Yeni Üyelik
5.
Bölüm

1.4 - Parlak Sarı Gözler

@e.smare

 

 

 

Merhabalar Yılanlarım 😈

Geçen bölüm yorumları beni biraz üzdü açıkçası. Lütfen okurken paragraflar da güzel yorumlarla süsleyelim. Haftalık bölüm atmaya çalışıyorum ve bu böyle devam etsin istiyorum ama siz sadece okuyup geçtikçe olan şevk de kırılıyor. Beni yalnız bırakmayın. ❤️

O halde...

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

 

🎶
Nightwish - Last Of The Wilds

Ursine Vulpine - And So My Heart Become A Void

Neoni - Omens
🎶

 


Instagram:
e.s.mare
Esmare_den
(Alıntılar, bölüm çizimleri için takip edebilirsiniz. Yukarıdaki resmin farklı versiyonları ve video haline Instagram hesaplarımdan ulaşabilirsiniz)

 

 


"Senden başka kimsem yok.
Senden başka uğruna savaşacağım hiçbir şey yok.
Bir ülke,
bir parça toprak,
bir dilim ekmek,
özgürce alınan bir nefes...
Hepsi sensin."

Vilas vaktinde kaçmıştı. Prensle birlikte dışarı çıktığımızda etrafta sadece Kara ve Ak Yılan askerleri koşturuyordu. Bu görüntü bende gülme isteği oluşturmuştu çünkü birkaç hafta öncesine kadar bu parçalanan ırk birbirleriyle savaşıyordu. Şimdi ise aralarında dolaşan iki soylu sayesinde yan yana başka düşmanlar arıyorlardı. Kim bilir, belki de çok kısa zaman sonra yine birbirlerine girecek bir yol bulurlardı.

O yol prensin düşündüğü gibi bir suikast girişimiyle olmayacaktı çünkü ben ölmeyecektim; saraya, sözde bana saldıranlar da hiç bulunamayacaktı. Ben ölmeyecektim ama yok olacaktım. Kaçacaktım. Bu yine yılanları karşı karşıya kalma tehlikesine sokacaktı ama o da bir süre gerçekleşmeyecekti. Prensin düşüncelerinden sonra ortadan kaybolmak Kral Siles'a bağlanacaktı.

Prens peşimi bırakmayacaktı çünkü ben artık onun eşi olmaktan ziyade Ak Yılan Krallığına karşı yanında olmamı istediği bir hırstım. Şüphesiz kayboluşumla beni arayacaktı ama Kral Siles'e de saldıramayacaktı. Onun elinde olduğumu düşünecekti, beni bulana kadar herhangi bir saldırı girişimi olmayacaktı. Ancak bu benden umudu kestiği an gerçekleşecekti.

Belki haftalar, belki aylar... Kim bilir belki de düşündüğümün aksine çok daha kısa sürede, günler içinde olacaktı. Sevgili babam o zamana kadar bir şeyler düşünse iyi olurdu çünkü kızı bundan sonra sadece kendisini düşünecekti. Annesi öyle emretmişti.

Prens saldırıyı planlayanların kaçtığını anladığında öylesine öfkelendi ki birkaç askerini fena halde hırpaladı. Onu sakinleştirmek eşine, yani bana düştü. Aslında kargaşadan faydalanıp kaçacaktım ama prens beni yanından bir an ayırmadığı için planlarımı değiştirmek zorunda kalmıştım. Şimdi onunla yılan yuvasına doğru yürüyorduk. Öfkeli nefesleri bir süre aramızdaki tek ses oldu. Ben de öfkesini doyasıya yaşamasına izin verdim ama yuvanın kapısında onu durdurdum. Ellerimi kollarına koyduğumda gözleri beni o an görmüş gibiydi. "Sakinleşmelisin."

"Sakinleşmek mi?" diye öfkeyle güldü. "Baban eğer başarılı olsaydı, krallığımın neler yaşayabileceğini tahmin edebiliyor musun?"

Aslında yıllar önce Vilas ile bu planı kurduğumuzda aklıma en son gelen şey bir krallık, dahası prensti. Sadece ters bir durumda kaçmaya odaklanmıştık. Bunun en iyi yolu da mahkumları salmaktı. Elbette Vilas bunu öylece yapmamıştı, bu saldırı mahkumların yardımı ile olmuştu. Özgürlüklerin karşılığıydı bu, Vilas böyle bir ihtimal için yıllardır en güvenilir olanları işlemişti. Aslında aldıkları sadece özgürlük de değildi, onları hapseden krallıktan bir nevi intikam da almışlardı. Bu her açıdan onlar için de karlı bir anlaşmaydı.

Kim bilir onları ne zaman fark edeceklerdi. Düğün ve saldırı telaşında kimse mahkumları düşünmezdi. Oradaki askerlerin çoğu da muhtemelen dışarı çekilmişti. Gizli geçitleri Vilas ve benden iyi bilen olmadığı göz önüne alındığında, bu oldukça kolay uygulanan bir plandı.

"Ama başarılı olmadı," dedim prense, rahatlaması için. Biraz gevşemesi lazımdı çünkü diken üstündeydi hala. "Düşün! Ben Ak Krallık Sarayında yaşadım, onları dinledim. Onların arasında büyüdüm, sence krallıktaki her şey hakkında benden daha çok bilgiye kim sahip olabilir?" Sinsice gülümsedim. "Üstelik şimdi senin yanındayım. Eğer kendi babam, kendi ailem bana sırt çevirmişse onlara neden hala sadık olayım?" Ona bir adım yaklaştım ve ellerimi göğsüne dayadım. Hem rahatladı hem gerildi. "Ben seninim, öyle demiştin. O halde benim olan her şey, buna zihnimdeki her bilgi de dahil, senin."

Bileklerimi yakaladı ve beni tamamen kendine çekti. Hem açlıkla hem temkinli bir şekilde yüzümü süzdü. "Sen aslında çok tehlikelisin değil mi?"

Çok mu? Tehlike derecemi bu kelime açıklamazdı.

"Karşımda kim olduğuna bağlı," dedim gülümseyerek. Beni öpmek için eğildiğinde, "Ve babam," diyerek durmasını sağladım. Aksi halde yediğim son yemeği kusabilirim. "Kral Siles, benden nefret ediyor çünkü kraliçenin ona olan nefreti benimle harlandı."

"Nasıl yani?" dedi gözleri kısılırken.

"Teressa," dedim. "Kraliçe Kalissia'nın kızı değil."

"Anlamadım. Ne demek istiyorsun?"

"Teressa kralın bir fahişeden olan çocuğu ama bunu halktan gizlediler. Evlilik dışı olduğunu söyleseler de onu kraliçenin çocuğu olarak ilan ettiler. Hiçbir zaman gerçek bir prenses olarak görülmese de sonuçta o gerçek kral ve kraliçenin kızıydı. Kimse bir şey söyleyemezdi. Sonra Drassa ve ben doğduk. Benim hastalığım ortaya çıktığında kraliçe de bunun kralın günahının bedeli olduğunu söylemiş. Zaten birbirlerini sevdiklerini düşünmüyorum ama hastalığımdan sonra iki düşmana dönüştüler. Kral bunun nedeni olarak beni ve hastalığımı gördü hep, kendinde hiç suç bulmadı. O benden nefret etti, kraliçe de ondan."

