@ebemeleksuer
|
..araç hareket halindeydi. Yaklaşık 2 saattir yoldaydım. Gözlerim birbiri ardınca sıralanan ağaçları izliyordu. Bazen bir koyun sürüsüne , bazen inci gibi dizilmiş bir ekin tarlasına bazen de küçük köylere denk geliyorduk. Cama başımı yasladım. Derin bir nefes aldım.Göğüs kafesimi havayla doldurmak istercesine... Aracın içi havasızdı. Başımı, yasladığım camdan ayırıp doğruldum. Elim camın kenarına gitti ve sonuna kadar açtım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes daha aldım. Tam o sırada bir ses duydum: -Kızım , camı kapatır mısın? Bizim oğlan fena üşütmüş. Şehir merkezinde ki hastaneden dönüyoruz zaten. Doktor üşütmüş dedi. Ateşi de vardı gece. Burun kulak desen o biçim. Her yeri akıyor yavrumun. Ama ben dedim. Dondurma yediğinden oldu hep bunlar. Çok yeme boğazların şişer , bak hasta olursun sonra dedim ama dinletemedim. Hani şey var ya..hah şu dondurmacı oğlan var. Köyün içinde arabayla dolaşıyor. Ondan alıyor hep. Sizin köye de geliyor mu kızım? Sahi sen hangi köydensin bakayım? Tam yanımda oturuyordu teyze. Masmavi gözleri, göz altlarında yılların yorgunluğunu saklayamayan torbalar ve bir de beyaz yazması vardı. Saçlarının beyazlığı da o yazmadan bile kendini belli ediyordu. Hemen koltuğunun altında 7-8 yaşlarında bir çocuk vardı. Hali biraz uykulu biraz da hasta gibiydi. Teyze ise meraklı mavi gözlerini bana dikmiş öylece bakıyordu. -Ben malikler köyüne gidiyorum. -Öyle mi? Ben bilirim o köyü kızım. Benim çok tanıdıklarım var o köyde. Yeğenim, bacımın kızı o köye gelin gitti. Yıllardır çeker. Biraz aksidir o köyün insanı. Çok çekti yavrucak gittiği yerde. Kocası çok çalıştırır ama allah var dövmez. Hiç duymadım öyle şeyler. Ama sen pek benzemiyorsun o köyün insanına. Yabancı mısın yoksa? -Yabancı sayılırım. Teyzenin bir soru sormasına daha fırsat vermeden başımı tekrar cama çevirdim. O da halimi anlamış olacak ki soru sormaktan vazgeçti. Servisin içi gittikçe daha da boğuyordu insanı. Geneli altmış yetmiş yaşında amcalardı. Kucaklarında pazar torbaları, araç kavisli yollardan geçtikçe, torbalar oradan oraya savruluyor, birini tutabilse diğerini tutamıyor...kendi köyüne gelen servisten iniyordu. Her köyün girişinde köyün isminin yazılı olduğu bir tabela vardı. Sabırsızlıkla gideceğim köyün gelmesini bekledim. Servis yine durdu. Başka bir köyün önündeydik. Birkaç yaşlı amca kucaklarında ki poşetleri sırtlayıp servisten indi. Araç tekrar hareket etti. Yollar kavisli ve taşlıydı. Servisin tekerleri tümsekleri geçerken zorlanıyordu. Aracın boşalmasıyla gözlerim bu seferde ön sırada camın kenarında oturan genç bir kıza değdi. Kız en fazla yirmili yaşlarındaydı. Başında kenarları oyalı bir yazma vardı. Arkası dönük olduğu için yüzü tam gözükmüyordu. Sonra başını diğer tarafa çevirdi. Yüzünün yan tarafı seçilir gibi oldu. Çiçekli sarı yazmasından perçemleri çıkmış, aşağı doğru