@e_nurr54
|
İyi okumalar aşklarımmmm
"Helikopter, çatışmaların yaşandığı bölgeye biraz uzak bir konumda yer alacak." "İşimizin uzun süreceğini sanmıyorum ama her ihtimale karşı yanınıza fazladan mühimmat alın," dedi. "Size gelince Doktor Mine Hanım, size ekibimizden Alper eşlik edecek. Onun dediklerinin dışına çıkmamaya özen gösterin." Konuştu Bordo Beyin. Beni göreve göndermekten çok anaokuluna gönderiyor gibiydi. Başımla onaylayıp başka şeylere odaklanmaya başlamıştım ki tekrar konuşmaya başladı. "Köyde tek bir yer güvenli orası da köyün çıkışında bulunan cami. Bu yüzden yaralanan kişiler oraya sığınmış. Henüz fazlaca yaralı yok ama olmayacağı anlamına gelmez. Bu yüzden siz Alper ile birlikte camiye gideceksiniz. Çok dikkat çekmemeye özen gösterin," dediğinde kaşlarımı çattım. "Bu kıyafetlerle nasıl dikkat çekmemeye özen gösterebiliriz?" Mükemmel sorum ortaya bomba misali düştü. Kafamda kocaman kask ve üzerimdeki askeri yelek ile bu pek mümkün değildi. Göz göze geldiğimizde kaşları çatılmış bir biçimde duruyordu. Sol taraftaki kaşı biraz daha yukarıda duruyordu. Bu da bir şeyler düşünüyor demekti. Peki bu bilginin hâlâ bende ne işi vardı? İsminin Alper olduğunu öğrendiğim asker boğazını temizleyerek hafifçe oturduğu yerden öne doğru eğildi. "Kıyafetlerimizi değiştirsek nasıl olur?" Mantıklıydı ama bizde başka kıyafet yoktu. Sabah hastanede karşılaştığım albayın Pençe timinin albayı olduğunu öğrenince ufak çaplı şok yaşasamda albayın güler yüzüyle karşılaşmak beni mutlu etmişti. Oğlunu muayene ettiğim sırada çalan telefonuyla konuşmak için dışarıya çıkmıştı. Geri geldiğinde yüzü asık ve sinirliydi. Elimi çabuk tutarak muayeneyi bitirdim. Reçeteyi verdiğim sırada bir sorun olup olmadığını soruyordum. O da sınır köylerden birine saldırı olduğunu anlatınca yüreğim ağzıma gelmişti. Yardıma ihtiyaç olabileceğini düşünüp yardıma gelmek istediğimi söyleyeceğim sırada askeriyede ki doktorun izinli olduğunu ve bana gönüllü olabilecek bir doktor arkadaşımın olup olmadığını sorunca hiç düşünmeden öne atladım. Bir iki saniye dursada gözlerime bakınca kabul etmişti. Neredeyse sevinçten albayın boynuna atlayacaktım. Tabii bu duyduğum sevinç ağabeyimin vereceği tepkiyi düşünmemle kursağımda kalmıştı. Ona söylemek biraz olaylı da olsa en sonunda kabul etmişti. Ve şimdi buradaydım. İnsanların yaralarını sarmak için gidiyordum. Sadece bedendeki yaraların sarılması adil değildi bence. Ruhumuzda da vardı yaralar. Hemde bazıları kabuk tutmadan sürekli kanıyordu. Onların neden tedavisi yoktu? Ruhumuz sürekli acı çekmeye mahkûm muydu? Sevgi, ruhumuzdaki çoğu yaraya iyi gelsede zaten çoğu yaranında sebebi oluyordu. İnsan kendi kendine yaralarını sarmayı öğreniyordu. Zor oluyordu, zaman alıyordu ama muhakkak öğreniyordu. Bende kendi kendime sarmıştım ruhumdaki yaraları. Hâlâ kanayanlar oluyordu olmasına ama ilk günkü gibi değillerdi. Eskiydi o yaralar. Yorgundu bir kere. Kanamaktan dâhi yorulmuşlardı ama kabukta tutmuyorlardı. Garipti benim yaralarım. İlacı da çözümü de olmayan türlerden yaralarım var. "Mine, nereye daldın yine?" Gözümün önünde sallanan ellerle birlikte kendime