Gözlerinde şüphe vardı, beni dinlese de hala mantıklı bulmadığı yerler olduğunu görebiliyordum. "Kraliçe kızı neden kabul etti? Böyle bir şeye boyun eğecek biri değil o."

Koluna girip onu yılan yuvasından içeri yönlendirdim. Askerler içeriyi de çoktan kontrol ettiği için tereddüt etmeden benimle ilerledi ve askerlerine geride kalmalarını işaret etti. Aptal.

"Yirmi yıl önce Kara Yılanlar ve Ak Yılanlar ayrıldı," diye anlatmaya devam ettim. "O günden sonra da savaşlar başladı. Teressa o zamanlarda doğdu, savaşın en şiddetli döneminde. Kraliçenin kralı reddetmesi ve gerçekleri açıklamasının nelere sebep olabileceğini düşün! Halk zaten savaşla yıpranmış, üzerine böyle bir şeyin açığa çıkması ne anlama gelir? Kral savaşla kırılan halkı zerre umurunda değilmiş gibi fahişeylerle yatıyor. Üzerine ondan olan çocuğunu saraya getiriyor. Kraliçe ise onun günahın bedelini çocuğuyla ödüyor." Ona baktım. "Krallığa olan güven parçalanırsa kim o krallık için savaşmak ister?"

"Güzel bilgiler," dedi keyifle.

Dudak büktüm. "Çok daha fazlası var ama merak ediyorum da, Kraliçe Kalissia sana bunları anlatmadı mı?" Bakışları bana döndü. Gülümsedim. "Anlattığın hikaye," dedim gözlerine bakarak. "Etkileyiciydi prensim ama siz benden o meyhanede haberdar olmadınız. Aksine benden haberdar olup izimi sürdünüz."

Bunları anlamam onu ilk başta huzursuz etti. Zeki olduğumu anlamıştı ama bu kadarını düşünmediğini biliyordum. "Annen seni seçmemi istedi," dedi huzursuzluğunu örterek. "Bana senden ilk barış görüşmeleri için geldiğimde bahsetmişti. Bir kraliçe istiyorsan sana onu vereceğim, dediğinde anlamamıştım. Senin ismini verdiğinde ise sadece güldüm. Hastalıklı bir prenses... Kraliçenin kafayı yediğini düşündüm ama bana o gün seni gösterdi."

Kaşlarımı çattım. "Beni mi gördün? Nerede?"

"Meyhanede yanında olan askerle talim yapıyordun." Dudakları sonunda yukarı kıvrıldı. "Nefes kesiciydin."

Yılan yuvasına göz gezdirdim. Burası taş ve topraktan bir mağaraydı. Duvarlarda büyüklü küçüklü delikler vardı. Mağara sağdan devam ediyordu. Prensi oraya yönlendirirken güldüm. "Neden böyle bir şey yapsın?"

"Bir gün kralı devirmek istiyordu ama ne seni neden sakladıkları ne de kraldan neden nefret ettiğiyle ilgili en ufak bir şey söyledi. Senin bana, benim de ona yardımcı olacağımı ve o gün geldiğinde asıl barışın geleceğini zırvaladı."

"Anlaşılan sen öyle düşünmüyorsun," dedim düz bir sesle.

"Bir krallık, kralı olmadan ne kadar dayanabilir?" dedi küçümsercesine. "Kraliçe tek başına o koltukta oturmak istiyor, ona istediğini vereceğim elbette. Anlaşmamız bu ve ben anlaşmalara sadık biriyim ama ona sonrası için bir söz vermedim."

"Ona bir taht verip ondan bir krallık alacaksın," dedim her şeyi anlayarak. Kötücül bir gülümseme dudaklarında can buldu. "Peki, her şeyi bana açıkça anlatarak ona anlatmayacağıma nasıl güvenebiliyorsun?"

Durdu ve yuvasından çıkıp yerde süzülen gri bir yılanı izledi. Bana döndüğünde yüzünde kibir vardı. "Sevgili eşim," dedi, sivri dişlerini göstererek. "Tören bitti, artık benimsin. Birkaç saat sonra buradan ayrılacak ve Kara Yılan Krallığına geri döneceğiz. Sence şu saatten sonra kraliçenin esas planımdan haberdar olması neyi değiştirir? Bir de şu var ki, kraliçe akıllı biri; böyle bir ihtimali muhtemelen düşünmüştür ama aynı zamanda oldukça kibirli de. O tahta oturduktan sonra kimsenin onu yıkamayacağına inanıyor."

"Bu akıllı birinin inanacağı bir şey değil," dedim. "Akıllı biri böyle bir ihtimalin hep var olduğuna inanır. Ona göre de tedbir alır. Hatta tedbirler..."

"Söyledim sana, o kibirli biri de. Kibir bazen akla dişlerini geçirip kanını kurutana kadar emer. Zevkten başı döner. Ta ki..." Topuğunu sertçe yere vurdu, bakışlarımı aşağı indirdiğimde gri yılanın başını ezdiğini gördüm. İçim acıdı. "Biri gelip o başı ezene kadar!"

Kibir demişti, kibri aklının kanında boğulmadan önce. Zevkten başı dönenlerden biri de oydu. Biri gelip o başı ezmeden önce...

Birden bire çığlık attığımda kaşları çatıldı. Arkasını dönecek vakti bile olmadı. Şiddetli bir çarpma sesiyle ayaklarımın dibine, tam yılanın yanına serildi. Bir çığlık daha attım. Yılanlar yuvalarından komut almış gibi çıkarken, "Kes şunu!" dedi Vilas. Elindeki taşı bir köşeye fırlattı. "Delirdin mi?"

İçimde bastırdığım sırıtışı sonunda gözler önüne serdim. "Seni geberteceğim!"

"Sonra," dedi hemen. "Hadi!"

Yuvanın koridorlarında, yılanların arasında ilerlemeye başlayacaktı ki kolunu tuttum. "Bekle!"

Yüzünü buruşturarak bana baktı. "Yine ne var?"

Planlar sevgili dostum. Planlar...

Derin derin nefes aldım ve kısa bir an gözlerimi kapattım. Açtığımda şiddetle bağırdım. "Yardım edin! Biri... Biri bana yardım etsin!" Vilas gerçekten delirmişim gibi bana bakarken yerdeki prensi tekmeledim. Kibir demişti. Kibrine yenilmişti. "Bırakın beni! Yardım edin!"

"Ne yapıyorsun?" dedi Vilas şaşkınlıkla.

Dışarıdan sesler gelmeye başladı. Sonunda... Vilas'a, "Koş!" diye tısladım. Neye uğradığını şaşıran yüzbaşının belinden önce kılıcımı çektim, ardından onun kolunu kavrayarak koridorlarda koşmaya başladım. Arkamızdan gelen sesler çoğaldı. Yılan vücudu gibi kıvrılan koridorlardan nefes bile almadan koşmaya devam ettik. Vilas'ın küfürleri eşliğinde elbette. Küfürleri çoğu zaman olduğu gibi banaydı.

"Aptal mısın sen?" diye gürledi. "Sessizce çıkıp gidecekken..."

"Sus, yoksa seni öperim!"

"Sen manyağın tekisin!"