süzülüyordu. Gözleri dalar gibi dışarıyı izliyor, kesik kesik, belli belirsiz nefesler alıp veriyordu. Biraz sonra yüzü biraz ekşir gibi oldu. Sanki bir rahatsızlığı var gibiydi. Daha iyi görebilmek için biraz doğruldum. Bir eliyle karnını tutuyordu. Birşeylerin ters gittiğini anladım. Bir önümde ki koltuk boştu. Ayağa kalkıp oraya geçtim. Yanımda az önce bana birbiri ardına sorular soran teyze, yine meraklı gözlerle benim hareketlerimi izliyordu. Elimi genç kızın omzuna dokundurdum. Hareketim onu ürküttü. Başını hemen bana doğru çevirdi. Gözleri elaydı. Gözler insanın hikayesini ele verir derdi nenem. Bu kızın gözleri müthiş güzeldi. Ama onun hikayesinde yorgunlukta vardı, ve bir de hüzün. Onu daha fazla ürkütmemek için hemen konuşmaya başladım. -Uzaktan sizi gördüm. Sanki bir rahatsızlığınız var gibi. İyi misiniz acaba? Önce afalladı. Sonra eliyle karnını okşar gibi bir hareket yaptı. -7 aylık gebeyim abla. Araba tuttu herhalde . Biraz midem bulandı. Hemde bizim kız beni çok fena tekmeliyor. Hala alışamadım biliyor musunuz buna. Ara ara yine sancı, karnımda bir ağrı hissediyorum ama doktor normal olduğunu söyledi. Anadolu esintileri taşıyan bir türkçesi vardı. -Anladım. Ben şurada arka koltukta oturuyorum. Kendinizi kötü hissederseniz lütfen çekinmeden söyleyin. Size yardımcı olmak isterim. -Eğer yardımcı olmak istiyorsan, bana arkadaşlık et. Biraz sıkıldım çünkü. Sohbet de ederiz belki. Daha yol çok var. Eder misin abla? Sarı yazmalı kız iyi birine benziyordu. Gözleri bir yavru kedinin gözlerini anımsatıyordu. Ve kırmak gerçekten mümkün değildi. Önceden oturduğum yerde ki çantamı aldım ve geri dönüp onun tam yanına oturdum. Sohbet etmeye can attığı gözlerinden belliydi. Beklediğim gibi de oldu. -Sen hangi köye gidiyorsun? Beni yanlış anlama ama buraların insanlarına pek benzemiyorsun. Daha çok şehirli gibisin sanki. -Malikler köyüne gidiyorum. Bilir misin o köyü? Kızın gözleri bir anda açıldı. -Bilmem mi abla bilmem mi... bende o köye gidiyorum. Benim anamlar babamlar hep o köylü. Orda doğup , orda büyüdüm. İlkokula da orda gittim. Ama köy yeri bilirsin işte. Irgattı topraktı derken...dörtten sonra aldılar beni mektepten. Ama çok çalışkanımdır. Babamlara hep yardım ederim tarlada. Tabi şimdi yüklüyüm zor oluyor. Babamlar da ses etmiyor zaten. Ama traktör işlerine ben bakarım hep. Mektepten sonra babam öğretti. Heriflerden de daha iyi sürerim. Böyle durduğuma bakma sen. Bir an merakıma yenik düştüm. Onun sözünü kesip sordum. -Kocan ne iş yapıyor peki? O yardım etmiyor mu sana? Kızın gözleri duraksadı. Birkaç dakika bana öylece baktı. Sonra başını diğer tarafa doğru çevirdi. Camdan dışarıya bakıyordu. Halinden tavrından , yanlış bir şey söylediğimi anlamıştım. Niyetim onu üzmek de değildi ama üzülmüş gibi de bir hali vardı. Başımı önüme çevirdim. Hiçbir şey yapmadan şöfor camından gittiğimiz yolu izledim.
