Yeni Üyelik
4.
Bölüm

1.3 - Kukla ve Zehirli Taç

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

Geçen bölümde feci şeyler olmuştu. Eee devam edelim o zaman... yine güzel yorumlarınızla her paragrafı doldurun ki haftaya yeni bölümde görüşelim ❤️

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶
Joel Sunny - Streets

Svrcina - Tomorrow We Fight

Astyria - Darkness İnside
🎶

Instagram :
e.s.mare
esmare_den
(Bölümlere ait çizimleri ve alıntıları daha önceden ve daha net görmek için takip edebilirsiniz ❤️)

⚔️
"Kral aslında sadece bir kukladan ibarettir,
iplerini hep bir kraliçe tutar.
Kraliçe kuklasının başına parlak bir taç takar,
kral ise o gözkamaştırıcı parlaklıktan iplerini asla göremez."
⚔️

 

 

Yanı başımda bir kılıç vardı, hala parlak yüzeyinden kan damlıyordu. Zehirli bir planın ilk kızıllığı...

Bir damla... Bir damla daha... Sonra durdu. Şimdilik...

Dökülen kanlar, ölü bedenlerden sonra sağlanan bir barış diye düşündüm. Bu gece burada olacak olan tam da oydu. Artık kan dökülmeyecek diyerek bu görkemli salonda toplanan insanlar ilk danslarını yine ölümle yapmıştı. Akan kanlar üzerinde zihinlerindeki sinsi yılanlarla kıvrak danslar ediyorlardı. Ölümün soğuk kolları arasında öylesine kendilerinden geçmişlerdi ki üzerlerine sıçrayan kanı bile umursamıyorlardı.

Onlardan biri Kara Yılan Prensiydi. Diğerini ise tahmin edebiliyordum.

Orada kaldığım saniyeler bana saatler gibi geldi. Gözlerim kraliçeyi bulduğunda dudağının bir köşesi hafifçe kıpırdadı. Başkasına göre bu öylesine bir kıpırdanmaydı ama ben onun bir gülümseme olduğunu anlamıştım. Diğeri oydu, tahminimde yanılmayacağımdan zaten emindim. Artık ne tür bir oyunun içinde olduğumu biliyordum ve kulağımda annemin son sözleri dolaşıyordu.

Muhteşem bir kraliçe olacaksın.

Hayal kurduğunu düşünmüştüm, aslında onun hiç hayal kurmadığını en çok benim bilmem gerekirken üstelik.

Ve acımasızlığını...

En çok beni severdi. En azından şu ana kadar öyle sanmıştım. En çok beni harcayana kadar sevgisine inanmıştım.

Prensin beni şüphe bile etmeden bulması, bu ancak onun oyunlarıyla mümkündü ama kralın öfkesinden sıyrılacak bir oyun daha bekliyordum. "Prenses," dedi bir kez daha Adrastis.

"Vilas," diye fısıldadım. Sesi kesilmişti, artık bana rahat olmamı bile söyleyemiyordu çünkü az önce yaşananlardan sonra o da rahat değildi. Uzun bir süre ikimizin de o hissi tadacak gibi durmuyorduk.

"Dinliyorum," dedi hızlı ama duyulamayacak kadar kısık sesle.

"Sözünü tutacak mısın?"

O sözü bana vereli sadece saatler olmuştu ama cevabını zaten biliyordum. Vilas verdiği her sözü tutardı.

"Seninleyim, her zaman."

Kimseyi umursamadan başımı hafifçe çevirip ona baktım, gözlerimiz buluştu. Öfkesi hiç bu kadar yoğun olmamıştı, bakışları bir fırtına gibiydi. Benim o fırtanaya ihtiyacım vardı. "Yolumu aç!" dedim sessizce.

Yavaşça gülümsedi sadece ve Prens tekrar adımı söyledi. Kimseden başka ses çıkmadı. Kral Siles'tan bile...

"Assra Marian!"

Kabzasını hala şiddetle sıktığım kılıcı gevşettim. Elimi saran yılanbaşı eski haline dönerken kılıcı kınına yerleştirmedim, onu Vilas'a uzattım. Elimden aldı ve sıkıca kavradı. Duvardaki kılıcı sertçe çektim. İleri doğru bir adım attım. Bir adım daha... Tüm gözler üzerimdeyken beni delecek gibi bakan sadece üç kişi vardı. Kral Siles, Kraliçe Kalissia ve Kara Yılanların Veliaht Prensi Adrastis...

Ah, hayır! Arkalarda sinsi bir Yılan daha gizliydi. Kara Yılanların Kraliçesi...

Gözlerim sanki yolu oymuş gibi genç kraliçeyi buldu. Çok güzeldi, kopkoyu bir gri olan saçları dalgalar halinde omuzlarından akıyordu. Tacı yılanlar ve elmaslarla süslüydü. Üzerindeki mat ama görkemli elbisenin aksine göz alıcı bir şekilde parlıyordu ama ondan daha parlak olan bir şeye daha sahipti. Siyah gibi duran gözleri... Öfkenin parlaklığı bir elmastan bile daha keskindi. Gözleriyle beni takip etti, öfkesiyle beni birkaç kez biçti.

