ilgilenmediğini yol boyunca birkaç kez tekrarlamıştı. En son Raiden'ın onu ölümle tehdit etmesiyle susmuştu.

Yere oturmak için eğilmiştim ki Lian kolumdan yumuşakça tutarak beni durdurdu. "Nasıl hissediyorsun?" dedi yüzüne baktığımda.

Tamamen dinç sayılmazdım ama dün olduğu gibi bitkin de değildim. Toparlanmıştım ama bu soru zaten Aslan prensin ilk kez dile döktüğü bir soru değildi. O yüzden göz devirdim. "Sana zorluk çıkarmayacak kadar iyi."

"Neden sorularımının içinde hep farklı anlamlar arıyorsun?" diye çıkışır gibi. "Sadece iyi olup olmadığını merak ediyorum."

Dudağımın içini dişlemeye başladım yine. Artık aynı yeri dişlemekten aşındırmıştım. Bu davranışları çok canımı sıkıyordu. Hem de çok... "Sana zorluk çıkarmayacak kadar iyi," dedim bu kez vurgulayarak.

Gözlerimi çektim ve yere oturup kendimi taşın altına doğru ittim. Bir şey söylemedi, sadece sesli bir soluk verip peşimden geldi. Bizi İles'in iki adamı takip etti. Taşın altında biraz daha sırt üstü süründükten sonra geniş delikten içeri girdik ve basık tünelde ilerlemeye başladık. En son buradan Vilas ile geçmiştik, geri dönmemeyi umarak ama şimdi ben geri dönüyordum ve Vilas yanımda bile yoktu. Ona olan özlemin anıların darbeleriyle daha ağır hissettirdi kendini.

Bir süre yürüdük. Başım neredeyse tünelin tavanına değerken Lian ve diğerleri eğilerek yürümek zorunda kaldı. Adara bile... Uzun bir kızdım ama çoğunlukla Aslan prense alttan bakmak zorunda kalmıştım. Lian Vilas'tan biraz daha uzun ve iriydi. Yine de Vilas çoğu kez o koca burnunu havaya dikerek bana bakarken Lian hep başını eğmiş ve kahrolası sarı gözlerini gözlerimin önüne daha keskin sermişti. Kibrinden öldüğü zamanlarda bile bu böyle olmuştu. Nedenini artık anlıyordum. O en başından beri gözlerinin beni korkuttuğunu biliyordu, ben ise bunu çok geç fark etmiştim.

Hayır, korkuttuğunu değil. O korkunun esas nedenini...

Adımlarımız bir an duraksamadı ve sonunda sonu görünmeyen bataklıkla yüzleştik. İşte bu kısımda İles'in ne yapacağını merakla bekliyordum çünkü bugüne kadar o bataklığı geçebilecek sadece iki kişi olduğuna inanmıştım. Onlardan biri bendim, biri de Vilas.

İles başını çevirip bize baktı. "Benim yolumdan ilerleyin," dedi fısıldar gibi. "Ve sessiz olun!"

Sessizliği neden vurguladığını anlamamıştım çünkü burada tehlike içeren tek şey önünde dikildiği bataklıktı. İçeri belki yırtıcı hayvanlar girebiliyordu ama biz Vilas ile hiç karşılaşmamıştık. Belli ki bizi tedirgin etmeyen bu durum İles'i ediyordu. Onu dikkatle izlerken İles bataklığın başlangıç çizgisinden sağa doğru birkaç yan adım attı ve oradan ilerledi. Birkaç adım sonrası beline kadar o bataklığa gömüldü.

"İles," dedi Adara tereddütle. "Bunun doğru yol olduğuna emin misin? Çünkü birazdan tamamen içeri gömülecek gibisin."

İles güldü ve ilerlemeye devam etti. Doğru gittiğini biliyordum, her ne kadar bataklık boynuna omuzlarına kadar yükselse de. Bataklık geniş bir alana yayılmıştı belki ama basıktı. Yine de Arlo kanatlarını açtı ama dik bile durmadığım bu tünelde uçamayacağını kanatların tünelin tavanına çarpmasıyla tekrar yüzleşti. Söylenerek, yaktığı meşaleyle İles'in arkasından giden adamının peşine takıldı. Adara, Lian'a bakarak ondan yine de bir onay bekledi. Onayladığında Arlo'nun peşine takıldı, Raiden da ilerlemeye başladığında en sona biz ve İles'in iki adamı kalmıştı.

Lian elimi tuttu ve bataklığa ilk adımını attı. Derin bir nefes aldım ve yavaşça verdim. "Bu kez ısı testi yapmıyoruz değil mi?" dedim arkasından ilerlerken.

"Neden soruyorsun?" dedi, sesi dümdüzdü. Hissiz gibi ama bana o an bağırsa bu kadar etki etmezdi. "Kendince çıkarımlar yap yine."

Burnumdan uzun bir soluk verdim bu kez. Benim çıkarımlarım da artık can sıkıcıydı. Zaman geçtikçe kendime verdiğim cevaplara ben bile zor inanır olmuştum. O yüzden sessizliği seçtim. Bataklığı geçmemiz birkaç saatimizi alacaktı ve umarım o zaman aralığında zihnimi de susturmayı başarırdım.

İles'in izlediği yolu izleyen Aslan prens de sessizdi artık. Neredeyse bataklığın ortalarına geldiğimizde -ki ne kadar yolumuz kaldığını benden iyi kimse bilemezdi- Raiden homurdanmaya başladı. Aramızdaki mesafe biraz açılmıştı, nedeni benim yavaş ilerliyor olmamdı. Her ne kadar daha iyi hissetsem de hala kaslarımın gücünü tam anlamıyla geri kazanamamıştım.

İles uzun bir sürenin ardından sonunda durdu, neden durduğunu anlamadım ama bize doğru dönerken onu, daha çok da sadece omzuları ve başı görünen bedenini izledim. "Buradan gerisi batmak," dedi.

Lian'ın gözleri kısıldı. "Anlamadım."

"Şehre giden tünel aşağıda," dedi İles. Ne anlatıyordu bu adam böyle? "Batacağız."

Meşaleyi arkasındaki adamın elinden aldı ve birden onu şiddetle ileri itti, gitmemiz gereken yolun dışına. Adam bir yağda kayar gibi battığında sesi bile çıkmamıştı. Hiçkimseden birkaç saniye ses çıkmadı. Sonunda İles hafifçe güldü. "Merak etmeyin, onu öldürmedim. Söylediğim gibi şehre giden tünel aşağıda. Yapmanız gereken tek şey batmak. Nefesinizi tutun ve batın. Burada bir yılan deliği var. O deliğin duvarlarından ellerinizi ayırmamaya dikkat edin sadece. Bir çıkıntı fark ettiğiniz an tutunun ve kendinizi yukarı itip oraya çıkın. Tünel oradan başlıyor." Adara'ya döndü. "Hadi!"

"Hadi be oradan!" dedi Raiden.

"Sessiz ol," diye uyardı İles.

"Ne sessiz olmasından bahsediyorsun sen?" dedi Raiden ve öfkeyle hırladı. "Hepimizi öldürmek mi amacın?"

"Aptal kedi," diye homurdandı İles. "Ben de o tünelden geçeceğim. Kendimi neden öldürmek isteyeyim?"

"Kızı ileri atmak yerine önden buyur o halde!" dedi Raiden artık bağırarak.

İles başını geriye verdi ve derince soluklandı. "Sen gerçekten..." Birden bataklık da dahil her yer titrediğinde sustu. İles başını kaldırdı ve ağzında bir küfür yuvarladı. "Seni aptal tüy yumağı!" dedi. "Onu uyandırdın."

"Neyi?" dedim yüzümü buruşturarak. Burada hiçbir şey yoktu, hiçbir zaman da olmamıştı ama birden bir şeyler değişti. Görmeden önce hissetmiştim bile.