geldim. Gözlerim takılı kaldığı yerden ayrılınca yavaşça bakışlarımı onlara çevirdim. Hepsi de bana bakıyordu. Boğazımı temizleyerek huzursuzca yerimde kıpırdandım. Yutkunduğumda kurumuş olan boğazımın acısıyla yüzüm buruşmuştu. "Hiçbir yere." Şişeyi kafama diktiğim gibi yarısından fazlasını içmiştim. "İki gündür su içmedin mi? Ne bu böyle?" Sana ne kardeşim? Belki üç gündür içmiyorum. İçtiğim suda bile gözü vardı manyak herifin. Kaşlarımı çatarak ona döndüm. "Sizi ilgilendirmez." Verdiğim cevaba karşı surat asmıştı. Tam ağzını açıp bir şey diyordu ki ağabeyimin devreye girmesiyle susmuştu. "Mine heyecanlandığı zaman boğazı kurur. Ayrıca kavga etmenin zamanı değil, görevdeyiz. Unutmayın." Canım ağabeyim benim. Ağzına sağlık. Vallahi ağabeyim olmasa on ton laf ederdi bu bordo bozması. Yüzüme amaçsız zafer gülüşü yerleşmişti. Kollarımı göğsümde bağladığım gibi arkaya yaslandım. Koskocaman askerlerin arasında küçücük kalınca kendimi karınca gibi hissetmiştim. Hepsi iki metreye yakın ve ya iki metreydi. İçlerinden en kısa olan ama bana göre de dev gibi olan sarışın mavi gözlü çocuktu. Sanırım onun adı Ata'ydı. Ona bakınca içimdeki özlem duygusu kabarmıştı. Bütün milletimizin özlem duyduğu o kişi; Atatürk'ümüz. Bir an gözlerim dolsada bir sürü kişinin içinde olduğumu hatırlayarak hemen gözyaşlarımı geriye iterek ağlama duygumu bastırdım. Onu düşünmek bile beni derinden ekiliyordu. Tüylerimin diken diken olduğunu hissetmemle içime bir ürperti gelmişti. Bunun nedeni neydi bilmiyordum. "Hazırlanın iniyoruz." "Mine Hanım, kendinizi süzmeniz bittiyse göreve başlayabilir miyiz?" Allah Allah! Gıcık şey. Aptal. Mal. Kendimi süzüyormuşum şuna bak. Güvenliğimden emin oluyorum herhalde. Gözlerimi kısarak ona döndüm. "Asıl sizin beni azarlamak için bulacağınız şeyler bittiyse başlayalım, Yekta Bey." Sondaki kelimelere vurgu yaparak dik dik ona bakmaya başladım. "Kendinizi azarlatacak şeyler yapmayın sizde," dediğinde kanın beynime sıçradığını hissettim. İyi bir komutan olmuş. Her boka karışıyor bu. Sanarsın ülkenin padişahı olmuş. "Ben gayet normal duruyorum. Siz gidin bozuk gözlerinizi muayene ettirin." Of canım kendim! Asla altta kalmak yok, Mine! Böyle devam kızım. Görev bitince kendime kocaman sarılacağım yazdım bunu bir köşeye. "Göreve geldik! Çocuk parkına değil! Kendinize gelin hemen," diyen ağabeyimin sesiyle gözlerimi başka bir yöne çevirdim. "Planı bir daha anlatmama gerek var mı?" Timden ses çıkmayınca "Bende öyle düşünmüştüm," diyerek önden yürümeye başladı. En önde o vardı. Onun hemen arkasında ağabeyim, Alper ve ben vardık. Geriye kalanlar da arkamızdan geliyordu. Hem sağı solu hemde arkamızı kontrol ediyorlardı. İlk defa böyle bir göreve katılmanın verdiği heyecanla birlikte kalbim göğüs kafesimi kıracak derecede atmaya başlamıştı. Çok susamıştım ama önümde yürüyen öküz yüzünden içemiyordum. Nefes alsam bile suç oluyordu. Hayır sanki ne yaptım da bana bu denli kızıyor, akıl sır erdirememiştim. Gözlerimi ona dikerek izlemeye başladım. Kamuflajı giyince daha bir heybetli görünmüştü. Arkasına düşen koskocaman gölgesi bile düşmanlara korku salmaya yetecek