Sonunda koridor bittiğinde Vilan nefes nefese eğilerek ellerini dizlerine koydu. Askerlerin koşuşturması ve bağırışlar daha net duyuluyordu. "Aç şunu!" dedi boğuk bir sesle.

Sık nefeslerle önümdeki üç başlı yılan oymasına baktım. Kaliss'e... Devasa bedeni üç metrelik duvarı kaplıyordu adeta. Başlarından sağ ve soldaki aşağı eğik, ortadaki korkutucu bir şekilde dikti. Oyma o kadar ustalıkla yapılmıştı ki pullarının çizgilerinde en ufak kayma yoktu. Üç başının da sol gözlerinin yerinde üç yılan yuvası vardı ama bugüne kadar o yuvalara hiçbir yılanın yaklaştığını görmemiştim.

Eğik başına yaklaştım, sol taraftaki başa hiç bakmadım. Onun işimize yaramadığını çözeli hayli zaman oluyordu. Hep sağ başa yönelirdim ama bu kez sağ değil orta yılan başının yılan yuvasına baktım. Sesler daha da yaklaşırken kılıcı kaldırdım. Vilas tıslarcasına konuştu. "Sakın!"

Ona pis pis sırıttım ve sıçradım. Kılıcı Kaliss'in ortadaki başının sol gözüne sapladım. Kılıç biraz daha içeri çekildi ve hemen ardından geri fırladı. Onu elimle yakaladığımda ayaklarımızın altı sallandı ve kalın bir tabaka yana kayarken Vilas küfretti. Küfrü son bulamadan ikimiz de aşağıya şiddetle düştük. Kaygan ve dar tünelde birbirimize çarpa çarpa ilerledik. Düşüşümüz o kadar uzun sürdü ki Vilas o sırada yeni küfürler bile bulmuştu. Sonunda yere büyük bir gürültüyle çakıldı, ben de tam üstüne düştüm. Bağırışı benim sırıtışımla aynı anda oldu. "Seni lanet..."

"Bak, yine çok şiirsel duruyoruz. Öpüş..."

Beni şiddetle ittiğinde yana devrildim. Canımın acısıyla ben de ona küfrettim. Umurunda olmadı. "Sağın..." dedi öfkeyle. "Ve solunu öğren artık!"

Biz hep sağ gözün yolundan kaçardık çünkü o daha zararsızdı.

Etrafımdaki insan ve hayvan iskeletlerine bakmadan doğrultum ve üzerimdeki tozları silkelemeye çalıştım. Beyaz gelinliğim is ve kire bulanmıştı. Onu eskisinde biraz daha sevdim. Ondan hala nefret ediyordum.

Vilas da inlercesine doğruldu. Öfkeyle üzerindeki tozları silkelemeye başladı. "Seni ne kadar süre beklediğimden haberin var mı?" diye söylendi. "Üstüne aptalca şeyler yapıyorsun? Yılan sümüğü prensle gezinti de neyin nesiydi? Üstelik tam kaçış yolunuz içinde. Peki, ya o bağırıp yardım istemeler? Aklını mı kaçırdın sen?"

Ona doğru yaklaştım. "Nedenini anlatacağım," dedim başımı sallayarak. Gözlerimi etrafta dolaştırdım. Devasa yılan iskeleti yine gözüme çarptı. Ona doğru yürüdüm ve iskeletin devasa kafasını okşadım. Vilas onu ilk gördüğünde bana doğru savurmuştu, hizmetime bir kişi daha eklemişti güya. Artık iki koruyucum vardı ve biri ölüydü. Ben de iskeletin başını kaldırdım ve ona doğru savurmaya çalıştım. Elbette ağır olduğundan ancak bir adım önüme düşmüştü. "Ama kocama bir daha yılan sümüğü dersen sen de onun gibi ölü bir koruyucu olursun."

"Ne?" dedi kaşlarını çatıp yüzünü kırış kırış edecek bir şekilde buruşturarak.

"Kocam," dedim ve ona doğru yürüdüm. Önüne geldiğimde bileğimi uzattım. Bileğimdeki iki diş izini görünce rengi birden soldu, daha da beyazları. Bakışları ağır ağır yüzüme çıktı.

"Ben..." dedi derin bir şaşkınlıkla. "Ben geç kalmış olamam..."

Suratına öyle şiddetli bir yumruk indirdim ki iskeletlerin arasına yığıldı. "Geç mi kaldın? Geç mi?" diye bağırdım, öfkelenme sırası artık bendeydi. "O yılan sümüğüyle evlendim ben."

"Sen de yılan sümüğü dedin," dedi yanağını ovuştururken.

Ona hayret edercesine baktım. "O benim kocam, ben istediğimi söylerim."

"Kocanı bayılttım," dedi yüzünü ekşiterek. "Özür dilerim prensesim." Baldırına güçlü bir tekme indirdiğimde bağıracak gibi oldu ama çenesini tuttu. "Yılan sümüğü dememiştim."

Ona bir tekme daha atıyordum ki eteğime bastım ve ben de yanına serildim. Tıslama gibi bir ses çıkardı, ona baktığımda gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdığını gördüm. "Gülersen eğer..."

Gülmeye başladı. Hatta öyle ki sırtını tekrar yere bıraktı ve bugüne kadar hiç olmadığı kadar rahatça güldü. Özgürce... Kendimi tutamadım ve benim de gülüşlerim onun gülüşlerine karıştı. Bedenimi yanına bıraktım, tam yanımda bir kuru kafa vardı. O da bana bakıp gülüyormuş gibiydi.

"Aslan gübresine battık!" dedim.

"Hem de tamamen," dedi gülerken.

"Ama özgürüz artık."

"Kaçağız," diye düzeltti. "Ve ben asker kaçağıyım artık."

"Ben de evliyim."

Dirseğiyle beni dürttü. "İlk dansınızı mahvettiğim için beni affet!"

"Ah, lafı bile olmaz. Zaten berbat dans ederim."

"Yalancı, eğer prens seni dans ederken görseydi sana hayran olurdu."

Güzel dans ederdim çünkü, sadece odamda, bazen de Vilas'la... Ama o berbat bir dansçıydı. Hep ayaklarımı çiğnerdi.

"Gerek kalmadı ki, Yılan bana öylesine bayıldı ki öleceğim diye aklı çıktı. Bir daha kocamı böyle korkutma, sonu kötü olur."

"Söz prenses, kocanla bir daha karşılaşırsam onu korkutmadan öldüreceğim."

Tekrar gülmeye başladık ama sonunda sessizliğe gömüldük. Bir süre tavanın girintili çıkıntılı taşlarını izledik. Geçit bizi sarayın arkasındaki Lesster Dağının içine bırakmıştı. Burayı da çıkışı da uzun süren günlerin sonunda biz keşfetmiştik. Diğer geçidi de öyle. Dağın çıkışı zor olduğu için ben bu taraftaki geçitleri kullanmazdım. Saray tarafında bulduğum geçit hep daha çok işime yaramıştı. Hem en azından orada daha az kemik vardı ama bu kez orayı kullanamazdık. Kral Siles orayı keşfetmişti, zaten düğün dolayısıyla askerler oraya kadar dağılmış olmalıydı.

Dağ bizi daha gizli bir şekilde Ak Yılan vadilerine çıkaracaktı. Vadilerde birkaç Ak Yılan köyü vardı ama içlerine girmeden ilerlememiz de mümkündü. Ağaçlık alanlardan ilerlersek kimse bizi görmeden kayıplara karışabilirdik.

