Yeni Üyelik
30.
Bölüm

Final - Ateş, Öfke ve İntikam

@e.smare

Merhabalar Yılanlarım 😈

Final bölümünüzden hepinize merhaba. Lütfen yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmeyin. Geriye dönüp yıldızlamadığınız bölümleri yıldızlarsanız beni çok mutlu edersiniz 🥹❤️

Finale yakışır ve bol bol yorumlar beklerim. Beklerim de beklerimmmmm 🥹

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶

Klergy - The Beginning Of The End

🎶

Instagram: e.s.mare
Esmare_den
Tiktok: smare_hikayeleri


Ateş... Öfke... İntikam...
Mükemmel bir karışımdı.

 

İnsanların arasında ilerlerken gerçekten askerlerin sokaklara dağıldığını görüyordum. Arlo haklıydı çünkü duman kokusu tüm şehre yayılmıştı. Ateşin büyüklüğünden artık şüphem yoktu.

Talu pelerinini yüzünün yarısına kadar indirmişti, dikkat çekmemeye çalışıyordu ama zaten geleceği gören, hatta ona yön verebilecek güçte olan birinin bir askere yakalanmasından endişe etmiyordum. Bizi sürekli farklı sokaklara sokması, tehlikeli durumlarda gizlenme hızı bunu çoktan kanıtlamıştı. Aslında o evden çıkmaktı bunun en büyük kanıtı.

Elimdeki madalyonu daha sıkı kavradım. "Bana yalan söyledi," dedim sessizce. Korkum çok yoğundu ama aynı zamanda öfkem de onunla yarışıyordu. Lian bugüne kadar bana kim bilir kaç yalan söylemişti ama bu konuda bunu yapmamalıydı.

Aptaldım, ona nasıl güvenebilmiştim ki zaten?

"Seni korumaya çalışıyor," dedi Talu. "Sokakların durumunu görüyorsun. Ben olmasaydım çoktan yakalanmıştın."

"Onu bulmayı denemedi bile. Üstelik tehlikeye düşmesinin sebebi de o. Bana güvende olduğunu nasıl söyleyebildi?"

"Ona çok fazla yüklenmiyor musun?" dedi Talu. "Senin için çok şey yaptı, hala da yapmaya çalışıyor."

"Sadece Canlandıran'ı yanında tutmaya çalışıyor, sen de bunu söylememiş miydin?"

"Yapma!" dedi hafifçe gülerek. "Sadece birbirinize girmenizi sağlamaya çalışıyordum. Böyle şeylerde çok başarılıyım."

"Ne olduğunu biliyorsun. Neler yaptığının da farkındasın. Buna rağmen iyi adam olduğun konusunda hala ısrarcı olman garip."

Başını bana çevirdi. Yüzünde sadece dudakları görünüyordu, onlar da yukarı kıvrıldı. "Neyi neden yaptığımı anlaman zor ama şunu unutma! Ben yön veririm. Yani bir şey yapıyorsam bunun sebebi vardır. İyi ya da kötü... Siz neyin iyi neyin kötü olduğunu bilemezsiniz işte ama ben bilirim."

"Garip laflarınla ilgilenmiyorum," dedim ilerlemeye devam ederken. İlerideki askerlerle bir duvarın köşesine çekildik. "Vilas'ın nerede olduğunu söyle bana!"

"Hala meyhanede," dedi Talu, askerleri kontrol ederken.

"Ondan kolyeyi nasıl aldın?" diye sordum. "Vilas iyi ve dikkatli bir askerdir."

"Ben de dikkatinin dağıldığı zamanı bilen ve görü gücü olan bir Kurdum. Aksi halde o evden de o kadar kolay çıkamazdık değil mi?"

"Yarı Kurt," diye düzelttim onu. Haklı olduğunu söylemeyecektim.

"Sanki sen saf bir Yılansın," dedi kinayeyle.

Dikkatimi çekmişti işte. "Bu nasıl olabiliyor? Annem ve babamı senin de bildiğini biliyorum. Sen her şeyi biliyorsun belli ki. Bana bunu açıkla hadi."

"Ölmeye hiç niyetim yok canım," dedi. "O konuyu kendin çözmek zorundasın." Bunalmış bir nefes verdim ve tehlikenin dindiğini belli ederek tekrar sokağa çıkan Kurdu takip ettim. "Ha, eğer ki sana bu cevapları sağlarsam ne olacağını merak ediyorsan, senin sonun da ölümle bitiyor."

"Ne?" dedim ve aniden durdum. Beni kolumdan çekip tekrar yürümemi sağladı.

"Öyle," dedi normal bir şeymiş gibi. "Sen kendini öldürtüyorsun, ben de buna sebep olduğum için... Pek hoş bir yol değil anlayacağın."

"Lian'a her şeyi anlatmamanın nedeni de böyle bir şey mi?" diye sordum merakla.

"O yolun sonu ölüme çıkmıyor ama benim istediğim yere de çıkmıyor."

"Senin istediğin yer?"

Hafifçe gülümsedi. "Senin bilmemen gereken yer."

"Senin hayatımla ilgili her şeyi bilmen ama benim buna hakkım olmaması çok boktan bir durum," diye sızlandım.

"Kendi hayatımla ilgili de her şeyi biliyorum ve inan bana, bu imrenilecek bir şey değil." Kolumu kavrayıp beni bir ara sokağa çekti. "Hadi, hızlı olmalıyız. Daha çok asker geliyor."

Şehrin en ücra köşelerine doğru yürümeye devam ettik. Kara Yılanlar etrafta dolaşıyordu. Bu kısımda daha çok Kara Yılan askerleri vardı ama halk onların varlığından hoşnuttu. Garipseyen ya da hoşnut olmayan bir yüz bile yoktu. Şüphesiz burada dolaşan Ak Yılan askerleri olsaydı, bu denli rahat olmazlardı. Bu kadar sakin de kalmazlardı.

Meyhaneye daha da yaklaştığımızda kalp atışlarım hızlandı. Vilas'la oradan çıkıp saraya gittiğimiz o gün ne kadar da uzak geliyordu artık. O zamanlar tek derdim babama ya da anneme yakalanmaktı. Gariptir ki babama yakalanmak anneme yakalanmaktan hep daha iyi gelmişti. Babamın tepkileri can yakıcıydı, annemin ise kalp kırıcı.

