Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Kısım

@e_nurr54

 

Öncelikle herkese merhaba. Bu kitabımı 15 Temmuz gecesi korkusuzca vatanımızı hainlerin eline bırakmayan aziz milletimize teşekkür amaçlı yazıyorum. Ömer Halisdemir gibi sayısızca kahramanlarımıza sonsuz şükran ve minnet duyuyorum. Kitabımın gerçek kurum/kuruluşlarla bir alakası yoktur. İyi okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

 

 

"Mine Hanım, acil hasta geldi bakar mısınız?" İş hayatımın ikinci haftasına giriyordum ve bugün ilk nöbetimi tutmaya başlamıştım. Gözlerim sürekli kapanıyor arada bir masa başında içim geçiyordu. Miray'a nöbet yazmadıkları için eve, yemek hazırlamaya gitmişti. Hemşireler arada elime kahve tutuşturuyor uyumam için yanıma gelip değişik dedikodular anlatmaya başlıyorlardı. "Geliyorum," diyerek stetoskopu boynuma astığım gibi beni bekleyen hastanın yanına ilerledim. Ufak bir esnemenin ardından ayaklarımı sürüye sürüye hastanın yanına gittim. Tahminimce daha ortaokula gidiyordu. Kafasında kocaman kanlı bez ile sedyede boylu boyunca uzanıyordu. Yanına gittiğimde önce bilincini kontrol ettim. Daha sonrasında yaranın derinliğini inceledim. En az yirmi dikiş giderdi. "Nasıl oldu bu?" Gözerimi küçük çouğa diktim. "Arkadaşlarımla top oynuyorduk o sırada büyük çocuklar gelip topu istediler. Biz vermeyince de zorla almaya çalıştılar. Ben de diklendim sonra da kavga başladı, içlerinden en büyükleri taş attı kafama," diye anlatınca aklıma eski anılarım geldi.

Küçücük mahallede koyun sürüsü gibi çocuk vardı. Kimse kimseyi kıskanmaz, hep birbirimize destek çıkardık. Arka mahallenin çocuklarıyla pek anlaşamazdık bu yüzden genellikle onlarla kavga ederdik. O günleri o kadar çok özlüyordum ki tarifi yoktu. "O sırada oradan iki tane asker ağabey geçiyormuş kavgayı onlar ayırdı yoksa daha çok dayak yerdik." Acısına rağmen gülmüştü. Bende dayanamadığım için hafif bir gülüş sundum. Esmer tenli ve kehribar gözlüydü. "Şimdi yarayı temizleyeceğim acıyabiir." Pamuğa biraz tentürdiyot sürdüm. Yavaşça canını yakmamaya özen göstererek sildim. "Benim canım yanmaz. Askerler dayanıklı olmalıymış, bende öyle olacağım." Duyduğum sözler içimi ısıtmaya neden olmuştu. "Çok mu seviyorsun, vatanını?"

"Hemde nasıl." O sırada dikiş için gereli olan malzemeleri hazırlamak ile meşguldüm. Yanına gittiğimde gözlerini tavana dikmiş dertli dertli bakıyordu. "Bak şimdi kafana dikiş atacağım bu yüzden biraz acıyabilir."

"Acımaz benim canım. Acıya dayanıklıyım." Dikişe başlarken kafasını dağıtmak için sorular soruyordum. "Adın ne?"

"Ömer Halis." Duyduğum isimle birlikte gözlerimi ona indirdim.

Ömer Halis. Yani Ömer Halisdemir.

Bu ismi ne zaman duysam göğsümde hem bir gurur hem de derin bir acı yer alıyordu. Bakışlarımı kendi koluma çevirdiğimde tüylerimin diken diken olduğunu gördüm. İçimde yine değişik duygular belirirken yaptığım işleme geri döndüm. "Ne kadar güzel bir isim."