Prensin önüne geldiğimde zırhın içindeki kıyafetler artık terden üzerime yapışmıştı. Prens üzerimde zırhların açıkta bıraktığı tek yere baktı, gözlerime... Kılıcını avuçlarım arasında tutup ona uzattım. Gülümseyerek aldı ve ucunu zemine dayayıp hafifçe eğilerek reverans yaptı. "Başlığınızı çıkarıp güzel yüzünüzle beni şereflendirin leydim."

Başlığı yavaşça çıkarırken ellerim titriyordu, bundan nefret ettim ama ben hayatım boyunca hiçbir şeyden bu denli korkmamıştım. Korktuğum karşımda eğilmiş bu prens bile değildi. Korktuğum şey annemin planlarıydı. Ölümle dans ediyordu, birkaç adım sonra benim kanlarımın üzerinde adımlayacağını bilerek üstelik...

Ama ben onun kızıydım ve ben de en az onun kadar iyi planlar kurabiliyordum. Bugün o bir planını hayata geçirmişti, benim planımdan habersiz. O kanımın üzerinde dans etmek istiyorsa ona çığlıklarla dolu bir senfoni sunacaktım. En beğendiği ezgi olmayacaktı ama hiç unutamayacaktı da.

Zırhı başımdan çıkardığımda kendi kendime ördüğüm açık gri saçlarım beceriksizliğimi gözler önüne sermek ister gibi sırtıma döküldü. Prensin gözleri ışıldadı. Kral Siles'e döndü, kral öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. "Majesteleri böylesine bir güzelliği dünyamızdan sakladığınız için Toprağın Hakimine bağışlanmanızı dileyeceğim ama ondan önce nedenini bir hayli merak ettiğimi söylemek isterim."

"Bu doğru mu?" dedi Kara Yılan Kralı Verenos konuşabildiğinde. Hala birkaç adım uzağında sahte prenses başı gövdesinden ayrılmış bir şekilde duruyordu. Aslında doğru olduğunu o da biliyordu çünkü yerdeki o kadına ne kimse bakmış, ne de üzülmüştü. Güya o bir prensesti.

Kral belki de bir an inkâr etmeyi düşündü ama prensin kendinden emin oluşu onu şüpheye düşürmüş olmalı ki böyle bir riske girmedi. "Evet."

"Peki, bunu gizleme amacınız neydi?" dedi Kral Verenos sertçe.

Kral Siles tekrar konuştuğunda sesi oldukça sakindi. "Kızım Assra Marian," derken de zorlanmamıştı. "Biliyorsunuz ki hastaydı." Prensin kaşları havalandı ama sessiz kalıp devamını bekledi. "İyileştiğinde," dedi Kral ve Kraliçeye göz ucuyla baktı. "Kraliçe Kalissia halka bu müjdeli haber verip bir prenses gibi takdim edilmesini istedi ama kızım bunun Toprağın Hakimi Yüce Lesster'in bir hediyesi olduğunu söyledi. Hayatını ona inanan insanları koruyarak geçirmek istediği bizimle paylaştı. Kraliçem buna elbette şiddetle karşı çıktı ama ben kızımın isteklerine karşı çıkamadım. Onu bana bağışladığı için Toprağın Hakimi uğruna savaşmasını ben onayladım. Şimdi ülkesi ve Toprağın Hakimi adına savaşıyor."

Prens yine sessizce karşısında dikilen bana baktı. "Size daha da hayran oldum leydim."

İnanmamıştı, emindim ama karşı da çıkmamıştı.

"Ben de sizin bunu nasıl anladığınızı merak ettim doğrusu Prens Adrastis," dedi Kral Siles. İşte şimdi bir hikâye daha geliyordu. Kraliçe bu durumdan nasıl sıyrılacaktı, fazlasıyla merak ediyordum çünkü aksi halde Ak Yılanların sarayı çok daha fazla karışacaktı.

Prens tekrar krala döndü, ben ise artık Vilas'ın varlığını hissetmiyordum. Çoktan gitmişti. "Saygıdeğer Kral Siles," dedi Prens Adrastis. "Bu kızınızla ilk karşılaşmam değil." Gözlerim kısıldı ve prens tenimi buz kesen bakışlarını yine üzerime çevirdi. "Dün gece krallığınıza giriş yaptığımızda topraklarınızda yaşayan halkımı da gizlice ziyaret etmek istedim. Bunun hoş bir durum olmadığının farkındayım ama lütfen size ihanet ettiğimizi düşünmeyin. Saygıdeğer babamın bundan haberi yoktu. Yanımda iki asker ile gizlice dolaşırken prensesi fark ettim. Benim gibi gizlenen biriydi, Ak Yılan olmasına rağmen Kara Yılan derisi giyinmişti adeta. Onu izledim çünkü neden kılık değiştirerek Kara Yılanların arasına karıştığını merak ettim. Sonra ismini yüzbaşınızdan duydum." Dudakları kıvrıldı. "Bunun sadece bir benzerlik olamayacağını düşündüm. Bir prensesin, üstelik hasta olduğu bilinen bir prensesin neden orada olduğunu anlamamıştım ama şimdi anlıyorum. Belli ki bir asker olarak yetişen bu güzel prenses de benim gibi halkını kontrol ediyordu. Onların refahını gözetiyordu. Üstelik Kara Yılan olmalarını umursamadan."