"Nereye gideceğiz?" dedi Vilas.

Ağaçlık alanlardan ilerlersek üç yere varabilirdik. Güneyde Akrepler vardı ve Akrepler yılanlardan nefret ederdi. Güneydoğudan ilerlersek yolumuz biraz daha uzardı ve bizi aslanlar karşılayabilirdi. Aslanlar bizi yaşatmak bir yana cesedimizi bile çiğnerdi. Doğuda ise Kartallar vardı, Kartallar bizi bütün bütün yutardı.

"Kuzeye ilerleyebilir miyiz dersin?"

Kaşlarını çattı. "Kuzey ilerlememiz için Ak ve Kara Yılan Krallıklarından geçmemiz lazım. Hem kuzeye gidip ne yapacağız? Orada sadece Ejder Krallığından geri kalan çorak topraklar var."

"Haklısın," dedim dudak bükerek. "Peki ya Deniz Halkı?"

"Deniz Halkı mı?"

"Timsahlar bence bizi sever."

Gözlerini kıstı. "Timsahlar sadece midelerini ve parayı sever."

"Bizim paramız yok," dedim başımı yere yaslayarak.

"Etin de yok," dedi Vilas. "Sen yenmeye bile değmezsin."

"Kırıcısın ama olsun," dedim. "Yine de sana aşığım."

"Teşekkürler ama evli kadınlar ilgimi çekmiyor."

Başımı ona çevirdim ve kaşlarımı kaldırdım. "Evlenmeden önce ilgini çektiğimi mi söylüyorsun yani?"

Bana yapmacık bir gülümseme ile baktı. "Bunu hiç bilemeyeceksin."

"İtiraf et ve kurtul işte."

"Kapa çeneni!"

Memnuniyetsizce homurdanır gibi yaptım. "Missla olsa itiraf ederdin."

"Missla evli değil."

"Ben de değildim!" dedim neredeyse bağırarak. "Ayrıca Missla'ya olan ilgini az önce kabul ettin."

Doğruldu ve omuzlarını kaldırıp yavaşça indirdi. "Artık bir önemi kalmadı, inkar etmekle neden uğraşayım?" Bana bakıp gülümsedi ama garip gelse de bu sıcak bir gülümsemeydi. "Ben olduğum yerden memnunum. Bir prensesle zaten evlenme hayali kurmuyordum."

Ben de doğruldum ve elimi gerçek bir dost gibi omzuna koydum. Hafifçe sıktım. "Üzülme," dedim buruk bir gülümsemeyle. "Ben seninle evlenirim."

Gözlerini kıstı. "Sen zaten evlisin."

Yumruk yaptığım elimi avucuma geçirdim. "Evet, kahretsin. Artık aşkımız çok kirli ve yasak olacak."

Sesli ve bıkkın nefesler vererek ayağa kalktı. Elini bana uzatıp kavradığımda beni de kaldırdı. Bileğimdeki evlilik izine baktı. "Assra..." dedi düşük bir sesle. "Bunun için gerçekten üzgünüm. Gözlerini gözlerime çıkardı, iç geçirdi. "Bir gün aşık olduğun adamla evlenmeni isterdim."

Elimi çekip omuz silktim. "Aşık olmayacağım, o yüzden..." İzlere baktım. "Sorun değil. Şu an aşk ve evlilikten çok daha önemli sorunlarımız var zaten."

Durgunlaştı yine. "Nereye gidiyoruz o halde?" dedi sıkıntıyla.

"En başından düşündüğümüz yere. Tarafsız Topraklara."

Tarafsız Topraklar bir krallıkla yönetilmeyen tek yerdi. Çok fazla bilgi sahibi olmasam da bir konseyleri vardı ve o konseyde birçok ırktan insanlar bulunuyordu. Sınırlarında birçok ırkın bir arada, özgürce yaşadığını duymuştum. Özgürce... İstediğim şey buydu. Elbette bunlar kulaktan duyma bilgilerdir ama denemeye değerdi.

Vilas sıkıntıyla saçlarını geriye itti. "O halde seç bakalım, Aslanlar mı Akrepler mi?"

Çünkü Tarafsız Topraklar iki ırkın krallıklarının tam altındaydı ve biz bir krallığın sınırından mecburen geçmek zorundaydık.

"Sen söyle," dedim. "Asker olan sensin."

Dudaklarını ıslatırken düşündü. Tiksinti ile yüzü buruştu sonunda. "Aslanlar olmaz."

"Aslanlar olmaz, elbette ki olmaz."

"Kara Düş Ormanlarından geçelim, Akreplerden ilerleyelim. Sınırdan geçebileceğimiz bir yol biliyorum."

"Akrep dili biliyor musun? Çünkü ben dil eğitimlerinde o kısmı kaçırmışım."

"Tek sorun Akrep dili mi?" diye çıkıştı. "Kimseyle sohbet edecek değiliz, kaçağız biz."

"Üstelik Yılanız."

"Üstelik Yılanız," diye onayladı.

"Yani biliyor musun?"

"Biliyorum Assra!" diye çıkıştı. "Bildiğimi biliyorsun."

Onu kızdırmaya bayılıyordum.

"Elbette biliyorsun, cesur askerim benim."

"Yakalanırsak eğer seni kaçarken yakaladığımı söylerim. Bir prenses olduğunu da. Hatta Kara Yılan prensinin eşi olan prenses olduğunu da."

Onu şiddetle ittiğimde gülerek yana devrildi. Hiç bugünkü kadar gülmemişti. Sonunda sustu ve bana baktı. "Yeni bir hayat," dedi. İstemsizce gülümsedim. Dalgınlaştı, uzun uzun bana baktı. "Kimsenin bizi bilmediği. Kimse bizi bilmiyor Assra."

Vilas bazen garip cümleler kurardı, garip tınılarla. Kafasındaki birkaç tahtayı savaşlarda kırdığını düşünüyordum zaten. "Ben yine de bir prenses olduğumu sana hep hatırlatacağım."

Gözlerini benden çekti ve yine sırt üstü uzanıp girintili tavana baktı. "Kimse bilmeyecek."

⚔️

Saatlerdir yürüyorduk, üzerimdeki çamur bile kurumuştu. Yılan dağından çıkışımız bataklıktan geçmişti. Eğer nereden yürüyeceğini bilirsen çıkışa ulaşabiliyordun. Biz o yolu bulana kadar birkaç kez batma tehlikesiyle karşılaşmıştık.

Günlerce yürümüştük ve bir köye daha girip iki at ve birkaç kıyafet çalacak kadar durmuştuk. Bir de üzerimdeki pelerini çalabilmişti Vilas. O pelerin olmasa çok daha fazla üşürdüm çünkü atların huysuzluğu, bizi kabullenmeleri bile saatler sürmüş ve sıcak topraklara geçme süremizi uzatmıştı. Öylesine yorulmuştuk ki... Ama sadece birkaç kez durmuş ve dinlenmiştik. Temizlenememiştik bile, Lesster dağının içindeki bataklık çamuru üzerimize yapışmıştı. Bir süre sonra üzerimize şiddetle yağan yağmur çamuru temizlese de sınırı geçerken yine çamura bulanmıştık. Vilas'ın sınırdaki gizli geçiş yeri başka bir bataklıktı çünkü.