"Evet. Böyle bir isime sahip olduğum için çok şanslıyım." Demek ki isminde ki kahramanlığın farkındaydı. Gözlerim gurula birlikte dolmuştu. Görüşüm bulanıklaştığı için hızlıca gözlerimi kırpıştırdım. İşimi bitirince eldivenlerimi çıkardım ve Ömer Halis'in yanına gittim. "Annen veya baban yok mu?"

"Var."

"Arayıp haber verelim mi? Seni almaya gelsinler."

"Gelemezler ki." Şaşkınlıkla ona döndüm.

"Neden?"

"İkisi de şehit oldu." Duyduğum şeyle gözlerim dolmuştu. İstemeden de olsa gözlerimden bir damla yaş aktı.

"Neden ağlıyorsun?" Gözlerimi tekrar ona çevirdim. Zorla gülümsemeye çalıştım fakat olmadı. Daha bu yaşta küçücük omuzuna kocaman yükler binmişti. Gözlerinde ki intikam ateşi bu yüzdendi. "Ağlamıyorum ki?" Sesim titrek ve kısık çıkmıştı. "Ağlama lütfen. Eğer annemle babam görürse üzülür. Şehitlerin arkasından ağlanmazmış, bunu dedem öğretti bana."

"Ne kadar güzel." Söyleyecek bir şey bulamıyordum sanki boğazıma kocaman bir yumru oturmuştu ve asla da gitmek gibi kararı yoktu. Saate baktığımda çoktan nöbetimin bittiğini fark ettim. "Seni buraya kim getirdi?"

"Asker ağabeylerden bir tanesi."

"Kiminle kalıyorsun?"

"Dedemler ve teyzemle."

"Seni eve götürmemden rahatsız olur musun?"

"Olmam."

"Tamam, sen beni burada bekle ben hemen geliyorum." Koşarak eşyalarımı topladım. O kadar çok üzülmüştüm ki içim içimi yiyordu. Adımlarımı seri tutmaya özen göstererek küçük çocuğu bekletmemeye özen gösterdim. Az önceki yere gittiğimde çoktan ayaklanmış, beni bekliyordu. Elinden tutarak çıkışa doğru ilerledik. Yürüyordum ama aklım bambaşka bir yerdeydi. Küçücüktü ki daha, küçücük. Kendimi koydum onun yerine, daha bu yaşta baba ve annesiz kalsam ne hissederdim diye ama düşüncesi bile beni boğacak gibi oluyordu. Ben düşünürken bu hâle gelmiştim peki ya, o? O çocuk bunu yaşıyordu. Ömer Halis'in bir kanadı değil iki kanadı da kırıktı. Asker olma isteği buradan geliyordu. Küçücük yüreği intikam ateşi ile yanıp tutuşuyordu. Hele gözleri... O gözlerde ki ateş istese bütün dünyayı yakıp yıkardı.

Hücum eden bütün düşünceler yüzünden tekrardan gözlerim dolmuştu. İstemeden yaşlar akıyordu. Yol üzerinde küçük bir fırın vardı. Hâlâ açık olması güzeldi. "Karnın aç mı?" Gözlerini gözlerime dikti tam o an kısa bir süreliğine o gözlerden yalnız kalmış bir insanın bakışları geçti. Sadece başını salladı. "Patatesli mi? Kıymalı mı? Peynirli mi?"

"Peynirli." Sesinde mahcup bir tını vardı. Ortamdaki hüznü dağıtmak için, "Gerçekten mi? Bende çok seviyorum, peynirli böreği," diyerek sahte de olsa çocuksu bir sevinç ekledim yüzüme. "O zaman yarışalım. İlk kim giderse iki tane yer. Anlaştık mı?" Gözlerine tekrar parlaklık gelmişti. "Anlaştık," diyerek yarışma pozisyonu aldık.

"Üç."

"İki."