Bu bir yalandı. Vilas gerçekten tam ismimi söylemişti ama bunu sadece ben duyabilirdim. Yılanların keskin duyuş özelliği yoktu ve o gece kimse yanımıza o kadar yaklaşmamıştı. Dahası sadece bir gecede prens tüm bunları bir araya getiremezdi. Kara Yılanlar Ak Yılan Krallığında azınlık bir gruptu, tıpkı Ak Yılanların Kara Yılanların krallığında olduğu gibi. Aklı olan hangi prenses azınlık bir halkın refah düzeyini merak ederdi ki? Bir asker olarak yetişmem bile bunu mantıklı kılmazdı.

Üstelik prens aynı zırha sahip birkaç askerin içinden beni bulup o kılıcı bana savurmuştu. Ben olduğumu anlaması imkansızken yapmıştı bunu. Tüm bunlar bir uydurmacaydı. Annem sadece Kral'a benden nefret etmesi için daha fazla neden verip kendini aklamıştı. Diğer yandan da amacına temiz bir şekilde ulaşmıştı.

"Nadir bir isminiz var Prenses Assra Marian," dedi Adrastis. "Bunu duyduğum ilk anda merakımı cezbetmişti ve şimdi karşımdasınız. İsminiz kadar nadir bir güzelliği de sahipsiniz. Yakında ise bu nadir güzelliğiniz ve tartışılmaz cesaretinizle eşim olacaksınız."

Ona bakmasam da annemin beni ezen bakışlarını üzerimde hissediyordum. Adeta yanlış bir şey yapmamamı fısıldıyordu gözlerinden üzerime saldığı yılanları. Buna rağmen konuşmak için gücümü topladım. "Beni affedin prensim," dedim, sesim en azından temiz çıktı. Bunun için belki bir ara dua falan ederdim. "Ama kralımın da söylediği gibi, ben bir askerim. Bir prenses gibi yetişmedim, size uygun bir eş olmaktan çok uzağım."

Hayatım boyunca kendimden hiç bu kadar tiksinmemiştim.

Prens güldü. "Prenses Assra Marian, siz bir prensesten çok daha fazlasısınız." Ak Yılan Kraliçesine döndü. Anneme... İkisi uzun zamandır yan yana dans ediyordu zaten. "Lütfen tören için prensesi hazırlayın majesteleri. Halkınız bugün iki müjdeyle mükafatlandırılacak."

Ve onların dansı sadece benim değil, Kara Yılan Kraliçesinin de nefesini kesiyordu.

⚔️

Beyazdan ilk defa bu kadar nefret ettim. Aynadan da, hatta kendimden de.

Ama en çok kraliçeden, annemden...

Aynadaki görüntüme bakarken arkamdan korsemin iplerini çekiştirmeye devam ediyordu. Hizmetçilerin yardımıyla giydirilirken ya da yüzüm boyanırken tek kelime konuşmamıştık ama şimdi yalnızdık. O ise üzerimdeki son dokunuşların kendisine ait olmasını istiyor gibi korseyi daha da sıkıp nefesimi biraz daha sıklaştırıyordu. Sırtımdaki yaralar öylesine acıyordu ki gözlerim yaşarıyordu. Ağlıyor gibi görünüyordum ama ağlamak şu an için yapacağım en son şeydi.

Alissa gelinliği seçerken sanki benim giymek zorunda kalacağımı biliyor gibiydi. Biliyordu da şüphesiz, ondan bir kez daha nefret ettim.

Gelinliğin sadece göğüs dekoltesi vardı, sırtı kapalı olduğu için yaralarımı kraliçe hiç görmemişti. Gerçi görse de artık bir şey değişmezdi. Gümüşi beyaz saçlarım elbisenin üzerine dalgalar halinde dökülürken o beyazlıkla neredeyse bütünleşiyordu. Gelinlikte bir şeyler eksikti.

Kan...

Kıpkırmızı kanla çok daha güzel görüneceğimi düşünüyordum.

Vilas yoktu, onu göndermiştim ama şu an en çok ona ihtiyaç duyuyordum. Yalnızlıktan nefret ediyordum, yalnız kalmaktan korkuyordum ve Vilas benim yalnızlığımın katiliydi. Onu bu yüzden herkesten, her şeyden daha fazla önemsiyordu. Ona bu yüzden herkesten ve her şeyden daha çok ihtiyaç duyuyordum.

Annem sonunda doğrulduğunda derin bir nefes aldım, sıkı korseden ne kadar derin olabilirse... Kraliçe aynadan beni kısaca süzdü, gülümsedi. "Çok güzel görünüyorsun kızım."