Dar tavan garip bir şekilde yükselmeye başladı. Sihir gibi... Şaşkınlıkla etrafıma bakarken bir tıslama duydum ve gözlerimi tam karşıya çevirdim. Bataklığın diğer ucunda bir beyazlık belirdiğinde garipliğin sadece duvarlarla kalmayacağını da anladım. Tıslayarak bize gelen dev yılan iskeletini görünce dilim tutuldu adeta. Bu yılan yuvasındaki geçitlerin açıldığı dağın altındaki alanda duran büyük yılan iskeletiydi ve hareket ediyordu. Kemikleri bir araya toplanmış tamamen bir yılan halini almıştı ve...

Bize doğru ilerledikçe o iskeletin etle kaplandığını görebiliyordum.

"Kaliss'i," dedi İles.

Küfürler art arda geldi ve İles şokla karşısındaki manzaraya dalan Adara'yı ileri doğru itti. Adara bir çığlıkla, İles'in adamı gibi bataklıktan içeri çekildi. İles başını bize çevirdi ve "Hadi!" diye bağırdı. "Hızlı olun!"

Arlo beklemedi bile, devasa bir küfürle Adara'nın arkasından gitti. Lian kolunu belime sardı. Onlarla aramızdaki mesafeyi hızlanarak kapatmaya çalışıyordu artık. Yine de o yılan bize ulaşmadan İles'in bahsettiği tünele girebileceğimizi hiç sanmıyordum.

Kaliss...

Toprağın Hakimi adına! Ben burada o kadar vakit geçirmiştim ki bir kez bile o iskeletin kıpırdadığını görmemiştim. Şimdi kıpırdamak bir yana bize ete bürünerek geliyordu. Ağzı açıktı ve dişleri tehditkarca parlıyordu.

Raiden, Arlo'nun peşinden gitti. İles bize baktı, gözleriyle aramızdaki mesafeyi tarttığını anladım. "Git!" dedi Lian. "Hemen arkanda olacağız."

İles tereddüt bile etmeden ileri atıldı ve kayboldu. Lian bir şey söylemese de zaten gidecek gibiydi. Arkamızdaki iki adam tedirgin oldu, bunu da biri bizi itip önümüze geçmeye çalışarak gösterdi. Kafamı bile bataklığın üzerinde tutmakta zorlanırken adam beni ittiği an bataklığa gömüldüm. Lian beni çekerken küfrünün ancak sonunu duydum. İkinci adam da panikle yanımızdan geçmeye çalıştı ama bizi itmek yerine yanımızdan dolaşmak istemişti. Bu en büyük hatası oldu, bataklık yolunun sınırından çıktığı an içeri gömüldü.

Önümde delirmiş gibi İles'in gösterdiği yöne gitmeye çalışan adam bir an nerede olduğunu şaşırmış olmalı ki olduğu yerde kaldı, çıldırmış gibi etrafına bakarken tamamen et ve pullarla kaplanıp canlı bir yılana dönüşen devasa varlık bir ok gibi ileri atıldı. Adamı tek lokmada yutup olduğu yerde kıvrılarak döndü. Adamı yuttuğu an cam gibi parlayan parlak kurşuni gözleri bizi buldu, tısladı.

Lian kılıcını yukarı çıkarırken beni arkasına çekti. Belimi de sonunda bıraktı, "Arkamda kal," dedi sertçe. Elini havaya kaldırıp yılana doğrulttu. "Bana itaat et!"

Yılan daha yüksek sesle tısladı.

Lian buna karşılık tekrarlarken bağırdı. "Ben Hükmeden'im! Bana itaat et!"

Yılan başını havaya kaldırdığında pulları mağaranın tavanına sürttü. Bir an ona gerçekten itaat ettiğini sandım ama iki yandan yarılan gövdesinden çıkan iki başı daha dehşet verici bir şekilde karşımıza dikildi.

O gerçekten Kaliss'ti.

Sol taraftaki yılan başı ileri uzandığında Lian tamamen önümü kesti ama biliyordum ki ikimizin de böyle bir şeyden kurtulma imkanı yoktu. Üstelik neredeyse boynumuza kadar bir bataklığa batmışken...

"Vilas..." diye mırıldandım. Ölürsem onu bırakmazlardı. O an bile kendi canımdan çok onu düşünüyordum.

Lian başını çevirip bana baktı, bu da yılanın sol başını ona çarpmasıyla sonuçlandı. Bataklık yolundan çıkan bedeni sadece bir saniye içinde o bataklıkta gözden kayboldu.

"Lian!" dedim nefes nefese. Yılan bana çarpmamıştı ama göğsümde beliren bu ağrı da neydi?

Kaliss ortadaki başını tam yüzümün önüne eğdi, diğerleri ise gerideydi. Tıslamasıyla nefesi yüzüme vururken gözlerimi kapattım ve beni kucaklayacak o ölümü bekledim. Vilas beni affet!

"Efendi..."

Duyduğum derinden sesin nereden geldiğini anlamadım. Ta ki tekrar duyana kadar...
"Efendimiz..."

Zihnimin içindeydi...

Gözlerim korkuyla açılırken titriyordum. Yılan başları tekrar hep bir ağızdan zihnimde konuştu. "Efendimiz geri geldi."

Yılan başları çeneleri bataklığa girecek kadar önümde eğildiğinde kalbimin sesini duyuyordum. "Hizmetinizdeyiz..."

Ne olduğunu anlamıyordum, kahrolası yılanın konuşması dahası önümde eğilir gibi olması aklımın alabileceğinin ötesindeydi. Zihnim bir şeyleri kolay kavramayacak olsa da dudaklarım aralandığında kendi sözlerime ben bile şaşırdım.

"Hükmeden... Onu çıkarın!"

Sağ ve sol yılan başları ortadaki başa döndü. Ortadaki hala yüzümün dibindeydi. Ağzı açıldı, tısladı. Sesi ise zihnimin derinlerinden yükseldi. "Tehlikeli!"

Sağ başın ağzı açıldı. Tıslarken çatallı dili göründü. "Güçlü!"

"Bize hükmetmek istiyor!" dedi soldaki.

Ondan korkuyorlardı, bunu anlamıştım ama benim korkum artık bambaşkaydı. "Çıkarın onu! Hemen!"

Yükselip duvarlarda dolaşan sesim beni bile ürkütürken yılan başları titredi. Sonunda yine aynı anda konuştular. "Efendimiz emreder!"

Sol yılan başı bataklığın derinlerine gömüldü. Devasa ağzında Lian'ın çamura bulanmış bedeni ile çıktı. Kıpırtısız durması şaşırtıcı değildi ama bu göğsümdeki ağrının artmasına neden oldu. Nefeslerim öylesine hızlandığı bir an boğulduğumu düşündüm.

"Bizi bataklıktan çıkar!" diye bağırdım.

"Efendimiz emreder..." dedi ortadaki yılan.

Kuyruğu beni aniden sardı ve bataklıktan çıkartarak yükseltti. Kaliss geldiği yöne doğru hızla ilerledi. Vilas'la beraber saatlerimizi harcadığımız o mesafeyi en fazla bir dakika içinde aldı ve düştüğümüz o kemiklerin arasına beni bıraktı. Sol taraftaki yılan başı Lian'ı da yere bıraktığında ona doğru koştum ve yanına çöküp başımı göğsüne dayadım. Kalp atışlarını duymaya çalıştım ama içi de dışı gibi sessizdi.

"Hayır, hayır!" dedim art arda. Göğsüne şiddetle vurdum. "Kıpırda kahrolası!"

Tekrar ve tekrar vurdum. Sonra kulağımı göğsüne dayayıp dinledim, sessizdi hala. Burnunu kapatıp dudaklarımı düşünmeden dudaklarına bastırdım ve nefesimi üfledim. O bana nefesini verdiğinde işe yaramıştı, bu kez de benim nefesimin işe yaraması gerekiyordu ama yaramadı. "Lian!" diye bağırdım. "Kahretsin! Eğer... Eğer geri gelmezsen seni bu yılana parçalatırım!"

Bazen duran bir kalbi canlandırmak için Yılan zehri kullanılır, sonra da zehrin yoğun etkisini kırmak için onlara panzehir verilir.