"Bir. Koş!" Hemen öne atıldı. Gerçekten hızlı koşuyordu fakat ben bilerek yavaş koşma taraftarıydım. Kafasına darbe aldığı aklıma gelince, "Tamam, tamam koşma artık. Bitti, sen kazandın." Sesimi hafif yükseltmek zorunda kalmıştım. Çünkü gerçekten de hızlı koştuğu için mesafeyi bir güzel açmıştı. Aceleci adımlarımla yanına gittim. Tekrardan elini tutarak fırına girdik. Siparişimizi vererek iki kişilik masaya oturduk. Uzun bir süre beni süzdükten sonra şu kelimeler döküldü dudaklarından:

"Anneme çok benziyorsun."

Zaten ağlamak için fırsat kolluyordum Ömer Halis ise işleri iyice yokuşa sürüyordu. Ağlamamak için dudaklarımın içini ısırdım. Biraz fazla ısırmış olmalıyım ki ağzıma kanın acı tadı geldi. Masadaki eline uzanıp minicik avcunu ellerimin arasına aldım. "O hâlde anneni her özlediğinde benim yanıma gel, olur mu?"

"Sonsuza kadar yanında kalmam gerekir o zaman." Her verdiği cevaplar kalbime hançer misali saplanıyordu. Hiç küçücük çocğun annesine olan özlemi biter mi? Bir anlık kendime kızdım. "Boş olduğun her an yanıma gelebilirsin. Hastaneye gelince, 'Mine abla çağırdı beni.' dersen sana yardımcı olurlar," dedim. Başka ne denirdi ki böyle birine? Yarası hiç dinmeyecek olan birinin yarasını sarmak gibiydi benim söylediğim sözler. "Teşekkür ederim."

"Asıl benim, bizim sana teşekür etmemiz gerekiyor." Ne dediğimi anlamış olacak ki, "Vatan sağolsun," dedi. Her zaman söylenen iki kelime on üç harf. Sadece bu kadar olsa da içinde acı, kan, yarım kalan hikayeler ve yarım kalan duyguları barındırıyordu. Herkes için söylemesi kolay ama yaşayanlar için bu iki kelime ağızlarında kan, yüreklerinde yangın bırakıyordu. Bir an önce eve gidip içim çıkana ağlamak istiyordum ama bu ufaklığı bırakmayı da hiç istemiyordum. Sıkıntıyla bir nefes verdim. Siparişlerimiz çoktan gelmişti. Yemeğe başlayınca ne kadar çok acıktığımı fark etti. Peynirli böreği hiç sevmezdim ama sırf bu küçük çocuk için bir kereliğine mahsus yedim. O da çok acıkmış olmalı ki yemek boyunca hiç konuşmadık. Karnımızı bir güzel doyurduktan sonra yavaşça çıktık mekandan. Beni evine götürdüğünde bu mahalle o kadar çok tanıdık gelmişti ki şaşırmadan edemedim. Biraz daha ilerledikten sonra bizim evin olduğu sokağa sapmıştık. "Evin bu sokakta mı?"

"Evet. Bak şuradaki beyazlı kırmızılı bina." Minik parmaklarıyla işaret ettiği yere baktım. Bu her gün önünden geçerken içimin kıpır kıpır olduğu apartmandı. "Benim evimde bu sokağın sonunda." Bana döndüğünde gözleri parlıyordu resmen. "Gerçekten mi?"

"Gerçekten. Gri renkli üç katlı bina var ya, işte orada ben oturuyorum." Başka bir şey demeden sarıldı bana. Eğilip bende ona sarıldım. Saçlarının arasına ufak bir öpücük kondurdum. Biz sarılırken apartmandan telaşla üç kişi çıktı. İkisi kadın biri de erkekti. "Saat kaç oldu? Nerede bu çocuk?"

"Baba sakin ol, sorarız şimdi komşulara."

"Sakin mi olayım? Bir tane evladım var benim, bir tane. Onlardan kalan tek emanet! Nasıl sahip çıkmazsınız, Nasıl?" Galiba bunlar Ömer Halis'in bahsettiği ailesiydi.