Gözlerinde şefkatli bir annenin dokunuşları vardı ama o gözlerin arkasında yılanlar hala dans ediyordu. "Prens Adrastis," dedim yavaşça. "Üvey annesiyle yatıyor."

Güldü, umursamazca. "Kral Siles da kimlerle yatıyor bir bilsen."

Cevabı beni hiç şaşırtmadı. Ondan ne beklediğimi ben bile bilmiyordum zaten. "Alissa'nın kaçmasına sen mi yardım ettin?"

"Kaçmasaydı bu gece ölürdü," dedi, dudak büktü. İlk gecesinden sağ çıkamayacağını düşünüyordu, tiksindiriciydi. Özellikle de bunu annesi olarak onun söylemesi...

"Yani yardım ettin," diye üsteledim.

Kollarımdan tutarak beni kendine çevirdi. Yüzüme yine bir anne şefkatiyle baktı. "Benim güzel kızım, artık Alissa'yı düşünme çünkü o kaçarken seni düşünmedi."

Düşünmemişti. Bana bir not bırakmıştı sadece. Annem bir parça kâğıdı odama girdiği an elime tutuşturduğunda sanki içinde zehirli bir yaratık varmış gibi korkuyla açmıştım. Mürekkep izlerini takip etmiştim. Tekrar ve tekrar... Kraliçe elimden onu alana kadar kâğıda bakmaya devam etmiştim ama başımı kaldırdığımda gördüğüm şey hala onun el yazısı, onun cümleleriydi. Hayır, annem bunu ona zorla yazdırmamıştı, öyle olsaydı anlardım. Keşke öyle olsaydı ama ben o yazının tamamen onun zihninden döküldüğüne emindim.

Uzun bir yazı değildi zaten. Sadece birkaç satır... Üzüldüğünü ama bunu yapamayacağını anlatan lanet olası birkaç satır.

Üzgünmüş...

Onu bir gün bulursam eğer artık benim için üzülmemesini sağlayacaktım. En sevdiğim kardeşim sadece birkaç dakikada öldürmek istediğim kişi olup çıkmıştı. Bunu bana yapmamalıydı. Kaçmak istediyse ona bunu ben sağlardım ama o belli ki yakalanıp öldürülmekten öylesine korkmuştu ki krallığın en güçlü kadınının yardımını bana tercih etmişti. Kendi azabına beni iterek...

Bedelini ödeyecekti.

"Nereye gitti?" dedim onu duymamış gibi. Alissa tek başına hayatta kalamazdı. O sarayda büyümüştü. Narindi, annem onu nerede gizliyordu. Yaptıklarına karşılık hala kardeşini düşünen o kız oldum o an. "Anne o... Yapamaz. Tek başına yapamaz."

"Sadece kendini düşün," dedi sertçe ve çenemi tutup başımı dikleştirdi. "Birazdan evleniyorsun ve yakında da bir kraliçe olacaksın. Aklını kullanırsan eski kraliçeyi yolundan çekmeyi başarırsın. Prens zaten seni ne kadar beğendiğini gözleriyle de sözleriyle de belli etti. Onu mutlu et, her anlamda. Ona parlak bir taç ver."

"Anlamadım," dedim kaşlarımı çatarak.

Güldü. "Kral aslında sadece bir kukladan ibarettir, iplerini hep bir kraliçe tutar. Kraliçe kuklasının başına parlak bir taç takar, kral ise o gözkamaştırıcı parlaklıktan iplerini asla göremez. Ona parlak bir taç ver kızım, ver ki iplerini asla fark edemesin."

Benimle dalga geçtiğini düşündüm ama geçmiyordu. Bunlar bizzat gerçek düşünceleriydi. Başımı salladığımda elini çenemden çekti. "Artık o aptal kaçışlar yok. Sarayında ve kocanın yanında olacaksın! O hükmettim sanacak ama asıl sen hükmedeceksin."

Yıllardır kendisinin de yaptığı gibi.

Başımı salladım.

Sadece kendini düşün!

Bu sözü unutmayacaktım.

Şakağıma bir öpücük bıraktı. "Seni seviyorum."

Başımı salladım.

Sadece kendini düşün!

Sadece kendimi düşünecektim ve o buna her gün pişman olacaktı.

Kapı o an çalınmadan açıldı ve prens karşımızda belirdi. Kraliçeye bir an bakmadı, gözleri direkt olarak üzerime çevrilmişti. Kraliçe haklıydı, prens beni aç bir yılan gibi süzüyordu. "Gülümse!" diye direktif verdi Kraliçe Kalissia. Gülümsedim ve o andan sonra sadece kendimi düşündüm.

"Prenses Assra Marian," dedi Prens ışıldayan gözlerle bana doğru gelirken. "Siz gördüğüm en güzel şeysiniz."

Bunları kraliçesine de söylemiş miydi acaba?

Hafifçe eğilip, "Güzel sözlerinizle beni utandırıyorsunuz prensim," dedim. Aslında ben utanmazın tekiydim.

Karşımda durduğunda beni daha dikkatle süzdü. En azından korseden taşan göğüslerimde çok oyalanmamıştı. Vilas beni böyle görse göğüslerimle ilgili söylediklerine çok utanırdı.