Adara'nın sözleri kulaklarımda bir kurtuluş umudu gibi çınladı. Belki de ben parçalardım. Dişlerimle...

Lian'ın gömleğinin yakasını sertçe çektim. Panzehiri vardı, emin oldum ve sadece bir an soluklandım. Dişlerimi boynuna geçirip zehrimi kanına verdim. Dudaklarıma çamurla beraber kanı dolarken geri çekildim ve tekrar nefesimi dudaklarının arasına gönderdim, bana saatler gelen saniyelerin sonunda hafifçe inledi. Heyecanla geri çekildim. "Ah, Toprağın Hakimi! Sonunda!"

Lian soluk bile almadan döndü ve çamur kustu. Öksürdü ve öksürdü. Onu tutarken elimi sırtında dolaştırdım. "Evet, işte böyle. Nefes al!"

Belinde asılı duran matarayı çözerken o öksürmeye devam etti. Matarayı dudaklarına dayadığımda kana kana içti ve ara ara öksürdü. Öksürükleri sonunda durunca hızlı nefesler almaya başladı. Kendini biraz toparladı ve bana baktı. Eli boynuna gitti ve avucuna bulaşan kana baktı. "Beni yine dişledin," dedi pürüzlü bir sesle.

"Öldüğüne emin olmaya çalışıyordum," dedim yarı alay yarı hala yaşadığım o korkuyla.

Gözlerini kaldırdı ve çamurlu yüzünde ve karanlıkta bile parlamayı başaran sarı gözlerini gözlerime dikti. Uzun uzun baktı. Nefesi yüzüme sertçe çarptı, ancak o an hala onu tuttuğumu ve ne kadar yakınımda olduğunu fark edebildim ama o sanki bu yeterli değilmiş gibi daha da yaklaştı. Belimi sertçe kavrayanın bir an elleri olduğunu bile anlamadım. Sonra o ellerden biri çamura bulanmış saçlarımı buldu. Sadece, "Ben de şimdi yaşadığına emin olacağım," dedi.

Ve beni öptü. Sertçe...

Vahşi ve bir o kadar doyumsuz...

Hızlı hızlı aldığım soluklar aniden kesildi, öylece içime gömüldü. Ancak o geri çekildiğinde geri gelmeyi akıl edebildi. İçime çektiğim o nefes ciğerlerimi yaktı.

Lian yüzüme baktığında ben de ona bakıyordum ama aklım gibi gözlerim de görevini yerine getirmiyordu. Ona bakıyor ama oma dudaklarından başka bir şey görmüyordum. Göğsümdeki şiddetli sıkışma bile bedenimi kaskatı kesilen halinden çıkarmaya yetmedi. Sonunda gözlerim yavaşça gözlerine çıktı. Bana başka bir şekilde bakıyordu, bir şey anlamış gibi ama ben hiçbir şey anlamıyordum.

Sarı gözleri sonunda arkama kaydı ve kaşları havalandı. "Ah, seyircilerimiz varmış demek," dedi. "İlk öpücük için yanlış bir zaman seçmişim."

Lian yılanın önünde dolaşırken bu kez elinde kılıcı yoktu. Bataklıkta bir yerlere gömülmüştü çünkü. Zaten Kaliss'in ona saldıracağını da düşünmüyor gibiydi artık. Yılanın başları onun adımlarıyla dönüyor ve gözleri onu takip ediyordu. Lian ise yılanı inceliyordu.

İkimiz de dakikalar önce yaptığı şeyi konuşmamıştık.

Konuşmayacaktık da.

O anki kafa karışıklığı, yaşama dönmenin heyecanı ya da aptalca bir başka sebep... Hepsi buydu.

Kaliss'in ortadaki başının ağzı açıldı, çatallı dili tıslamayı beraberinde getirdi ama sesi zihnimden aktı. "Öldürelim!"

"Hayır," dediğimde Lian bana baktı.

"Güçlü," dedi sağdaki yılan başı yine.

"Kontrol etmek istiyor, çok güçlü," dedi soldaki yılan başı. Başı acı çeker gibi kıvrıldı.

"Seni mi dinliyorlar?" diye sordu Lian.

Başımı salladım, hala ona bakmakta zorlanıyordum ama o, o kadar rahattı ki. Ölümden dönmemiş, beni hiç öpmemiş gibi...

Muhtemelen pişmandı, kendinden iğreniyordu. Ne demişti sahi?

Sadakat her şeydir.

Kartal kadın... Belki de şu an onu düşünüyordu. Elbette pişmandı.

Bin lanet!

"Yani beni kurtarmalarını sen sağladın," dedi Lian. Yine başımı salladım ama gözlerine bakmadım. Lian başını tekrar yılana çevirdi. "Seni neden dinliyorlar?" diye sordu kendi kendine konuşur gibi.

Canlandıran diye düşündüm.

Belki de ona dokunduğum anlardan birinde onu canlandırmıştım. Bana bağlılıklarının nedeni bu olabilir miydi? Onu canlandırmıştım ama haberim bile olmamıştı.

Bu düşüncemi elbette kendime saklayacaktım.

"Efendi..." dedi ortadaki baş kıvranıp durarak. "Durmalı. Çok güçlü..."

Ayağa kalkarken, "Onlara ne yapıyorsun?" diye sordum.

"Efendimiz..." dedi bu kez hepsi bir ağızdan.

"Prens..." dedim yanına yürürken. "Canlarını mı yakıyorsun?"

"Hayır," dedi Lian. Gözlerini yılandan hiç çekmiyordu. Yılan başları birden eğildi ve başlarını onun önüne dizdi. "Hükmediyorum," dedi Lian.

Yılan birden döndü ve bataklığa girdi. Ne yaptığını anlamaya çalışırken kısa sürede ortadaki başın ağzında Lian'ın kılıcıyla döndü. Lian kılıcını alıp tekrar belindeki kınına yerleştirdi.

Öfkeyle önüne geçtim. "O benimdi."

Beni görmüyormuş gibi etrafına baktı. Demek artık bana bakmak ona zor geliyordu. Pişmanlığını izlememe izin vermeyecek miydi? Güzel... Kahretsin! Değil!

Lian devasa yılan delikleri gibi duran üç geçide göz gezdirdi. Artık onların yılan delikleri olduğu da açığa çıkmıştı zaten. "Bu delikler..." dedi ve yanımdan geçip zeminde duran ve aralarında birkaç adımlık mesafe olan iki deliğe göz gezdirdi. Sonra tavandaki son deliğe baktı. "Nereye gidiyor olabilir?"

Sarayın bahçesindeki yılan yuvasına...

Ama bunu da ona söylemeyecektim.

"Görmek istersen ben buradayım," dedim ve tekrar yere, kemik yığınların arasına oturdum.

"Kaliss," dedi Lian beni yine duymamış gibi. Acaba beni gerçekten duymuyor muydu? "Delikler nereye kadar uzanıyor?"

"Yılan yuvasına efendimiz..." dedi üç yılan başı da aynı anda. Bunu da Lian'a söylemeyecektim. Zaten anlamadığı bir yılana neden sorular soruyordu ki?

"Yılan yuvasına demek," dedi Lian düşünceli bir sesle.

Ona şaşkınlıkla baktım. "Onun duyabiliyor musun?"

"Neden duyamayayım?" dedi Lian, sanki bu normal bir şeymiş gibi. "Bunun sadece sana özel bir şey olduğunu mu sandın?"

"Duymuyor gibiydin çünkü," dedim tıslar gibi.

"Öyle bir şey hiç söylemedim. Sadece dinledim. Mesela beni öldürmek istediklerinde onları engellemen hoşuma gitti. Aksi halde onları kontrol edecek fırsatı bana vermezlerdi. Dirençleri çok güçlü. Normal bir hayvan olsaydı bana direnemezdi." Dönüp yılanı tekrar süzdü. "Ama o İlahi bir hayvan."

Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştım. "Tabii," dedim alayla. "Şu an burada durup diğerleri bizi, aslında seni endişeyle beklerken senin kendini övmeni dinleyelim. Zamandan bol neyimiz var ki zaten?"

