Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Kısım

@e_nurr54

 

 

İyi okumalar aşklarımmm.

 

 

 

 

Ne kadar süre bu bankta oturdum hiçbir fikrim yoktu ancak soğuk vücudumun her zerresine işlemeye başlayınca hasta olmaktan korkarak ayağa kalktım. Üzerimdeki doktor önlüğüme sıkıca sarıldım. Hastaneye doğru adımlamaya başladım. Bir anlık karnıma giren sancı ile olduğum yerde kaldım. Sanırım regl günüm geliyordu. Diğer kadınların aksine benim bir haftalık sürecim daha sancılı ve ağrılı geçiyordu. Anneminde öyleymiş ama evlenince her şeyin düzene girdiğini söyledi. Tabii ki bu benim için mümkün değildi. Evlilik düşüncesi aklımın ucundan geçince bile nefes darlığı geliyordu.

Evlilik denilen şey basit bir şey değildi. Bir erkeğin sorumluluğunu almakla yükümlüydük. Sadece kocamızın değil koskoca evi çekip çevirmek, yeri gelince çocuk doğurup bütün hayatımızı çocuğumuza göre ayarlamakla yükümlüydük.

Bütün bunlar aklmın ucundan film şeridi gibi geçince gerçekten nefesim daraldı. Korktuğum şey tamamen farklıydı. O kara günden sonra bütün hayatım kapkaranlık olmuştu. Bir erkek arkadaşım olmamıştı. Çünkü ne zaman bir erkekle konuşmaya başlasam ilk etken olarak ağabeyim ve gerizekalı Yekta devreye giriyordu. İkinci etken ise temastı. Bir erkekle temas halinde olmak beni ürkütüyordu.

İlk başlarda doktorluğu da yapamayacağımı düşünsemde annem gibi evde kocasını bekleyen binlerce kadın, benim gibi de babasını bekleyen bir sürü küçük çocuklar vardı. Asker bir babaya sahip olmak zordur ancak bir yandan da çok güzel bir dugudur çünkü sevmeyi ilk ondan öğrenirsin. Hemde sevginin en temiz en saf hâliyle.

Yüreğinde vatan sevgisi olan erkekler emin olun üzmez. Vatan sevgisini herkes yüreğinde taşıyamaz ağır gelir bazılarına. Bu sevgiyi taşıyanlar da karşısındaki kadını vatanı gibi sever. Vatanı gibi koruyup kollar.
Sırtıma dokunan ellerle birlikte irkilip kendimi geriye attım. Göğüs kafesimi delecek şekilde atmaya başlayan kalbim, gördüğüm tanıdık sima ile sakinleşti.

"Aklımı aldın ağabey! Niye sessiz sessiz geliyorsun?"
"Senin aklın var mıydı?" Ha ha ha ağabeyim yine şakacı günlerindeydi. "Sana da yetecek kadar var. Merak etme," diyerek gözlerimi kısarak ona bakmaya başladım.
"Dil de pabuç gibi anam!"
"Aynen, sana kaç numara lazım?" Çok seviyordum onunla uğraşmayı. Özellikle sinirlenince kıpkırmızı oluşu daha da eğlendiriyordu beni. Kaşlarını çatarak yüzüme bakmaya başladı.

"Ne bakıyorsun öyle ağabey? Yüzümde sümük mü var?" Telaşla cebimden telefonumu çıkarıyordum ki ağabeyim kolumu tutarak durdurdu. "Kim yaptı alnındaki morluğu?"
Salak şey ya bende yüzümde başka bir şey var sanmıştım. "O mu? Kapıya çarptım. Senin arkadaşın sayesinde," dediğimde mümkünmüş gibi çatılmış olan kaşlarını daha da çattı.
"Benim arkadaşım kim?"
"Yekta ağabeyden bahsediyorum." Cevabımla birlikte surat ifadesi değişti. Yerini koskoca şaşkınlık aldı. "Yekta burada mı?" Sadece başımı salladım. "Vay şerefsize bak sen! Bana haber vermeden buraya geldi demek," dediğinde göz devirdim. "Cidden tek takıldığın konu bu mu?" Ağabeyim, ona yönelttiğim soru ile bir alnıma bir de gözlerime bakmaya başladı. En sonunda da "E kızım sen doktor değil misin? Krem falan sür veya buz tut." Verdiği cevaba hiç şaşırmamıştım. Ağlıyormuş gibi yaparak gözlerimi sildim. "İçindeki kardeş sevgisi gözlerimi yaşarttı cidden. Bravo!" Bir yandan da onu alkışlıyordum. Gülerek öpücük gönderdiğinde dil çıkartıp arkamı döndüm.