Prens Adrastis elini uzattığında elimi avucuna bıraktım. Tüm bu oyunların sonunda elimi iki kez yıkayacaktım. Prens elimin üzerine hafif bir öpücük bıraktı, kıkırdadım. Üç kez... Doğruldu ve kolunu uzattı. Koluna girdim. Dört kez...

Kapıya ilerlerken kraliçe arkamızdan geliyordu. Prens ise oldukça mutlu görünüyordu. Kapının önünde bizi askerler karşıladı elbette ama öne geçmemizi bekleyip arkamızdan gelmeye başladılar. Prens bana doğru eğildi, nefesi ferahtı ve yanağımı okşadı. Yüzümü de iki kez yıkayacaktım. "Düğünden sonra istediğiniz kadar içebilirsiniz prenses."

Gerçekten o meyhaneydi. Belki de söylediği tek doğru şey buydu.

Utanmış gibi başımı eğdim. "Beni öyle görmenizi istemezdim. Size söylediğim gibi ben bir prenses gibi..."

"Hayır, hayır. Önemi yok!" dedi gülerek. "Çok çekiciydiniz. Yoksa ateşli mi demeliyim?"

Ateşli... Bu kelimeyi sevmiştim.

Dudağımı ısırdım. Güldü ve bu kez fısıldayarak konuştu. "Utangaç rolünü mükemmel oynuyorsun."

Bakışlarım netleşti, dudaklarımı birbirine bastırıp bıraktım. Sinsi bakışları gözlerime saplandı, ona o an gerçek gülümsememi gösterdim. "Akıllısın, hoşuma gitti."

Kahkaha attı, kraliçenin arkamızdan kınayıcı bakışlar attığını adım gibi biliyordum ama prens kimseyi umursuyor gibi görünmüyordu. "Sen de öyle. Hem akıllı hem de güzelsin. Seni bu yüzden seçtim, yanımda mükemmel duracaksın."

Hangi sözüne öfkeleneceğimi bir an seçemedim, ben de beğendiği yeteneğime sığındım. "Ah, o aptal kardeşim Alissa ile evlenseydin gerçekten çok sıkıcı bir hayatın olurdu." Kaşlarımı çattım. "Ve... Toprağın hakimi adına! Teressa mı? Gerçekten aralarından seçecek olsan o suratsız kızı mı seçerdin? Üstelik gerçek bir prenses bile değil."

"O sadece baban için bir yemdi," dedi prens gülümseyerek. "İşe de yaradı."

"İşe falan yaramadı. Sadece sen bir gösteri istedin ve aldın."

"Ben," dedi ve bana bakıp çenesini dikleştirdi. "İsterim ve alırım. Her ne olursa olsun." Bu bana bir imâydı. "Yanındaki asker..." dedi yavaşça. "Onunla fazla samimiydiniz."

Kaşlarım havalandı. "Asker işte. Kraliçenin peşime saldıklarından sadece biri."

"Öyle olmasını umut ediyorum," dedi, bu kez sesi tehditvariydi. "Sahte prenses ile aynı sonu paylaşmanı istemem."

İşte bu bir tehditti.

"Merak etme," dedim ve gülümseyerek kulağına eğilip fısıldadım. "Seninle kraliçen gibi bir ilişkimiz hiç olmadı."

İşte bu da bir tehditti.

Dudakları aralandı, bunu anlamam onu bir an öfkelendirdi ama aniden güldü. "Çoğu erkek neden aptal kadınları tercih eder biliyor musun? Çünkü aptal kadınlar çoğu zaman çoğu şeyi anlamaz, anladıklarını da yanlış hamlelerle belli ederler ve sonunda zarar görürler. Zeki kadınlar ise hangi bilginin tehlikeli olduğunun farkındadır ve o bilgileri kendine saklamanın daha doğru olacağını bilir. Sen hangisisin Asrra Marian?"

Tehditler devam ediyordu ama yanlış bilgilerle. Zeki kadınlar hiçbir zaman bir şeyleri kendine saklamazdı. Sadece zamanını bekler ve doğru hamlede bulunurdu.

"Ben sevgili eşim zeki olmamı isterse zeki, aptal olmamı isterse aptal olanım. Sen hangisi olmamı istiyorsun Adrastis?"

Söylediklerim hoşuna gitmişti. "Bugün..." dedi arsız bir gülümsemeyle. "...bu gece... Ne olmanı istediğimi anlayacaksın sevgili eşim."

Midem çalkalandı, neredeyse o acı suyun tadını damağımda hissettim. Yutkunmadım, sadece burnumdan hafifçe nefeslendim. Ardından ona annemin onaylamayacağı ama aslında tam da benden o odada istediği şekilde şuh bir gülümseme sundum. Gülümsememi izlerken onun da gülümseyişi büyüdü. Sivri dişleri avını bekler gibi uzadı. Dilini üzerlerinde dolaştırdı. Merdivenleri inerken daha fazla konuşmadık. Şükür ki... O... Dayanılmazdı.

