Yeni Üyelik
9.
Bölüm

1.8 - Aslan İnindeki Yılanlar

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

Upuzun bir bölüm oldu. Yorumlamayı ve oy vermeyi unutmayalım. Yorumsuz paragraf kalmasın 🥺❤️

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶

Gawa9 - Trailer Neoclassic

Adona - Crazy

🎶


Instagram:
e.s.mare
Esmare_den

Tiktok:
Esmareden
(Alıntılar, bölüm çizimleri için takip edebilirsiniz.)


Kaşları çatıldı. "Çeneni kapatmazsan ağzını dikerim!"

Sırıttım. "Hayır, dikemezsin. Ona ihtiyacın olacak."

 

At nallarının yere vuruş sesini dinlerken ara ara aslanın kükrememeleri kulağıma çalınıyordu. Esilian ile hemen arkamızdan geliyorlardı. Vücut sıcaklığı o kadar fazlaydı ki nerede olduğunu fark etmemek imkansızdı. Vilas bana küfürler ettikten sonra sessizleşmişti. Gözlerimizi ve ellerimizi bağladıklarında bir kez daha küfürler etmişti ve sonra yine sessizleşmişti. Şimdi at arabasının içinde, yağmacılara ait at arabasının içinde, başını kucağıma koymuş uyukluyordu. Aslında küfürlerine biraz ara verdiği bir an bana uyumamı söylemişti ama o benden çok daha beter bir halde olduğu için önceliği ona vermiştim.

Hiçbir şey göremesem de başım pencereye dönüktü, en azından orasının pencere olduğunu düşünüyordum. Aslanın her kükreyişi beni hem biraz ürkütüyor hem de heyecanlandırıyordu. Eğer görebilseydim şüphesiz her nereye götürülüyorsak, oraya varana kadar onu izlerdim. Şimdi ise sadece vücut sıcaklığının görüntüsüyle yetiniyordum. Hayatım boyunca birkaç hayvan görmüştüm, en çok da yılanlar... Ama bir aslan... Onu ilk defa görmüştüm. Aslanlardan tiksinirdim ama hayvanına kesinlikle tiksinti duymamıştım, aksine hayran olduğumu bile söyleyebilirdim. İçimden elbette, böyle bir şeyi dile dökmek bir Yılan için utanç verici olurdu.

Sonra bir tanesinin daha vücut sıcaklığını izledim, Lian'ın üzerinde olduğu aslana yaklaştı ve başını ona sürttü. Lian'ın bedeni eğilip onun başını okşadı. İki aslan... Lian belki de çok daha fazlasına sahipti. Ürkütücüydü ama aynı zamanda onların karşısına geçip izlemek isteyeceğim kadar da merak uyandırıcı...

Atları şükürler olsun ki Raiden yönlendiriyordu. Karşımızda ise Arlo ve Adara vardı. Onlar da sessizlerdi. Başımı geriye yaslandıktan birkaç dakika sonra ancak konuşmaya başladılar. Muhtemelen uyuduğumu düşündükleri içindi. "Yapma!" dedi Adara. Arlo her ne yapıyorsa Adara tekrarladı. Dikkatimi onlara verdiğimde vücut sıcaklıklarının renkli görüntüsü karşımdaydı. Arlo eliyle Adara'yı yanına çekti. "Yapma dedim!"

"Uyuyorlar işte," dedi Arlo. Gözlerime bağlı bezin altında kaşlarım çatıldı ama kıpırdamadım. "Hey!" diye seslendi Arlo. Başını Adara'ya çevirdi. "Gördün mü, uyuyorlar."

"Hey!" dedi Adara ama bu kez bize dememişti. Arlo onu okşuyor muydu şu an? Adara kıkırdadı. "Yapma! Arlo!" Yine kıkırdadı. Ardından gelen sesler, eğer bir yerleri yalamıyorlarsa... Öpüşme sesiydi. Renkli görüntülerinin birbirine yapışmasa da bunun kanıtı... Bunlar... sevgili miydi? Kesinlikle şu ana kadar müthiş bir şekilde gizlemişlerdi.

"Hayır," dedi Adara gülerek. "Sakın! Çıkarma... Arlo!"

Kumaş sesiyle Adara'nın kolları yukarı kalktı. Gözlerimde bezin altından açıldı ve hızla doğruldum. "Kahretsin! Uyumuyorum, tamam mı? Her ne yapacaksanız... Görmesem de duymak da istemiyorum."

Lanet olsun ki birazcık da görüyor sayılırım.

"Ne?" dedi Adara şaşkın bir sesle. Kıyafet sesi duydum, Adara bluzunu giyindi. Midem büzüştü. "Biz... Bir şey yapmıyoruz."

Arlo, "Yaptığımızı söylerseniz sizin için iyi..." demişti ki, "Yapıyordunuz," dedi Vilas. "Ve iğrençti."

"Sen de mi uyumuyordun?" diye bağırdı Adara.

"Ben de uyumuyordum!" diye bağırdı dışarıdan Raiden. "Ve bir Yılana hak verdiğim için yere ayak bastığım an kusacağım ama, iğrençti."

"Ormanın Hakimi!" diye inledi Adara. "Bu... Çok utanç verici!"

"Olmalı da," dedi Vilas, döndü ve başını iyice kucağıma yasladı. "Bunlara maruz kaldığım için Asra..." dedi ve küfretti.

"Bunu Lian'a söylemeyin," dedi Adara hemen. Belki... Önce nedenini öğrenmeliydim.

"Neden, bilmiyor mu?"

"Biliyor elbette," dedi Arlo homurdanarak. "Sadece o yakınlardayken yakınlaşmama yasağımız var."

"Neden?" dedim yine. Sonra nedenini anladım ve, "Sormadım sayın!" diye vazgeçtiğimi belli ettim. İşte o an ilk planımı devreye sokacağım an gelip çatmıştı. Samimiyet... "Sadece... Bir şeyi merak ediyorum."

"Edepsizce bir merak olmadığını umuyoruz cılız," dedi Arlo.

Yüzüm buruştu. "Sen bir Kartalsın ve o da bir Aslan." Adara mırıltısıyla devam etmemi belirtti. "Yani ırklarınız yakınlaşabilir, bunu biliyorum ama siz... Bunu yine de garip karşılamıyor musunuz?"

Garip karşılanmadığını biliyordum, annem bana ırklar hakkında bilgi verirken bunları da es geçmemişti. Bunu anlatırken yüzünde tiksinti dolu bir ifade beklemiştim ama o sadece anlatmıştı. Eğer onu tanımasam ırkların birlikte olmasını normal karşıladığını bile düşünürdüm ama o öyle biri değildi. Tüm ırklardan tiksinirdi, belki de umursamaz görünmesinin nedeni buydu. Diğer ırklar bizi ilgilendirmezdi, kimlerle nasıl ilişkiler kurdukları sadece politik olarak umurumuzdaydı.

"Neden karşılayalım?" dedi Arlo. Ne yani? Hiçbir zaman çocukları olmayacağının da mı önemi yoktu? Belki de... Planlarında evlenmek ve çocuk sahibi olmak yoktu. Belki de evlenebiliyorlardı ama çocuk... İşte o imkansızdı. Irklar karışamazdı.

"Siz karşılıyor musunuz?" diye sordu Adara.

"Evet," dedim hemen. "Ama karşılamasak da bir Yılan başka bir ırkla beraber olamaz zaten."

"Neden?" dedi Adara, sesi meraklıydı. Şaşırdım, merakına değil bunu bilmemesine şaşırdım ama aynı zamanda sevindim de. İyi ilerliyordum, sanki beni zehirleyen bir merhem hazırlamış gibi, sanki bize yaptıklarını unutmuş gibi normal bir şekilde sohbet ediyordum.

Ama biz kindar bir ırktık. Kinimiz hafife alınacak son şey bile değildi.

"Biz zehirliyiz," dedim. Uzun bir sessizlik...

Sonunda Arlo konuştu. "Örümcekler ve Akrepler de zehirli ama onlar nadir de olsa çiftleşebiliyor. Nadir olmasının nedeni de zehirli olmaları değil, iki türün değişik zevkleri var. Birbirlerine pek uymuyorlar."

İşte bu bilgiler bende yoktu. Ben ırkların karışması konusunu yüzeysel biliyordum, annem içeriklerine de zevklerine de girmemişti. Şükürler olsun ki... Midemin kaldırmayacağı şeyler olduğuna şüphem yoktu.

"Ayrıca zehrinizin panzehri var," dedi Adara, sesinde Arlo'nun söylediklerinin tiksintisi vardı. "Zehirli her ırkın vardır. Bazen duran bir kalbi canlandırmak için Yılan zehri kullanılır, sonra da zehrin yoğun etkisini kırmak için onlara panzehir verilir."

Bunu hiç duymamıştım çünkü bize birbirimizin zehri etki etmezdi, bazı durumlar haricinde. Demek ki diğer ırklarda zehrimizin böyle bir etkisi vardı. Buna neredeyse gülecektim, öyle bir durumda tiksindikleri Yılanlara muhtaç kalmak emindim ki onları delirtiyordu.

"Aksi halde kalbin tekrar durabilir," dedi Arlo, Adara'nın sözlerini devam ettirerek. "Beni ısırdığında panzehir sayesinde ölmedim." Boynunda bir şeyle oynadı, Lian'ın boynunda gördüğüm tüpten olmalıydı. Demek ki onda panzehir saklıyorlardı. "Hazır lafı açılmışken, beni bir daha ısırırsan senin için iyi şeyler olmaz."