Sınırlar en korunan yerlerdi ama Vilas'ın asker olması burada da işimize yaramıştı. Bir saldırı durumuna karşılık bu sınırda birkaç ay kalmıştı ve geçilebilecek yerleri en iyi o bilirdi, o yüzden yakalanmadan kolayca geçmiştik. Çamurla kaplı ve ıslak kıyafetler içinde ilerlesek de artık Yılan Topraklarında değildik. Bir süre bunun mutluluğunu yaşamıştık ama şimdi...

Üşümeye başlamıştım. Pelerinim ıslak olmasa en azından o beni biraz soğuktan korurdu. Bir de sırtımdaki yaralar vardı, acısı zamanla artıyordu. Sonra kolumdaki yanıklar... İşte onların acısı güzel geliyordu.

Evlilik izi canımı sıkmaya başlayınca Vilas müdahale edemeden bileklerimi yakmıştım. Yaktığımız bir ateşten aldığım bir odunun korlarıyla...

Vilas'ın buna öfkelendiğini biliyordum, çıkışmıştı da bana ama uzatmamıştı. Öfkesi daha çok kendine olduğunda susardı çünkü. Bileklerimdeki yanıkları gelinliğimden birer parça kumaş kesip sararak gizlemiştim. Sonra da Vilas'ın çaldığı giysileri giyinmiş ve gelinliği ateşe atmıştım. Yanışı bana zevk vermişti adeta, ateşi izlerken yanıkların acısını bile hissetmemiştim. Vilas beni göz ucuyla izlemiş ama buna da ses çıkarmamıştı. Sadece neden iki bileğimi de yaktığımı sormuştu. Tedbir demiştim.

Eğer prensesin düğünden sonra kaybolduğu açığa çıkarsa kısa sürede bu tüm ülkeye yayılırdı ve biz o sürede Ak Yılan topraklarından çıkamazsak başka sorunlarla karşılaşabilirdik. Evlilik izinin olabileceği yerde bir yanık şüphe çekebilirdi ama iki bilekteki yanıklara başka sebepler yüklenirdi.

Hırçın esirler kızgın kelepçelerle evcilleştirilirdi mesela. Bazı kadınlar da kendilerini bilerek yakarlardı. Köle pazarında satılmamak için... Güzellik bir kadının iyi bir paraya satılması için en önemli faktördü ama vücudunda yanıklar olan bir kadını tamamen bu sebeple almamazlık yapmazlardı. Yılanlar ateşten korkarlardı, yanık yarası aynı zamanda hırçın ve kendini yakmaktan bile korkmamanın göstergesiydi. Hiçbir erkek bir manyakla uğraşmak istemezdi. Bir köle, bir kadın köle alınacaksa itaatkar olması birinci öncelikti.

Elbette bazı Yılan sümükleri de bundan hoşlanıyordu ve bazen kendini yakman bile satılmanı engellemiyordu. Bunu bir köle pazarında bizzat görmüştüm ve satılan kız en fazla on altı yaşındaydı. Onu satın alan adam pis pis gülmüştü yüzüne. Vilas beni o an yakalamasaydı, o adamı orada öldüreceğimi biliyordum.

Bazen rüyalarımda o kızı görürdüm, o Yılan sümüğü yağ torbasının onu dövüşünü izlerdim. Onu kurtaramadığım için suçlulukla dolu olarak uyanırdım. Bileklerimi yakarken o gelmişti gözümün önüne. Artık yanıklarımda bir kölenin izleri de vardı. Belki de bir ölünün...

Son birkaç saattir Kara Düş Ormanında yürüyorduk. Hayalet ruhlar gibi görünen orman bize ay ışığını bile zar zor gösteriyordu. Sanki burada yerimizin olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Aslında bizim bugünden sonra hiçbir yerde yerimiz yoktu. Vilas düşünceler içindeydi, hem geleceğimizi hem de ona anlattığım şeyleri düşünüyordu şüphesiz. Her ne kadar düğünü öylesine konuşup geçiştirsek de içten içe kendini suçladığını da biliyordum. Bileğimi sararken bakışlarındaki suçluluğu fark etmiştim. Prensi bir daha görmeyeceğimi düşünüyordum ama yine de ben artık onunla evliydim. Evlilik nişanım ne kadar gizlersem gizleyeyim bileğimde hep var olacaktı. O ya da ben ölünceye kadar...

Diğer krallıkların evlilik törenleri nasıldı acaba? Hayatım boyunca kendi krallığımdan öteye gitmemiştim. O da gizli gizli ve sınırlı zamanlar içinde olmuştu. Gerçi gidebilecek olsaydım da gidemezdim muhtemelen. Yılanlar diğer ırklar arasında ne seviliyor ne de isteniyordu. Aslında ırklardan birbirlerinden nefret eden çoktu ama en azından müttefikleri de vardı.

Deniz halkının temsilcisi Timsahlar, tüm kara krallıklarında nefret ederdi ama su ırklarıyla dosttular. Çöl Halkından Akrepler, Yılanları sevmezdi, aslında onlar Örümcekler hariç kimseyi sevmezdi ama her iki ırk da Kartallardan nefret ederdi. Hava halkının temsilcisi Kartallar, yılanları sevmezdi, Akrepleri, Örümcekleri... Onlar sadece Orman halkından Aslanları seviyordular şüphesiz, onlarla da dosttular. Orman halkının temsilcisi Aslanlar, yılanları sevmezdi; Timsahlardan nefret ederlerdi, Yılanlardan da ama Yılanlardan aynı zamanda tiksinirlerdi.

Ve biz... Yılanlar... Toprağın temsilcisiydik. Aynı zamanda kendi aramızda bölünmüş tek ırktır. Biz ilk önce birbirimizden nefret etmeyi öğrenmiştik ama bir Aslan karşımıza dikilse nefret ettiğimiz o Kara Yılanlarla bir olup o Aslan ölene kadar en sıkı dost olurduk. Düşmanımız yenildiğinde ise yine birbirimize düşman olurduk. Bölünmemize rağmen bize saldırmamalarının asıl nedeni buydu. Eskisi gibi ebedi dost olmamız diğer türleri elbette ki hep endişelendirmişti. Gücümüz ayrıyken bile fazlaydı ama eğer yine bir bütün olursak büyük bir tehlikeydik.

Biz her türle düşmandık ve dostumuz yoktu. Yüzyıllar önce Ejderler olduğu söyleniyordu, bu zamana kadar tek dost ırkımız... Hem havanın hem de toprağın temsilcileri... Ama onlar da Aslanlar tarafından yok edilmişti. Ülkelerinin yıkıntılarının durduğunu duymuştum. Çorak Topraklar...

Aslanlar barbarlıklarını gösterip dostları Kartalların yardımı ile şehirlerini yıkmış, Ejder Halkını kılıçtan geçirmişti. Annemin anlattığına göre saldırıyı yıllarca öyle ince planlamışlardı ki Ejderler hiçbir şey yapamamıştı. Tek dostları yılanlar da öyle. Elbette yardım etmişlerdi ama kendi krallıkları da tehlikeye düşünce geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Ejderlerin yaşadıkları ise onlara ders olmuş ve askeri düzenlerini, şehirlerinin yapılanmalarını, savunmalarını adeta yeniden düzenlemişlerdi. Aslanlar güçlü bir savaştan çıktığı için kendilerini onarmakla uğraşırken Yılanlar güçlendikçe güçlenmişlerdi.