Yemek bitmişti, soylular tekrar büyük salonda toplanmıştı. Biz içeri girmeden hemen önce borazanlar gelişimizi haber verdi. Alkışlar kısa bir an duyuldu ama aniden kesildi çünkü karşılarında Alissa'yı bekleyen misafirler hiç tanımadığı bir yüzle karşılaşmıştı. O yüz hasta prensesleri Assra Marian'a aitti ama onlar henüz bunu bilmiyorlardı. O yüzden fısıltıları bir uğultu gibi yükseldi.

Bize ayrılan yoldan yürümeye başlarken iki kral da ayaktaydı. Ak Yılan Kralı Kral Siles ellerini havaya kaldırıp uğultuları susturdu. Yanına gitmemizle ise yüzüne en sahte gülümsemesini kondurdu. Bahse vardım ki o yüzün altında ateşler yanıyordu. "Bugün," diye başladı. "Sevincimize hiçbir şey gölge düşüremedi. Aslanlar yakalanıp infaz edildi." Yalan dudaklarına hiç yabancı değildi. "Şimdi ise kızım..." Bana baktı, gülümsemesi büyüdü. "Kızım, Prensesinin Assra Marian dualarınızla, Toprağın Hakiminden şifa buldu."

Uğultular tekrar kendini gösterdi, sahte sevinç gösterileri neredeyse gözlerimi kanatacaktı. İyileşme masalıma halk sevinirdi ama soylular... Aç bakışlarla beni süzen soylu takımının aslında şu an yaptığı sadece bir kusur aramaktı ama bulamayacaklardı. Kibirli biri olduğum için böyle düşünmüyordum, annem kibirli biri olduğu için böyle düşünüyordum ve üzerimdeki son dokunuşlar bizzat ona aitti.

Ha, ben de biraz kibirliydim. O başka...

"Bu bir mucizeydi," diye devam etti Kral Siles. "Toprağın Hakimi ona sadece sağlığını değil, bir geleceği de; barışı getireceği bir geleceği de bahşetti." Ellerini iki yana açtı. "Bugün Ak Yılanların Prensesi Assra Marian Sallister ve Kara Yılanların Veliaht Prensi Adrastis 'ın düğün töreni için buradayız."

Elimi prensin kolundan indirdiğimde parmakları parmaklarımı kavradı. Birbirimize döndük, iki aşık gibi gözlerimiz artık birbirine kenetliydi. Töreni başlatan Kara Yılan kralı oldu. Sevgili eşi yanında içten içe kıvranırken o gülümsedi.

"Toprağın Hakimi Lesster, senin sadık hizmetkarlarınız. Elleri birleşen bu iki hizmetkarının ruhlarını da birleştir. Yuvalarını bereketlendir. Soyları asil Kaliss'in ömrü gibi uzun olsun. Kalpleri birbirlerinin zehrinde kavrulsun."

Vilas kahretsin! Neredesin hala?

Dudaklarım aralandı, dudakları aralandı. "Toprağın Hakimi Lesster," diye sözleri tekrarlamaya başladık. "Ruhlarımızı birleştir. Yuvamızı bereketlendir. Soylarımız Kaliss'in ömrü gibi uzun olsun. Kalplerimiz birbirimizin zehrinde kavrulsun."

Vilas... Kahrolası!

"Kanınız aksın..." dedi Kral Veralos. "İzler sizin düğün nişanınız olsun."

Vilas... Seni öldüreceğim!

Ellerimiz ayrıldı ama uzaklaşmadı. Titremediğine şükrettiğim elim prensin kolunun arkasında ilerledi ve bileğini kavradı. Onun da eli benim bileğimi kavradı. Midem bulanmaya başladı. Prens gözlerime bakarak başını eğerken benim de aynısını yapmaktan başka çarem kalmadı. Vilas'ı kesinlikle öldürecektim. Dudakları aralandığında sivri dişleri uzadı. Dudaklarımı o an söküp atmak istesem de ben de araladım. Prensin dişleri bileğimin içine gömülürken keskin acı neredeyse ağzımı tekrar kapamama neden olacaktı ama aksine benim de dişlerim onun tenini deldi. Kanı dilime değdiği an iğrenerek kendimi geri çektim ama prens kanımın tadı hoşuna gitmiş olmalı ki dişlerini geri çekse de diliyle akan kanı temizledi.

Geri geçildiğinde kanlı sivri dişleriyle bana gülümsüyordu.

Bileğine baktım, iki delikten akan kan zemine damlıyordu. Gözlerimi kendi bileğime çevirdim, benim kanım sanki daha yavaş damlıyordu ama sonunda akan kanlar birleşti. Bu görüntüyü içimde Vilas'a karşı büyüyen öfkeyle izledim.

"Sen benimsin," dedi Prens. Aslında söylemesi gereken şey 'Ben seninim,' olacaktı. Alışılagelmiş sözler bunlardı ama bu onun pek de umurunda değil gibiydi. Bir şeyi anlamamı istiyordu. Anlamıştım da ama anlamakla kabul etmek aynı şey değildi.

