@ealena
|
2. Bölüm
Nergüzar, o gece uyuyamadan yatakta dönüp durdu. Zihni annesiyle yaptığı konuşmanın yankılarıyla doluydu; ağabeyinin katı kuralları ve annesinin boyun eğen tavrı, genç ruhunda isyana yol açmıştı. Kafasında dönüp duran sorular ona rahat vermiyordu. “Neden herkes benim yerime karar veriyor?” diye düşünüyordu. “Ben de insan değil miyim? Benim de isteklerim, hayallerim var. Onların gözünde sadece bir itaatkâr kız mıyım?”
Sabaha karşı uykunun hafif gölgesi göz kapaklarını düşürdüğünde, aklında hâlâ aynı isyan vardı: özgürlük. O sabah erkenden kalktığında, annesini ve kardeşlerini mutfakta buldu. Sibel kahvaltıyı hazırlıyordu, annesi ise mutfak masasının başında sessizce oturuyordu. Nergüzar, bir şey söylemeden masanın bir köşesine oturdu. Aklında hâlâ düğüne gitme isteği vardı ama bunun artık mümkün olmadığını biliyordu.
Sibel: (Göz ucuyla Nergüzar’a bakarak) Nergüzar, gece pek uyuyamadın galiba. Yüzünden belli…
Nergüzar: (Dalgın bir sesle) Uyuyamadım abla. Herkesin benim hayatıma böyle karışması beni çok üzüyor. Sadece bir kere olsun, kendi istediğim bir şeyi yapmak istiyorum.
Anne: (Başını kaldırarak, hafif bir kızgınlıkla) Kızım, dün söylediklerimizi duymadın mı? Boşuna üzüyorsun kendini. Bizim ailemizde herkesin bir görevi, bir sınırı vardır. Sen de kendini ona göre ayarlayacaksın.
Nergüzar: (İçten içe öfkeyle) Ama ben bir sınırdan ibaret değilim ki! Kendime ait bir hayat istiyorum, sadece başkalarının kararlarına bağlı olmayan bir hayat…
Sibel: (Ona destek olmaya çalışarak) Nergüzar, bazen hayat, bizim istediğimiz gibi olmaz. Annem de abim de kendi bildikleri doğruyu yapıyor. Belki bize ağır geliyor ama onlar da zor durumda. Bizim de sabretmemiz gerek.
Nergüzar: (Kendi kendine mırıldanarak) Sabretmek… Hep aynı kelime. Sabırla nereye kadar? Hep böyle mi olacak? Bir gün olsun kendi istediğim bir şeyi yapamayacak mıyım?
O sırada Ali kapıdan içeri girdi. Her zamanki gibi sert adımlarla, gözleri dikkatle onları süzerken odadaki sessizliği bozan tek şey ağır nefes alışlarıydı. Nergüzar, abisini görünce istemsizce gözlerini kaçırdı, ama içindeki öfke onu daha fazla susturamazdı. Artık bu kısıtlanmışlığa boyun eğmek istemiyordu.
Ali: (Bakışlarını Nergüzar’a dikerek) Nergüzar, bir sorun mu var? Bakışların pek rahat değil. Eğer hâlâ dün geceki meseleyle ilgiliysen, boşa uğraşma. Bunu tartışmayı bile düşünme.
Nergüzar: (Başını dik tutarak, gözlerinde kararlılıkla) Evet, Ali abi, dünkü mesele hâlâ aklımda. Belki sen bunu anlamıyorsun ama benim de hislerim var. Bu evde herkes kendi kararlarını verebilirken, ben neden sürekli başkalarının söylediklerine uymak zorundayım?
Ali: (Kaşlarını çatarak, daha sert bir ses tonuyla) Çünkü bu evde kuralları ben koyuyorum, anladın mı? Senin için neyin doğru olduğunu ben bilirim, sen değil. Bir gün büyüdüğünde beni anlayacaksın.
Nergüzar: (Sesi titreyerek) Ama ben bir gün büyümeyi beklemek istemiyorum! Hayatımı şimdi yaşamak istiyorum. Herkes gibi, her insan gibi. Bu kadar mı zor bunu anlamak?
Ali’nin yüzü hafif bir kızgınlıkla kasılırken, Sibel araya girmeye çalıştı.
Sibel: (Yumuşak bir sesle) Ali, lütfen. Nergüzar’ın içi dolmuş belli ki, ona biraz alan tanısak? Hepimiz senin iyiliğimizi düşündüğünü biliyoruz ama bazen onun da kendini ifade etmesine izin vermeliyiz.
Ali: (Derin bir nefes alarak, gözlerinde hâlâ sertlik) Nergüzar’ın yaşı küçük. Bu kadar isyan etmesine gerek yok. Bir gün her şeyin bir anlamı olduğunu göreceksin, ama şimdi değil.
Nergüzar: (Hâlâ kararlı bir şekilde) Belki de o gün hiç gelmeyecek Ali abi. Belki de ben hep kendi hayatımı yaşamak isteyeceğim. Ama siz buna izin vermediğiniz sürece bu ev bana yabancı gibi geliyor.