"Dede, buradayım ben." Bir anda üçü de bize bakmaya başladı. Yaşlı adam, "Oğlum!" diyerek feryat figan yanmıza geldi. Sıkıca sarıldı çocuğa. Gözlerini ocuğun bedeninde endişeyle gezdirdi. Kafasındaki bandajı görünce hemen bana baktı. "Mahalle çocukları ile kavga etmişler. Hastaneye geldi bende size teslim etmeye geldim," diyerek durumu açıkladım ama endişeli bakışları bir an bile rahatlamadı. Bakışları bende takılı kaldı, yaşlı amcanın. Kafamı kadınlara çevirdiğimde onların da bana şaşkın şaşkın baktıklarını fark ettim. "F-ferda?" Yaşlı kadının söylediği isimle birlikte hepsinin gözleri dolmaya başladı. Yanlış anlamadıysam bu isim, Ömer Halis'in annesinin ismiydi. Kulaklarıma hıçkırık sesi gelince kafamı küçük çocuğa çevirdim. Ağlıyordu. O kadar çok ağlıyordu ki minik bedeni sarsılıyordu. Gözlerim yanmaya başlamıştı. Yaşları durmak bilmeyen gözlerini bana çevirdiğinde daha fazla tutamadım kendimi. İki koca adımda yanına gittim. Kollarımın arasına alarak bağrıma bastım, onu. Elimden başka bir şey gelmiyordu. Keşke gelse, keşke. Her şeyimi feda edebilirdim onun için. Yeter ki minik yüreği daha fazla kanamasın. Yeter ki o güzel gözleri daha fazla ağlamasın. Elim ayağım titremeye başlamıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum ama şuan tam sokağın ortasında böyle bir şey mümkün değildi. Bir anda kollarımdan çıkarak eve koştu. Kendimi boşluğa düşmüş gibi hissettim. Teyzesi ve anneannesi de arkasından koşarak gitti. Yaşlı amca, "Siz doktor musunuz?" dediğinde sadece başımı salladım. "Çok teşekkür ederim. Evladıma sahip çıktığınız için."

"Ne teşekkürü? Vazifem. Asıl ben teşekkür ederim." O da ne dediğimi anlamış olacak ki "Vatan sağolsun." Cevabını verdi. "İyi geceler," diyerek cevabını bile beklemeden koşar adımlarla uzaklaştım oradan.

Hem koşup hem de ağlamak o kadar zordu ki önümü göremiyordum. Bir ara direğe çarpmaktan kıl payı kurtulmuştum. Biraz daha ilerledikten sonra bir şey oldu. Kafamı et kadar yumuşak ama duvar kadar da sert bir cisme çarptım. Başımı kaldırdığımda ilk önce askeri üniforma daha sonra ise geniş omuz, heybetli vücut ve cok güzel kemikli yüz hatları karşıladı. Gözlerimi karşımda ki adamın gözlerine diktim. Gözlerinin rengi ela idi. Bir anlık bu gözlerin bana nereden tanıdık geldiğini sorgulasam da anlam veremedim. "Özür dilerim," diyerek bu anlamsız bakışmaya son verdim. Tekrardan ilerlemeye koyuldum. Eve gittiğimde Miray'ın koltukta uyuyup kaldığnı gördüm. Kucağında ise yeni okumaya başladığı kitap vardı. Koltuğun üzerindeki pikeyi uyandırmamaya dikkat ederek yavaşta örtüp odama geçtim. Odamda ki banyoya geçtim, üzerimde bulunan bütün kıyafetlerden kurtuldum. Çeşmeyi açtğım gibi göz yaşlarımın da akmaya başlaması bir oldu. Bacaklarım daha fazla taşıyamadı çökmüş olan bedenimi. Yavaşça kendimi mermerin soğukluğuna bıraktım. Bacaklarımı kendime çektim. Küçücük olup yok olmak istedim o an.