Salak ağabeyim yüzünden daha fazla burada kalırsam 'Hipotermi' geçirebilirdim. "Beklesene beni! Hayırsız kardeşsin cidden."
"Sağ ol ağabey. Sen de öylesin cidden," diyerek bana attığı lafı ben de ona geri attım. Kahkaha atarak bana yetişti. Beni kolunun altına çekerek saçlarıma minik bir öpücük kondurdu. Sıcacık olmuştum bile. Galiba bu hayattaki en büyük dayanağım ağabeyim. O olmasaydı şuan buralara kadar gelir miydim, emin değilim.

"Bizim aslan parçası hangi odada yatıyor?"
"Koridorun başındaki odada," dediğim sırada çoktan odanın önüne gelmiştik. "Geliyor musun?" Başımı iki yana salladım. "Diğer hastalara bakmam lazım," dedim. Onun cevabını beklemeden diğer odaya doğru ilerledim.
Aslında bakmam gereken hastalar yoktu. Yalan söylemiştim. Sırf onunla tekrardan denk gelmemek için. Doktor odasının kapısına geldiğimde kendimi içeriye fırlattım. Evet, fırlattım!

Başım çok ağrıyordu biraz kestirmenin iyi geleceğini bildiğim için hep yaptığım gibi kendimi buraya attım. Ayağımdaki ayakkabıları çıkarttığım gibi kendimi odada bulunan üçlü koltuğa attım. İçerisinin sıcaklığı ve koltuğun yumuşaklığı beni iyiden iyiye uykuya doğru çekiyordu. Uykunun getirdiği siyah-gri karışımı renge dalmak üzereyken bir anda bembeyaz ışığa büründü her yer.

Ellerimi gözlerimin üzerine siper ederek yattığım yerden kalktım. Tam söylenecektim fakat içeriye Toprak'ın girmesiyle bütün kelimeleri yuttum. "Mine, rahatsız ettim sanırım. Kusura bakma," diyen doktor arkadaşıma anlamsız bakışlar atmaya başladım. "Hayır. Ne kusuru? Bende kalkacaktım zaten," diyerek az önce büyük bir mutlulukla çıkardığım ayakkabıları söve söve giydim. Haksızlıktı bu. Bizim hiç dinlenmeye vaktimiz olmayacak mı?

"Sen hiç rahatsız olma. Ben ceketimi bırakmaya gelmiştim sadece," diyen adamın sözlerine cevap olarak odayı terk ettim. Geldiğim günden beri bir türlü peşimden ayrılmamıştı. Ben nereye gidiyorsam o da beş dakika içinde benim gittiğim ortama damlıyordu. İlk başlarda sinirimi bozsada bir süre sonra onu takmamaya başlayınca kendini geri çekmişti.

"Mine!" Ah! Şaka yapıyor olmalı. Eline megafon da verelim bütün hastane duysun istersen. Düşüncelerimle aynı fikirde olan yüz ifademi düzelterek arkamı döndüm.

Kocaman adımlarla iki saniye içinde yanımda bitivermişti. "Buyrun Toprak Bey," dediğimde yüzünü ekşitti. "Hâlâ sizli bizli mi konuşuyoruz?" Ne istiyorsun be adam! "Hastane içerisindeyiz. Bu şekilde konuşmamız daha uygun, Toprak Bey." Bu cevabıma da gözlerini devirerek bir kolunu omuzuma koydu. "Hastane dışında sıkıntı yok yani."