Bir kalbin acısı çoğu zaman birçok yaradan daha çok acıtıyordu.

Bir süre sessizce ilerlesek de,"Kendi ölümünü görmek nasıl bir his?" diye sordum. Onun gücü herkesten çok daha fazla ilgimi çekiyordu, bunu inkar edemezdim.

"Kötü," dedi hafifçe gülerek. "Nasıl olmasını bekliyorsun ki? Ben yaşamak isteyen bir insanım. Ölüm onu isteyenlere bile ürkütücü gelir."

"Ama ölümden kaçabilirsin. Başkalarının böyle bir şansı yok."

"Her zaman bir yol ölüme bir yol yaşama açılmaz," dedi. "Belki önünde onlarca yol vardır ama hepsinin sonu ölümle bitiyordur. Bundan nasıl kaçabilirsin?"

"Uzun olan yolu seçebilirsin ama. Böylelikle daha uzun yaşarsın."

Hafifçe güldü. "Gördüklerimi görebilseydin böyle söylemezdin. Uzun bir hayat sürmek her zaman yaşamak demek değildir. Ölüm kaçınılmaz, bazen daha fazla yaşayacağın o yol sadece acıdan ibaret olur." Başını bana çevirdi ve pelerinin başlığını biraz geriye çekip karanlık sokakta siyah gibi görünen kahverengi gözlerini açığa çıkardı. "Hayata geri gelip tekrar yaşamak istemeyeceğin kadar acı."

"Önünde böyle bir yol mu var?" dedim merakla. "Acı..."

"Hepimizin önünde böyle bir yol var."

Ürperdim. "O halde o yolu seçersek eğer, ölümden geri dönüş olmadığı için şanslı sayılıyoruz."

"İstisnaları var," dediğinde ona baktım tekrar.

"Ne söylemek istiyor..."

Beni dinlemedi bile. "Ve sana bir tavsiye daha, sakın bu tavsiyemi küçümseme. Ölümle oynama! Sana bir tutam hayat ile geldiğinde ona kanma! Senden önce kiminle anlaştığını bilemezsin. Bir hayat alırsın ama kendi hayatını cehenneme çevirirsin."

"Bunun ne demek olduğunu..." Yüzünü buruşturduğunda sözlerimi, "...sorsam da söylemeyeceksin," diye tamamladım.

Tahmin ettiğim gibi söylemedi de ama başka anlamadığım şeyler söylemekten de geri kalmadı. "Sana ölümle ilgili bir şey söyleyebilirim sadece. Zamanından önce söylenen gerçeklerin sonu ölüme çıkacak. Unutma! Prens için annesi her Kutsal Varlık'tan çok daha değerli ve inan bana, bunu bilen çok fazla kişi var. Güven prenses... Herkese verilmeyecek kadar önemli bir duygu."

Konunun Lian'a gelmesini elbette ki beklemiyordum ama Talu'nun hep yaptığı şey zaten buydu. Söylediği şeyler o an genellikle anlamsız olurdu, anlamını kavradığımda yapmam gerekenlerle ilgili ipuçları barındırırdı.

Bu kez tamamen anlamsız değildi. Prens için annesi her Kutsal Varlık'tan daha değerli... Lian hala benim için bir bilinmezlikti belki ama onun için ben öyle değildim. Odaklandığı şey sadece annesiydi, anlattığı tüm hikaye annesi söz konusuysa önemsizdi ve benim güvenim, böyle birine verilemeyecek kadar değerliydi.

Yaşadıklarımız... Ona da söylemiştim, hepsi büyük bir hataydı. Talu'nun söyledikleriyle bu daha da acı bir şekilde yüzüme çarpmıştı. Canımı yakıyor muydu? Elbette ama benim canım hep yanardı zaten. Sonra geçerdi, bu da geçecekti. Vilas'ı bulduktan sonra tüm bunlar önemsiz kalacaktı. Lian hayatımdan defolup gidecekti. Belki de çoktan gitmişti bile.

Bin lanet! Kahrolası Aslan'la ilgili her düşünce nasıl huzursuz edici ve... Artık can yakıcı olabiliyordu?

Talu durup bana döndüğünde irkildim. Önce yine askerlerin varlığıyla gizleneceğimizi sandım ama o pelerininin içinden bir şey çıkarıp bana uzattı. İki kalın, çelik bileklik... "Bunlar ne?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

"Sürekli kendini yakmanı izlemek keyifli değil, inan bana," diye cevapladı. "Al hadi. Ejder çeliğinden, ateşin eritmez."

Bu kez kaşlarım havalandı. Bileklikleri alıp inceledim. İç kısmında yazılar vardı ama sokak yazıları okuyamayacağım kadar karanlıktı. "Ejder dili," dedi Talu. "Ateş hem yaşamdır hem ölüm. Ejder sözüdür."

Garip bir şekilde sözler de bileklikler de beni heyecanlandırdı. "Ve bunu bana veriyorsun çünkü?"

"Söyledim sana, kendini yakışını izlemek keyifli değil."

Bileklikleri memnuniyetle kabul ettim ve bileklerime geçirdim. Yalan söylemeyecektim, hoşuma gitmişlerdi. "Ya da bu tam da az önce söylediklerinle ilgili. Zamanından önce söylenen gerçeklerin sonu ölüme çıkacak. Böyleydi değil mi? Ama artık önemi yok, onları gizlemem gereken adamdan çoktan kurtuldum."

Gülümsediğini görecek kadar ışığa sahiptik. "Sizin kaderiniz beraber yazıldı."

"Boktan sözler," dedim öfkeyle. Lian da böyle söylemişti çünkü. "Vilas'ı bulup bu topraklardan da ondan da kurtulacağım."

"Akıllı birisin Assra Marian, o yüzden söylerimi dikkate al. Hayal ettiğin şeyler her zaman sana mutluluk getirmeyecek."

Güldüm. Bunun farkında olmadığımı mı sanıyordu? Hayat başlı başına bir kumardı zaten. Bu kimi bu zamana kadar hayal kurmaktan alıkoymuştu ki? Beni de hayallerden alıkoymayacaktı çünkü en azından zihnimde de olsa bir an düşündüklerimle mutlu olabilme fırsatı bulabiliyordum.