Buna neredeyse gülecektim. "Irkımız," dedim konudan çıkmayarak. "Toprağın Hakimi tarafından saf kılınmakla mükafatlandırıldı. Zehrimizin panzehri olsa da... O gibi durumlarda..."

"Çiftleşmede," diyerek açıkladı Arlo.

"Evet," dedim nefesimi vererek. "Zehrin güçlü bir etkisi oluyor, kendi ırkımıza zehrimiz haz verir ama farklı bir ırkı o an öldürür. Panzehir kullanacak kadar bile yaşamazsın."

Yine sessizlik oldu. Sonunda Arlo yüksek sesle, "Vay be!" dedi. "O halde sadece çiftleşerek herkesi öldürebilirsiniz."

Buna gerçekten güldüm. "Sanırım o durum biraz karışık."

"Nasıl?" dedi Adara.

"Yani," diyerek araya girdi Vilas. "Zevk alman lazım, eşin her kimse. Şehvet zehrinin salgılanması için ırk fark etmeksiniz yoğun duygular gerekiyor. Bu zaten bizim için zor. Farklı bir ırktan zevk almak yani..." İğrenir gibi bir ses çıkardı. "Yılan olmayan biriyle yatmazdım. Biz genel olarak her ırktan tiksiniriz."

Arlo'nun renkli bedeni arkasına yaslanırken güldü. "Merak etme oğlum, bütün ırkların ortak noktası da sizden tiksinmek. Ha, tiksinmeseler de... Seninle biri neden yatmak istesin ki zaten?" Yine güldü. "Sen hariç cılız, sen zevksiz birine benziyorsun."

Buna kahkaha attım. "Duydun mu?" dedim Vilas'a. "Seni benden başkası yatağına almaz. Bir gün bunu sen de anlayacaksın!"

"Kapa çeneni!" diye homurdandı.

Onun sıcaklığını göremiyordum. Yılanlar birbirlerini fark edemezdi. Zaten etrafa çok da bir sıcaklık yaymıyorduk. Biz soğuk varlıklardık. Vilas'ın kucağımdaki saçlarını karıştırdığımda elimi ısırdı, dişleri tenimi delmeyecek bir şekilde.

"Saf kılınmakla mükafatlandırıldı dedin," dedi Adara konuya geri dönerek. "Buna gerçekten inanıyor musunuz?"

"Neden inanmayalım?" dedim anlamayarak.

"Bu..." dedi ve kısa bir an sustu. "Daha çok bir lanet gibi. Yani birisi bana bu hikayeyi anlatsa buna mükafatlandırmak demezdim."

"Anlamadım," dedim bu kez açık olarak.

"Demek istiyor ki..." dedi Arlo kelimeleri uzatarak. Renkli bedeni ileri eğildi. "Kimi aşık olacağını ya da şehvet duyacağını seçemezsin. Hepimiz farklı ırklara aitiz ve birbirimiz hakkında hep bazı şeyler öğretilerek yetiştirildik. Bunlar da duygularımızı şekillendirdi. Aslında duyguların ırkı, cinsiyeti, şekilciliği yokken biz var olduğuna inandırıldık. Üzüntü, mutluluk, sevgi, aşk ve daha birçok duygu... Biz bunları bile ırklara göre ayarladık, ayarlamak zorunda bırakıldık."

"Ayarlamak zorunda falan bırakılmadık," diye karşı çıktım. "Bu doğamızla ilgili. Yılan akrebi, kartal yılanı yer..."

"Söylediğinden yola çıkarsak aslan da kartalı yer ama biz dostuz," dedi Adara.

"Aynı şey değil," dedim hemen. "Biri göğün biri yerin gücünü taşıyor. Birbirlerine girebilecek son iki ırk."

"O halde timsahlar ve yılanları ele alalım," dedi Arlo. "Biri suyun, biri toprağın gücünü taşıyor. Birbirine girebilecek son ırk bile değiller değil mi? Neden birbirinizden nefret ediyorsunuz o halde? Aslanların besin kaynağında yılanlar bile yokken neden Aslanlara düşmansınız?"

"Aslanlar da bize düşman," diye çıkıştım.

Arlo gülerek cevapladı. "Cevabı kendin verdin zaten. Doğamız bu falan değil, biz hayvan değiliz çünkü. Onların güçleriyle hayat bulsak da, bizler insanız. Birbirlerini düşman bilerek yetişen insanlar... Sadece siz herkesi düşman bilerek yetiştirildiniz."

Mantıklı konuşuyordu ama ben hala aynı oranda Aslanlardan tiksiniyordum.

"Yüzündeki ifadeye bak," diyerek güldü Adara. "Tiksinti yüzünüzde yer edinmiş. Aksini düşünmene bile tahammülü yok."

Onları gözlerimdeki bez parçasından göremiyordum, yüz ifadeleri de tahmin edemiyordum ama kendi yüz ifademi aynada görüyormuş gibi biliyordum. Tiksinti genel olarak yüzüme yakışan bir ifadeydi.

"Tüm bunlar hala neden bir lütuf değil de lanet olarak gördüğünü açıklamıyor," dedim. "Şu kime aşık olacağımızı ya da şehvet duyacağımızı seçemeyiz saçmalığı haricinde elbette. Neden seçemeyelim? Eğer bize bir şeylerden tiksinmemiz, bir şeylere düşman olmamız öğretilmişse zaten seçimlerimiz çoktan şekillenmiştir değil mi? Aksini yapamayız değil, aksini istemeyiz bile."

"Bataklıkları sever misin?" diye anlamsız bir soru sordu Arlo.

Kaşlarım çatıldı. Nasıl saçma sorulardı bunlar? "Bataklıkları kim sever ki?" diye cevapladım.

"Bir bataklık çiçeği düşün! Ona dokunulduğunda kirleneceğine inanıyor, hatta ona diyorlar ki içinde bulunduğun bu bataklık seni korumak için var. Aslında o zaten çamurun içinde ana bunu düşünmüyor. Ona sadece sinekler yaklaşıyor ama o bunu da umursamıyor, ona söylenenlere öylesine inanmış ki hiçbir şeyi sorgulamıyor. Orada, bir bataklığın içinde ama saf... Buna inanıyor. Sonra bir gün bataklığın ötesine bakıyor ve orada bir adam görüyor. Adam çevresine ışık saçıyor ve yürüdüğü yolun kenarındaki her çiçek onun ışığıyla daha da güzel görünüyor. Bataklık çiçeği heyecanlanıyor, adamın ışığı ona vursun diye bekliyor ama adam bataklıktan çiçeğe yaklaşamıyor. Işığı bataklık çiçeğine hiç vurmuyor. Adam geri dönüyor, bataklık çiçeği bir süre daha adamın ışığının diğer çiçekleri aydınlatmasını izliyor, hatta başka çiçeklere dokunuşuyla kıvranıyor. Adam kaybolduğunda bataklık çiçeği her gün onun ışığını arıyor, onu aydınlatmasının hasretini, dokunuşunun hissini merak ederek solup gidiyor. İşte o zaman bataklığın bir mükâfat değil bir lanet olduğunu anlıyor."

Sessizce onu dinledim ve sustuğunda da bir süre sessiz kaldım. Sonunda gülmeye başladım. "Gerçekten hayatımda duyduğum en aptalca hikayeydi. Farz edelim ki bataklık yoktu ve adam çiçeğe yaklaştı. O ışıltısı bataklık çiçeğine de vurdu, hatta adam çiçeği sevdi de, ona dokundu. Sonra ne olacak?" Omuz silktim. "Yine çekip gitmeyecek mi?"

"Belki çiçeği de götürür," dedi Adara.

"Nereye?" dedim alayla. "Bir bataklık çiçeği yalnızca bataklıkta yetişir. Onu başka bir yere dikemez, çiçek ölür. Adam onu öldürür!" Hafifçe öne eğildim. Göz teması kuramasam da dudak büktüm. "Bu durumda bataklık bir lütuf değil mi? Çiçek en azından adam ona yaklaşmadıkça yaşamaya devam ediyor."

"Sineklerle beraber yaşamaya yaşamak denirse, evet," dedi Arlo.

"Vasat bir hikayeydi," diye homurdandı Vilas.

"Sen Yılan," dedi Arlo. "İşte sen o sineklerden birisin."

Vilas sadece mırıltılı sesler çıkardı, muhtemelen küfretti. Ona doğru eğildim ve fısıldadım. "Üzülme, ben seni sinek olsan da severdim."

Aslanın yüksek kükremesiyle at arabası durdu. Dışarıdan başka sesler gelmeye başladı. Koluma dokunulmasıyla irkildim. Adara, "Sakin ol," dedi. "Benim. Sizi yönlendireceğiz. Sadece adımlarınızı dikkatli atın."

Her nereye getirilmişsek gözlerimizi ve ellerimizi açmamaya kararlılardı. Vilas'ın doğrulduğunu anladım, onu Arlo yönlendiriyor olmalıydı. Adara kolumdan tutup beni arabadan indirdiğinde farklı farklı ağaçların karışımı olan koku burun deliklerimden süzüldü. Aldığım nefesin tadı bile değişmişti. Attığımız her adımda zeminden toprak kokusu yükseliyordu. Rüzgarın hafif esintisi üşütmüyordu, hava ılıktı. Ülkemde bu havayı hiç hissetmemiştim ve garipsedim.