"Haklısın," dedi deliklerden uzaklaşırken. "Onları bulalım artık ama ondan önce son bir soru sormama izin ver." Bana soracağını sanıp kısa bir an heyecanlansam da onun sorusu Kaliss'eydi. "Bu yılan yuvası saraya yakın mı?"

"Evet efendimiz..." dedi Kaliss.

Yine o bilindik tedirginlik beni tamamen ele geçirdi.

"Peki, o deliklerden saraya geçmemiz mümkün mü?"

"Hayır efendimiz..." dedi Kaliss bu kez. "Kapı kilitli." Tüm başları bana döndü. "Onları ancak efendimiz açabilir."

Lian sonunda bana baktı. Boğazım kupkuru olsa da yutkunmamayı başarabildim. Kaşlarımı kaldırıp dudaklarımı büzdüm. "İstersen bana bir çekiç ver, kırabilir miyim diye bir bakayım."

"Nasıl açabilir?" dedi Lian, bana bakıyordu ama sorusu yılanaydı.

Lütfen cevap verme! Lütfen! Kahrolası ölü haline dön artık!

Yılanın başları dikleşti, gövdesinde yine yarıklar oluştu. İki baş oradan içeri çekildi, yarıklar kapandığı an Kaliss birden çürümeye başladı. Eti kısa sürede hiç var olmamış gibi kayboldu ve kemikleri yere döküldü.

Şaşkınlıkla gerçekleşen ürkütücü manzarayı izlerken Lian da geriye adımlamıştı. "Gerçekten mi?" dedi öfkelenerek. "Tekrar uykuya dalacak bu anı mı buldun?"

"Uyku mu?" Ayağa kalkıp yılanın kemiklerinin dağıldığı zemini izledim. "Bu onun uykusu mu? Korkunçmuş."

Bana doğru yürüdüğünde ilk defa ona karşı geriye adımlamak istedim. "Gidelim. Delikleri kontrol için geri döneriz." Bataklığa baktığında ise ıslık çalar gibi nefeslendi. "Tabii İles'in yolunu bulup gizli yılan deliğine ulaşmak şu an büyük bir sorun. Belki de deliklere..."

"Hayır," diye sözünü kestim. "Yolu biliyorum."

Başını bana çevirdiğinde kaşları çatıldı. "Nasıl?"

Başımla bataklığın başladığı yerde daralan tavanı gösterdim. "Yol, Kaliss'in ilerlediği yoldu muhtemelen. Tavandaki pulları izle. Yalnızca çok dikkatli bakıldığında belli oluyor. İles'in keşfettiği şey buydu şüphesiz. Yılanın başı tavana sürttükçe iz bırakmış, gittiği yol da bataklığın zeminini sıkıştırıp yol açmış."

Aslında yolu ben de pulların izini keşfederek bulmuştum ama o zamanlar Kaliss'ten haberim yoktu. Yerdeki o yılan iskeletinin ona ait olduğunu bir an düşünmemiştim çünkü Kaliss'in üç başı vardı. İki başının bedenine gömüldüğünü ben değil hiç kimse bilmiyordu. Kaliss'i gören biri yoktu çünkü. O yüzden Lian'a söylediğim diğer bilgiler benim de yeni keşfettiğim şeylerdi.

Lian hafifçe güldü. "Duygularına gerek kalmadığında nasıl da zeki olabiliyorsun."

"Anlamadım," dedi kaşlarımı çatarak.

"İnan, hiç şaşırmadım," dedi ve elimi kavradı.

Hayır, yaptığı aptallık için pişman falan değildi.

Elimi bir an elinden kurtarmayı düşündüm ama sıkı kavrayışı ve beni peşi sıra çekip bataklığa girmesi buna engel oldu. O an onunla didişmek istemediğim için ben de sessizce onu takip ettim. Kaliss'in bataklıkta bir dakikada aldığı yolu biz birkaç saatte alabildik ancak. İlerlemek o kadar güçtü ki... Ama Lian buna rağmen kahrolası elimi hiç bırakmadı. Pişmanlığını görmek mi, yoksa o pişmanlığı bulamamak mı daha kötü karar veremedim.

Sadakat her şeydir.

Pişman değilse sadakatsizdi ama... Pişmansa da öyleydi.

Kurallarımı hatırladım. Darmadağın olan kurallarımı... Onları yeniden bir araya topladım. Hepsinin altını tekrar ve tekrar çizdim. En çok da sonuncuyu ve onun hemen altına yeni bir tane ekledim.

Aslan sadakatsiz, ona asla güvenme; hiçbir konuda!

İzleri takip ederek ilerledik ve İles'in yılan deliği olduğunu söylediği yerde durduk. Burası tam orta noktaydı, bunu anlamak için tavandaki pulların yoğunluğuna bakmak yeterliydi. O pulların yoğun olduğu nokta aslında yılan deliğinin üzeriydi. Bir zamanlar buraya kadar gelmiş ve devam edeceğimiz yönü seçmek için Vilas ile kavga etmiştik. Sonunda yine renk oyunu oynamıştık. O kazanmıştı, eğer o gün ben kazanmış olsaydım bu deliği çok daha önce keşfederdik. Belki de sadece... Ölürdük.

"Umarım İles haklıdır ve burada ölüp gitmeyiz," dedim sessiz ve bir o kadar yorgun.

"Haklı," dedi Lian kendinden emin bir şekilde. "Hepsi yaşıyor çünkü."

"Nasıl emin olabilirsin?"

"Seslerini duyuyorum," dedi bana dönerek. "Bizim için endişeliler. İles çoktan ölmüş olabileceğimizi söylediğinde Raiden'ın onu, yüzüne bir yumruk indirmekle tehdit ettiğini bile duydum."

"Şu tünel yakında o halde," dedim biraz daha rahatlayarak.

"Değil," dedi ve rahatlamamı söküp aldı. "Çünkü onlar bizi duymadı."

"Ama sen onları duyuyorsun. Bu nasıl olabilir?"

Kaşlarını kaldırdı. "Daha uzun mesafeleri işitebiliyorum, bunu yeni anlamış olamazsın. Sadece odaklanmam gerekiyor."

"Şu an kibirleniyor musun?" dedim gözlerimi kısarak. Gülümsediğinde gözlerimi çektim. "Pekala, sadece bunu sonra yap tamam mı? Şimdi hangimiz önce gideceğiz ona karar verelim."

Eli bataklığın altında belimi buldu. Beni kendine çektiğinde tekrar ona baktım. "Beraber," dedi. "Söylemiştim, seni bırakmayacağım."

Bir şeyler söylemeliydim ama söyleyemedim. Beklediği saniyeler belki de bunun içindi, sonunda o da konuşmayacağımı anladı ve uzun bir nefes verdi. "Nefesini ne kadar tutabileceğini sormayacağım. Bunu öğreneli çok olmadı."

Beni öpmüştü. Tekrar hatırladım, belli ki o da unutmama izin vermeyecekti. İzin verseydi de bunu unutabilir miydim, artık ben de bundan emin değildim. Keşke biraz bile pişman görünseydi, en azından biraz bile pişman olsaydı. O zaman o anı bana hatırlatmazdı. Ama O sadakatsizdi.

İğrenilesi...

İkimiz de aynı anda nefeslendik ve Lian beklemeden bataklığın içindeki yılan deliğine doğru bir adım attı. Battık... Dibe doğru şiddetle çekildik, ne kadar sürdüğünü bilmiyordum ama nefesimi tutamayacağım kadar uzun olduğunu biliyordum. Tekrar nefes alabildiğimde bataklık çamurunu yutan da çıkaran da ben oldum. Lian'ın bizi tünele çıkardığını bile anlamamıştım çünkü boğulduğumu düşünmüştüm.

Etrafımdan sesler gelirken beni tuttuğunu ve kendime gelene kadar da öyle kaldığını hissettim ama sonunda boynuna atılan kollarla yanımdan çekilmek zorunda kaldı. Adara'nın endişeli sesi hala bulanan mideme katkı sağladı. Belki de bu yine bana yalnızlığımı hatırlattığı için kendimi sıkmamdandı. O kardeşine belki de dolu gözlerle bakıp yaşadığı için, sevinçle boynuna sarılırken benim kardeşim bana nefretini kusalı birkaç gün bile olmamıştı.