O yüzden Talu'ya son sözlerinden sonra bir şey sormadım, hiç konuşmadım. Sonunda meyhanenin olduğu izbe sokağa girdik, bu kısımda askerler çok fazla değildi. Olanlar da biraz çakırkeyifti. O yüzden meyhaneye girmemiz zor olmadı. Kapıdan girdimiz an etrafıma bakınmaya başladım ve Talu'nun kolunu yakaladım. "Nerede?"

"Gel," dedi ve bu kez o benim bileğimi kavradı. Kalabalığın arasında ilerlemeye başladık. Şişman Moelli beni fark edince el salladı. Pelerinin saçlarımı gizlediğine şükrettim çünkü ırkımı fark etseydi işler karışabilirdi. Gerçi o hala ihtimal dahilindeydi. Kadına sadece gülümsedim ama annemin gittiğim meyhaneleri araştırmaması için dua etmeye başladım. Tabii çoktan etmemişse...

"Dikkat çekme!" diye uyardı Talu. "İçeride de askerler var."

Hadi be! Neden kaygı duyduğum her şey bir anda gerçekleşiyordu?

Talu meyhanenin sol tarafına yöneldi. Oradan da tekrar sağa, bu kısımda barın arkasına açılan bir oda vardı. Aynı odaya Moelli'nin arkasından da giriş vardı ama oradan girmek daha dikkat çekerdi. O odaya hiç girmesem de depo olduğunu biliyordum. Moelli biten içkileri odadan tedarik ederdi.

"Vilas?" dedim korku ile. "Yakalanmadı değil mi?"

Başını iki yana salladı. "İçki mahzene sığındı ama çok vaktimiz yok. Onu alıp hemen çıkmazsak daha çok askerle karşılaşacağız. Bir de..." Hafifçe güldü. "Senin Aslan çıldırmış durumda."

"Çoktan anlamış olacağını düşünüyordum aslında," dedim öfkelenerek. Bu kadar geç hareket etmemiş nedeni oydu çünkü. Burada çok daha öncesinde de olabilirdik. "Muhtemelen öfkesini evde dolaşarak atıyordur. Askerlerden korkup buraya gelmeyi bile göze alamaz, alsa bana yalan söylemezdi zaten."

"Çoktan anladı ve peşimize düştü zaten," dedi Talu.

"Eh, burayı bilmemesi yararımıza o halde. Askerlerin devriyesini görünce geri döner."

Bir Yılan yalpalarak omzuma çarptı. Neredeyse pelerinin başımdan düşecekti ki hızla düzelttim. Talu beni başka bir sarhoştan çekerek uzaklaştırdı ve bir an duraksadı. "Korkak olduğunu düşünüyor musun gerçekten?"

Duraksamasına sinirlendim. Söylediklerine de. "Evet, bunun başka bir açıklaması yok zaten."

Kapıya geldiğimizde Talu etrafı kontrol etti, dikkat çekmediğimizin fark etmiş olmalı ki başıyla onayladı. Kapı kolunu kavradım ama Talu çevirmeme izin vermedi. "Emin ol, o Aslan korkak olmanın dışında her şey. Öylesine güçlü ki kısa bir süre benim görü gücümü bile engelledi. Korkunç bir şey bu, kafandaki her şeyin birden karardığını düşün."

Elini çektiğinde kapıyı çevirdim. "Böyle bir şeyin mümkün olduğun bilmiyordum," dedim içeri girerken. İçerisi karanlıktı. Ellerimle yoklayarak yolu bulmaya çalıştım. "Vilas!" diye seslendim kısık sesle.

"Mümkün," dedi Talu arkamdan. "Anlayacağın... Aslan korkak biri değil. Sadece gerçekleri biliyor."

"Vi-" Seslenecekken durdum ve ona doğru döndüm ama yüzü seçilmiyordu. "Gerçekler?"

"Vilas'ın burada olmaması konusunda söyledikleri yani." Ürperdim. "Haklıydı. Vilas burada değil. Kolyeyi ondan aylar önce çaldım, bugün için. Boynunda duranı senin üzülmemen için buldu. Keşke açıp içine baksaydın."

Sesi yavaşça uzaklaşırken, "Sen..." dedim, korkum artık tamamen kendimeydi. Bir şey planlamıştı ve ben... Kahretsin ki ben onun planına kendi ayağımla yürümüştüm. "Sen ne yaptın?"

Kılıcımı hızla çektim. Ona doğru koşmaya çalıştım, bir şeye çarptım ve acıyla küfrettim.

"Ve..." dedi Talu. "Askerler konusunda doğruyu söylüyordum. Sadece yerleri hakkında fazla bilgi vermedim." Kapı açıldığını içeri sızan loş ışıkla belli etti. Talu bana gülümsedi, bu sıcak bir gülümseme değildi. "Üzgünüm ama tekrar görüştüğümüzde bunu telafi edeceğim."

Önce ışık kesildi sonra, kapının kapanma sesi geldi. Ardından kapıya koşamadım çünkü arkamda birinin varlığını sezebiliyordum artık. Döndüm ve kılıcımı karanlığa salladım. Bunu tekrar yapamadım çünkü sanki yeterince karanlık değilmiş gibi, bir bez çuval başıma geçirildi.

⚔️

Debelenip vücudumu saran iplerden kurtulmaya çalışırken art arda küfürler savuruyordum. Nerede olduğumu bilmiyordum, başımda hala o bez çuval vardı. Kendimden geçtiğim anı hatırlıyordum, bez çuvalın başıma geçirilişinden hemen sonraydı. Kendime geldiğimde ise soğuk rüzgar tenimi dövüyor, kıyafetlerimden içeri sızarak üşümeme neden oluyordu. Aslında son birkaç dakikadır tenim buz kadar soğuktu. Titriyordum ama yine de bağırmaktan vazgeçmiyordum.