Neden adalet yoktu? O çocuğun anne ve babası ile yaşaması gereken bir sürü güzel anıları olmalıydı, annesi ve babasının intikamıyla yanıp tutuşması değil. Asker olup intikam almayı değil, doktor olup yaralıları iyileştirmeliyim demeliydi. Bu düşünceler sürekli aklımdaydı. O banyoda kaç saat kaldığımı hatırlamıyorum. En son gözlerimden yaşların bile gelmediğini hatırlıyordum. Üzerimi değiştirip aynamın karşısına oturdum. Duştan sonra saçlarımı ikiye ayırıp örmeyi ve böyle kurumasını severdim. Belimden de aşağıya geçen saçlarıma baktım. Uzun zamandır kesmiyordum çünkü tam bir uzun saç bağımlısıydım. Güzelce ördükten sonra mutfağa su almaya gittim. Masanın üzerinde ki çiçekleri görünce duraksadım. Pembe güller vazolarını sevmiş gibi dört bir yana yayılmış vaziyette duruyordu. Yine ağabeyim, Miray'a olan aşkını konuşturmuştu. İlişkileri o kadar çok ilerlemişti ki üç dört ay sonrasında düğünleri vardı. İkisi de ancak o zaman aralığına kadar düzgün bir zaman ayarlamışlardı. Ağabeyim kendi durduğu evin mobilyalarını Miray ile birlikte geçen ay değiştirmişlerdi.

Zaman o kadar çok hızlı akmıştı ki nasıl bu günlere geldim bilmiyorum. Herkesin bir dönüm noktası vardı. Kiminin iyi, kiminin de kötü. Ben şanssız biri olduğum için dönüm noktam kötüydü. O günleri hatırlamak bile gözlerimin dolması için yetti. Yeniden ağlamak istemediğim için gözyaşlarımı geriye gönderdim. Tam odama doğru gidiyordum ki kapının tıklatılması ile duraksadım. O gelmiş olabilir miydi? Ama o ölmüştü. Babam ve ağabeyim öyle söylüyordu. Kalbim hızlı atmaya başlamıştı. Nefeslerim düzensiz olduğu için burnumdan solumaya başladım. Ses çıkarmamaya dikkat ederek kapıya yöneldim. Kapıyı açmadan tam kapının ortasında bulunan deliğe sağ gözümle bakmaya başladım fakat görünen tek şey zifiri karanlıktı. Tam geri dönecektim ki otomat ışığı yandığında yerde bir tane kese kağıdının durduğunu gördüm. Kimsenin olmadığından iyice emin olduktan sonra kapıyı açtım.

Kese kağıdına eğildiğimde içinde bir tane not ve ağzına kadar karadut ile dolu olduğunu gördüm. Keseyi kucağıma aldığım gibi apartman kapısını gören balkona gittim fakat hiç kimse yoktu. Biraz daha bekledim ama yine gelip giden yoktu.

Odama gidip yatağıma oturduğum gibi içinde ki notu aldım. Ne zaman üzgün olsam kapımda hep böyle bir şey buluyordum. Bu kim hiç bilmiyordum ama karadut sevdiğimi ve en önemlisi üzgün olduğumu nereden biliyordu? Bu iş artık beni iyiden iyiye korkutuyordu. Eğer peşimde takıntılı bir sapık varsa hiç hoş olmazdı. Notu alıp okumaya başladım.

"Kendini üzmen sana hiç yakışmıyor, Minik Mine'm.

Bunlar hayatın acı gerçeği. Alışsan iyi olur.

Üzüldüğün zamanlar bu meyveyi çok arıyorsun.

Hepsi senin için. Bir an önce de memlekete dön.

Çünkü yakında buralar karışacak.

Bu notu okurken kaşların çatılacak, aklından binbir soru geçecek biliyorum.

Kim olduğumu merak ediyorsun, bunu da biliyorum.

Ben, seni senden daha çok tanıyorum.