"Herkes iyi mi?" diye sordu Lian.

Tünelin dibinden çamur akıyordu, bataklıktan geliyordu ama bulunduğumuz tünel hem geniş hem de güvenli duruyordu. Işık yoktu, Lian'a sarılanın Adara olduğunu bile sesinden anlamıştım ama herkesten onaylayan sesler yükseldi. Bir de prenslerinin yaşamasına sevinçlerini dile döküşler. Nezaket edip bana da birkaç cümle kurmaları daha kötü hissetmemden başka bir işe yaramadı. Ama bu iyi bir şeydi aynı zamanda. Raiden'ın günler önceki sözlerini hatırlayıp beni kendime getiriyordu.

Kendini bizden biri olarak mı görmeye başladın Yılan?

Ben de şimdi yaşadığına emin olacağım...

Hayır! İlkini hatırla, ikinciyi sil, yok et!

İles'in yönlendirmesiyle tekrar yürümeye başlarken elbette o yılandan nasıl kurtulduğumuz merak konusuydu. Lian fazla ayrıntıya girmedi, sadece uzun bir süre ona hükmetmeye çalıştığını ve sonunda başarılı olduğunu anlattı. Yalan da değildi, değilmediği şey ayrıntılardı. Artık bin lanet ettiğim ayrıntılar...

Lian hakkında edindiğim bir izlenim de böylelikle olmuştu. Yalan söylemeyi sevmezdi ama zorunda kalırsa söylerdi. Zorunda kalmadığı zamanlarda da doğruları tamamen aktarmazdı, yeterli olacağına inandığı kadarını söylerdi.

Karanlıkta o kadar uzun süre yürüdük ki ışığı bir an hiç göremeyecekmişim gibi geldi. Lian o süre boyunca elimi tutmadı, bunun nedeninin ellerimi sürekli ondan uzakta tutmam olduğunu düşünüyordum çünkü bu kez de her sendelediğimde beni tuttu. Bu beni boğmaya başladığında uzaklaşmak istedim ama karanlıkta kahretsin ki iyi değildim. Eğer düşersem kesinlikle sivri diline maruz kalırdım. Daha kötüsü de Raiden'ın gülmesine, Arlo'nun azarlarına...

Tünelin sonu meşalelerin aydınlattığı geniş bir koridora çıktı. Birkaç metre yükseklikten aşağı baktım, Lian çevik bir hareketle aşağı atladı ve doğrulduğu an başını yukarı kaldırdı. "Atla, seni tutarım!"

Başımı salladım. Çok yorulmuştum ama onu dinlememin nedeni bu değildi. Kurallarımdı. Onunla didişmeyecektim. Bu zaten bana sadece zaman kaybettiriyordu. Her şeyin sonunda ise o kazanıyordu. Durum bundan ibaretken en azından söylediğini hemen yapıp bitmesini istiyordum. Konuşmasını daha fazla dinlemek zorunda kalmayacak, bana hatırlamak istemediğim şeyleri hatırlatmasına izin vermeyecek ve... Daha fazla dokunmasına gerek kalmayacaktı. Elbette bunlar sadece benim planlarımdı. Sahi benim hangi planım düzgün işlemişti ki? Bu da kısmen öyle oldu.

Kendimi girişten aşağı bıraktığımda beni tuttu ama yere bırakmakta o kadar hızlı davranmadı. O yüzden ellerimi göğsüne dayayıp onu hafifçe ittim ve kollarından sıyrıldım. Ona bakmadan biraz uzaklaştım ve gözlerimi atladığımız o girişe çevirdim. Girişin iki yanından uzanan sivri sarkıtlara baktım.

Yılanın dişleri... Tünelin çıkışının yine bir Kaliss heykelinin ortadaki başı olduğunu fark ettim. Ağzı açık olan sadece ortadaki baştı ve biz oradan çıkmıştık. Gözlerimi tekrar tünele çevirdim, burasının bir mezarlık olduğunu koridorun yanındaki heykellerden anladım. Uzun koridorun her iki köşesinde de mermerden kadın ve erkek heykelleri birkaç metre arayla uzanıyordu. Garip bir tanıdıklık hissettim ama burayı hayatımda ilk defa görüyordum. Yine de bu his beni ürpertti.

"Kraliyet mezarlığı mı?" dedi Adara merakla etrafına bakarken.

"Evet," dedi İles. İlerlemeye çoktan başlamıştı. "Aynı zamanda bir tapınak. Şehrin tam ortasında bulunuyor. Gün ışıklarıyla hizmetliler geliyor, temizliği tamamladıklarında kapıları halka açıyorlar. İnsanlar dua etmek için akın akın geliyor. Elbette bu giriş katındaki temsili mezarlarla sınırlı kalıyor. Burada gerçek mezarlar var, sadece kraliyet ailesi törenlerde girebiliyor."

"Yine de aydınlatılmış," dedi Raiden. Bir adamın heykelini inceliyordu.

"Burası karanlık olmaz," dedi İles. "Mezarlar hep aydınlatılır, kraliyet ailesini karanlıkta bırakmama gibi inançlarımız var. Tatlı Yılan bilir."

Başını çevirip bana baktı ama ben sadece dudak büktüm. "Burayı ilk defa görüyorum, söylediklerini de ilk defa duydum." Omuzlarımı kaldırınca sağ kolum sancıdı. "Zaten ölülerin ışığa neden ihtiyacı olsun." En yakınımdaki yaşlı bir adamın heykeline yürüdüm. Heykelin ayaklarının altında ismi yazan adam Yılanların atası Kral Stansis'di. Karşısındaki mezarın önünde duran heykel de karısına ait olmalıydı. Yumruk yaptığım elimi heykelin omzuna hafifçe vurdum. "Bunun ışığa neden ihtiyacı olsun ki." Arkasındaki dikey mezara baktım. Uzun ve gümüşi süslemeleri olan demirden bir tabuttu. Ona da hafifçe vurdum. "Ya da bunun. İkisi de yeterince cansız."

"Ölülere hiç saygın yok değil mi?" dedi Arlo.

"Ölülerin saygıya ihtiyacı yoktur, saygı yaşarken bir önem sağlar."

"Bu onları yumruklayabileceğin anlamına gelmiyor," dedi Arlo. "Saygısız velet! Hakiminiz seni lanetlemeli."

Omuz silktim ve heykelleri inceleyerek ilerlemeye başladım. Lian arkamdan gelirken, "Bu şekilde sokaklara çıkamayız," dedi İles'e. Haklıydı, hepimiz çamura bulanmıştık.

"Şanslıyız ki hizmetlilerden birinin bana yüklü bir miktarda borcu var," dedi İles. Kollarını göğsünde bağlamış sağ taraftaki üçüncü adamın heykeline yaslanmıştı. "Gün aydınlanmadan bize bir şeyler getirecek. Sizi benim evlerimden birine geçireceğim. Sonra yollarımız ayrılıyor. Üç gününüz var, üç gün sonra Viressa'ya gelecek üç kervan var. O kervanlara katılıp dönmeniz için birkaç ayarlama da yaptım." Genişçe sırıttı. "Bana bayağı borçlandın tatlı kedi."

"Sana hiçbir borcum yok," dedi Lian. O da heykelleri inceliyor ve isimlerini okuyordu. "Bana bir hayat borçlusun ve bir hayatın değeri öyle kolay ödenmiyor."

İles alınmış gibi dudak büktü. "Şansımı denedim yine de."

"Hayat mı?" dedim İles'e dönerek. "Hayatını mı kurtardı?"

"Benim değil," dedi İles. "Benim için değerli birinin. Sana hikayemi anlatmak isterdim ama..." Lian'ı işaret etti. "Majesteleri uygun gördüğü bir anda bunu kendisi yapacakmış."

"Uygun gördüğü bir an?" dedim Lian'a dönerek. Onunla didişmeme kararımı çok zorluyordu.