Etrafımızda birileri vardı, kim olduklarını bilmiyordum. Konuşmuyorlardı ama oradalardı. Vücut sıcaklıklarından bir düzine kadar olduklarını söyleyebilirdim ama sadece izliyorlardı. Lian ve aslanı neredeydi, onların vücut sıcaklıkları etrafta görünmüyordu. En azından aslanın ama Lian etrafımızdakilerden biri olamazdı. O kibirli sesini bu kadar uzun süre bizden esirgemezdi çünkü.

Ben Esilian. Aslan Krallığının veliaht prensi Esilian Aslion.

Kibrinin kaynağı buydu işte. O bir prensti, bir veliaht prensti ama bir prensi bırak, bir veliahttın neden yağmacılarla bizzat ilgilendiğine bir cevap bulamamıştım. Hem bu, göklere kadar uzanan kibrine de ters düşmez miydi?

Onu kafamdan attım. Kendi şansızlığımı düşündüm. Bir Krallık Veliahtından kaçarken başka bir veliahttın pençelerine düşmen nasıl bir şanssızlıktı böyle?

Biri benimle evlenmek ve krallığımı işgal etmek istiyordu ki ilkini başarmıştı. Biri ise beni öldürmek veya kullanmak. Birini başardığını sanıyordu. En azından şu an tek güvencem ilkiydi. Bizi o öldürmeyecekse kimsenin de öldürmesine izin vermezdi. Öyle olsa Raiden çoktan kafamızı kesmiş olurdu. Bu bir tuzak değildi, sadece her nereye götürülüyorsak yolu görmememiz isteniyordu.

Etrafımızdaki adamlarla uzun bir süre yürüdük. Bir tünelden geçtiğimizi ıslak ve küflü kokudan anladım. Uzuz merdivenler çıktık, bir süre daha yürüdük. Yine merdivenler ve sonunda temiz bir tünel ya da koridor. Belki de bu kadar yürümemiz sadece kafa karıştırmak içindi. Yön duygum mükemmel değildi, geliştirecek şansım olmamıştı çünkü ben bir esirdim. Kaçtığım yerler bile Ak Yılan ve Kara Yılan Krallıklarıyla sınırlıydı. Vilas'ın yön duygusun gelişmiş olmasını diliyordum ama bizi Akrepler yerine Aslanların bölgesine soktuğu aklıma gelince onda da hüsrana uğruyordum.

Etrafımızdaki adamlar son koridor ya da tünele girince azaldı. Arlo ve Adara haricinde sadece dört adam kaldı. Sonunda da Adara beni durdurdu. Gözlerimi aniden açtığında gün ışığı gözlerimi yaktı. Sonunda ışığa alışan gözlerimle etrafı incelemeye başladım, Vilas da önünde bulunduğum kapının hemen yanında bulunan kapının önünde etrafa bakıyordu.

"Bu odalarda kalacaksınız," dedi Adara.

Burası neresiydi?

Odaların hemen karşısı camlarla kaplı bir koridordaydık. Camlardan görünen yer bir kule ve içinde bulunduğumuz koridor gibi bir koridordu. Camların ardındaki kapılar seçilebiliyordu. İleri birkaç adım attığımda Adara beni durdurmadı. Aşağıya baktım. Yüksekteydik ve aşağısı ağaçlarla kaplıydı. Hatta yüksek ağaçlar yer yer dallarıyla camların önünü süslüyordu. Karşıdaki koridor ortada bir kuleyle birleşip aynı şekilde devam ediyordu. Oradaki koridorun sonunda da bir kule vardı ama devamı görünmüyordu.

"Neredeyiz?" dedi Vilas.

"Aslan krallığının merkezi Lionel'de," dedi Arlo. Aslan Krallığını merkezi...

Bakışlarım hızla ona döndü. "Burası Aslan Sarayı mı?"

Saçmalık... Bizi saraya getirmiş olamazlar. İki yılanı! Hayatta olmaz!

Arlo, "Evet," dedi kaşlarını kaldırarak. "Aslanlar misafirperverdir. Sizi öldürmeden önce en azından hürmet gösterirler."

Adara güldü. "Sadece şaka yapıyor." Yüzünü ekşitti. "En azında deniyor." Beni çekip kapıya doğru itti. "Temizlenin ve biraz dinlenin. Hizmetliler birazdan size yiyecek bir şeyler getirir. Lian geri dönene kadar rahatınıza bakın."

"O rahatınızı kaçıracak bir şeyler bulana kadar tadını çıkarın derim ben, çünkü hep bulur," dedi Arlo. Vilas'a kapıyı işaret etti. "Hadi Yılan! Biraz temizlik iyidir."

Vilas ona kısık gözlerle baktı. Bakışları koridorda bekleyen dört askerde dolaştı ve sonunda beni buldu. "Tek oda yeter."

Adara kaşlarını kaldırdı. Arlo yüzünü ekşitti. "Sen gerçek bir sineksin değil mi?" Bana baktı ve "İyi," dedi. Vilas'a çenesiyle önünde durduğum kapıyı işaret etti. "Git ve çiçeğine kon!"

"Bu çok edepsizce," dedi Adara kınar gibi.

Ben ise sözlerine takılmak yerine Vilas'a sırıttım. Kollarımı açtım. "Yapraklarıma doğru gel seni kanatlı küçük sersem!"

Bana doğru yürürken, "Senden o kadar tiksiniyorum ki," diye söylendi. Yanıma geldiğinde bana küfreder gibi baktı ve kapıyı açıp içeri girdi. Adara ve Arlo'ya sırıttım. "Askerler biraz geride nöbet tutabilir mi? Biz biraz gürültü çıkaracağız çünkü."

Arlo tiksintiyle dilini damağına vurdu. "Ben de gidip biraz kusacağım."

Arkasını dönüp koridorda ilerlerken Adara'nın bakışlarını üzerimde hissettim. Ona kaşlarımı kaldırarak baktım. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama vazgeçtiğini gülümsemesi belli etti. "Banyoyu hazırlamaları için birilerini gönderirim."

"Evet," dedim uzatarak ve ona eğilip fısıldadım. "İhtiyacımız olacak çünkü."

Geri geri gidip odadan içeri girerken beni izledi ama bir şey söylemedi. Sonunda kapıyı yüzüne kapatıp arkamı döndüm. Vilas tam karşımdaydı. Aslında karşımda demek bile doğru olmazdı, adeta içime girecekti. "Vay canına!" dedim irkilerek. "Amma hızlısın ama üzerini çıkarmamışsın."

"Zırvalamayı kes!" diye çıkıştı Yılan dilinde. "Aslan sarayındayız. Bu ne demek biliyor musun?"

Kaşlarım yavaşça havalandı ve özlediğim dilime geri döndüm. "Aslan sarayındayız demek?"

"Kaçmamız imkansızla eşdeğer demek!" diye bağırdı.

"Şşş," diye uyardım. "Kavga ediyoruz sanacaklar."

"Zaten kavga ediyoruz!" dedi hayretle.

Olduğu yerde yalpalayınca onu tuttum ve kınarcasına konuştum. "Bu halde benimle kavga edemezsin. Yaralısın, güçsüzsün, acizsin, ayakta duramıyorsun. Önce dinlen, sonra bol bol kavga ederiz."

Onu temiz açık kahverengi örtülerle kaplanmış yatağa götürürken, "Sen..." dedi öfkeli ama yorgun sesiyle. "Sen inanılmazsın Asra. Keşke seni kaçırmak yerine vaktimi daha yararlı şeylere harcasaydım."

Sözlerine zerre alınmadım çünkü her ihtimali göz önüne alarak, hala bana Asra diyor ve yaşadığımız şeylerin ayrıntısına girmiyordu. Dinlenme ihtimalimizi göz önüne alarak aptal herif beni düşünerek konuşuyordu. Onu yatağa oturttuğumda dik durmadı bile, sırtını yatağa bıraktı. Ben de yanına oturdum.

"Ne yapacağız?" diye mırıldandı.

"Önce benden ne isteyeceğini öğreneceğim?" dedim ciddileşerek. "Kolay bir şeyse ki hiç sanmıyorum, yapar ve bekleriz. Zor bir şey ise, oyalar ve kaçacak bir yol ararız." Yüzümde bir sırıtış oluştu. "Elbette her iki ihtimalde de intikamımızı alarak."

"Sırf bunun için kabul ettiğini düşünmeye başlıyorum, yani intikam için." Ona üstten baktım. Sessiz konuşuyorduk, biz bile sesimizi zor duyuyorduk. "Gelirken onlarla yaptığın o saçma konuşma... Asra Yılan olmasak dahi kimse bu kadar kolay bize yaptıklarını unutacağımızı düşünmez. Onlar da düşünmüyordur. O yüzden yanlış bir şeyler yapma!" Yattığı yerden öylece odaya göz gezdirdi. "Zaten yapacağın en yanlış şeyi yaptın. Kendimizi bulduğumuz yere bak! Aslan sarayı!"

Elbette hemen gardlarını indirip zararsız olacağımıza, daha çok da olacağıma inanacaklarını düşünmüyordum ama ben sabırlı bir insandım. Doğru anda, hiç beklemedikleri bir anda bize yaptıkları her şeye onları pişman edecektim ve ben intikamımı aldığımda onlar hiçbir şey yapamadan sadece izleyeceklerdi.

"Üstelik o Aslan..." Yüzünü yoğun bir öfke bürüdü. "Yalan söylediğimizi anlıyor."

Yine o yoğun merak içimi kemirdi. "Bunu nasıl başardığını anlamıyorum, annem bile çoğu zaman bunu anlamıyordu."

"Asra annenin keskin bir duyuşu yok. Hiçbirimizin yok ama onun var ve diğerlerinden daha güçlü belli ki."