Kraliçenin bana anlattığı hikayeden benim anladığım ise, Yılanların Ejderleri kaderlerine terk ettiği ve bu savaşla kendilerini güçlendirme fırsatı yakaladığı oldu. Kraliçe bana halkı kandırdıkları masalı anlatmıştı, gerçekler masallar kadar kahramanlık içermiyordu. Üstelik Yılanlar yapı olarak sinsiydiler. Özellikle de soyluları ve saray halkı. Krallık bürokrasisi kanlı ve vicdansızdı. Yaptıkları için kendi ırkımı yargılayacak kişi ise ben değildim. Zaten bu geçmişi de değiştirmezdi. Yargılayacak herkes ölmüştü, tek gerçek buydu.

Vilas sonunda durunca ben de durdum. Bacaklarım feci ağrıyordu ve sırtım... İlacın etkisi geçeli çok oluyordu. Yılan otuyla biraz daha idare etmiştim ama artık o da tükenmişti. Acı gitgide yoğunlaşıyordu, sadece ben Vilas anlamasın diye dişlerimi sıkmakla yetiniyordum. Aksi halde dinlenmemizi isteyecekti ya da yılan otu aramaya kalkışacaktı, bu zaten bize yeterince vakit kaybettirmişti ve zaman şu aralar bizimle dost değildi. Bir an önce Akreplerin bölgesinde sığınacak bir yer bulmamız lazımdı. Daha fazla vakit kaybetmeden tekrar ilerlemeliydik. Akrepler de tehlikeyliydi zira, Tarafsız Topraklar'a geçmeden güvende olmayacaktık.

"Sorun ne?" diye sordum.

Etrafına baktı. Bir daha baktı. Sonra bana döndü. "Sanırım..." dedi sıkıntıyla. "Uzun zamandır aynı yerde dönüp duruyoruz."

"Hayır," diye sızlandım. "Bana bunu yapma."

"Bilmiyorum," dedi ve elleriyle yüzünü ovuşturdu. Onun da her yeri benim gibi çamurla kaplıydı ve yorgunluğu her halinden belliydi. Bitik haldeydik. "Dakikalar önce şu ağacın yanından geçtiğimize emin gibiyim."

Titreyip kollarımı kendime sardım. "Burada tüm ağaçlar birbirine benziyor zaten."

Gözlerini tekrar üzerime çevirdi. Üşüdüğümü fark edince, "Ateş yakıp yola gün aydınlanınca devam edelim," dedi.

Bir an itiraz etmek istedim ama sıcaklığa ve uykuya aç vücudum dilimi de ele geçirdi. "Tamam," deyip olduğum yere çöktüm. Vilas işi ona yıkmama kınayıcı bakışlarla cevap verse de ses çıkarmadan ağaç dallarını toplamaya başladı. Kısa sürede bir ateş tutuşturmuştu. Sonuna biraz ısınarak memnun bir şekilde ona sokuldum. Karnımın gurultusu böceklerin çıkardığı sese karıştı. "O kadar açım ki..." diye sızlandım. "Seni şu ateşte kızartıp yiyebilirim."

"Şüphem yok," dedi yavaşça.

"Ama özgürlüğümüzün ilk günü bunu yapmayacağım."

"Size minnettarım leydim."

Güldüm ve ellerimi ateşe uzatıp ısıttım. Bileklerim sıcaktan memnun olmadığını belli edercesine sızlayınca ellerimi kucağıma indirdim. Vilas elbette bunu gözden kaçırmadı. "Bileklerin çok mu acıyor?" diye sordu.

Sadece omuz silktim. "İdare ediyorum."

İç geçirdi ama uzatmadı. "Sırtına bakmalıyız."

"Sadece biraz dinlenelim," dedim. Sırtımı görürse canı sıkılacaktı. "Zaten baksan da bir şey yapamazsın, ilacımız yok. Yılan otumuz da."

"Bana arkanı dön Assra!"

Mızmızlanarak ona sokulsam da omuzlarımı tuttu. Arkamı çevirirken homurdandım. Pelerini üzerimden alıp yere attığında ateşin sıcağı biraz daha tenimle kaynaştı. Tuniğimin arkasını kaldırdı, küfretti. "Bu çok kötü, sen... Hakimler aşkına! Nasıl dayandın buna?"

"İyiyim," dedim huysuz bir mırıltıyla.

"Değilsin, lanet olsun!"

"Vilas," dedim dönerek. "İyiyim, gerçekten iyiyim."

"Yılan otu bulmalıyım," dedi ve ayağa kalkmaya yeltendi. Kolunu tuttum.

"Bu karanlıkta değil yılan otu kendi adımlarını bile göremezsin. Biraz uyuyalım ha, sabah bir çaresine bakarız."

Sanki farkında değilmiş gibi gözlerini gecenin karanlığında gezdirdi. Tıslarcasına nefeslendi. Hoşuna gitmemişti ama haklı olduğumu biliyordu, zaten Akreplerin topraklarında Yılan otu pek bulunmazdı. Boşuna çabalayacaktı. Yine de hala gitmeye hazır gibiydi, başımı dizlerine yaslayarak ona engel oldum. "Saçlarımı ör hadi."

Daha çocukken bir hizmetliden örgü yapmayı öğrenmişti; çünkü hizmetliler saçlarımı örerken çok acıtırlardı. Anneme hizmetçilerden hiç bahsetmemiştim, söyleseydim can alırdı. Belki ölenlerin yerine gelenler canımı yakmazdı, ölmemek için ama o zamanlar daha insani bir kalbim vardı. Ölmelerinden korkmuştum. Sonra kalbim taşlaşmaya başlamıştı galiba, bunu da annem sağlamıştı. Ona minnattardım, aksi halde böyle bir plan kurup hiçbir zaman kaçamazdım.

"Saçların çamurla kaplı," dedi Vilas huysuz sesiyle. Yine de elleri saçlarımda acıtmadan dolaşmaya başladı. Vilas hizmetçilerin aksine canımı hiç acıtmamıştı.

Daha da mayışarak esnedim. "Yüzüm de. Beni öpemediğin için ölüyorsundur."

"Uyu Assra!"

"Sen peki?"

"Nerede olduğumuzu bilmiyorum," diye itiraf etti. Kızabilirdim ama onun da sınırı hiç geçmediğini bilerek sessiz kaldım. Sınırda görev almıştı ama hepsi o kadardı. Her şeyi mükemmel yapamazdı. Zaten benim için çok şey yapmıştı, çok da yorulmuştu. "Nöbet tutacağım ama kalacak bir yer bulduğumuzda ilk ben yıkanır ve ilk ben uyurum."

Yapmayacağını biliyordum. Tekrar esnedim. "Anlaştık."

Toprağa daha da yayıldım ve ateşin sıcaklığının verdiği his ile yaralarımın acısını yok saydım. Vilas çıkardığı pelerinimi de üzerime örttüğünde gülümsedim. "Prens," dedim uykulu bir sesle gülerek. "Şimdi çıldırmış bir şekilde eşini arıyor olmalı. Saray kaynıyordur."