Lian ilk başta beni duymamış gibi davrandı. Başka bir heykelin önüne yürüdü. Bu bir kadın heykeliydi, bakışlarını bana çevirdi. "Heyecan verici bir hikayesi yok," dedi. "Merak etmene değmez."

"Bu kırıcıydı," dedi İles, gözlerini ağlayacakmış gibi kırpıştırdı.

Lian ona bakmadı bile. Başını tekrar önündeki heykele çevirirken sözleri banaydı. "Buraya gel!"

Yine de sesli bir soluk verip ona doğru adımlamaya başladım. "Sürekli bir şeyleri geçiştiremezsin."

"Değil mi?" dedi kinaye ile. Yüzüne bir yumruk indirmek istiyordum artık.

"Buralarda bir çeşme var mı?" dedi Adara. Kaşınmaya başlamıştı.

"Yukarıda var," dedi İles. "Temizlenebilirsiniz, mezarlık şu an kapalı ama siz yine de hızlı ve sessiz olun." Uzun koridorun sonundaki geniş mermer merdivenleri işaret etti. Merdivenleri iki yanından uzanan duvarlardaki meşaleler aydınlatıyordu. "Merdivenlerin sonunda bir kapı var, çıkıp sağa dönün. Su oluklarını takip ederseniz bulursunuz."

Arlo birden kanatlarını açtı ve Adara'ya rüzgar gibi süzüldü. Onu kucakladığında Adara kıkırdadı. "Tapınağı şenlendirelim hadi!" dedi Arlo.

Gözden kaybolmaları Arlo'nun kanatlarıyla çok kısa sürede oldu. Ben de sonunda Lian'ın incelediği heykele çevirdim gözlerimi. Heykelin yüzü ürpermeme neden oldu çünkü o yüzde güzel bir sima yoktu. Birisi o yüzü bir çekişle kırmış gibiydi. Lian'ın bana baktığını hissederken gözlerimi heykelin kırık dökük yüzünden aşağı indirdim. Kadının ismini aradım ama isim taşı okunmuyordu. İsli ve kararmıştı.

"Bu ne anlama geliyor?" dedi Lian.

"Bilmiyorum," diye mırıldandım. Hoş bir şey olmadığı açıktı.

"Burada da ona benzeyen bir heykel var," dedi Raiden. O Kaliss tarafında bir erkek heykelinin önündeydi.

"Ah, onlar günahkarlar..." dedi İles. Yanımıza yürüyüp bir elini beline dayadı. "Bilirsiniz, bizim ölülerimiz gömülür ama onlar diğer kraliyet üyelerinin aksine yakıldı."

"Neden?" diye sordum. "Kim bunlar?"

"Ve ne yaptılar?" diye sordu Lian.

İles yüzünü kaşıdı. "Ne yaptıklarını bilemem. Aslında bu kadının da kim olduğunu çözemedim." Başını çevirip Raiden'ın önünde durduğu heykele baktı. "Ama o adam Kral Siles'ın erkek kardeşi Lord Delsis. Halka bir savaşta öldüğü söylendi ama..." Dudak büktü. "Bir savaşta ölen cesur bir lordun cesedinin yakılması mantık dışı. Üstelik temsil heykelinin yüzü de utanç verici olması için tahrip edilmiş."

Amcam Delsis... Annem ondan hep iyi bahsederdi. Cesurca savaşıp öldüğün söylerdi. Hatta annemin sarayda iyi olarak nitelendirdiği tek bir kişi varsa o da amcamdı. Babam için bile amcama sarf ettiği sözleri söylememişti. Gerçi annemin, babam hakkında tek güzel sözünü de duymamıştım hiç. Onu sevmediğini biliyordum zaten, bu yüzden garip de karşılamamıştım.
Peki, bu karşılaştığım manzara neydi öyleyse?

"Garip," dedi Lian. "Ne yapmış olabileceklerini şu hizmetli tanıdığından öğrenemedin mi?"

"Hizmetlilere böyle şeyler söylenmez, zaten burada gördüklerini dışarıda dillendirmeleri bile onların da yakılmasına sebep olur. Elbette bu bazı fikirleri olmadığı anlamına gelmiyor."

"Neymiş onlar?" diye sordu Raiden.

"Yasak bir ilişki," dedi İles. "Başka ne olabilir? Ama araştırmalarım sonucu Prens Delsis'in yakın olduğu bir soyluya ulaşamadım. Yani bu sadece bir dedikodudan da ibaret olabilir." Tekrar kadına baktı. "Ama kadın hala kafa karıştırıcı. Kraliyet ailesinden ölen tüm prenseslerin ve kraliçelerin heykelleri burada. Bu kadın burada fazlalık."

"Kraliyet ailesinden değil mi yani?" dedim üzerimden gitmeyen ürpertiyle.

"Kraliyet ailesinden olmasa mezarı burada olmazdı," dedi İles. "Prens bile saray içinde de olsa günahkar ilan edilmesine rağmen burada. Bu kadının başka bir olayı var." Güldü. "Belki de kimsenin bilmediği bir prensesti. Eskiden soylular hastalıklı doğan çocuklarını ya öldürür ya da herkesten gizlerlerdi. Halka da öldüğünü duyururlardı. Kral Siles'tan sonra bu değişti. Yüce gönüllü kralımız hastalıklı doğan kızına acıdı ve onu öldürmedi. Üstelik bunu halka da duyurup ona dua istedi. Bu halk tarafından sevilmesinde çok etkili oldu. Kendisi, önceleri pek sevilen biri sayılmazdı."

Yutkundum.

"Kız iyileşti mi?" diye sordu Lian.

İles iç geçirdi. "Öldürücü bir hastalıkmış onunkisi. Lefs, belki duymuşsunuzdur. Derisinin çürümüş ete benzediğini duydum ama Kara Yılan Prensinin evlendiği prensesin o olduğu da söyleniyor."

"Saçma," dedim sakin kalmaya çalışarak. Şarkım zihnimde dönüp dururken Lian'ın sıcak temasından önceki son sözleriyle çarpıştı. "Kim hastalıklı bir prensesi eşi yapmak ister? Hatta krallığının gelecekteki kraliçesi."

"Ve onu aramak için uzun yollar aşar?" diye sorar gibi mırıldandı Lian.

"Söylenti işte," dedi İles. "Saray hakkında neler neler söyleniyor, bir duysanız. Bazıları gerçekten mide bulandırıcı."

Lian, "Her neyse..." dedi. "Saray dedikoduları şu anki konumuz değil. Temizlenip biraz dinlenelim." Etrafına bakınıp yüzünü buruşturdu, karşımızdaki heykele döndüğünde kaşları daha da çatıldı. "Dinlenmek için mükemmel bir yer değil ama en azından bu kadından uzaklaşalım. Diğerlerinden daha rahatsız edici."

"Benim için en katlanılabilir olanlar onlar," dedi Raiden. Yanımıza yürüdü ve iğrenen bakışlarla kadının heykelini süzdü. "En azından tiksinç yüzleri görünmüyor."

Elini heykelin yüzüne uzattığında bileğini şiddetle kavradım. Sadece heykele dokunmasını istememiştim ama o aniden küfredip bileğini benden kurtardı ve geriye adımladı. "Kahretsin!" diye hırladı. "Ne yapıyorsun?"

"Ne oldu?" dedi İles ilgiyle.

Raiden kolundaki metal zırhı söküp yere fırlattı ve kolunu ovaladı. "Kolumu kırıyordu neredeyse."

İles'in kaşları havalanırken, "O Aslan çeliğinden değil mi?" diye sordu. "En güçlü çeliği artık siz yapıyorsunuz sanıyordum."

"Öyle," dedi Lian sakin bir sesle. Eğilip zırhı eliyle sardı. "Ama yıpranmaz değil."

"Yine de bir Yılanın..."

"Uzatma İles!" dedi Lian.

"Hayır, bence de sorgulanmalı," dedi Raiden. Daha da gerildim. "Akreplerin kuyruklarını koparan birinin çeliği bükebilmesine şaşırmam ben ama bunu nasıl yapabildiğini sorgulamak en doğal hakkım. Değil mi majesteleri?"