Bir ağaca bağlanmıştım. Bunu parmaklarımın sürttüğü çıkıntılı yüzey kanıtlamıştı ama tam olarak nerede olduğumu anlamama imkan yoktu. Her neredeysem ses çıkarmam pek önemli olmamalıydı, çünkü kimse ağzımı bağlamaya yeltenmemişti. Başımdaki çuvalı çıkarmaya da. Annemin adamları mıydı, yoksa Kara Yılanların mı?

Talu beni kimse satmıştı? Peki, karşılığında ne almıştı?

Güven prenses... Herkese verilmeyecek kadar önemli bir duygu.

Kahretsin ki lanet Kurt beni uyarmıştı ve Lian da. Ona güvenme, demişti. Güvenmemeliydim ama o madalyon... Aylar önce Vilas'ın onu çaldırıp benzerini alarak beni kandıracağını nereden bilebilirdim ki?

Yaprak çıtırtıları duyduğumda sesim kesildi. Kalbim daha fazla bir korkuyla atmaya başladı. Kim olduklarını bile soramadım, alacağım her iki cevap da beni memnun etmeyecekti.

Başımdaki bez çuval çekildiğinde yakınımdaki meşalelerin ışığı gözlerimi kırpıştırmama neden oldu. Karşımda duran adamı tanımıyordum ama iri yarı oluşuna bakılırsa beni buraya getiren o olmalıydı. Meşale onun elindeydi. Çıplak ağaçların bir kısmını aydınlatıyordu. Meyhanenin kuzeyinde ağaçlık bir alan vardı. Muhtemelen beni oraya getirmişti.

Peki, bu adam kimdi? Askere benzemiyordu. Dazlak bir yılandı, kafası garip şekillerle doluydu. Beni krallığa o mu satacaktı?

"Kimsin sen?" dedim bozuk bir sesle. Sürekli bağırmaktan ve küfretmekten boğazım acıyordu. "Benden ne istiyorsun?"

Konuşmadı. Yine yaprak çıtırtıları gelince başımı çevirdim. Kimin geldiğini görmek için kalbimin yüksek sesini dinleyerek bekledim. Seslerden iki kişi olduklarını ayırt edebildim. Sonunda simsiyah peleriniyle bir adam karşıma yürüdü. Dazlak Yılan onun gelişiyle gerilediğinde adam bana biraz daha yaklaştı. Yanındaki diğer pelerinli geride durmuştu. Sonra ağaçların arasından teker teker adamlar çıktı ve bir yay gibi arkalarına dizildiler.

Ak Yılan askerleri...

Karşımdaki adam pelerininin başlığını geriye atınca nefesimi istemsizce tuttum. "Baba..."

Kral Siles tam karşımdaydı. Bu daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü bilemiyordum. Aslında sanırım benim için artık iyi giden bir şey kalmamıştı.

"Assra Marian..." dedi babam. Yüzünde kibirli bir gülümseme vardı. "Ak Yılan sarayının kayıp prensesi. Hiç yakalanmayacağını sanıyordun değil mi?"

"Ben..." dedim nefes nefese. "Ben kaçmadım. Kaçırıldım..."

Yalanlarıma devam etmeme izin vermedi. "Kes şunu!" dedi tükürükler saçarak. Gri gözlerine öfke ateşi yığılmıştı.

"Dinle! Baba ben..."

Birden çenemi sıkıca kavradı. "Sen sarayımı, krallığımı bir karmaşanın içine iterek kaçtın. Senin yüzünden yeni bir savaş kapımızda adeta. Aptal! Böylesine bir evlilik senin için bir lütuftu ama sen Marian, hain olmayı seçtin. Söyle şimdi; o sürüngen nerede?"

Vilas'tan bahsediyordu. Anlamıştı, elbette anlayacaktı. İkimizin de aynı anda kaybolması bir yana, Vilas ve ben ayrılmazdık hiç.

"Yalnız kaçtım," dedim başka yalanlara başvurarak. Çenemi öyle bir sıkıyordu ki sesim neredeyse anlaşılmaz çıkmıştı.

Elini çekti ama bu yüzüme şiddetli bir tokat atmak içindi. "Bir daha bana yalan söylersen bu tokattan çok daha fazlasına maruz kalırsın."

Yarılan dudağımdan kan ağzımın içine aktı, ne onun acısı ne de bunu bana babamın yaptığının bir önemi oldu. Bana çok daha fazlasını yaşattığı onlarca anım vardı. Yalanlarımın etkisizliğini çabuk kabullendim. Zaten onun için doğrularımın da önemi olmamıştı hiç.

"Bana bir şey yapamazsın!" dedim çenemi dikleştirerek. "Ben artık esir tuttuğun küçük kızın değilim. Ben Kara Yılan Veliahtının eşiyim."

Güldü, gülüşleri saniyeler içinde kahkahalara dönüştü. Onu izlerken bir kez daha düşündüm, bir baba kendi çocuğuna bu denli nefret dolu ve acımasız olabilir miydi? Belki de Lian bu konuda da haklıydı, o babam değildi. Bu beni yine aynı soruya yöneltti.

İkiz kardeşim Drassa'ya... Onu nasıl sevebilmişti öyleyse?

"Sen bir hainsin," dedi Kral Siles. "Kara Yılan prensi her ne kadar seni benim kaçırdığımı düşünse de artık o da gerçekleri öğrenecek, çünkü her şeyi ona, tüm saraya sen anlatacaksın. Bir sürüngenle nasıl kaçıp iki krallığı karşı karşıya getirdiğini bilecekler."

"Ben mi söyleyeceğim?" dedim, bu kez gülen ben oldum. "Sen beni saraya götürüp herkesin önüne atacaksın ve ben de kaçtığımı itiraf ederek seni kurtaracağım öyle mi? Sence sonucunun ölüme çıkacağı bir yolu seçer miyim?"

Pelerininin altına uzandı ve hızla çektiği kılıcını boynuma dayadı. "Ölümden daha acı verici şeyler vardır Marian."

"İşkencelerinden korkmuyorum," dedim ve ekledim. "Baba!"

Kılıcı indirse de yüzüme bir tokat daha atması gecikmedi. "Belki oynadığım zaruri baba oyunundan çıktığımı bilmen korkmanı sağlar. Ben senin baban değilim ve hem bu iğrenç aşağılanmadan hem de senden kurtulmanın vakti geldi. Eğer kolay bir ölüm istiyorsan bana yüzbaşının yerini söyle ve yaptıklarını saray halkının önünde kabul et. Aksi halde cesedini sarayın avlusuna atıp tanıklarla yine istediğimi elde ederim ben."