Önce yamuk ağzına bir yumuruk vurup düzeltmek sonra da bana temas eden kolunu kırıp bir yerine monte edesim gelmişti. Tabii bunların hepsi sadece benim hayallerim içerisinde yer alıyordu. "Her türlü sıkıntı var," diyerek kendimi geri çekmeye çalışsam da omuzumu asla bırakmadı. Ahtapot herif!
Eğer biraz daha beni böyle tutarsa krizlerim kırmızı ışıkları yakıp sirenleri çalmaya başlayacaktı. "Ağabeyinden korkuyorsan eğer bence sempatik bir adam. Bize bir şans verir." Af buyur Toprak? Sanırm bu adam ağabeyimin bordo bereli olduğundan bir haberdi. Nefeslerim derinleşmeye başlayınca omuzumda bulunan elini tutup geri ittim. "Bu anı hiç yaşanmamış sayıyorum ve benden uzaklaşmanızı istiyorum, Toprak Bey," diyerek ismine vurgu yaptım. Bu defa da eli saçlarıma gitti. Bir tutamını tutmuş oynuyordu ki karşıdan gelen Yekta ile istemsiz derin bir nefes aldım. Saçlarımda dolaşan elini tutup kendimden uzaklaştırdım.

"Bence biz bu anı yaşanmamış sayıp yeni başlangıç yapalım ne dersiniz?" Bu adam cidden akıllanmıyordu. "Sadece işimize odaklanmayı öneriyorum." Kaşlarımı çatarak kollarmı göğsümde birleştirdim. Tam o sırada Yekta iyice yaklaşmıştı bize. "Yani sadece sana mı?" Şöyle 'Ya hak!' diyerek ağzının ortasına Osmanlı tokadını çakasım gelmişti. Tabii böyle bir şey asla söz konusu dâhi olamazdı. Çünkü ben sakin bir doktordum. Sakinim, naziğim ve sabırlıyım. Evet ben tam olarak böyle bir doktor olduğum için kendime hâkim oluyorum.

"İstersen bana odaklan doktor," diyerek sesiyle kulaklarımı doldurdu. Toprak'la aynı anda bakışlarımızı Yekta'ya yönelttik. Elindeki poşeti sallaya sallaya geliyordu. Bir elini de cebine atmıştı. Tam on sekizlik serseriler gibi dolanıyordu. Ağzına sakız eline de bir tane tesbih lazımdı. Eğer eksik parçalar tamamlanırsa tam bir serseri oluyordu. "Pardon, siz kimsiniz?" Toprak'ın sorusuyla birlikte tam ortamızda durmuştu. Onun uzun boyu beni kamufle ettiği için Toprak'ı göremiyordum.

"Hiç tanımak istemeyeceğin biriyim," dediğinde başını bana doğru çevirdi. "Bu doktor seni rahatsız mı etti?" Etrafa alev saçan ama bana değince durulan gözlerine baktım. O gözler... O gözler çok değişikti. Adeta bende hipnoz etkisi bırakmıştı. İstemeden başımı aşağı yukarı salladım. "Atilla seni bekliyor. Al bu poşeti ona ver. Beş dakikaya geliyorum," dediğinde robot misali dediklerini yaptım.

Ne oluyordu bana? Bence ela göz etkisi diye bir şey var. Kesinlikle ondan böyle oldu. Yoksa asla onun sözlerini dinleyecek biri değilim.

Elimdeki poşeti ağabeyime vererek boş sandalyeye attım kendimi. Miray'la ikisi dip dibe oturmuş telefondan balayı için otel bakıyorlardı. Bense sıkıntıdan yerdeki fayansları sayıyordum.
"Mine?"
"Evet."
"Sen düğün elbiselerini aldın mı?" Ah canım arkadaşım hâlâ elbise konusunu atlatamamıştı. "Aldım, Miray. Aldım." Sıkıntıyla nefes verdim. "Aşkım görüyor musun?" Miray'ın sorduğu soruyu anlamayan ağabeyim "Neyi?" Diyerek saçma bir soru attı ortaya. "Mine'nin düğünümüz için hissettiği heyecanı. Baksana yerinde duramıyor," diyen canım arkadaşıma öldürücü bakışlarımdan birini atmaya başladım. Sevmiyordum düğünleri. Ne yapabilirim? Benim kimyamda eğlence kalmamıştı. Zorla mı kardeşim? "He o mu? Görmem mi aşkım? Yüz metre ileriden hissediliyor." Geç sen dalganı ağabeyciğim.