Zamanı gelince tüm soru işaretlerini birer noktaya çevireceğim.

Sevgiyle ve mutlulukla kal.

İsimsiz."

 

Kaşlarımı çattığımı notu okuyunca fark ettim. Kimdi bu? Beni benden daha iyi tanıyacak kim olabilir? Özellikle de üzülünce dut yeme isteğimin geldiğini kim biliyor olabilir? Elimde ki notu diğerleri gibi boş takı kutusunun içine yolladım. Mutfağa gidip tabağa bir miktar karadut koydum. Odama gittiğim gibi yavaş yavaş yemeye başladım. Telefona girdiğim gibi mesaj uygulamasına girdim. Annemden bir sürü mesaj gelmişti ama şuan onun kafa ağrıtan öğütlerini dinleycek kadar sağlam değildim. Karadut'un boyadığı parmaklarıma baktım. Çok hoş bir renkti. Tadı ve kokusu gibi rengi de muhteşem ötesiydi. Bir an aklıma notu gönderen kişinin geldiğim yere geri gitmem konusunda söylediği şeyler aklma geldi. Ne olacaktı? Ortalığın çok karışacağı ve beni bile etkileyecek ne olabilirdi?

Savaş.

Bu düşünceyle birlikte tüylerim diken diken oldu. Anında oturduğum yerden doğruldum. Bir solukta ağabeyimin yanına gitti. Kapısını çaldım fakat açılmadı. Göreve gitmiş olabilir miydi? Saate baktığımda bir buçuk olduğunu fark etti. Eğer evdeyse dört veya beş gibi yatıyordu. Görevde olsa haberim olurdu. Tam arkamı dönmüş gidiyordum ki kapının açılması ve silahın soğuk namlusunun enseme değmesiyle durdum. Refleksle ellerimi havaya kaldırdım. "Ağabey benim, Mine," diyerek sinirle fısıldadım. Beyinsiz Maymun, bu iki olmuştu. "Emin misin?"

"Ağabey salak mısın? Benim işte."

"Tamam. Hakaret ettiğine göre sensin." Yirmi yedi yaşındaydı ama beyin yaşı hâlâ ikiydi. Gözlerimi devirerek ona doğru döndüm. Silahı hâlâ bana tuttuğu için namlu burnumun ucuna değiyordu. Ters bakışlarımdan birini ona gönderdiğimde hemn silahı indirip beline taktı. Elimin tersini göğüsüne yaslayarak geriye ittirdim. İçeriye geçerek oturma odasına ilerledim. "Noldu kız? Rüyanda canavar mı gördün? Ne işin var bu saatte?"

"Aynen canavar gördüm. Aynı sana benziyordu."

"Bak bak, laflara gel."

"Savaş mı çıkacak ağabey?" Sorduğum soruyla duraksadı. Donuk bakışlarını gözlerime dikti.

"Sen ne saçmalıyorsun?"

"Doğruyu söyle ağabey. Savaş mı var yakında?"

"Mine," dediğinde hemen sözünü kestim.

"Ben küçük değilim artık ağabey! Yirmi üç yaşına geldim. Yirmi üç! Ne saklıyorsun benden?"

"Mine-"

"İsmimi falan mı ezberliyorsun? Soruma cevap ver, soruma."

"Ağabeyciğim sakin ol."

"Olamam! Ne bok dönüyor? Anlat hemen."

"Evet."

"Neye evet?"

"Savaş yakında." Duyduğum şeyle birlikte yutkundum. İlk defa ağabeyimin gözlerinde korku gördüm. İyi de bu zamana kadar kaç tane operasyon yapmışlardı hepsi de başarıyla tamamlanmıştı. O korkusuzdu ki neden korkmuştu?

"Diğer savaşlar gibi değil," dediğinde endişeli bakışlarmı ona çevirdim. "N-nasıl?"