Düşüncelerimi desteklemesi nefesimi yine tutmama neden oldu, bu ağır bir gerçekti ve artık kanıtlanmıştı. Yine de o an hissettiğim şey acı, keder değildi. Rahatlamaydı, meraktı. "Kardeşim Drassa..."

"Onun soylu adını ağzına alma sakın," diye kükredi. "Drassa senin kardeşin olamayacak kadar asil ve ahlaklı. Sen ise annen gibi bir fahişesin sadece."

Anneme söylediklerine öfkelenmemem mümkün değildi, bana söylemesini bile görmezden gelebilirdim ama annem olmazdı. Yine de öfkemi içimde tutmayı başardım, bu bir şeyler öğrenmemin başlangıcı olabilirdi. "Annem seni aldattı öyle mi? O halde Drassa'yı nasıl kabullendin? Erkek olduğu için mi? O olmasaydı bir varisin olmazdı çünkü."

"Drassa benim oğlum, benim kanımdan," dedi tıslar gibi. "Kalissia'dan çok daha şerefli bir anneye sahip."

Söyledikleri çok açık sözler değildi ama yine de anlamıştım. Kral Siles'ın hayatına annemden başka çok kadın girmişti. Ben nasıl onun çocuğu değilsem, Drassa da annemin çocuğu değildi. Tıpkı Teressa gibi... Muhtemelen babamın saraya getirdiği ve annem tarafından zehirlenen kadınlardan birinin çocuğuydu. İki taraflı bir anlaşmaydı bu. Bizi ikiz kardeş gibi göstermişlerdi. Kral Siles kendi ihanetini görmezden gelip annemin ihaneti için onu öldürebilirdi de ama bunun krallığını sarsacağını hesap etmiş olmalıydı çünkü ben doğduğumda tahtına oturalı çok olmamıştı.

Ben onun çocuğu değildim ve bu o kadar rahatlatıcıydı ki...

Bana işkence eden, benden nefret eden, beni hapseden babam değildi. Belki babam gerçekten bir Ejderdi ama o Kral Siles değildi. Rahatlamıştım, hem de bir kuş gibi... Ama aynı zamanda bir öfke hala içimdeydi. Anneme öfkeliydim çünkü onun ihanetinin bedelini ben ödemiştim.

"Gerçek babam..." dedim oldukça rahatlamış bir şekilde. Sanki bağlı değilmiş, sanki her an beni öldüremezmiş gibi. "Yaşıyor mu?"

Öfkeyle güldü. "Öldü, onu ben öldürdüm. Yavaş yavaş..."

Derince yutkundum. Öylesine bir zevkle söylemişti ki bunu canımı yaktığını fark ettim. Sanki o anları tekrar gözlerinin önüne getirmiş gibi, sanki babamın acıyla kıvranan bedeni benmişim gibi bana bakarak. Onu tanıyamamıştım bile. Onu, bana yıllarca işkence eden adam öldürmüştü. Babam sandığım adam babamın katiliydi.

"Kimdi?" dedim tükürür gibi. Ona ölesiye bir nefretle baktım ama bu sadece gözlerinden yayılan o zevkin katlanmasına yaradı. O an anladım, yıllardır ona baba dememden tiksinmişti. Onu sevgi beslememden nefret etmişti ve şimdi bunların hepsi yok olmuştu. "Bana adını söyle!"

"Daha fazla bilgi mi istiyorsun?" dedi gerçek bir tıslamayla. "O halde ihanetini itiraf et. Ölmeden önce sana her şeyi anlatırım. Hatta onun yanına gömerim iğrenç bedenini."

Bir an bunu düşündüm. O saraya gidip her şeyi itiraf edersem bana gerçekten her şeyi anlatır mıydı? Ya da bunu annem mi yapardı? Hayır, ikisi de yapmazdı. Kral Siles o itiraftan sonra bu sözünü hatırlamazdı bile, annemin de bu kez elinden gelen bir şey olmazdı. Belki bana o bir şeyler anlatırdı ama sonucunda ölecek olmama hiçbir bilgi değmezdi.

Babam ölmüştü belki ama ben yaşayacaktım. Yaşayacak ve onun intikamını da Kral Siles'dan alacaktım.

"Hiçbir şey itiraf etmeyeceğim," dedim. "Tanıklarına da kimse inanmaz. Şu an Kara Yılanların gözünde onları güçten düşürmek için kendi kızını, veliaht prenslerinin eşini kaçıran birisin sadece. Belki bu gerçek değildi ama şu an bulunduğumuz durama bak! Beni esir almışsın." Gülümsedim. "Yalan birden gerçek oluverdi. Ölürsem Kara Yılanlar zaten senden bileceklerdi, şimdi istersen onu da gerçeğe çevir ve savaşın ayak seslerini dinle!"

Öylesine sinirlendi ki meşalenin ışığının vurduğu yüzünde kaşlarının arasındaki iki çizgi derinleşti. Yine boğazımı sıktı, nefesimi şiddetle kesti. "Seni de baban gibi bir an yaşatmamalıydım."

"O konuda... Biraz geç kaldın."

"Evet," dedi ama öfkesini sinsi dudak kıvrımları kapattı. "Tek planımın bu olduğunu mu sanıyorsun? Sevdiğin herkesi tek tek şehir meydanında yılanlara yem edeceğim ve sen bir köşede onları izleyeceksin."

Nefes almak zor olmasa buna gülebilirdim. "Sevdiğim... Kimse kalmadı."

Vilas zaten burada değildi. Talu gerçekleri geç de olsa söylemişti. Beni kandırıp Krala teslim etse de en azından bunu benden esirgememişti.

Onu öldürecektim ve bunu bu kez kesinlikle yapacaktım. Sadece bir şekilde bu durumdan kurtulmam gerekiyordu.

Kral Siles güldü. "Alissa," dediğinde kaşlarım çatıldı. "Onu seviyorsun değil mi?"

"Hayır," dedim keyifli ifadem son bulurken. Artık ona hissettiğim tek şey öfkeydi.