Yutkunmamı zorlukla bastırdım. "Sen de be-"

Salonun görkemli camlarından biri gürültüyle kırıldı. Alevli bir ok merdivenlerin en üst basamağına saplandı. Prens hızla beni geri çekti. Diğer camlar da art arda parçalanırken içeriye alevli oklar yağmaya başladı. Çığlıklar havaya karıştı. Soyluların birazı çığlık çığlığa kaçışırken, birazı olduğu yere korku içinde kıvrıldı. Bazıları eşlerini ve çocuklarını korumaya alıp kılıcını çekti ama bazıları da ne eşini gördü ne de kendi canından başka herhangi bir şeyi.

Askerlerin bir kısmı hızla etrafımızı sardı. Diğerleri ise camların önünde siper aldı. "Prensi koruyun!" diye bağıran Kara Yılanların komutanlarından biri olmalıydı. Kralı değil, prensi koruyun. Kara Yılan kralının çok zamanı kalmamıştı, bunu o zamana kadar anlamamışsa bu anlaması için mükemmel bir andı.

Prens kılıcını çekerken, "Bulun onları!" diye bağırdı. "Hepsini canlı istiyorum."

Ak Yılan Krallığı olarak bugüne kadar bu kadar aşağılanmamıştık. Saatlerdir olanlar bir yana Prens artık kendi sarayındaymışçasına etrafa emirler yağdırıyordu. Erkek kardeşim Drassa burada olsa nasıl tepki verirdi acaba? Ama o çok meşguldü, kaçan kardeşini bulmalı ve bizim biraz daha aşağılanmamıza sebep olacak bir ceza vermeliydi ona.

Kimin umurundaydı? Ben kendimi düşünürdüm, kraliçem öyle emretmişti.

Alevler salonu sarmaya başlarken korku herkesin gözlerinden akıyordu çünkü ateş yılanlar için başka bir ırktan çok daha korkutucuydu. Kral Siles komutanlarından birine kraliçeleri ve çocuklarını güvenli bir yere götürmesi talimatını verdi. Prens hızla başını ona çevirdi. "Eşim benimle kalacak!"

Çıkışına bir anlam veremedim. Kaçacağımı falan mı düşünüyordu? Kaçacaktım elbette ama bunu düşünmesi olasılıksızdı. O halde bu tepki de neyin nesiydi?

Kral Siles'ın kaşları çatıldı ama neredeyse güler gibi bir nefes verdi. "İstediğin gibi olsun." Bana attığı kısa bakış, umarım buradan sağ çıkamazsın der gibiydi.

Öyle bir çıkacağım ki buna o bile şaşıracaktı.

Kraliçeler ve çocukları temkinli bir şekilde, alevlerden korunarak salondan dışarı çıkarılırken Kara Yılan Kraliçesinin prense attığı son bakışı yine de seçebilmiştim ama prens ona bakmıyordu. Hala, arkasında dikilen kralını –babasını- umursamadan etrafa emirler yağdırıyordu. Kara Yılan Kralının ise tek taptığı şey izlemekti. Diğer yandan soylular da salondan çıkarılmaya başlanmıştı. Kral Siles ise kılıcını çekerek askerlerin arasına karışmıştı.

Kral Siles her şey olabilirdi ama korkak değildi, zaten korkak biri olsaydı kraliçe çoktan ipleri tamamen eline almıştı. İkisi güçlerini yarıştırmak haricindeki zamanları çocuk yapmaya ayırıyordu sadece. Annem gibi nefret ettiğim bir adamdan çocuk yapmam gerekseydi, kendimi ateşlerin içine atardım.

"Gidelim," dedi prens bana dönerek. "Yanımdan ayrılma sakın!"

Hiç öyle bir niyetim yoktu, en azından bir süre. Askerlerin açtığı yolda ilerlerken alevleri söndürme çalışmaları çoktan başlamıştı. Yine de en küçük bir ateşten kaçınmaya çalıştım. Sıcağı sevmezdim, ülkemiz genel olarak soğuktu zaten. Biz yılanlar soğuk varlıklardık.

Koridorlarda ilerlerken askerlerin ellerindeki kılıçlara baktım. Kılıcımın elimde olmasını hiç bu kadar istememiştim, onunla prensin başını tıpkı benim yerime getirilen o kadına yaptığı gibi gövdesinden ayırmak isterdim. Bunu başarırdım da ama sonrasında olacakları kestirmek benim için bile zordu.

Prens ana kapıya geldiğinde bana doğru başını çevirdi ama önce etrafına şöyle bir baktı. Gözleri beni bulduğunda sesi kısıktı. "Kral senden neden nefret ediyor?"

Bunu anlamasına şaşırmadım, benim kadar onun da bir şeyleri çözme kabiliyeti güçlüydü. Şaşırdığım şey bunu neden böyle bir durumda sorduğuydu. "Anlamadım," dedim, derdinin ne olduğunu daha net açıklaması için.

"Bu saldırı..." dedi tıslayarak. "Seni öldürmek için düzenlendi."

Ne?