cinstendi. Koskocaman adımları adeta yeri dövüyordu. Acaba çok yoruluyor muydu? Giydikleri kıyafetlerin ve sırtına taktıkları çantaların ağırlığı pek hafife alınacak cinsten değildi. Yüzünü göremesemde kaşlarının çatık olduğuna adım gibi emindim. Çünkü onu gülerken görmek çok nadirdir. Her işini büyük ciddiyetle ve sorumlulukla yapardı. Küçükken mahalle maçları olurdu. Arka mahallenin çocukları bir de bizim çocuklar birleşir her hafta bir iddiaya girerek maç yaparlardı. Girdikleri iddialar genelde gazoz, çikolata ve dondurma tarzı abur cubur çeşitleri oluyordu. Maç yaptıkları arazide eski püskü bozuk arabalarda olurdu. Mahallenin kızları olarak toplanır, arabaların üzerine çıkıp otururduk. Onlar maça başlayınca tezahürat yapar, ağabeylerimi desteklerdik. Ağabeyim hep eğlencesine oynardı. Yekta ise tam tersiydi. Yüzünde büyük bir ciddiyet olurdu. Kaşları çatık, ela gözleri kısık ve dudakları da düz çizgi hâlini alırdı. Maç bitene kadar bu ifadesini korurdu. Gol atınca veya kazanınca asla sevinmezdi. Sanki bu onun bir göreviymiş gibi davranırdı. Küçükkende gıcık giderdim onun bu huyuna. Hep şikayet ederdim annesine ama bu şikayetlerin sonu kavgayla biterdi. Daldığım derin düşüncelerden kocaman taş gibi sert bir şeye çarpınca sıyrılabildim. Kafamı kaldırınca çarptığım şeyin bir eşya değilde Yekta olduğunu fark edince geriye doğru dört tane kocaman adımlar attım. "Yürürken yere değilde önünüze bakmanızı tavsiye ederim, Mine Hanım." Biz nereye bakıyoruz kardeşim? O da anında durmasaymış yani. Ya da dururken haber verebilirdi. "Bende bana karışmamanızı öneririm, Yekta Bey!" Eve yaklaştığımızda silahın emniyetini açtım. Ses çıkarmadan etrafı kolaçan ederek yavaş yavaş hareket ediyorduk. Kapının önüne geldiğimizde ben sağ tarafa ağabeyimde sol tarafa geçmişti. Yekta ise kapının önünde duruyordu. Birkaç dakika etrafı dinledikten sonra kapıya indirdiği sert tekmeyle aniden irkildim. Böyle bir şeyi asla beklemediğim için doğal olarak korkmuştum. Çenemin altında toplanmış olan kar maskesini sol elimle gözlerimin altına doğru çekiştirdim. Korkmuş olan yüz ifademi görmelerini istemediğim için yapmıştım bunu. İçeriye ilk önce Yekta girmişti. Onun hemen arkasında ben, benim arkamdan ise ağabeyim geliyordu. Silahlarımızı ileriye doğru doğrultarak belirli bir mesafede ilerliyorduk. Koridorun darlığı biraz rahatsız etsede sol taraftaki ilk odanın kapısını tekmeleyerek açtım. Aynı anda arkamdan bir ses gelince Yekta'nın da karşı taraftaki odaya girdiğini anladım. Temkinli bir şekilde odayı inceliyordum. Oturma odasıydı ama karşı duvarda tezgâh tarzında bir şey bulunuyordu. Tezgahında hemen yanında kocaman tahta bir dolap vardı. Dolaba doğru minik minik adımlar atmaya başladım. Tam önüne geldiğimde dolabın kolunu tutarak yavaşça açtım. İçine baktığımda sadece tabak, bardak, çatal, kaşık tarzı şeyler olduğunu gördüm. Kapağı kapatmadan yandaki tezgahın önüne gittim. Tezgahı incelediğimde burada da bir şey olmadığını görünce geriye doğru gittim. Odaya son bir bakış attıktan sonra geniş olan koridora yöneldim. Odadan gelen büyük sesle birlikte ağabeyime diktim bakışlarımı. Başını