"Seni bulana kadar duracağını düşünmüyorum," dedi Vilas.

"Bol şanslar o halde çünkü onun yanına dönmektense ölmeyi yeğlerim."

"Onun yanına falan dönmeyeceksin," dedi sertçe. "Aptalca cümleler kurma."

"Biliyorum." Başımı yukarı kaldırdım. Ateşin dans ettiği yüzüne baktığımda o da başını aşağı indirdi. "Bundan sonra ya özgürüz ya da ölü Vilas!"

Sessiz bir nefes alıp bakışlarını ateşe dikti. "Kardeşlerin için endişelenmiyor musun hiç?"

"Biraz," diye itiraf ettim. "Ama Prens şu an onlara bir şey yapamaz. Beni babamın kaçırıp sakladığını düşünüyor olmalı. Kraliçe ve kral da o süre zarfında çocuklarını koruyacak bir yol bulur."

"Ya bulamazlarsa?"

Sorusuyla huzursuz oldum. "Bunu düşünmek için çok erken."

"Alissa peki," dedi. "Şimdi nerededir?"

En çok da Alissa'yı düşünmek istemiyordum çünkü o giderken beni düşünmemişti. Ben onun için üzülürken kaçacağını gizlemişti. Ben onun için üzülürken o benim yaşayacaklarımı da gizlemişti. Gözlerime bakıp susmuştu. Alissa beni düşünmemişti, hem de hiç. O yüzden artık Teressa'yı bile düşünürdüm ama onu düşünmeyecektim.

Vilas'ın bakışları bana döndü. "Onu aramak istemiyor musun?" diye üsteledi.

Gözlerimi kapattım ve "Hayır," dedim. Onu bulursam öldürebilirdim, en azından öldürmeyi denerdim. Onu bulmamam çok daha sağlıklıydı. Alissa kendi yolunu çizmişti, ben de kendi yolumu çizecektim.

Sadece kendini düşün!

Ben artık sadece kendimi düşünüyordum, tıpkı kraliçenin de söylediği gibi...

Biraz da Vilas'ı.

"Neden?" diye sordu. Sürekli soru sorması beni sinirlendirdi. "Kaçtığı için onu mu suçluyorsun? Onu kraliçe kaçırdı belki ama Alissa annenin seninle ilgili planlarından haberdar olsaydı kaçmazdı. Hem senin hep bir ikinci şansın olur."

İkinci şans... Missla'ya tanımıştım mesela. Odama gelip bana tükürdüğünde onun yine gelmesini beklemiştim. Bu beni heyecanlandırmıştı. Hiç kız arkadaşım olmamıştı, kardeşlerim de benden kaçardı. Missla arkadaşım olabilirdi ama olmamıştı. İkinci şansında da yüzüme tükürüp kaçmıştı. Anneme tanımıştım, esarete mahkum edilmeme göz yummuştu. İkinci şansında da beni başka bit esarete itmişti. Ve Alissa... O ilk şansını onu kaçırma isteğimi reddederek harcamıştı. İkincisinin sonucunu da bileğimde taşıyordum.

Vilas sadece tahminlerle konuşuyordu ama ne annemi ne de Alissa'yı benim kadar iyi tanıyordu. Aslında Alissa'yı ben bile tanıyamamıştım.

Üzgünüm kardeşim ama bunu yapamam. İkimiz için de en doğru olan yol bu. Mutlu bir kraliçe olacaksın. Elveda.

Ona en başından iki seçenek sundum demişti annem yazdığı notu bana verdiğinde. Kraliçe olmak ya da gitmek... İkinciyi seçti. Yalan söylemediğini biliyordum, belki eksikti ama yalan değildi. Alissa'ya ikinciyi seçtiği için kızmıyordum. Alissa'ya benim de sunduğum o kaçma seçeneğinden korktuğu için kızıyordum. Annem onu benden daha güvenle kaçırabilirdi, ki yapmıştı ama benim yolum daha zorlu olacaktı. Kızıyordum çünkü ben Alissa için tüm bu riskleri göze alabilecekken o benim için aynı riskleri almaktan korkmuştu. Kendi hayatını güvene alırken ateşine beni atmıştı. İkinci şansını büyük bir ihanetle harcamıştı.

"Belki bir gün onu ararım," diye yalan söyledim. Aksi halde sorular sormaya devam edecekti ama bu onu susturmaya yetmişti. Bir süre ateşin çıtırtılarını dinledik. Rüzgara karışan baykuşların sesini, ormanın nefesini... "Vilas..." dediğimde mırıltısıyla dinlediğini belli etti. "Neden benim için hayatından vazgeçtin?"

Kısa bir an sustu. Sonrasında sesli bir nefes aldı, daha çok bir iç çekiş gibiydi. "Çünkü..." dedi sonunda. "Senden başka kimsem yok. Senden başka uğruna savaşacağım hiçbir şey yok. Bir ülke, bir parça toprak, bir dilim ekmek, özgürce alınan bir nefes... Hepsi sensin."

Buna neredeyse acıyla gülecektim. Benim de artık ondan başka kimsem yoktu. Bir ülke, bir parça toprak, bir dilim ekmek, özgürce alınan bir nefes... Hepsi o...

"Söz ver," dedim keskin bir sesle. "Her ne olursa olsun özgürlüğümüzden vazgeçmeyeceğine, gerekirse bu uğurda öleceğine ya da öleceğime! Söz ver!"

Birkaç saniye bunun kararsızlığını yaşadı çünkü Vilas bir söz verdiğinde tutardı. "Söz," dedi sonunda. "Bundan sonra ya özgürüz ya da ölü!"

"Geri dönmek yok, kimseyi düşünmek yok! Geçmişi ve kim olduğumuzu unutacağız. Yeni bir hayat çizeceğiz. Özgür bir hayat..."

"Söz," dedi yine.

"Yeni hayatımıza o zaman!" dedim gülümserken.

"Yeni hayatımıza," diyerek o da gülümsedi.

Esnerken gülümsememi bozmamaya çalıştım. Vilas'ı birazdan fazla düşünecektim. "O zaman öp beni."

Gülümseyişi somurtmaya dönüştü ve elini ağzıma kapattı. "Kapa çeneni ve şimdi uyu!"

 

 

 

⚔️

Ateşin sıcaklığı gitmişti ama güneş ışıklarının yüzümde dans ettiğini hissediyordum. Hissettiğim diğer şey ise her şeye rağmen özgürlükle aldığım nefeslerin bile daha ferah olduğuydu. Sırtımdaki acı şiddetini artırsa da yüzümde bir gülümseme oluştu. Bu benim hayatımın ilk günüydü ve özgürdüm. Artık Yılan Topraklarında değildim.

Ben özgürdüm.

Özgürlüğe gözlerimi açtım. Gökyüzünün maviliğine ağaçların yeşilliği eşlik ediyordu. Bir de bir kılıcın parlayan yüzeyi...

Kaşlarım çatıldı. Hızla doğrulmaya çalıştım ama biri benden önce davranıp beni sertçe kavradı. Kılıcıma uzanmak istedim ama o artık benimle değildi. Bileklerim arkaya bükülürken üstün bir güç tarafından sıkıca tutuldum. Bileğimdeki yanıklar şiddetle acıdı, derin soyulmuştu şüphesiz. Vilas'ın ateş yaktığı yerde değildim. İki kayanın arasındaydım, uyuklarken şüphesiz buraya beni Vilas getirmişti. Yere yayılmış yapraklar beni gizlemeye çalıştığının bir başka kanıtıydı. Belki de bir tehlike hissetmişti. Peki şimdi neredeydi?