"Anlamadım," dedim yüzümü ekşiterek. "Bunun keskin duyuşla ne alakası var?"

Elini kaldırdı ve kalbimin üzerine koydu. Hafif ve düzenli atışını hissetti. "İfademizi, hareketlerimizi hatta sesimizi bile kontrol etmeyi öğrendik ama... Asra biz kalp atışlarımızı kontrol etmeye hiç ihtiyaç duymadık."

Dudaklarım aralandı ve öylece kaldı. Yüce Lesster adına! O kahrolası Aslan hep kalp atışlarımızı dinlemişti ve Vilas haklıydı. Biz dışımızı kontrol edebilirdik ama içimizi kontrol etmeyi hiç öğrenememiştik.

Daha fazla konuşamadan hizmetli iki kadın içeri girdi. Bize sadece bir an baktılar ve yüzlerinde oluşan tiksintiyle başlarını çevirip ellerindeki eşyaları banyoya taşıdılar. Banyo yatağın hemen sağında kalıyordu. Odadaki giriş kapısı haricinde tek kapı onundu. Zaten içeride çok fazla eşya da yoktu. Kapının sağındaki şöminenin hemen yanında, içinde sadece iki kitap olan bir kitaplık; karşısındaki pencerenin önünde küçük bir masa ve bir sandalye vardı. Sandalyenin arkası bir elbise dolabına dayalıydı. Aynalı çekmeceli dolap kapının solundaki duvar ile banyo kapısı arasında duruyordu. Üzerinde birkaç şamdan vardı. Bir de kime ait olduğu belli olmayan bir tarak...

Duvarların bazı kısımları parlıyordu. Kar taneleri yağmış gibi...

İçerisi, dışarının ılık havasına rağmen soğuktu. Kadınlar banyoya girdikten bir süre sonra sıcak su buharı banyodan dışarı taşmaya başladı. Hoş kokular odayı sardı. Vilas gözleriyle onları izlerken kıpırdamamıştı. Kadınlar banyoyu hazırladıktan sonra sessizce çıkıp gitti. Vilas ancak o zaman doğruldu. "Önce sen yıkan," dedi ama onun hali benden çok daha beterdi. Kokuyordu da. En azından ben bir kez yıkanmıştım ve bu kez öncelik onundu.

"Bana olan aşkını başka bir zaman gösterirsin," dedim ve onu belinden hafifçe ittim. "Git ve temizlen! Kokuyorsun tatlı sineğim!"

İtiraz edecek gibi oldu ama o da halinin benden daha beter olduğunu çabuk kavradı. Dolaba baktı, kıyafetleri düşünüyor olmalıydı. Ayağa kalktım ve dolaba yürüdüm çünkü Vilas'ta ancak banyoya ulaşacak güç varmış gibiydi.

Dolabın içi boştu. Hüsranla gözlerimi ona çevirdim. "Sen keyfine bak, çıplak yatman benim için sorun değil."

"Senin çıplak yatman benim için bir sorun," diye homurdandı.

"Biliyorum," dedim kötücül bir sırıtışla. "Karşı koyulamaz görünürüm."

"Seninle daha fazla uğraşmayacağım Asra," dedi ve yataktan destek alarak ayağa kalktı. "Ne olursa olsun yıkanmam gerek. Giysiyi sonra düşüneceğim."

Banyoya ağır ağır gitti. Kapıyı kapattığı an yüzümdeki gülümseme silindi, dolabın kapaklarını kapatıp pencereye doğru birkaç adım attım. Ellerimi masaya dayayıp dışarıya baktım. Buradan sarayın avlusunun sadece ufak bir bölümü görünüyordu. Avlunun görünen o küçük alanı da, bulunduğum odanın önü de ağaçlarla kaplıydı. Ormanın Hakimi sanki burada can bulmuştu.

Aslanlar Orman halkının temsilcisiydi ama bu kadar yeşilliği ben bile tahmin etmemiştim. Yılanlara ait topraklarda çok fazla ağaç olmazdı. Genellikle çalılık, dağlık ya da düz ovalara sahipti. Ormanlar bile cılız ağaçlarla dolu olurdu. Soğuk hava bazen karı, bazen de yağmuru getirirdi Yılan topraklarına. Yağmur toprağı çamurlaştırır, kar buzla kaplardı. Yeşil alan bize oldukça uzaktı. Yine de gördüğüm görüntüyü sevmiştim. Farklı ve canlı hissettirmişti. Güneş bile bu topraklara başka davranıyordu sanki.

Kapı tekrar çalındığında hizmetli kadınlardan biri elindeki kıyafet yumağıyla içeri girdi ve bu kez bana bakmadan kıyafetleri yatağa bıraktı. Yine tek kelime söylemeden dışarı çıktı. Biz ne kadar Aslanlardan memnun değilsek, onlar da bizden değildi ve hizmetliler bunu göstermekten çekinmiyordu.

Banyodan bir küfür silsilesi yükselince pencerenin önünde ayrıldım ve orada doğru yürüdüm. Vilas'a kapı arkasından seslendim. "Çıplaksan geliyorum."

"Gevezeliği kes Asra! Gel ve bana yardım et!"

"Çıplak mısın?"

"Evet!" diye bağırdı.

"O zaman gelip sana yardım ediyorum."

Küfretti, bana.

Kapıyı açtığımda küvetin içindeydi. İki büklüm görünüyordu. Gözlerini bana çevirdiğinde, "Biliyor musun?" dedi. "Hepsini öldürmek istiyorum."

Onu bu hale getiren Aslanlardan bahsediyordu ki haklıydı. Vilas'ı hayatım boyunca görmüştüm. En kötü haline bile şahit olmuştum ama hiçbir zaman kendini yıkayamayacak duruma gelmemişti. Tüm savaşlara katılmamıştı ama birkaç savaşa gitmişti. Geri döndüğünde yorgun olurdu, yaralanmış olurdu ama hiç böyle öfkeyle bakmamıştı. Onu bu halde görmek benim de öfkemi gün yüzüne çıkarıyor, harladıkça harlıyordu. Yine bunu ona göstermek yerine sırıtmayı seçtim.

Banyo teknesinin başına doğru yürüdüm ve "Başını geriye at," dedim. "Söz veriyorum, başka yerlerine bakmayacağım. Bu beni öldürecek olsa da."

Derin bir nefes aldı ve başını banyo teknesinin mermerine dayadı. Beyaz saçları kirden keçeleşmişti. Yüzüne sabun gelmemesi için dikkatle saçlarını yıkamaya başladım. Yüzü yaralarla kaplıydı çünkü. Tek gözü hala şiş ve kapalıydı. Vilas diğer gözünü de kapatıp iç geçirdi. "Benden habersiz hiçbir şey yapma!" dedi birden.

"Merak etme, hala heybetline bakmadım!"

"Asra ciddiyim," dedi. Tek gözünü açıp gri gözlerini yüzüme dikti. "O prens pisliği senden her ne isteyecekse önce bana söyleyeceksin."

Başımı salladım, ondan gizleyecek değildim zaten. Bu işte de bundan sonraki her işte de beraberdik.

Yine gözlerini kapattı. "Misla," dedim vurgusuzca. Kıpırdamadı. "Onu gerçekten sevdin mi?"

"Anlaman zor," dedi yavaşça. Uzun uzun gözlerime bakarken onu düşündüğü açıktı. İç geçirirken gülümsedi. "Onu gördüğümde heyecanlanıyorum, onunla konuştuğumda... Kalbim hızlanıyor." Geniş omuzlarını hafifçe kaldırdı ve inleyerek indirdi. "Yani öyleydi. Bakarken bile heyecanlandığım tek bir kız oldu ama o bir prensesti değil mi? Bir geleceğimiz hiç olmayacaktı. Aramızdaki en büyük engel bu bile değildi zaten. Şimdi ise hiçbirinin önemi kalmadı."

Son kelimelerinde sesi azalırken onu izledim ve Vilas sonunda gözlerini tekrar kapattı. Hafif bir suçluluk duygusuyla ben de iç geçirdim. Baktığımda heyecanlandığım biri hiç olmamıştı. O yüzden Vilas'ın Missla'yı gerçekten sevdiğini anlayamazdım ama ona bir şeyler hissettiğini fark etmiştim. Aslında yoğun şeyler olduğu da açıktı ama garip bir şekilde Vilas o kadar da üzgün görünmüyordu. Aksine ona tanımasam rahatladığını söylerdim. Belki de bana gösterdiği ifade buydu sadece.

Missla, kuzenim... Vilas'a hiçbir zaman o gözle bakmayacaktı. Vilas ise ondan çok daha iyi birine layıktı. Daha sevgi dolu, daha duygulu, daha sıcak...

"Zevkli biri olsaydın beni severdin," diye takıldım ona.

"Gözüme sabun kaçırdın!" diye tısladı. Acıyla inledi.

"Beni seçmemenin cezası," dedim gülerek. Küvetteki kirli suyu eliyle yüzüme fırlattı ve yine acı hissetmiş olmalı ki küfretti.

⚔️

Hizmetçilerin getirdikleri yemeklerle karnımızı doyurduktan sonra banyoya girmiştim. Bronz musluklardan akan sıcak su rahatlatıcıydı ama oda öylesine soğuktu ki banyoya girmeden önce kapının arkasında nöbet tutan askerlere şömineyi yakmalarını söylemiştim. Sadece hizmetlilerin boşalan tabakları almak için geri geldiğinde yakacaklarını söylemişlerdi. Yüzüme bile bakmamışlardı, muhtemelen ısınmamızı değil ölmemizi istiyorlardı. Dışarı çıktığımda Vilas çoktan yatağa kıvrılmış ve uyumuştu.