Ali, Nergüzar’ın bu sözleri karşısında kısa bir an sessiz kaldı. Sözleri kalbinde bir yankı bırakmış gibi görünüyordu, ama yine de Nergüzar’a hiçbir şey demeden odadan çıkıp gitti. O gün Nergüzar, kendi içinde bir yemin etti; bir gün kendi hayatını, kendi isteklerine göre yaşayacak, onu kısıtlayan bu zincirlerden kurtulacaktı. Ama o güne kadar, içindeki bu fırtına onu büyütecek, güçlendirecek ve belki de kaderini tamamen değiştirecekti. Nergüzar, yaşadığı hayata öfke ve hayal kırıklığıyla doluydu. Odasında sessizce otururken içinde yanan isyan daha da güçleniyordu. “Bu sefaleti hak edecek ne yaptım ki?” diye düşünürken, dudaklarından hınç dolu bir mırıldanma döküldü: “Bu fakirlik, bu cehalet… neden benim payıma düştü?”
Kendisini fakirliğe ve çaresizliğe mahkum eden bu hayata olan öfkesi, adeta nefes almasını zorlaştırıyordu. Etrafında sürekli eksik olan şeyler vardı; çocukluğundan beri ne doğru düzgün bir elbisesi olmuştu, ne de hayal edebileceği parlak bir geleceği… Onun dünyasında, her gün aynı döngü vardı: yokluk, iş, ve kurallarla dolu bir mahkumiyet.
Dışarıdan duyduğu kahkahalar, onun için adeta bir yara gibiydi. “Ben de onlar gibi gülemez miydim?” diye düşünüyordu. Her gün pencereden baktığında, özgürce yaşayan insanları gördüğünde içindeki acı daha da derinleşiyordu. Okuyamamıştı, çünkü bu evde kızların eğitimine önem verilmezdi. Oysa Nergüzar, kitaplara meraklıydı, içinde başka hayatlara açılan dünyaları keşfetme isteği vardı. Ama ne zaman bu isteğini dile getirse, "Sen kızsın, boş hayallere kapılma" denerek susturulmuştu.
Kendi kaderine lanet etmekten başka çaresi yokmuş gibi hissediyordu. Kendi hayatında, kendi kararlarını verebileceği bir özgürlük hayal ederken, her adımı bir engelle karşılaşıyordu. İçinde büyüyen bu öfke, onu yalnızca daha da güçlendiriyordu. Bir gün, ne olursa olsun, kendi yolunu çizecekti. Nergüzar, kendi kendine mırıldanarak, içindeki haksızlık duygusunu dile getiriyordu. “Neden herkesin benim üzerimde bir hakkı var? Sadece bir kukla gibi mi yaşamalıyım?” Kalbinin derinlerinde kendisine duyduğu öfke, onu cesaretlendiren bir ateşe dönüşüyordu. Sanki hayatı boyunca görmezden gelinen her hayali, susturulan her isteği, her geçen gün daha da ağır bir yük olarak sırtında taşıyordu.
O gün mutfakta iş yaparken, birden annesinin yorgun yüzüne takıldı bakışları. Yıllar süren yokluk ve fedakarlık, annesinin gözlerinden okunuyordu. Nergüzar, annesinin o sessiz yüzüne bakarken, bir yanıyla ona acısa da bir yanıyla da öfkeliydi. Annesi, hayatın tüm yükünü taşımasına rağmen hep boyun eğmiş, kendi haklarından vazgeçmişti. “Ben onun gibi olmayacağım,” diye düşündü içinden. “Kendi hayatımın dizginlerini elime alacağım, ne olursa olsun…”
O sırada abisi Ali içeri girdi. Onun sert bakışları altında Nergüzar, kendi düşüncelerini belli etmemek için sessizce işine döndü. Fakat bu sessizlik, içindeki isyanı yatıştırmaya yetmiyordu. Ali’nin ve diğerlerinin onu küçük bir çocuk gibi görüp sürekli kurallar koymasından bıkmıştı. Oysa o, ruhunda fırtınalar kopan bir genç kızdı.
Ali yanına yaklaştı ve ona emrivaki bir sesle sordu: “Bu akşam eve erken geliyorsun, dışarıda fazla oyalanmayacaksın. Anladın mı?”
Nergüzar derin bir nefes alıp sakin kalmaya çalışarak cevap verdi: “Evet abi.”
Ama içinden kopan çığlık, sesine yansımamıştı. Bu kadar kısıtlanmak, sürekli başkalarının onun hayatını kontrol etmesi artık ona ağır geliyordu.
O gece Nergüzar yatağına uzandığında, gözlerini tavana dikmiş, zihninde çarpışan düşüncelerle boğuşuyordu. İçindeki fırtına, geleceğe dair belirsiz umutlara karışıyor, ama bir türlü huzura eremiyordu. Yaşadığı hayatın onu nasıl kıstırdığını, kendisini nasıl bir çıkmazda hissettiğini düşündükçe gözleri doldu. "Bu hayat hep böyle mi geçecek?" diye kendi kendine sordu. "Yoksa bir gün ben de özgürlüğümü bulabilecek miyim?"
Ertesi sabah erkenden kalktığında, Nergüzar aynada kendi yüzüne baktı. O güne kadar hep boyun eğen, hep kaderine razı olan biriydi belki ama şimdi içinde bir kıvılcım yanıyordu. Kendi kendine söz verdi: “Bir gün ben de özgür olacağım. O gün geldiğinde, kimsenin kurallarına uymak zorunda kalmayacağım.”
Bu düşünce ona güç veriyordu, ona umut veriyordu. Yaşadığı yoksulluk, cehalet ve baskılar her ne kadar ağır olsa da, içinde yanan bu küçük kıvılcım, onu ayakta tutuyordu. İçinde büyüyen bu umut, onun karanlık dünyasına bir ışık olmuştu. Artık biliyordu; ne olursa olsun, bir gün kendi hayatını yaşayacağına dair umudunu asla kaybetmeyecekti.
|
0% |