"Çünkü kaçtı. Sana böylesine büyük bir lütufta bulunarak kaçtı. Peki, neden kaçtı biliyor musun?" Boynumu bıraktığında derin derin nefes aldım. Bir adım geriledi ve yüzündeki gülümsemeyle yüzümü süzdü. "Çünkü hamileydi. Karnında bir piç taşıyordu."

Bu bilgi beni en az babamın ölümü kadar sarstı. "Yalan söylüyorsun!" dedim, nefeslerim bu kez bu dehşet bilgiyle hızlanmıştı.

Gülmeye başladı. "Alissa sana ihanet etmez. İğrenç bir şekilde seni seviyordu ama kaçmaya mecburdu."

Bu büyük bir yalandı. Onu kaçırmak istemiştim ben ama reddetmişti. Öyle olsaydı bana bunu söylerdi, annem yerine benim yardımımı alırdı. Beraber kaçardık ve ben onu da bebeğini de korurdum.

Düşünceler aklımdan geçtiği an zihnim bunu reddetti. Onu nasıl koruyabilirdim ki? Kendimi bile korumayazken üstelik. Alissa bebeğini koruyacak tek kişinin annem olacağını biliyordu. Eğer benimle kaçarsa bebeği de dahil benim de ölümüme sebep olacağını düşünmüştü. Belki de tüm bunları aklına bizzat annem sokmuştu. Alissa kolay etkilenen bir kızdı.

Viressa'da onunla olan karşılaşmamızı hatırladım ve geç de olsa bir şeyleri fark ettim. Bana söylediği her şey ondan uzak durmam içindi. Peşine düşmemem içindi. Eğer bana bebekten bahsetseydi onu bırakmazdım çünkü.

Kaçtığımı biliyor muydu acaba? Yoksa gerçekten peşine düştüğümü sanıp korkmuş muydu?

Bilmiyordu, beni gördüğünde şaşırmıştı. Peşine düştüğümü sanmıştı. Çıkmaza girmişti. Eğer bebekten bahsederse onunla giderdim ve o, bu kez iki krallığın da peşimize düşeceğini düşünmüştü.

Alissa, benim küçük kardeşim...

Çok şeyle baş etmek zorunda kalmıştı ve ben hiçbirini anlamamıştım. Bir bebek taşıdığını nasıl düşünebilirdim ki? O... Çok küçüktü. Birini sevdiğini bile bilmiyordum, bebeğin babası hakkında bir tahminim bile yoktu. Belki de yanındaki o adamdı, başka kim olabilirdi ki zaten?

Hiçbir şeyden emin değildim, hiçbir şeyi görememiştim. Ben artık sadece berbat bir arkadaş değildim, ben aynı zamanda berbat bir kardeştim.

Kendimi toparlamaya çalıştım. Zordu ama buradan kurtulmak için bunu yapmalıydım. "Alissa senin elinde değil."

"Askerlerim onu sabahın ilk ışıklarıyla yakaladı. Aşığıyla beraber."

Korkumu ona belli etmemeye çalıştım ama bu imkansızdı. Annem Alissa'yı koruyamayı başaramamış mıydı? Belki de buna uğraşmamıştı bile, annem zaten onu hiç sevmemişti. Alissa bir konuda haklıydı, onun hiç annesi olmamıştı ama o, şu an bir anne olmak için çabalıyordu. "O senin kızın," dedim zorlanarak.

Beni sevmemesini anlıyordum ama Alissa da Drassa gibi onun kanındandı.

"Bana ihanet etti," dedi tıslar gibi. "Şu an uğraştığım her şeyde en az senin kadar suçlu. Onu yanına hiç yaklaştırmamalıydım, onu da kendin gibi bir fahişeye çevirdin."

Kral Siles için tek bir çocuğu önemliydi, o da Drassa'ydı. Kan bağından söz etmesi zırvalıktı. Onun önemsediği şey varisti. Kızları sadece bağlantılarını güçlendirecek bir araçtı ve Alissa o avantajını çoktan kaybetmişti. Gözden çıkarılması en kolay çocuğuydu artık.

"İstediğini yapmam için önce onu görmeme izin ver," dedim öfkeyle. "Senin elinde olduğuna emin olmalıyım."

"Şart sunma hakkına sahip değilsin. Eğer buna inanmıyorsan, şehrin meydanında ölümünü izlerken onu görebilir ve elimde olduğuna inanabilirsin."

Onun elinde olduğuna emin olmalıydım, aksi halde kendimi boşuna harcamış olurdum. Aslında her türlü boşuna harcanmış olacaktım. Eğer Alissa elinde değilse boşuna ölecektim ama elindeyse de, ben her şeyi itiraf ettikten sonra bizi öldürecekti. O halde yapabileceğim tek şey sadece vicdanımı rahatlatacak yolu kesinleştirmekti.

"Yalan söylüyorsun," dedim yine. "Alissa çoktan gizlenecek küçük bir kasaba bulmuştur."

Kahkaha attı. "Küçük bir kız o, aşığıyla ancak şehrin dışındaki köylerden birine gidebilecek kadar ilerleyebilmişler."

İstediğim küçücük bir açıktı, onu da almıştım. Beni tehdit edip her ne kadar gücün onda olduğunu belli etmeye çalışsa da, Alissa'nın aslında elinde olmadığına dair biraz bilgi de vermişti. Bilmediği tek şey Alissa ile Viressa'da karşılaşmış olmamdı ve Viressa, bahsettiği köylerden çok daha ilerideydi. Annemin yardımından haberi olmadığını da bu şekilde anlamıştım, çünkü bunu bilseydi Alissa'nın şehirden kaçacak kadar gücü olduğunu da bilirdi.

"Daha fazla vaktimi seninle harcayamam," dedi gülüşlerini keskin bir şekilde sonlandırarak. "Şimdi bana cevap ver, her şeyi ititraf edip Alissa'yı kurtarmayı mı, yoksa onun ölümünü izlemeyi mi..."

"Ölümünü izlemeyi," diye sözünü kestiğimde afalladı. Bunu beklemiyordu. "Tabii onu bir gün bulabilirsen," diye devam ettim. "Alissa'yı gördüm. Şu an nerede olduğunu bilmiyorum ama senin elinde olmadığına eminim."