Miray'ın babasıyla yaptığımız planlardan bir habersin tabii. Bir anda bu planların aklıma gelmesiyle ufacık kahkaha döküldü dudaklarımdan.

Onlara güldüğümü sanıyor olmalılar ki benimle birlikte onlarda gülmeye başladı. Keyfim biraz da olsa yerine gelmişti.

"Ağabey, benim mühimmatlarımdan senin yanında var mı?" Şuan canım karadutlu çikolata çekiyordu ve ben onu yemezsem her an ölebilirdim. Şaka, ölmezdim ama bir yanım eksik gezerdim. O derece bağımlılık yapmıştı bende.

"Olmaz mı?" Dediği gibi az önce ona verdiğim poşetten iki adet en sevdiğim çikolatayı çıkardı. İkisinide bana uzattığında çölün ortasında su bulmuş gibi sevinmiştim. Birini cebime diğerini de mideme göndermekle meşguldüm. Şu çikolatanın verdiği mutluluğu hiçbir şey vermemişti.

Belki o verebilirdi. Eğer kaçmasaydı. Benimle birlikte savaşabilirdi. Ama korkak gibi kaçmayı seçmişti. Gözlerimi kırpıştırarak yıllar önceki konuları açan beynime kızdım. Bitmiş, gitmişti. Uzatmaya gerek yoktu. O da bende hayatlarmıza, mesleklerimize odaklanmalıydık. Hem benden sonra kim bilir kaç kişiyle olmuştu? Geçen günde bileğinde toka vardı.

Bir kez daha bu saçma düşünceleri geriye iterek çikolatama odaklandım.

 

İKİ HAFTA SONRA;

 

YAZAR'IN ANLATIMI İLE;

 

Toplantı odasında bütün timi toplamıştı, Yekta. Muhtemelen yeni bir görev daha vardı. Bu defa o adama daha çok yaklaşacağından emindi. Alacağı intikama adım adım yaklaşıyor olmak damarlarında akan kanı kaynatıyordu. Yıllarca o adamı arıyordu. Sağ kolunu ele geçirmişti ama adam bir türlü konuşmayınca Fatih Güntekin'in bülbül gibi şakıtan yöntemlerine başvurmuşlardı. Aradıkları şerefsizin yurtdışında olduğu ve yakın zamanda büyük planını gerçekleştirmek üzere geri döneceğini öğrenmişlerdi. Ama bu bilgi Yekta'ya yetmiyordu. İçindeki intikam ateşine bir gram su bile serpmemişti. Aksine iyice o ateşi harlamaya sebep olmuştu.

Hissediyordu, büyük günün yakında geleceğini biliyordu. Soracağı hesabı ve çektireceği acıları düşündü. Yüzüne tehlikeli bir tebessüm yerleşti. Bakışları karşısında oturan dostuyla çakışınca onunda yüzünde aynı gülümsemeyi görmek kendisini daha da güçlü hissettirmeye yetmişti.
Odaya giren albay ile herkes ayağa kalktı. Timde bir kişi eksikti. Onlar kardeşlerinin intikamını da alacaklardı. Özellikle de Turan.

Turan hepsinden farklıydı. Timini kardeşten öte aile olarak görüyordu. Birinin canı yansa onun canı on kat daha fazla yanardı. Tamer vurulduğunda Turan kendisini kaybetmek üzereydi. Ailesini kaybettikten sonra ona ikinci aile olan Tamer'i kaybetme fikri delirtmişti. Kurşunun riskli bölgeye isabet etmesi sonucu fazlasıyla kan kaybetmişti ama zamanında ve doğru yapılan müdahale sonucunda hayata tutunmuştu. Sadece bir ay boyunca aktif görevlere gidemeyecekti. Daha sonrasında ise tekrardan Pençe timi ile tam gaz devam edecekti.

"Oturun çocuklar," diyen Albay Erdem Birol ile birlikte eski pozisyonlarına döndüler. "Yine sınır köydeki sivillere saldırı yapılmış. Tek Göz'ü köylülerin esir tuttuğunu iddia ederek masum insanlara saldırıyorlar. Şivan'ın diğer adamı yapıyor bu saldırıyı. Vakit kaybetmeden oraya gidip o iti buraya getirmenizi istiyorum. Geçen seferki gibi baygın değil, ayık bir şekilde," diyerek Turan'ın üzerinde gezdirdi bakışlarını. Turan ise ifadesiz bakışlarını sürdürdü.