"Büyük bir alanda olacak. Hedeflerinde hastaneler de var." Ellerim titremeye başlamıştı. Kendi canım önemli değildi ama bir sürü insanın canı söz konusuydu. "Benim buradan gitmemi bu yüzden mi istiyorsun?"

"Hayır." Kaşlarım çatıldı.

"Neden o zaman?"

"O, ölmemiş Mine."

"O?" Kısa bir süre düşündüm ama düşünmemi sadece tek bir isim bölmüştü. Sadece ellerim değil bütün vücudum titriyordu. "Ölmüştü hani? Yalan söylediniz bana." Ağlamaya başlamıştım. O kara günlere tekrar dönmek istemiyordum. Dönmemeliydim. Dönmek istemiyordum. Bu defa kendimi öldürürdüm. Bir kez daha böyle bir acıyı kaldıramazdım. "Yalan söylemedik. Öldü dediler ama yaşıyormuş şerefsiz." Ağabeyim yanıma oturarak sarıldı bana. Ağlamam git gide şiddetleniyordu. "Ölmüştür ağabey. Ölmüş olsun. Yine gelecek, dokunacak bana. Dokunmasın! Gitsin! Gitsin! Geliyor ağabey, gelmesin!" Ağlamam haykırışlara dönüşüyordu. Sözler dudaklarımdan istemsizce dökülüyor, bedenim benden bağımsız titriyordu. "Mine! Sakin ol! Nefes al, nefes." Olmuyor, sanki bütün oksijen tükenmişti. Ciğerlerim bir türlü istediği şeye kavuşamıyordu. "Tek ben varım. Kimse yok, bak! Bana bak, Mine!" Göz bebeklerim dahil titriyordu. Ağabeyimin kapıya koşarak, "Miray!" Diyerek seslendiğini duydum. Bilincim tamamen şuandan uzaklaşıyordu.

 

Bir sandalyeye bağlıydım. Aynı o günkü gibi. Ve o adam vardı. Elleri ise her yerimde dolaşıyordu. Çıkmak istiyordum buradan ama o pislik adam bırakmıyordu. "Baba! Ağabey!" Haykırışlarım boş depoda yankılanıyordu. Elimden tutarak beni çıkaran yoktu. "Kimse seni kurtarmaya gelmiyor, minik kız." İğrenç sesi kulaklarıma doluyordu. Elleri sırtımda, göğüsümde, bacaklarımda kısaca her yerimde dolaşıyordu. "Bak ben tadını çıkarıyorum, sende dene," diyerek attığı iğrenç kahkahalar her yerdeydi. Her yerde. Çıkmıyordu o sesi zihnimden. Dokunuşları ise hâlâ bedenimdeydi. En son dayanamayıp bayıldığımı gördüm. Gerisi zifiri karanlık.

"Mine!" Miray? Miray'ın sesiydi bu. Neden buradaydı? Beni kurtarmak için mi? İyi de o da küçük ki. Nasıl kurtaracak beni? "Nöbet geçiriyor. İğneyi getir, çabuk!" İğne mi? Beni kurtarıyorlar mı? Kurtulacak mıyım artık bu karanlık anılardan? "Mine güzelim, aç gözlerini lütfen." Ağabeyim de ağlıyordu. O adam bana yaptıklarını ağabeyime de mi yapmıştı? O neden ağlıyordu?

Bacağımda hafif bir sızı oluşmuştu. Daha fazla tutunamadım, sakince saldım kendimi. Gözlerim yavaşça kayıp giderken karanlığın içine gömüldüm.

Geçmişin kirli izleri asla silinmiyordu. Oysa silinmesi için neler vermezdim. Sesler birer fısıldamaya dönüşmüştü. Birinin beni kucağına alıp kısa bir süre bir yere götürdüğünü hissettim. Daha sonrasında sırtım yumuşak yatakla buluştu. Bilincim ise artık tamamen gitti.

 

 

 

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi belirtir misiniz? Yıldıza basmayı da unutmayalım.

Loading...
0%