Kral Siles hep en zeki kendisini görmüştü. Annemin oyunlarını bile hiç sezmemişti bu zamana kadar ve ben o kadının kızıydım. Aklımda iki plan vardı. İlki söylediklerine inanmış gibi yaparak tehdidine gelmek ve beni saraya götürmesini izin vermekti. Orada onun düşündüğünün aksine yazdığım hikayeyi devam ettirirdim. Beni alıkoyduğunu ve işler karıştığı için tehditle geri getirdiğini söylerdim. Kara Yılanlar buna inanmaya hayli hevesli olurdu zaten ama o yolu tercih etmeyecektim. O saraya tekrar dönersem bir daha kaçabilmem imkansızdı çünkü Vilas yoktu. Vilas yoktu ve annem vardı. Annem artık eskisinden bile daha tedbirli olurdu. Bir de Kara Yılan prensi... İki yandan kuşatılırdım.

O yüzden en başından beri ikinci planımı uygulamaya karar vermiştim. Kral Siles beni öldüremezdi, itiraf etmeyeceğimi anlasa bile bunu yapamazdı çünkü o itirafa ihtiyacı vardı. Şu an için yapabileceği tek şey gerçekten beni esir alıp bir yere kapatmaktı. Alissa'yı arayacaktı, Onu bulup beni yine onunla tehdit etmeye çalışacaktı. Annemden haberi yokken onu bulması pek mümkün değildi ve bu arayış bana zaman kazandırırdı. O sırada kaçmanın bir yolunu bulabillirdim. Askerlerden kaçmak, annemden de Kara Yılan prensinden de kaçmaktan daha kolaydı.

Biraz işkence görmeye kendimi hazırlamalıydım sadece. Ona da alışkındım zaten. Bu çok da korkutmuyordu beni.

"Oyun mu oynuyorsun?" dedi öfkelenerek. "Beni kışkırtma Marian! Ben oyun oynamam."

Gülen bu kez ben oldum. "İnan bana, oynamıyorum. Başka bir tehdit bul Kral Siles. Bu etkisiz kaldı çünkü."

Afallamıştı. Benden böyle bir tepki beklemediği için ne yapacağını da kısa bir an kestiremedi, bu da onu daha da öfkelendirdi. "Tehdit..." dedi birden. Dişlerini sıktı, yanındaki dazlak adama baktı. "Elimde bir tane daha var ama senin gibi bir fahişe bundan etkilenir mi bilemiyorum? Yine de denemeye değer." Başıyla adama işaret verdi. "Senindir. Sadece ölmesin yeter."

Dazlak Yılanın gözleri hafifçe kısıldı, dudakları belli belirsin kıvrıldı. "İyi para eder efendim."

O bir köle taciriydi. O an anladım ve işte o an dehşete kapıldım.

Hayır, hayır! Bu olmazdı. Bu bir işkence değildi. Bunu aklıma bile getirmemiştim ben.

"Sakın!" diye tısladım. "Bu kadarı senin gibi bir pislik için bile çok adice."

Kral Siles yüzümdeki ifadenin keyfini çıkararak güldü. "Korkmuş gibisin. İstersen bu işi başlamadan bitirebiliriz."

"Cehenneme git!" diye bağırdım.

Dazlak Yılan bana yaklaştı. Midem bulanırken krala baktım, orada durup izleyecek miydi? Bu adam yıllardır benim büyümemi izlemişti, ben onu babam sanmıştım. Sevmiştim bile küçükken ama bu kadar iğrençleşebileceğini hiç düşünmemiştim.

"Götürün onu," dedi Yılana. "Kısa süre sonra fikri değişecektir. Kim bilir, belki de hoşuna gider."

Kendi nefes sesimi duyuyordum. O kadar artmıştı ki... Üstelik kanımın ısındığını da hissediyordum. Diğer Yılan bana doğru gelirken dazlak yanımdaydı artık. Yüzündeki belli belirsiz gülümseme pis bir kahkahadan bile daha tiksindiriciydi. Diğer Yılanın ipleri çözmek için ağacın arkasına geçtiğini görmüştüm. Bunun bir fırsat olacağını düşündüm ama dazlak Yılan iri bedeni ile bileklerimi kavradı. Kıpırdamamam için bedenimi adeta ağaçla arasına alarak ezdi. Tiksindirici nefesleri kulağımdaydı. "Gerçekten iyi para edeceksin."

Başımı şiddetle yüzüne indirdim. Tısladı ama neredeyse etki bile etmedi. Başımı tutup arkamdaki ağaca çarptığında bir an kafatasımın çatladığını bile düşündüm. Acı öyle şiddetliydi ki gözlerim odağını bir an kaybetti.

İplerin çözüldüğünü hissettim ama Yılanın ezici baskısından uzaklaşamadım, başım zonkluyordu artık. Yılan bileklerimi tek elinde birleştirdi, koca eli iki bileğimi sıkıca sardı. Diğer eli belimden kalçama ulaştığında küfürler ettim ama o güldü. Öylesine kapana kısılmış hissettim ki, patlayacak gibiydim. Krala bağırdım, çığlık attım ama o sadece izliyordu. Pes etmemi bekliyordu aslında.

İkinci planım batmıştı ve ben artık birinci planımı da uygulayamazdım. Alissa'nın elinde olmadığını anladığımı bilirken beni saraya götürmezdi. Elinde bir koz kalmamıştı. O kozu bulana kadar bana işkence edeceğini düşündüğüm adam beni gafil avlamıştı. Alissa'yı bulmaya çalışacaktı ama bana işkence eden o olmayacaktı.

Dazlağın tacizleri sürerken tüm olasılıkları düşündüm. Hiçbirinin beni içinde bulunduğum durumdan çıkarmayacağını biliyordum. Diğer yandan Kral Siles'in ne kadar iğrenç bir varlık olduğunu kabul etmiştim, söylediklerini gerçekten yapacaktı. Başıma gelebilecek şeyleri düşünmek hızlı nefeslerimi kesti adeta.

Nefessiz kaldım.

Ölecekmiş gibi hissettim. Ölüyormuş gibi...