Gerçek bir şaşkınlıkla ona baktım. "Bu mümkün değil."

Dişlerini sıktı. Tamamen bana döndü ve üzerime hafifçe eğildi. "Düğün yapıldı." Bileğimi kavrayıp çevirdi ve kanı kuruyan iki noktaya baktı. "İzler bırakıldı, sen benim karım oldun ve tam da o an da saldırı patlak verdi. Düşün Marian! İki krallık evlilikle barışın tüm şartlarını sağladı ama sen Kral Siles'ın bana uygun bulduğu eş değildin. Ölümün bizi zora sokardı ama o, birçok yönden kazanırdı. Hem savaşı bitirmiş olacak hem de veliaht prens eşsiz kalacaktı ama biz..." Nefret ve öfkeyle konuştu. "Biz barıştan geri dönemezdik. Kral Siles üzerine düşen her şeyi yapmıştı çünkü, üstelik kızını da bir saldırı da kaybetmişti." Beni biraz daha kendine çekip anlamamı ister gibi vurguladı. "Kral seni öldürmeye çalışıyor."

Ona öyle bir şaşkınlıkla baktım ki, bu daha da öfkelenmesine sebep oldu. Şaşkınlığın aslında yaptığı çıkarımaydı. Söyledikleri öylesine mantıklıydı ki gerçekleri bilmesem buna ben bile inanabilirdim. Asıl gerçek ise aptal yüzbaşının zamanlamasının berbat olmasıydı. Elbette prens bunu tahmin edemezdi. Beni bu yüzden yanında tutmuştu.

Ben Assra Marian... Hem berbat bir zamanlamanın kurbanı hem de aynı zamanlamanın muhteşem kazananıydım.

"Bu doğru bir çıkarım değil," dediğimde Prens dişlerini sıktı, aptal olduğumu mu düşünüyordu? Değildim. "Ölürsem evlilik nişanımız kaybolur sevgili eşim. Tekrar evlenip sarayınıza yeni bir kraliçe alabilirsiniz ama ya ortadan kaybolursam? Bu ölmemden daha büyük bir sorun olmaz mıydı sizin için? Hem söyledikleriniz gerçekleşirdi, hem de ben ölene kadar evlenemezdiniz. Kraliçesiz bir kral... Asıl sizi zora sokacak şey tam olarak bu."

Kaşları havalandı. "Yüce Lesster!" diye tısladı adeta. "Haklısın."

Annemin bir sözünü daha dinliyordum işte. En azından bir süre...

Kral aslında sadece bir kukladan ibarettir, iplerini hep bir kraliçe tutar. Kraliçe kuklasının başına parlak bir taç takar, kral ise o gözkamaştırıcı parlaklıktan iplerini asla göremez.

Ona parlak bir taç vermeyecektim, ona zehirli bir taç verecek ve iplerini bırakacaktım. Kukla o andan sonra o zehirle ilerleyecekti. Öfkesi iplerini birer yılana çevirecek ve bazılarını boğarken, bazılarını zehriyle, aslında benim zehrimle kıvrandıracaktı.

Annem bana bir özgürlük vermemişti, başka bir esaret vermişti ama ben ona bir hediye bırakıyordum. Zehirli bir kukla...

"Dinle!" dedim öfkeli bir sesle. "Saldırganları canlı yakalamalısın. Bu kralın yanına kalamaz."

"Bunun açığa çıkmasının nelere sebep olacağının farkında mısın?"

Elbette farkındaydım. Avantaj onlara geçecekti çünkü kral anlaşmaya uymamış olacaktı. Kendi kızını öldürme pahasına üstelik... Kralın böyle akıllıca bir planı bana kaptırmış olması gerçeği kimin aklına gelirdi ki?

"Farkındayım," dedim öfkeli soluklarla. Ben de ona yaklaştım, artık aramızda tiksindiren bir mesafesizlik vardı. "Bunun bedelini tüm Ak Yılanlar ödeyecek dahi olsa umurumda değil. Kral planlarının bedelini ödeyecek. Eğer bana en ufak bir zarar gelirse..." Kışkırtıcı bir şekilde gülümsedim. "Onları mahvetmeni umuyorum kralım."

Prens değil kral... Tam da onun istediği ve almasının çok uzun sürmeyeceği o konum... Onu o kadar yücelttim ki öfkesi sırıtışa dönüştü. "Mahvedeceğim kraliçem!"

İpleri elime daha sıkı doladım, zehirli taç çoktan prensin başında yer edinmişti zaten.

Özgürlüğüme yürürken o ipleri birden bırakacaktım.

⚔️⚔️⚔️

Yılanlarımm....

Biz geldik, düğünler yaptık, halaylar çektik 😈

Nasıldı bölümümüz?

Assra manyak bir şey değil mi?

Kara Yılan prensi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ve bize ihanet eden bir de kardeşimiz var, annemiz de feci bir şey değil mi?

Neyse...

Gelelim Vilas'a... Yaktı ortalığı 😈

Esas soruya dönersek... Sizce kaçabilir miyiz?

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar 💃🏻

 

Loading...
0%