Şömineye baktım, yanmamıştı ama boş tabaklar alınmıştı. Askerlerin onlara şömineyi yakmalarını söylediklerini bile sanmıyordum. Titreyerek yatağa yürüdüm ve örtüyü açıp Vilas'a doğru sokuldum. "Üşüdüm," diye sızlandım. "Beni ısıtmak zorundasın, aşıklar bunun için var."

Gözlerini bile açmadı ama belimi tutup beni göğsüne doğru çekti. Vilas sıcak değildi ama odadan daha sıcak olduğu için iyi bir tercihti. Aslında tek tercihti.

Onunla karların arasında uyuduğumuz günleri hatırladım. Eğitimlerimizin bir parçasıydı bu. Ülkemiz soğuktu ve her an bir şey olup sığınacak bir yer arar duruma gelebilirdik. O yüzden soğuğa olabildiğince alışmalıydık. Vilas alışmıştı, ben ise kısmen alışmıştım. Hala onun üşümediği yerlerde ben üşüyordum. O buzlu suyla yıkanabiliyordu, ben de öyle ama ben sonrasında deli gibi titriyordum. Vilas ise sadece irkiliyordu. Vilas'tan nefret ediyordum.

Solukları yine yavaşlarken derin bir uykuya geçtiğini anladım. Ben de çok yorgundum, gözlerim kapanmak için adeta yalvarıyordu. Kapı bu kez çalınmadan açıldığında Vilas'ın gözleri de açıldı. Bana baktı ve hızla doğruldu, gayriihtiyari eli beline gitti ama belinde artık bir silah yoktu. Onun ardından ben de doğrulurken kapıya döndüm.

Lian eşikte dikiliyor ve bizi süzüyordu. Temizlemişti, saçlarının düzenli dalgaları bunun kanıtıydı. Üzerinde ise görkemli lacivert kıyafetler vardı. Gümüşi işlemeleri gömleğini süslüyordu. Ceketinde ise aynı gümüşi motifler vardı. Ceketin önünü gümüş bir aslan rozeti kapatıyordu. Çizmeleri cilalanmıştı. Muhtemelen onlar da yeniydi. Şimdi karşımda bir prens olduğundan emin olmuştum.

"Beni takip et!" dedi bana bakarak. Elbette bir selamlama cümlesi en son beklediğim şeydi. Arkasını dönüyordu ki Vilas'ın hareketlenmesiyle, "Yalnız!" diye belirtti.

"Bensiz hiçbir yere gidemez!" dedi Vilas sertçe.

"O kısım beni ilgilendirmiyor," dedi Lian. "Anlaşmayı onunla yaptım ve seni dışarıda bırakacağıma söz verdim. Yani..." Başını omzuna eğip Vilas'ı tiksintiyle süzdü. "O andan itibaren sen sadece onun bir süs eşyası oldun."

Vilas bir şey söyleyecek olduğunda elimi koluna koydum. Öfkeli gözleri bana döndü, şu an içinden onu dışarıda bıraktığım için bana küfrettiğini biliyordum. "Uyu biraz, sen rüyanda beni görmeye başlamadan geri dönmüş olurum."

"Hayır!" dedi sertçe.

"Vilas öldürecek olsa bunu çoktan yapardı," dedim kendi dilimizde. "Zorluk çıkarmanın bir anlamı yok değil mi? Bana bir şey olmayacak."

Yapacak bir şeyi olmadığını anlayınca, "Yine de dikkatli ol!" dedi sadece.

Başımı salladım ve yataktan çıktım. Üzerimdeki geceliğe aldırmadan Lian'ın yanına yürüdüm. Zaten açık değildi. En az son giydiğim kadar berbattı. Son giydiğim gecelikte biraz daha az esirdim sadece, arada kaçabiliyordum. Şimdi ise kaçmam için çok daha fazla çaba gerekiyordu ama Vilas'ın söylediği imkansız da sayılmazdı.

Esilian koridora çıktığında güneşin son ışıkları koridoru aydınlatıyordu. Bir şey söylemeden sola döndü ve önümden yürümeye başladı. Ben de onu takip etmeye... Askerler peşimizden gelmedi, şaşırdım. Prenslerini korumasız bırakmaları garip gelmişti. Muhtemelen benim gibi cılız birinin güçlü birini alt edebileceğini düşünmüyorlardı. Ben olsam o kadar emin olmazdım.

Lian güçlüydü ve güçlü olduğu belli oluyordu. Ben ise güçlü olduğu belli olmayan güçlüydüm. Ben daha tehlikeliyim.

Kaldığımız odanın yanında sadece bir oda vardı. Koridorun sol tarafı boştu. Sonda ağır, bronz metal bir kapı vardı sadece. Esilian kapıya gelince açtı ve geçmemi bekledi. Merdivenleri görünce nedenini de anladım. Arkasından değil, artık önünden yürümemi istiyordu çünkü koridorda askerler vardı. Burada ise sadece biz olacaktık. Düşündüğüm kadar akılsız değildi.

Önce aşağı baktım, aşağı inen merdivenler yoktu. Basamaklar sadece yukarı uzanıyordu. Garip... Merdivenleri çıkmaya başladım. Karşıda bir kule görmüştüm, muhtemelen o kulenin aynısında sol kanatta da vardı. Binanın planının bir kısmını çözmüştüm. Sol tarafta iki kule vardı. Ortada bir kule daha. Sağ tarafta da bir kule vardı, muhtemelen onun karşısında da. O halde saray halkı tam ortada konaklıyordu ve orası kulelerle çevriliydi. Koridorun diğer tarafındaki kapı da saraya açılıyordu.

Biz içeriye nereden girmiştik peki?

Koridorda iki kapı vardı. Biri kuleye diğeri saraya açılan... Başka bir kapı görmemiştim. Kuleden içeri girmiş olamazdık çünkü merdivenler aşağı inmiyordu. Saray tarafından da gelmediğimize emindim.

Gizli bir kapı vardı. İlk işim o kapıyı bulmak olacaktı. Tabii, askerleri bir şekilde atlattıktan sonra.

Dönen merdivenler bizi ilk önce bir odaya çıkardı. İçeri sadece bir an göz atabildim ve iki Aslan askerinin nöbet tuttuğunu gördüm. Bir üst tarafta da aynı manzara vardı. Esilian yürümemi söyledi. Sonunda çıktığımız oda son oda olmalıydı. Devam eden merdivenler kulenin surlarına çıkıyor olmalıydı.

Diğer iki katın aksine bu kattaki odanın bir kapısı vardı. Burada pencere yoktu. Sağ tarafta yanan bir şömine, önünde ise yumuşak, tüylü küçük bir halı vardı ama yuvarlak duvarlar raflarla kaplıydı. Raflar neredeyse küçük bir kütüphane kadar da kitaplarla doluydu. Bir ahşap masa kapının hemen karşısındaydı, üzeri boştu. Arkasında kürklerle kaplı bir de yumuşak sandalye duruyordu.

Lian, "Orada bekleme ve içeri gir artık!" dedi arkamdan.

Onun sesiyle incelemeyi bırakıp içeri girdim. Arkamdan gelip kapıyı kapattı ve sandalyeye doğru yürüyüp oturdu. Ancak o an yüzüme ikinci kez baktı. "Dikilme ve oturacak bir yer bul!" dedi sinir bozucu sesi.

Sanki içeriyi ilk kez görüyormuş gibi göz gezdirdim ve dudak büktüm. "Hangi sandalyeyi seçeceğimi bilemedim. Hepsi birbirinden görkemli!"

Gülmedi, gülümsemedi bile. "Boş konuşmalara vakit ayıracak biri gibi mi göründüm sana? Tüm bunları arkadaşına sakla ve otur! Ya da dikil, umurumda değil."

Dudağımın içini dişledim ve bir cevap vermemek için derin bir nefes aldım. Şöminenin önüne doğru birkaç adım attım ve yumuşak halının üzerine oturdum. Sıcaklık o kadar iyi gelmişti ki istemeden iç çektim.

"Kılıcımı ne zaman vereceksin?" dedim gözlerimi ona çevirerek. Beni izliyordu.

"Çaldığın kılıcı," diye düzeltti beni.

"Çaldım ve benim oldu, ne zaman vereceksin?"

"Çaldığın bir eşya ne zamandır senin oluyor?"

"Bir anlaşma yaptık!" dedim sinirlenerek. "Onu bana verecektin.

"Vereceğim," dediğinde rahatladım, devamı ise rahatlamamı öfkeye dönüştürdü. "Seninle işim bitip yollarımızı ayırınca. Kılıcın olmadan neler yaptığını gördüm, bir silahla neler yapabileceğini ise ancak tahmin edebilirim."

Öfkeyle gülümsedim. "Korktuğunu bilmek güzel."

"Korktuğumu söylemedim. Şu an ölmeni istemiyorum sadece."

Özgüveni karşısında homurdandım. Umursamadı. "Ayrıca," diye ekledi. "O kılıcı zaten kullanamazsın, neden istiyorsun?"

"Neden kullanamayayım?"

Öne doğru eğildi ve kollarını dizlerine bırakıp ellerini birleştirdi. "Kör çünkü. Birine saplarken bile zorlanırsın."

Kör değildi, en azından benim elimde.

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "O halde onu bana vermende bir sorun yoktur."