"Hadi be!" dedi İles irileşen gözlerle. "Sizin çeliğinizin yapamadığı şeyleri sen mi yaptın tatlı Yılan?"

"Prensin kılıcını kullandım," dedim hemen. Lian bana onu öne sürmemi söylemişti çünkü. Umursamazca omuz silkmeye çalıştım. "Bunu söylemek gururumu kıracak belki ama marifet kılıçtaydı. Az önce olanlara gelince... Neden şaşırdınız anlamıyorum." Çenemle İles'i işaret ettim. "Sen de insanları duyuyorsun. Benimkisi sadece kas gücüyle bile açıklanabilir ama sen bambaşka bir mevzusun." Elimi ona doğru uzattım. "Yine de istiyorsan dokun ve dinle. Belki benim de bilmediğim bir şeyler söylersin bize."

İles dudağını ıslattı. Aç birinin bir yemeği izlerken büründüğü iştaha sahipti. Elini kaldırdığında Lian eline şiddetle vurdu. İles acıyla inleyip gerilerken Lian sesindeki hırıltıyla neredeyse bağırdı. "Onu dokunmayacaksın! Kahrolası merakını dizginle, aksi halde ben dizginlemek zorunda kalacağım!"

Blöfüm işe yaradığında kimseye fark ettirmeden derin bir nefes aldım. Lian buna izin vermeyeceğini daha önce belli etmişti ve benim de güvendiğim şey buydu. Artık açıklama yapmak zorunda olan oydu. Ben de en az İles ve Raiden kadar büyük bir merakla sözlerini devam ettirmesini bekliyordum artık. "O bir Kutsal Varlık," diye devam etti. Buna ne İles ne de Raiden şaşırdı. İles bunu zaten biliyordu ama Raiden'ın şaşırmaması bana büyük bir sürpriz olmuştu.

Bunu ne zaman anlamıştı? Beni ölüme itmeden önce mi, sonra mı?

"Hangisi olduğunu biliyor gibisin," dedi Raiden. "Bize söylemeyi mi unuttun, yoksa söylememenin başka bir nedeni mi var?"

"Tam olarak öyle," dedi Lian. Ona tehditkar bir şekilde dişlerini gösterdi. "O bir Ölüm Getiren."

Ölüm Getiren neydi bilmiyordum ama Raiden'ın belli ki başka bir tahmini vardı. Dudakları kısa bir an aralık kaldı. "Sen... Sen Ölüm Getireni aramıza mı soktun yani?"

İles hala kolunu ovalasa da dudak büktü. "Ölüm Getiren'in Hükmeden'in yanında işinize yarar dostum."

"Ölüm Getiren, Yok Eden'e de hizmet edebilir!" diye sesini yükseltti Raiden. "Görüler bu konuda net değil."

"Bak kedi!" dedi İles. "Hiçbir Kutsal Varlık'ın büyük felakette Yok Eden'in mi yoksa Hükmeden'in mi yanında olacağı net değildir. Görüler sadece tek bir yerde birleşir. O da Canlandıran'ın öldürülmesi. Prens akıllıca davranarak olabileceklere karşılık Kutsal Varlık'ları kendi yanında topluyor. Biraz kafanı kullan!"

"Yine de..." dedi Raiden.

"Yeter!" dedi Lian keskin ve yüksek bir sesle. "Ne yapıp yapmayacağım konusunda sana danıştığımı hatırlamıyorum Raiden. Öyle yaptığımda fikrini dinlerim. Şimdi ne yapman gerekiyorsa onu yap! Yani emirlerimi uygula. Sadece o kadar!"

Raiden benimle Lian arasında bakışlarını dolaştırdı, ifadesi değişti ama bu kez garip bir şekilde sessiz kaldı. Bu beni öfkeli çıkışlarından daha çok rahatsız etti. Dahası kafam eskisinden daha da fazla karışmıştı ve artık cevaplara ihtiyacım vardı. Bu uğurda Lian'a biraz daha katlanabilirdim.

Sesli ve uzun bir nefes verdim. Bir meşaleye yürüdüm ve onu duvardan aldım. "Tartışmanız bittiyse ben gidip tünele bakacağım. Küpemin birini düşürdüm." Gözlerimi kısa bir an Lian'ın üzerinde tuttum. "Ailemden geriye kalan tek şey. Onu bulmam gerekiyor ve bunun sadece vakit kaybı olabileceğinize dair düşüncelerinizi içinizde tutun."

Kaliss heykeline yürürken beklediğim tepki arkamdan geldi. "Seninle geliyorum. Oraya tek başına çıkamazsın. Kolun hala yaralı."

Ona bakmasam da son sözlerini Raiden'a bakarak söylediğinden neredeyse emindim. Bana yardım ettiğinde tekrar Kaliss'in heykelindeki tünele girdik ve sessizce yürümeye başladık. Uzun bir süre sadece yürüdük ve tek kelime etmedik. Ta ki Lian'ın, "Artık duyamazlar," diyen sesine kadar.

"İles?" diye sordum, ondan da emin olmalıydım. Lian ona gerçekleri söylemiyorsa benim dile dökmem saçma olurdu.

"O ben izin verirsem beni duyabilir sadece. Sana dokunmadığı sürece seni hiç duyamaz."

Durdum ve ona doğru döndüm. "Ölüm Getiren?" diye sordum ilk olarak. "Bana böyle bir Kutsal Varlık'tan bahsetmedin."

"Sana birçok Kutsal Varlık'tan bahsetmedim," dedi Lian. "Ölüm Getiren onlardan sadece biri."

Tünelin sağ tarafına yürüdü ve yere oturup bana da oturmamı işaret etti. Bu uzun bir konuşma olacağı için değildi, çok yorgun görünüyordu. Muhtemelen ben de öyleydim. Tam karşısına oturduğumda derin bir nefes aldı. "Yok Eden ve Hükmeden iki taraftır. Diğer Kutsal Varlıklar onların birinin yanında yer alır. Ölüm Getiren de onlardan biri. Bazı Baykuşlar onun da diğer üç Kutsal Varlık kadar önemli olduğunu söyler ama bence onun Canlandıran karşısında çok da bir önemi yok."

"Neden? Ürkütücü bir ismi var, ölümcül bir gücü olduğu belli. Canlandıran ise... Aslında ismi bile daha zararsız duruyor. Neden Ölüm Getiren'den bile daha korkulacak biri anlamıyorum."

"Ölüm Getiren'in gücünü bilmiyorum," dedi Lian. "Kutsal Varlık'lara belirli kitaplarda bahsedilir, onlardan birine de hiç rastlamadım. Muhtemelen o kitaplar Baykuşlarda. Eh, Baykuşlar da her şeyi ortaya dönmeye meraklı bir ırk değil."

"Görülerin net doğrular olmadığını ve yanlış bir bilgi verirlerse ölebileceklerini söylemişti Talu," dedim.

"Evet, sebebi bu," dedi ama Talu'dan bahsetmem yüzünün yine sertleşmesine neden olmuştu. "Bir görü yaşanacak ya da yaşanma ihtimali olan şeylerin sadece bir kısmını gösterir. Eğer..." Tünelin diğer tarafını gösterdi. "Buradan büyük bir taş geldiğini söyleseydim ezileceğini düşünüp ayağa kalkar ve koşmaya başlardın değil mi? Diğer tarafta ise seni avlamayı bekleyen askerler vardı ama ben bunu göremediğim için sana sadece taştan bahsettim. Askerler içeri giremeden sen dışarı çıktın. Onlar seni yakaladı ve taş yanlarından geçip gitti. Halbuki olduğun yerde kalsaydın, askerler içeri girecekti ve taş seni ıskalayıp onları ezecekti."

Çok daha iyi anlamıştım şimdi. "Peki, Ölüm Getiren... Gücü ne olabilir? İles dokunarak sesleri duyabiliyor, belki Ölüm Getiren de sadece dokunarak birilerini öldürebiliyordur."