"Yaralılar için doktora ihtiyacımız olabilir," diye bir öneride bulundu Ata. Albay bu defa bakışlarını Ata'ya yöneltti. "Onu hallettim. Devlet hastanesinden gönüllü bir doktor vardı. Dışarıda sizi bekliyor. Onun ve sivillerin canı size, sizin canınız da Allah'a emanet yiğitlerim." Albay bu sözlerinin ardından ayağa kalktı. Timde ona eşlik etti. "Helikopter hazır, sizi bekliyor. Yarım saat içinde yola çıkmış olun," diyerek son bir kez gururla baktı evlatlarına. İç çekerek odadan çıktı.

Onun hemen ardından hepsi odayı boşaltmaya başladı. En sona yekta kalmıştı. Ağır ağır çıktı odadan. Kapıyı kapatıp yüzünü koridora döndüğünde koltuklarda oturan kadını görmeyi hiç beklemiyordu. Sıkıntıdan sağ bacağını sallayıp dudaklarını kemiren kadına baktı uzunca. Gönüllü olan doktor o muydu yoksa? İçinden küfürler yağdırmaya başladı. Atilla'ya baktığında onun gayet normal davranmasına şaşırmıştı. Nasıl göz göre göre kardeşini ateşin ortasına götürüyordu.

Yumruğunu sıkarak hesap sormaya gidiyordu ki bir anda durdu. Ne hakla hesap soracaktı? Hangi konumda? Hangi sıfatta? Hesap sorsada Mine'nin verdiği karardan vazgeçmeyeceğini biliyordu. "Atilla," diyerek yanındaki arkadaşına seslendi. "Dinlemedi beni. Engel olamadım." Aldığı cevapla birlikte sıkıntılı bir nefes verdi. Daha sonrasında umursamamaya çalışarak giyinme odasına doğru ilerledi. Kızdı kendine. O da görevini yapıyordu. Ne diye bu kadar endişe ediyordu ki? Hem onun saçının eline zarar gelmesine müsaade etmezdi. Bunu çok iyi biliyordu. Hatta tek bildiği şey de bu olabilirdi. Kafasını iki yana sallayarak başka şeylere odaklanmaya çalıştı. Alacağı intikamlara mesela. Çektireceği acılara, yaşadıklarını yaşatmaya odaklandı. Başardı da. Bütün dikkatini tamamen görevine verdi.

Bu görevin daha kolay olacağını biliyorlardı. Bu yüzden bütün dikkatlerini onları zafere bir adım daha yaklaştıracak göreve vermişlerdi.
Onlar vatan için kendilerinden, benliklerinden, ailelerinden ve sevdiklerinden vazgeçen kahramanlardı. Onlar her şeyden vazgeçiyorlardı ama ne için? İsimleri dâhi unutuluyordu bir süre sonra. Verdikleri canların değeri haberde yer alan on saniye kadar mıydı cidden? Vatanı yaşatan onlar iken bizim onları zihnimizde öldürmemiz adil miydi? Onlar canlarından vazgeçmişlerdi de biz neden onlardan vazgeçiyorduk. Zihnimizde, kalbimizde ve ülkemizde yaşatmak varken niye onları sadece on saniyeye sığdırıyorduk. O kadar mıydı onların değeri? On saniye... Bazıları on saniye bile sürmüyordu.

O gün Pençe timi kendilerinden vazgeçerek gittiler göreve. Onlara ihtiyaç duyan sivilleri korumak için canlarını ortaya koydular.
Hemen yanında bulunan kadına aldırmamaya özen gösteren Yekta ezbere bildiği dağları izlemeye başladı. Yekta dağları Mine ise asla anlam veremediği bu adamın yan profilini izliyordu. O ela gözler bir şeyler saklıyordu. Mine bundan emindi. Ve yakında öğreneceğinden de emindi.

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölümü nasıl buldunuz?

Yorum yapmayı ve yıldıza basmayı unutmayınnn :)

 

 

Bölümleri okunma sayısına ve yorumlara göre atacağım.

Loading...
0%