Sessiz kalıp yine yüzümü izledi. Ne aradığını bilemesem de sonunda tekrar arkasına yaslandı. Parmaklarını masaya hafifçe vurmaya başladı. İşaret parmağındaki yüzük dikkatimi çekti. En gözleri kadar parlak bir sarı taşa sahipti. "Seni buraya isteklerini sırala diye getirmedim, sen isteyeceğini çoktan istedin zaten. Bir anlaşma yaptık ve şimdi..." Kaşlarını kaldırıp başını hafifçe sağ omzuna doğru eğdi. "Sen sana düşen kısmını gerçekleştirmeye başlayacaksın. Sonra ise ben."

Sonunda benden ne isteyeceğini öğrendiğimi o kısımdaydık. "Ne yapmamı istiyorsun?"

"Neler," diye düzeltti. Kaşlarım çatıldı. "Senden tek bir şey isteyeceğimi nereden çıkardın?"

İtiraz etmedim çünkü bir işe yaramayacaktı. "İlk isteğin ne o halde?"

"Bilgi," dedi. Meraklandım, Aslan prens benden nasıl bir bilgi isteyecekti acaba? "Zindana atıldığını söylemiştin. Vücudundaki izlere bakılırsa bu bir kere ile de sınırlı değil."

Afalladım. Vücudumdaki geçmiş izler iyileştirilmişti. Bunu anlayamazdı. "Vücudumda başka iz yok. Sadece sırtımdakiler," dedim anlamamış gibi.

"Bana bir daha yalan söylersen aramızda artık bir anlaşma falan kalmayacak!" dedi sertçe.

Vilas haklıydı, kalp atışlarımızı dinliyordu ama anlamadığım başka bir şey vardı. Sessiz kalıp sadece ona baktım ve düşündüm. Vücudumda başka iz yoktu, bundan emindim. Ben bir prensestim ve vücudumdaki her iz mükemmel bir şekilde iyileştirilmişti. Talimlerdeki kesikler, düştüğümde oluşan yaralar, kırbaç izleri, hatta sivilcelerimden geriye bile tek bir nokta kalmamıştı. Her ne kadar kimseye gösterilmesem de annem güzelliğime önem verirdi. Kral ise kırbaç izlerini kraliçe görmesin diye çok daha fazla çaba sarf ederdi. Yılanların vücudu yara izine düşmandı zaten, çok derin olmadığı sürece izler kendiliğinden sönerdi. Dikkatli bakılmadıkça çoğu fark edilmezdi, buna özel yapım merhemler eklenince geriye pürüzsüz bir ten kalırdı.

O halde nasıl anladı?

"Merak ediyorsun değil mi?" dedi sessizliği bölerek. Yerinden kalkıp birkaç adımla bana doğru yürüdü ve önümde tek dizini yere dayadı. Bu kez gözlerime değil yanaklarıma baktı. Yüzümdeki parlak pullara... "Hayatımda senin kadar parlak ve bu kadar çok pula sahip bir yılan daha görmedim. Göz kapaklarında bile pullar var."

Gözlerim kısıldı. "Çok Yılan görmüş gibi konuşuyorsun."

"Her yıl sarayda ne kadar Yılan casusu yakaladığımızı duysan şaşırırsın," dedi, hala pullarımı inceliyordu. "Sırtında da pullar var," dedi birden. Sonunda sarı gözlerini gözlerime çevirdi. "Omuzlarında ve omurganın hemen üzerinde."

Konumuzun pullarımla ne alakası olabilirdi ki?

"Nereye varmaya çalıştığı anlamış sayılmam," diye dürüst oldum.

"Yakaladığımız casuslara neler yaptığımızı biliyor musun?"

Bu bir tehdit miydi, anlamamıştım. Sürekli beni tehdit etmesi bazen normal sözlerini de tehdit olarak algılamama neden oluyordu. Tehdit edilmiyorsam da, neden böyle bir soru soruyordu?

Kahrolası aslan... Derdin ne?

"Tahmin etmek zor değil," dedim sakince.

"Sorguya çekeriz, bu çoğu zaman vahşi bir şekilde olur," dedi. "Yaralanırlar, çoğu kez de ölürler. Ölüleri şu an konuşmayalım. Yaralananlardan devam edelim. Bu yaralar bedenlerinin her yerinde olabilir, pullu kısımlarda da. Bazen daha çok sorgulamak için o yaraları iyileştiririz. Pullar dökülür ve yerine yenileri gelir."

Daha parlak ve daha sağlıklı...

Kahretsin! Şimdi anlamıştım. Hakkımızda kim bilir, daha neler biliyorlardı.

"Pekala," dedim uzatarak. "Ara ara zindana atıldım. Nedenini tahmin edersin ama bunun benden isteyeceğin şeyle ne ilgisi var? Elbette Yılan zindanıyla ilgili bir şey istemeyeceksen." Sessiz kaldığında çatılan kaşlarım havalandı. "Zindanla ilgili mi bilgi edinmek istiyorsun?"

Bir Aslan neden Yılan zindanını merak ederdi ki? Tabii orada istediği bir şey yoksa. Ya da biri?

"Aslan bir esir mi arıyorsun?" diye sordum, sesimi meraklı tutmamaya gayret ederek ama oldukça merak ediyordum.

"Kartal," dediğinde şaşırdım.

"Neden bir kartal arıyorsun?" diye sordum ve bu kez sesimin meraklı çıkmasını engelleyememiştim.

"Nedeni seni ilgilendirmiyor," diye beni tersledi. Hafifçe geri çekildi, sandalyesine geri döneceğini düşündüm ama o aramızda biraz mesafe bırakarak yere oturdu. "Zindanda hiç Kartal bir kadın gördün mü?"

Hafızamı taradım, Aslan esirler görmüştüm ama bir Kartal gördüğümü hatırlamıyordum. Neden bir Kartal arıyor, sorusu beni daha da merakta bıraktı. Başımı iki yana salladım. "Kartallar sınırlarımıza nadiren girer ve onlar kaçmakta daha ustadır."

"Bunu nereden biliyorsun?"

Fazla konuşmuştum. Sınırlarımız ne demekti? Kahretsin! Ben sadece bir köylüydüm. Bir hırsızdım. Kraliyete ait bir kılıcı çalıp zindana atılmış bir hırsız.

Umursamazca omuz silktim. "Söyledim sana, zindanda çok vakit geçirdim. Askerlerin konuşmalarını az dinlemek zorunda kalmadım. Hem tüm Yılan halkı bilir ki Kartallar zeki avcılardır. Bazen bir şeyler çalarlar ve çalınan şeyler fark edildiğinde onlar çoktan kendi topraklarına geçmiş olurlar."

"Kartallar hırsız değildir," dedi, sizin aksinize der gibi. "Onlar sadece kendilerine ait bir şeyi almışsanız geri almak için gelirler."

"Nasıl diyorsan," dedim tartışmaya girmeyerek. Kartallar ile ilgili bir Aslanla münakaşaya girmeyecektim. Zaten bir Aslanın da neden Kartalları böyle savunduğunu anlamamıştım. Müttefiklerdi belki ama biz de zamanında Ejderler ile müttefiktik. Şimdi kıyımları bile nadiren dillendiriliyor, o tarihte bir tören bile yapılmıyordu.

Ejderler... İşte kalp atışlarımı düzene sokacak şey buydu. İçten içe buna gülümsedim.

"Zindanda hiç Kartal görmedim," dedim konuya geri dönerek. "Neden bir Kartal arıyorsun?"

Sorumu yine duymazdan geldi. "Arkadaşın ya da sevgilin, her neyse, bir leşçi demiştin. O görmüş olabilir mi?"

Olabilirdi, Vilas bir leşçi değildi belki ama bir askerdi. Zindana atılan suçluların bazılarına o eşlik etmişti ama bana bir Kartaldan bahsettiğini hatırlamıyordum. Elbette zindana attığı her suçluyu bana anlatmıyordu ama bir Kartal anlatılacak bir konuydu. Onlar yakalanması zor bir ırktı.

"Vilas bu işin gerisinde kalacaktı," dedim düşüncelerimin aksine. "Anlaşmamız böyleydi."

"Evet," diye onayladı. "Anlaşmayı seninle yaptık ve senin ilk işin ondan bu bilgiyi almak olacak."

"Bu geride kalmak anlamına gelmiyor!" diye sesimi yükselttim.

"Bu eğer ondan bu bilgiyi alamazsan, anlaşmanın kendine düşen kısmını gerçekleştiremediğin ve doğal olarak anlaşmanın bozulduğu anlamına geliyor," dedi. Soğuk bir şekilde gülümsedi. "Öyle bir durumda da sen anlaşma yaptığım kişiden bir esire dönüşüyorsun. Tabii arkadaşın da."

Dişlerimi sıktım, Vilas'tan böyle bir bilgiyi elbette ki alırdım. Bu Aslanın benden isteyeceği en kolay şeydi. Beni sinirlendiren şey sinsiliği ile beni avlamasıydı. Sözde sinsi olan bizdik ama bu Aslan bana kendi ırkımı sorgulatırdı.

"Gidiyorum o halde," dedim tıslarcasına.

Dizlerimin üzerinde yükselmiştim ki sözleriyle durdum. "Gidebileceğini söylemedim."

Tekrar ona baktım. Yerinden kalkıp tekrar sandalyesine yürüdü ve oturup önündeki kağıtlara bakmaya başladı. Üzerinde olan bakışlarıma karşılık bana gür ve siyah kirpiklerinin arasından bir bakış attı. Bir cevap beklediğim açıktı, benden bir şey istemişti ama gitmememi de söylemişti. "Bir şey mi söyleyeceksin?" diye sorması ise yüzümün buruşmasına neden oldu.