iki yana sallıyordu ama onu dinlemeden ani hareketle kapıyı açarak içeriye girdim. Gördüğüm şeyle elim ayağıma dolanmıştı. Önüme doğrulttuğum silahı daha fazla tutamadığım için büyük bir gürültüyle ayaklarımın dibine düşmüştü. Ellerimin, kollarımın, bacaklarımın hatta ve hatta bütün iç organlarımın titrediğini hissettim. Yerde kanlar içinde yatan yaşlı bir kadın ve etrafında dört dönen bembeyaz bir kedi. Aklımın bulandığını hissettim. Görüntülerin kalitesi git gide düşüyor, sesler birer çınlama haline geliyordu. "Mine!" Yekta'nın bağırmasıyla gözümden bir damla yaş düştü. Şimdi değildi. Şuan bunun sırası değildi. Doktordum ben. Soğukkanlı olmayı öğrenmiştim ilk. Onu uygulamalıydım değil mi? Sonrada müdahale etmem gerekiyordu. Doktordum ben, doktor. Koskoca doktordum ama şuan paslanmış robottan bir farkım yoktu. Yerimden kıpırdayamıyordum. Neden mi? Çünkü yaşlı kadının üzerinde yediden fazla kurşun izi vardı. Hepsi hayati önem taşıyan bölgelerdeydi. Kaç saattir buradaydı? Kaç saat can çekişmişti? Canı çok yanmış mıydı? Neden yapmışlardı bunu? Belime dokunan ellerle kendime geldiğimde boş boş göz kırpıştırıyordum. Yaşlı kadın için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Geç kalmıştık onun için. Üstüme çöken hüzünle birlikte vücudumda aynı tepkiyi verdi. Olduğum yerde dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimle yüzümü avuçladım. Ağlamak istiyordum ama bir damla göz yaşı gelmiyordu. Kucağıma tırmanaya çalışan kediyle titreyen ellerimi yüzümden çektim. Bembeyaz tüylere ve sapsarı gözlere sahipti. Çok tatlıydı ama onun için üzülmüştüm. Sahibi öldürülmüştü. Bu yavru kedi ise yalnız kalmıştı. Onu yanıma almak istiyordum ama bu böylesine önemli bir görevin içinde mümkün değildi. "Köye gitmemiz lazım. Orada da yaralılar var. Belki o şerefsizi gören olmuştur. Bir an önce harekete geçmemiz gerekiyor. Bu kadın için geç kaldık ama diğer yaralı olan insanlara geç kalmayalım. Bu operasyon biraz uzun olacak," dediğinde biraz soluklandı. "O şerefsiz geri gelecek. Bundan eminim. Haydi yürüyün." Asıl göreve daha yeni başlıyorduk. Burada işimizin hemen bitmeyeceğini biliyordum. O şerefsiz Tek Göz'ü alana kadar durmayacaktı çünkü. Önüne gelene zarar verecekti. Sırf bizi ayağına getirip istediğini almak için. Ama buna asla izin vermeyeceklerinden emin olduğum için içim rahattı. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. Başımdaki kaskı düzelterek bizimkileri takip etmeye başladım. Kararttığım bakışlarım ve attığım emin adımlarla damarlarımda bulun kanın kaynadığını hissettim. Şimdi başlıyorduk işte. Hepsinin üzerinde gezdirdi gözlerimi. Hepsinin gözünün içine baktım. O gözlerde her türlü duygu vardı. Tek biri hariç: Korku. Evet korku yoktu onlarda. Korkuyu hissetmek yerine hissettiren taraftı onlar. Emin adımlarla hedefimize yaklaşmaya başladık. "Hepiniz dikkatli olacaksınız! Tek bir kayıp istemiyorum. Mine sen ağabeyinle birlikte hareket edeceksin. Çünkü seni ondan başka kimse koruyamaz." Başımı aşağı yukarı salladım. "Haydi, kazamız mübarek olsun aslanlarım!" Son sözlerini söylediğinde hepimiz birbirimize bakarak harekete geçtik.
|
0% |