Ama ölmedim, ölmeyecektim. Ben yaşamak istiyordum. Özgürce yaşamak...

Buz tutmuş bedenim birden canlandı. Bir Aslandan bile daha sıcak olduğumu hissettim. Dazlak acı bir haykırışla beni bıraktığında kıyafetlerinin alev aldığını gördüm. Nefes aldım sonunda, nefes verdim.

Kendime baktım. Benim kıyafetlerim de yanıyordu.

Benim bedenim yanıyordu.

Kral Siles'in gözleri irileşti. Kılıcını birden çekerken arkasına dizilen askerler de aynısını tekrarladı. Şaşkınlık ve dehşet nidaları havaya karıştı. "Bu da ne?" dedi Kral Siles.

"Ateş..." dedim, nefesim bile ateş kokuyordu sanki. Öfkem ise kıyafetlerimi yakan ateşten daha sıcaktı. Avuçlarımdan çıkan alevlere baktım, sonra korkuyla gerileyen Krala.

Ateş... Öfke... İntikam...

Mükemmel bir karışımdı.

"Durdurun şunu!" diye bağırdı.

Arkamdaki Yılan kılıcını üzerime savurduğunda kılıcı kavradım. Avucumun arasında eriyen metal Yılanın eline aktı. Haykırışı geceyi yardı.

Avuçlarımı kapayıp açtım, ateş harlandı. Bedenimden akıp iki Yılanı da birer alev topuna çevirdi.

Kralın korku dolu bakışlarını çok kısa bir an gördüm. Arkasını dönüp koşmaya başlamasını izledim. Birkaç asker de kaçışmaya başladı. Diğerleri üzerime koştu.

Ateşi ilk kez görmüştüm, nasıl kullanacağımı bile bilmiyordum ama o ateş, benim ne yapmak istediğimi biliyordu.

Arkamdaki ağacı yaktı önce, sonra zemine yayıldı. Yaprakların ve ağaç dallarının yanan çıtırtısıyla öyle hızlı ilerledi ki... Her bir askeri teker teker sardı. Kaçanların yolunu kesti, onları birer alev topuna çevirdi. Geceyi çığlıklar sardı. Başımı kaldırdığımda Kral Siles da bağırdı. Alevler bir Yılandan daha hızlıydı, onu da kısa sürede kucakladı.

Kral yanmaya başladı. Haykırarak yardım dilenmesini dinledim.

Hiçbir şey hissetmedim.

Acıma ya da... Zevk...

İntikamın arzusu bile sönüp gitmişti. Öfkem de nefretim de...

Geride sadece hissizlik kaldı.

Hiçbir şey hissetmeyerek izledim.

O yanıp dağlanmış bir parça et gibi yere serilene kadar ona baktım. Alevler geri çekilip bedenimden içeri gömüldü. Kendime geldiğimde sessizlik vardı artık.

Kral susmuştu. Yangın dinmişti. Kıyafetlerim tamamen kül olmuştu.

Yere yığıldım adeta. Çırılçıplak vücudumu yanan ağaçtan geriye kalanlara yaslandım. Bacaklarımı kendime çektim ve kollarımı bacaklarıma sararken bileğimdeki metallere baktım. Erimemişlerdi, gerçekten Ejder çeliğindendiler. Ejder...

Ben bir Ejderdim.

Başımı kaldırdım ve etrafımı izledim. Titredim ama hiç üşümedim.

Yanmış bedenlere bakarken hissizliğim sona erdi. İşte hayatımda hiç korkmadığım kadar çok korktum o an. Ben Ak Yılan kralını öldürmüştüm. Ben onu yakmıştım.

Ben bir Ejderdim.

Ufacık bir kıvılcım bir ateş başlatır, demişti haftalar önce Lian.

İçimden deli gibi çığlık atmak geldi ama dudaklarımdan dökülenleri ben bile zor duydum. "Ben bir kıvılcımsam nerede ateş başlatacağımı bilemezsiniz."

Bilememişlerdi. Kimse bilemezdi. Ben bile...

İzlediğim bu manzarayı kimse tahmin bile edemezdi.

Dumanlar yükseliyordu yıldızlara doğru. Alevler sönmüştü ama sanki ölüler kömürleşmiş gözleriyle beni izliyordu.

⚔️⚔️⚔️

Merhaba Yılanlarım ve Aslanlarım....

Veeeee artık Ejderlerim 😈

O zaman finalimizde bir ejder emojisi alırım 🐉

Keyifler nasıl? 😈

Peki, ya final?

Aaa size söylemiştim ben değil mi finali okudunuz diye. Kitabın giriş paragrafı ile bitiş paragrafını aynı yapmak mı? Eheheh

Büyük spoiler yemişsiniz yalnız 🥹

Talu yine yapacağını yaptı, hala onu seviyor muyuz?

Lian yoktu ama ikinci kitap açılışını onunla yapacağız ve demiştim ya ikinci kitap çok daha aksiyonlu geçecek 😌

Bol ve bol ve bol Lian&Asra okuyacaksınız.

Vilas'ı yine bulamadık 🥹 Ama o da geri gelecek merak etmeyin. Daha çok kişi gelecek 😈

Bölümde en beğendiniz yer kısmı...

İkinci kitapta en beklediğiniz şey...

En merak ettiğiniz şey kısmı...

Biraz ara vereceğiz Yılan Yuvası'na. Ay pardon! Yılan Yuvası bitti. İkinci kitabımız bambaşka 😈

Ne zaman gelir bilemiyorum ve aslında bu biraz da size bağlı. Yorum ve oylarınızla kitabımızı süsleyin ve beni hızlı geri dönmeye teşvik edin. Panomda sizindir ve orada yazdıklarınıza da bayılıyorum. Yani Asra ve Lian'ın muhteşem dönüşünü size bırakıyorum 😈❤️🐉

Diğer yandan Balerin ve Şahin kaldığı yerden devam edecek. Haftaya cuma ondayız. Okumamışsanız ya da okuyup bölüm bekliyorsanız sizi de oralara beklerim 😌

Beni sosyal medya hesaplarımdan takip edebilirsiniz arada oralardan spoiler çıtlatıyorum 🫣

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz

Der ve S.Mare kaçar 💃

 

Loading...
0%