"Ben mi söyleyeceğim? Sen söyleyeceksin."

"Ne söylememi bekliyorsun?"

Benimle alay mı ediyordu?

"Mesela neden gitmeyeceğimi," dedim kaşlarımı kaldırarak.

Dudak büktü ve tekrar kâğıtlara döndü. "Halkınla ilgili anlamadığım şeyler olabiliyor. Birkaç rapor okuyacağım. Sen de aklıma takılan şeyleri cevaplayacaksın."

"Ne gibi?"

"Henüz aklıma takılan bir şey yok."

Şaşkınlıkla ağzım açık kaldı. Uykusuzdum, yorgundum ve daha da önemlisi saraya bizi nereden soktuklarını öğrenmem gerekiyordu. Planlamam gereken birkaç intikam da vardı ve Vilas beni bekliyordu. Kahrolası kedicik ise aklına takılan bir şey olursa diye burada kalmamı mı istiyordu?

Öfkelenerek, "Ben ne yapacağım burada?" diye sordum. "Aklına takılan bir şey olursa diye bekleyecek miyim?"

"Mükemmel bir fikir," dedi bana bakmadan.

Onun askeri olmadığıma dair birkaç cümle dilimin ucuna geldi ama hepsinin manasız olduğunu fark ederek sustum. Bir anlaşma yapmıştık ve o anlaşmanın bana düşen kısmında sınırlar yoktu çünkü ben, benden sadece tek bir şey isteyeceğini düşünecek kadar koca bir ahmaktım.

Bir asker gibi eğitim almıştım, kısmen bir öğrenci gibi de bilgi ama deneyim konusunda zayıftım. İnsanlarla iletişim konusunda zayıftım, en azından içmek, ortalığı karıştırmak ve kaçmak dışında. Kardeşlerimle bile sohbet etmezdim ki ben, Alissa ve Drassa dışında hepsi benden nefret ederdi. En yakın olduğum Alissa'ydı, onunla da kral ve kraliçe yüzünden çok konuşamazdım. Drassa ise yokmuşum gibi davranırdı. Vilas dışında normal bir iletişim kurduğum insan yoktu, annem de buna dahildi.

Saraydan kaçtığımda insanların arasına karışırdım. Kısıtlı bir zamanda da olsa ara ara onları izler, dinler ve takip ederdim. Yaşayışlarını merak ederdim çünkü. Özgür olmanın ne demek olduğunu merak ederdim. Sanırım bu benim insanları çözdüğüm konusunda yanılmama sebep olmuştu ama sadece izleyerek bir şeyleri çözemiyordun. Çözebilseydim eğer Lian'ın neden Vilas ile değil de benimle anlaşma yaptığını anlardım. Asıl nedeninin Vilas'ın kabul etmeyeceği olduğunu sanmıştım mesela ama değildi. Asıl nedeni; Vilas eğer bir anlaşma yapacak olsaydı, her detayını oluşturarak yapacak olmasıydı.

Ben sadece intikamıma, onlardan edineceğim bilgilere ve herhangi bir sorunda bir kaçış yolu bulmaya odaklanmıştım. Anlaşmanın kapsamına değil, acemiydim. Feci halde hem de. Vilas'ın küfürleri de şüphesiz bunun içindi.

"Bileklerine ne oldu?"

Sessizliği bölen sorusuyla halıya indirdiğimi başımı kaldırdım ve ona baktım. Hala kağıtlarla ilgileniyordu, bana bakmıyordu. Bileklerimi sarmadığım aklıma geldi ama önemsizdi. Zaten Adara denen kız bunu ona çoktan ötmüş olmalıydı. Cevap vermedim ve sırtımı şöminenin yanındaki duvara yaslayarak ona bakmaya devam ettim. Sonunda gözlerini kâğıtlardan çekip bana çevirdi. "Bileklerin?" dedi yine.

"Bileklerim?" dedim ben de. "Ne olmuş bileklerime?"

"Az önce sana tam da onu sordum?"

"Ah!" dedim gülerek. "Bu da Yılanlarla ilgili aklına takılan bir soru mu?"

"Bir Yılan değil misin?" diye sordu. "O halde evet."

"Yandı," dedim ayrıntı vermeyerek.

Elbette ayrıntı istedi. "Kör değilim. Nasıl yandı?"

"Ateşle temas ederek." Sırıttım.

Dişlerini sıktı. Neden benimle uğraştığını anlamamış gibi başını iki yana salladı ve kâğıtlarına geri döndü. Ben de neden benimle uğraştığını anlamamıştım aslında. Kırbaç haricinde bana başka ne ile işkence ettiklerini öğrenmeye mi çalışıyordu, yoksa asıl öğrenmek istediği Yılanların ne tür işkence yöntemleri olduğu muydu?

Bu belki de bana sorduğu Kartal kız ile ilgiliydi. Sevgilisi miydi?

Adara ve Arlo'ya bakılırsa bu onlar için olağan bir durumdu. Bir Aslan ve bir Kartal... Kız gerçekten sevgilisi olabilirdi ve ona ulaşmak için bana ihtiyacı vardı. Onunla evlenemezdi belki ama bir prensin en son dert ettiği şey bir Kartal ile evlenmek olabilirdi zaten. Ona veliaht veremeyecek biri ancak metresi olurdu. Lian kral olduğunda kız en kötü ihtimalle kraliçe tarafından öldürülürdü ya da belki de hiç umursanmazdı. Çocuk yoksa bir metres ne kadar sorun olabilirdi ki?

Bunlar umurumda olan konular değildi ama bu bilgiyi kendi lehime kullanabilirdim, yine de önce Vilas'la konuşmalıydım. Tekrar çuvallamak istemiyordum çünkü kabul etmek istemesem de Aslan bir konuda benden iyiydi. Planlar kurmak...

"Kız sevgilin mi?" diye sorduğumda buna ben bile birkaç saniye şaşırdım.

"Hangi kız?" dedi bana bakmadan.

"Kartal kız."

Gerildiğini hissettim. "Hayır."

Yalan söylüyordu. Gerilmesi onu ele vermişti zaten. Böyle bir şeyi bana söylemezdi çünkü vereceğim bilginin daha önemli olduğunu fark etmemi sağlamış olurdu. Yani elime bir koz verirdi.

"Yalan söylememe durumu sadece beni mi kapsıyor?" diye sordum.

Başını kaldırdı ve arkasına yaslanarak dikkatini yine bana verdi. "Yılan sevgilin mi?"

Vilas'tan bahsediyordu. "Konumuzun onunla bir ilgisi yok. Böyle bir bilgi de sana Yılanlar konusunda fazladan bilgi sağlamaz."

"Yani beni ilgilendirmediğini söylemek istiyorsun," dedi ve başını hafifçe salladı. "Kesinlikle, o yüzden Kartalın kim olduğu da seni ilgilendirmez. Benimle ilgili hiçbir şey seni ilgilendirmez. Sana sorduğum soruların cevaplarını bana ver, onun haricinde sus."

Ellerimi havaya kaldırdım ve "Peki," dedim uysal bir sesle. "Son bir soru sorabilir miyim?"

"Hayır!"

"Hepinizin senin gibi aslanları var mı?"

Kaşlarını çattı. "Hayır ne demek?"

"Yani yok."

"Öyle bir şey söylemedim."

"Hayır ne demek dedin, Hayır..." Dudak büktüm. "Olumsuz bir cevap."

"O önceki sorunaydı," dedi öfkelenerek.

"O halde var."

Dudakları birkaç saniye aralık kaldı. Başını önündeki kâğıtlara çevirip sesli bir nefes verdi. "Keşke dilini kesseydim."

"Vilas sevgilim değil."

Başını kaldırmadan gözlerini bana çevirdi, kaşlarını çattı. Kısa bir an sustu. "Sormadım."

"Az önce sormuştun."

"O seni ilgilendirmeyen soruları sormamanı anlaman içindi."

Omuz silktim. "Kartal sevgilin mi?"

Kaşları daha da çatıldı. "Çeneni kapatmazsan ağzını dikerim!"

Sırıttım. "Hayır, dikemezsin. Ona ihtiyacın olacak."

Afalladı, hemen ardında yüzünü tiksinti bürüdü. "Gerçekten mide bulandırıcısın."

Tepkisini anlamadım, birden neden hakaret ettiğini de. Aklıma ilk gelen şey elbette öpüşmek olmamıştı ama onun belli ki olmuştu. Bunu fark ettiğimde benim de yüzümde tiksinti belirdi. Midem burkuldu. "Bilgi için söylemiştim. Aklındaki gibi bir şeyi düşünmen seni benden daha mide bulandırıcı yapıyor. Bana dokunmayı düşünemezsin bile."

Gözleri ağır ağır bana döndü. Birden sandalyesini itip ayağa kalktı ve üzerime öfkeyle yürüdü. Tehlike algılarım şiddetle açılırken şömineye elimi uzattım ve az önce attığı odunlardan birini kavradım. Yanan ucunu ona doğrulttum. Her ne kadar tuttuğum yeri alev almamış olsa da sıcaklığı avucumu kavurmaya yetmişti. "Yaklaşırsan seni buna pişman ederim."

Adımları olduğu yerde durdu. Yüz ifadesi ona doğrulttuğum ucu alevli oduna bakarken değişmemişti ama şaşırdığını hissediyordum. Bunu yapmamı beklememişti şüphesiz. Sarı gözlerini üzerime çevirdiğinde, "Bırak şunu! Bir şey yapmayacağım," dedi sertçe. Bırakmayınca sesini yükseltti. "Elini yakıyorsun!"