O yoktu ama...

Karşımda üç kişi vardı. Bir kadın, iki erkek... Üç Aslan...

Ortadaki bana doğru yürüdü. Dalgalı koyu kahverengi saçları, sarı gözleri ve Aslan olduğunu bas bas bağıran sert ve güçlü adımları...

Peki, Aslanların Akreplerin bölgesinde ne işi vardı?

Gözlerim kısa bir an etrafı aradı. Vilas hiçbir yerde görünmüyordu. Onu da yakalamışlar mıydı?

Sessiz kalmanın daha yararlı olacağını düşünerek Aslanın bana yaklaşmasını izledim. Önümde tek dizini kırarak eğildi ve çamurla kaplanmış yüzümü sessizce süzdü. Güneş ışıklarının içinde dans ettiği gözleri altından bile daha parlaktı. Tiksindiriciydi.

Aslanlarla ilgili her şey tiksindiriciydi.

"Yılan," dedi tükürür gibi. Gözlerim kısıldı, dudağımın içini dişledim. Arkamdaki adam –muhtemelen bir Aslan- bir an bileklerimi gevşetse ellerim bir yılan gibi önümdeki aslanın boynuna sarılırdı ama bileklerimi öyle bir sıkıyordu ki acıyla tıslamamak için kendimi zor tutuyordum.

Sarı gözlü Aslan başını omzuna doğru eğerken arkasındaki yüzlere baktım. Arkasındaki kadın ve adam da beni izliyordu. Onların da yüzünde tiksinti vardı. "Aslanların bölgesine girecek kadar aptal bir yılan," diyen aslanla tekrar gözlerimi bal rengi gözlerine çevirdim.

Kahrolası Vilas! Bizi Aslanların bölgesine mi soktun?

Peki, ne cehennemdesin?

"Neden buradasın sürüngen?" dedi Aslan iğrenir gibi. "Amacın neydi?"

Sessiz kaldığımda çenemi kavradı. Tutuşu sıkı değildi, eğer biraz bile sıksaydı gücüyle zaten kemiklerim ezilirdi. "Tekrarlamayacağım!" dedi kükrer gibi. "Neden buradasın?"

Buradasın...

Demek ki aptal Yılan Vilas yakalanmamıştı. Beni bırakıp kaçması da imkansızdı, o zaman neredeydi?

"Cevap ver!" dedi Aslan bastırarak.

"Dilimizi bilmiyor olabilir," dedi kadın. Biliyordum. Aslan dili ortak dildi, çoğu ırk bilirdi zaten ama hepsi akıcı konuşamazdı. Ben konuşabilenlerdendim ama bu konuşmayı sevdiğim anlamına gelmiyordu. Aslanlarla ilgili her şeyden tiksiniyordum, buna dilleri de dahildi.

"Biliyor," dedi sarı gözlü Aslan. Nasıl anlamıştı? "Sürüngen demem seni öfkelendirdi mi Yılan? Öyle değil misiniz?"

Kelimelere verdiğim tepkiyi incelemişti. Aptal biri değildi ama çenemdeki eli cevap vermememle biraz daha sıkılaştı. "Konuş!" diye emretti. "Yoksa..."

"Yoksa ne?" Aslan dili damağımda acı bir tat bırakırken gülümsemeye çalıştım, sırtımın ve bileklerimin acısına rağmen başardım. "Bir kadına mı vuracaksın? Bir de asil olduğunuzu söylersiniz."

Aslan yüzümü süzmeye devam etti. Parlak bal rengi gözlerinden ağaçların arasından sızan güneş ışıkları yine dans eder gibi geçti. "Şu an serbest kalsan boğazıma sarılırdın."

Dudak büktüm. "Sen kadın değilsin." Yüzümü buruşturdum. "Yoksa öyle misin?"

"Topraklarımda ne işin var?" dedi hırıltılı bir sesle. "Krallığın casusu musun?"

"Sence krallığın casusu olsam bunu sana söyler miydim?" Sesimi değiştirdim, biraz incelttim. "Merhaba kedicik, ben Yılanların casusu. Bana biraz bilgi verin de kralım sevinsin."

Arkasındaki siyah saçlı oğlan güldü. Sırtındaki çıkıntıları o an gördüm. Kanatlar... O an fark ettim ki o Aslan değildi, o Kartaldı. Aslan kız ona uyarırcasına bakınca Kartal daha da sırıttı.

"Ya nasıl bir durumun içinde olduğunu anlamayacak kadar aptal," dedi arkamdaki adam ilk kez konuşarak. "Ya da hem cesur hem de nasıl bir durumun içinde olduğunu anlamayacak kadar daha aptal."

Vilas yeni hayatımızın ilk gününde beni terk ettiğin için seni geberteceğim!

"Ellerimi bırak da seni dişlerimle parçalarken yaptığım diğer aptallıkları anlatayım."

"Her ikisi de," dedi hırıltıyla. Sesinden beni öldürmek istediği anlaşılıyordu ama aynı zamanda emir aldığı kişi izin vermeden bunu yapamazdı. Emir aldığı kişi... Parlak sarı gözlü kedicik...

Kedicik sonunda gülümsedi, avını bulan bir yırtıcı gibi. "O halde ona nasıl bir durumun içine düştüğünü biz anlatalım."

Ellerim aniden serbest kaldı ama aynı anda boynumdaki şiddetli acı dünyayla bağımı koparıp ışığımı kapattı.

 

 

 

⚔️⚔️⚔️

Yılanlarımmmm ve artık Aslanlarım...

Aslansınız, kaplansınız siz. Yorum yapar, oylamayı da unutmazsınız. Yeni bölümün artık haftalık gelmesini size bırakıyorum. Bol bol yorum yapın ki hemen gelsin bölümümüz

Ve gelelim bölüme? Nasıldı bölümümüz?

Aslanımızla sonunda tanıştık. Esilian Aslion ama siz ona sadece Lian deyin. Sadece yakınları ona böyle hitap edermiş, öyle duyduk biz. Peki siz Lian'ı nasıl buldunuz?

Giriş bölümünde onunla biraz tanışmıştık. Şimdi hikayemize kükreyerek giriyor ve Aslan topraklarında asıl hikayemiz başlıyor (şeytan emojisi ekleyemedimmm aaaağğğ)

O zaman listemizi güncelleyelim. Elimizde iki Aslan, bir Kaplan, bir Kartal bir de iki Yılan var. Aaa bir dakika! Vilas yok. Vilas nerede acaba?

Vilas bizi terk etmiş olabilir mi? 😮

(Hayvanat bahçesine döndü buralar demeyin, ısırırım sizi)

Not: Sözlük gibi bir bölüm yayınlayacaktım bu bölümden hemen önce ama yetişmedi. O yüzden bunu bir ara atacağım. Bir de hikayemizin geçtiği dünyanın bir haritasını atacağım size. Elbette bir kısmını. Dünyamız genişledikçe sözlük de harita da genişleyecek.

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz 💞

Der ve S.Mare kaçar 💃

 

Loading...
0%