"Belki," dedi o da. Esnedi.

"Doğru anlamışsam en tehlikeli Kutsal Varlık Yok Eden. O halde neden herkes Canlandıran'ı öldürmek istiyor?"

"Çünkü Yok Eden hala ortalarda değil. Kimse onu görmedi, kimse ne olduğunu bile bilmiyor. Ortaya çıksa dahi onu öldürmek herkesin cesaret edebileceği bir şey değil. Ölüm Getiren için sadece dokunarak birilerini öldürebileceğini söyledin değil mi? Öyle olsa bir şekilde sana dokunmasını engellersin ama Yok Eden... Sadece düşünerek bile seni öldürebilir. Diğer yandan sana Canlandıran'ın felaketi başlatan kişi olacağını da söylemiştim."

Başını yana eğip uzun uzun yüzüme baktı. "Eğer Hükmeden tarafında yer almazsa. Bu da büyük bir kumar. Öldürülmesi her açıdan felaketi engelleyecek şeyken neden dünyamızın kaderi onun seçimlerine bırakılsın?"

Öldürülürse Yok Eden'in yanında yer alması imkansız olacaktı ama seçim ona bırakılırsa Hükmeden'i seçip felaketi engelleyebilir, Yok Eden'in seçip bir felaket başlatabilirdi.

Hafifçe öne doğru eğildim ve ona kafamı kurcalayan en önemli sorulardan birini sordum. "Peki, sen neden böylesine büyük bir seçimi benim avuçlarımın arasına bıraktın? Beni öldürüp tüm bu felaket zırvalığından kurtulmak varken üstelik. Sana benden istediğin o sözü bile vermedim ben."

"Üstelik..." dedi o da. "Sözüne güvenebileceğimden de emin değilim."

"O halde neden? Bunu yine yanında olursam Yok Eden'in karşısına beraber dikiliriz zırvalığıyla açıklama sakın çünkü artık tüm bunları yemiyorum. Kendin de söyledin, beni öldürüp tüm bu saçmalıklardan kurtulabilirdin. Hatta ben yoksam Yok Eden bir felaket bile başlatamazdı. Bunun başka bir nedeni var. O nedeni söyle bana!"

"Ateşi söndürme, ateşe yürü!"

"Ne?"

"Sana görü gücü olan Baykuşlarla karşılaştığımdan bahsetmiştim. Bana birçok şey söylediler. Biri ise tam şöyle söyledi: Ateşi söndürme, ateşe yürü! Ateşten korkma, ateşte yan! Senin yolunu o ateş aydınlatacak!"

"Bunun benimle ne ilgisi var, anlamıyorum. Ben ateş değilim, ben sadece bir Yılanım."

"Uzun zamandır bunu düşünüyorum," dedi yavaşça. "Kendini yakman ilgimi çekmişti. Sonra ateşlerin içine düşünmeden koşman... Ateşten korkmaman..."

Kaşlarım çatılırken, "Ateşten korkuyorum," diye itiraz ettim. "Bir şeyi yapmak zorunda kalmak ondan korkmadığımız anlamına gelmez."

"Hayır Asra," dedi gülümseyerek. "Sen ateşten korkmuyorsun, sen sadece ateşten korktuğuna inandırılmışsın ama aksine... Sen ateşi seviyorsun."

"Yorgunluktan saçmalıyorsun," dedim sinirlenerek. "Sadece Yılanlar değil, her ırk ateşten korkar. Kaldı ki sevmek..."

Başını iki yana salladı. "Biri hariç."

"Ateş Hakiminin Halkı," dedim kaşlarımı çatarak. "Ejderler. Yok olmuş bir ırkın konumuzla bir ilgisi yok. Ne yapmaya çalışıyorsun?"

"Bir şeyleri artık fark etmeni sağlamaya," dedi ve kolundaki zırhı yavaşça çözmeye başladı. Zırhı çözüp yere bıraktı. Ayağa kalkıp bana doğru yürüdü. Nedensizce gerildim ve dudağımın içini dişledim. Önümde eğildi, tek dizini yere dayadı. "Dün gece ne yaptığını sormuştun," dedi gözlerimin içine bakarak.

Nefes bile almadan ona bakarken kolunu yukarı sıyırdı. Gözlerim meşalenin ışığında dağlanmış teni ile buluştu. Yutkundum. Onu bir kez yakmak istemiştim ve belli ki dün gece bunu bir kez daha deneyip başarmıştım. Hatırlamasam da ve neden yaptığımı bilemesem de yalan söylediğini düşünmüyordum. Asıl yalanı dün onu ısırdığımı söyleyerek yapmıştı, nedeni açıktı. Ona saldırdığımı diğerlerinden gizlemek istemişti.

"Sana neden saldırdım?"

"Saldırmadın," dedi. "Sadece kendinde değildin."

"En azından kendimde değilken beni yanan şeylerden uzak tutman gerektiğini anlamış oldun."

"Seni senden uzak tutamam."

Gözlerimi kolundan çekip tekrar ona çevirdim. "Ne?"

"Asra..." dedi yavaşça. "Beni yakan bir odun parçası değildi."

"Anlamadım, o halde neydi?"

Elinde hala Raiden'ın kol zırhını tuttuğunu onu önüme bırakana kadar anlamamıştım. Meşalenin ışığı zırha vururken eğilmiş metal daha belirgin göründü. Sonra başka bir şey fark ettim. Metal normal bir şekilde bükülmemişti. Yoğun sıcaklıkla sanki içeri çökmüştü. Sonra Lian'ın koluna tekrar baktım. Yanık izi... Parmak izleri...

Başımı aniden kaldırdığımda Lian da elimi kavradı. Parmakları avuç içimde gezindi, nefesim hızlandı. Söylediği şey gördüklerimle aynı doğrultudaydı belki ama yine de sesli olarak duymak hızlanan nefesimi bıçak gibi kesti.

"Beni yakan ellerindi. O ateş sendin."

⚔⚔⚔

Merhaba Yılanlarım ve Aslanlarım....

Keyifler nasıl? 😈

Peki, ya bölüm?

İlkkkkk öpücük... Heyecanlandık mı?

Yoksa "Hayır ya böyle istediğimiz gibi de olmadı" mı diyorsunuz 😈 Biliyorum. Böyle de olmadı dimi? O halde bunu saymayalım değil mi?

Asra da bir öpsün mü prensi? Saçmalamayın ölsün mü adam kız zehirli dldlflf

Diğer yandan bir mezara girdik, ölülerle haşır neşir olduk. Değişik bir durumdu acaba neden?

Gel gelelim diğer mevzuyaaaaa. Eee bizim ellerimiz ateşliymiş ya? Yakmışız prensi... Hayır hayır bu kez sadece fiziksel 😈 Kalbe değinmedim bakınız.

Bir şekilde ölmüş ırkımız Ejderlere dokunduk da hadi bakalım 🤔

Haftaya tekrar buluşmak için lütfen oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın demeyeceğim maalesef bu kez çünkü pek de etki ettiği yok. Haftalık bölüm atmak etkileşimi daha da düşürüyor gözlemlediğim kadarı ile. O yüzden tadımız kaçmasın diye bu duyuruyu bölüm sonuna bıraktım. Bölümlerimiz artık haftalık gelmeyecek. Biliyorsunuz ki ya cuma ya da cumartesi her hafta atmaya çalışıyordum ama şimdi size belli bir gün de veremiyorum maalesef. Etkileşim durumuna göre ilerleyecek. Hayır sınır da koymayacağım. Seviyorsanız siz kendiniz karşılık verin diye bekleyeceğim sadece.

Diyeceksiniz ki siz etkileşim almak için mi yazıyorsunuz. Hayır, ben zaten yazdım bu kitabı canlar. Ben üçüncü kitabı yazıyorum şu an ve evet, buraya yayınlıyorum ve sizden de bir tepki görmek istiyorum. Buna da hakkım olduğunu düşünüyorum. Bir emeğim var ve lütfen karşılığını da bana çok görmeyin...

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz

Der ve S.Mare kaçar 💃

 

Loading...
0%