Avucumdaki acı katlanılmaz olduğunda odunu ateşe geri attım. "Bana hakaret edip karşılık vermememi..."

"Bileklerini sen mi yaktın?" diye sorarak sözümü böldü.

Ürperdim. "Ne?"

"Biri... Sana bir şey mi yapmaya çalıştı?"

Bu kez kaşlarım çatıldı. "Ne?"

Adımlarını tamamladı ve tekrar ateşe uzanmamam için uzattığım kolumu kavradı. Başka bir şey yapmamam için, "Sakin ol!" dedi. "Bir şey yapmayacağım."

Tavırları garipleşmişti. Tuttuğu bileğimi çevirip kolumdaki yanık izine baktı, şükür ki diş izleri belli olmuyordu. "Kendini ateşle mi korumaya çalıştın?" Anlamadım, sessizliğim üzerine gözlerini üzerime çevirdi. "Yılan askerleri!" diye bağırdı. İrkildim. "Seni köle tacirlerine mi sattı?"

Gözlerim açıldı. Biliyordu, köle Yılan kadınlarının kendini koruma çabasından bile haberdardı. Aslında bileklerimi bu kadarını hesaplayarak yakmamıştım, evlilik izimin Yılanlardan birinin dikkatini çekmemesi için yakmıştım. Tam da Lian'ın düşündüğü şekilde düşünmeleri için yakmıştım. Zaten Aslanlara yakalanacağımı da onların böyle bir bilgiye sahip olacağına da ihtimal vermemiştim hiç ama şu an olan tam olarak buydu.

Yine de tepkisi abartılıydı ama sonra anladım. Bana dokunamazsın demem ile üzerime gelmesini buna yorduğumu sanmıştı. Halbuki hakaret etmeme kızdığını biliyordum ben. Diğer yandan abartılı öfkesi bana bir bilgi daha verdi. Kartal kadın için soruyordu bunu. Askerler eğer kendi ırkını bile köle tacirlerine satabiliyorsa bunu Kartallara da yapabilirlerdi? Bir Kartal kadını satın alan biri ise zehri ile o kadının sonu olurdu.

Biz kendi ırkımız dışında biriyle olmazdık belki ama erkek her ırkta erkekti. Tiksinti bazen bazı iğrenç şeylere kalkışmayı engellemiyordu, hatta ortada tiksinti bile kalmıyordu. Sadece vahşi, iğrenç bir güdü... Hele de karşısındakinin canı önemsiz olunca bir Yılanın uçkurunu ne engelleyebilirdi ki?

Ne cevap vereceğimi bilemedim. Yalan söylemek bana acımasına ve bir avantaj elde etmeme yarayabilirdi. Diğer yandan... Bana acımasındansa kendimi asardım. "Hayır."

İnanmadı ve daha da öfkelendi. Bileğimi çevirdi ve yanan avuç içime baktı. "Yılan askerlerin kadın mahkumları gizlice köle tacirlerine sattığını duymuştum. Bana doğruyu söyle!"

Elimi hızla çektim ve kucağıma sakladım, sızısı arttı. "Öyle bir şey olmadı. Yılanlar böyle bir şey..."

Yaparlardı, yaptıklarını duymamıştım belki hiç ama yaparlardı. Prenses olmasaydım bırak bir köle tacirine satılmayı o zindanda kim bilir kaç kez tecavüze uğramış olurdum. Güç bir yere kadardı, ben o zindanlarda çok kez de savunmasız kalmıştım. Askerlerin bunu yapmayacağını dair bir yalanını istesem de söyleyemezdim. Devam etmediğimi görerek dişlerini daha da sıktı. "Doğru," dedim sonunda. Şu an öfkeli olduğu için, daha çok da o kadına olan endişesinden göremiyordu ama bu bilgi ona anlattıklarımla çelişirdi. O yüzden destekleyici bir hikaye uydurdum. "Askerler beni satacaklarını anladığımda meşalenin birini kapıp kendimi yaktım. Beni durdurmasalardı kendimi bile yakardım. Satılmadım, artık değersizdim ama zindana geri kapatıldım ve yine kırbaçlandım. Vilas beni çıkarana kadar böyle sürüp gitti."

Küfretti, ayağa kalkıp odada hızlı adımlarla yürümeye başladı. Endişe ve öfkesi sözlerimi sorgulamasının da kalp atışlarımı takip etmesinin de önüne geçti. Takip etseydi de hızlı atışlarını bir yalana yorması neredeyse imkansızdı. "Lanet olsun! Tiksinilesi varlıklar!"

Öyleydiler ama bu sadece Yılan ırkına has bir durum değildi. Bundan neredeyse emindim, o yüzden öfkelenmeden edemedim. "Aslan askerleri zindandaki kadınlarınıza mükemmel mi davranıyor?"

Durdu ve bana dönüp, "Mahkûmlarımız köle tacirlerine satılmaz!" diye bağırdı. "Adilce yargılanır!"

"Belki," dedim ben de bağırarak. "Ama zindandaki kadınların tek sorunu gizlice köle tacirlerine satılmak değil. Bu en masumu bile sayılabilir hatta. Mahkum kadınlarınızın askerleriniz tarafından taciz edilmediklerini ya da tecavüze uğramadıklarını bana söyleyebilir misin? Siz de iyilik abidesi değilsiniz."

"Hiçbir askerim bu kadar iğrenç bir şeye yeltenmez!" dedi hırıltıyla. "Cesaret edememelerinden bahsetmiyorum bile."

Kendi ırkını o kadar yüzde görüyordu ki buna sadece öfkeyle güldüm. "Eminim etmezdir ama sana bir bilgi vereyim. Erkekler, ırk fark etmeksizin, en büyük silahını o bir parça et parçası zanneder. Cesaretiniz bazen sadece ondan ibaret olur. Diğer yandan zindandaki bir mahkumu neden bir soylu, hele de prens umursasın ki. Söyle bana hadi! Adilce yargılamalarınızdan sonra hangi kadının ne durumda olduğuna baktınız? Bana bir isim ver de sana inanayım?"

Sessiz kalışı bir cevaptı. Aynı zamanda kendini sorguladığını da görebiliyordum.

"Ben de öyle düşünmüştüm. Bana masal anlatma Prens Esilian çünkü bunları yiyebilecek en son kişi benim." Soğuk bir şekilde gülümsedim. "Ben o zindanlarda çok kez uyudum ve inan bana, bir soylu değilsen kimse için zerre değerin yok. Kimse sana ne yapıldığıyla ilgilenmez, ölüp gidene dek. Çürümüş etinin iğrenç kokusunu çekilir olsaydı, ölünle de ilgilenmezlerdi."

Öfkeden kaskatı kesildi ama hala tek kelime kuramamıştı. Onu bu kadar öfkeli ilk defa görürken bu öfkesinin biraz da kendine ait olduğunu biliyordum. Bunun hazzını duydum, aynı zamanda da biraz şaşırdım. Böyle bir şeyin vicdani sorgulamasını yapan bir soylu olabileceğini düşünmezdim. Bana göre çoğu vicdansız pisliklerdi.

Bana arkasını döndü. Derin derin nefesler aldı ve sonunda sadece, "Odana dön!" dedi.

Durmadım ya da başka bir şey söylemedim. Yavaşça doğruldum. Odadan çıkıp merdivenleri inmeye başlarken aklımdaki tek şey Kartal kadındı. Ak Yılan zindanında mıydı, bilmiyordum ama eğer oradaysa bu zamana kadar başına neler geldiğini tahmin edebiliyordum. Ona üzüldüğüm için pişmanlık hissetmedim çünkü Arlo'nun da söylediği gibi ben ırkımdan önce bir insandım. Hiçbir kadının yaşamasını istemediğim şeyleri sırf ırkından dolayı onun yaşamasını istemek beni kötü bir insandan önce iğrenç bir insan yapardı. Bu tiksindiğim Aslanın sevgilisi olsa dahi...

Yorgunluğum sanki o odadan çıkınca daha da arttı. Merdivenleri inerken aşağıdaki odalara yine de daha dikkatli bakmaya çalıştım ama göze batan bir ayrıntı yoktu. Askerlerin nöbet tuttuğu kule odalarıydı sadece. Silah aşırabilirdim belki ama şu an bu riske girmeyecektim. Önce gücümü tamamen toplamam lazımdı.

Askerlerin kapısında nöbet tuttuğu odaya girdiğimde Vilas uyumamıştı. Beni beklemişti. Konuşmamı beklese de yatağa tırmandım ve örtüyü üzerime çektim. Kulede yeterince ısınmıştım ama şu an hiçbirini konuşmak istemiyordum. Dahası elimdeki yanığın onda ortaya çıkaracağı öfkeyi izlemek istemediğim için, "Uyandığımızda konuşalım!" dedim. "Şimdi güçlü kollarının arasında ısıt beni küçük sineğim."

⚔️⚔️⚔️


Merhabalar Yılanlarım ve Aslanlarım...

Keyifler nasıl?

Peki ya bölüm? 🐍

Aslan sarayına da geldik 💃🏻 Bakalım Aslanlarım saray hayatı nasılmış değil mi?

Lian bir Kartal arıyormuş meğer. Acaba bu Aslan çocuk neden bir Kartal arıyor 😌

Diğer yandan kulakları da pek güzel duyuyormuş, meğer yalan söylediklerini dinleyerek anlıyormuş...

Bir de son olanlar var. Asra zeki sizce yoksa Lian mı?

Hepsi Yılan Yuvası gelecek bölümlerdeffllfkgk

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar 💃🏻

 

Loading...
0%