Aradan yarım saat geçti geçmedi, servis durdu. Genç kız bana küskünlüğünü unutmuş gibi dönüp; -Abla geldik. Bagajda valizin varsa al. Unutma bak, dedi. Gözlerim köyün girişinde ki tabelaya doğru gitti hemen. Malikler köyü yazıyordu. İçimde bir rahatlamayla ayağa kalktım. Aracın sürgülü kapısını açıp, indim. Tam bagaja doğru gidecektim ki, aklıma o kız geldi. Arkamı döndüm. Bir eli karnında bir eli kapının kenarında; inmek için benim çekilmemi bekliyordu. Elimi uzattım. Gözleri uzattığım ele kaydı. Sonra hiç düşünmeden tuttu elimden. Çekip indirdim onu da. Bagaja doğru giderken , başımı tekrar ona çevirip sordum; -Senin de birşeyin var mı? Taşımana yardım edeyim. -Yok yok abla. Hem ben zaten çarşıya pazara gitmedim ki öyle. Hastaneye gittim. Kızımın kontrolleri vardı. Sen kendininkini al gel. Gideceğin yere kadar yürüyelim. Bu yol çok tekin olur. Tek başına gitme. Hem sen kime gelmiştin abla? Beklediğim soru gelmişti. Valizimi ve sırt çantamı alıp bagajı kapattım. O sırada da servis acelesi varmışçasına gaza bastı. O hareket ederken bende bir elimde valiz bir elimde sırt çantam, kızla aramda ki mesafeyi kapatıp , tam önünde durdum. -Sağlık evine geldim ben. Biliyor musun nerde olduğunu? -Bilmez miyim ablam. Hemen bizim evin karşısındadır. Aman bir yerine bişey mi oldu yoksa, e sen merkezden gelmiyor muydun zaten, orada hastane vardı ya niye göstermedin? Bir yandan karnını tutuyor bir yandan yürüyor bir yandan da beni soru yağmuruna tutuyordu. Arada başını bana doğru çevirip ela gözleriyle beni süzüyordu. Sözünü kesmek istercesine konuştum: -Ebeyim ben. Buraya atandım. Bir anda bir sevinç çığlığı koptu. Ellerini birbirine vurup tekrar konuşmaya başladı: -Abla ne sevindim bilemezsin. Ne zamandır burada bir ebe yoktu. Muhtarın karısı geçenlerde söylediydi. Anamlarla su dolmaya gitmiştik pınara. Ha abla bizim burda bir pınar vardır. Herkes içme suyunu ordan doldurur. Neyse işte orda söylediydi. Muhtar temizletmiş orayı ebe gelecek diye. Senmişsin o demek. Ama ne sevindim bilemezsin. Ben zaten kontrol için merkezde ki hastaneye gidiyorum ama burada doğuma yakalanırım diye çok korkuyordum. Gerçi anamlar var onlar herşeyi biliyorlar ama eski usül işte. Bir de ilk doğumum. Şimdi nasıl ferahladım bilemezsin. Hem hemen bizim evin karşısındasın. Birşey olursa hemen sana koşarım. Yardım edersin dimi bana abla? Ela gözleri bana doğru bakıyordu. Yürümeyi de bırakıp az ötemde önüme doğru durdu. Cevap vermemi bekliyordu. -Ederim tabi. Bunun için buradayım zaten. Neye ihtiyacın olursa gel. -Sağol abla allah senden razı olsun. Sonra yüzünde tatlı bir gülümsemeyle yürümeye devam etti. Biraz öncekinden daha az konuşur oldu. Bende o sırada yürüdüğümüz yol kenarlarına baktım. Boş ,sıra sıra uzanan dağlar ve biraz ileride koyunlarını otlatan bir çoban vardı. Valizin tekerleri yolda ki taşları geçmekte zorlanıyor gibi bir sağa bir sola sallanıyordu. Köy ıssız ve sessizdi. Sanki kimse yaşamıyor gibiydi. Merak edip sordum: -Burda neden hiç insan yok? -Olmaz olur mu, var elbet. Ama köyün geneli ihtiyardır. Çok çıkmazlar. Tarla tapanla uğraşan da kalmadı eskisi gibi. Benim çocukluğumda daha da hararetliydi köy. Herkes eker biçer, sabahtan akşama hayvan güderdi. Bak şu minareyi gördün mü abla? Hah orda ki caminin hemen yanında muhtar odası var. İki katlı orası. Üst katta muhtarın yeri , alt katta da köy odası var. Orda eskiden hep ekmek yapardı teyzeler. Köyde bir kızın kınası mı olacak ya da mevlüt mü okutulacak orada yaparlardı. Aşure ayında bir hafta aşure yapar bütün köye dağıtırlardı. Ama şimdi yaşlandı herkes. E yılların yorgunluğu tabi. Köyde ekip biçen bir benim babamlar kaldı nerdeyse. Diğerleri üç beş tavukla günü geçiriyor. Bizim evde biraz köyün dışında sayılır. Hemen yanında babamın ekin öğüttüğü ofis , karşıda senin ev bir de...şey... Duraksadı. Bu soluksuz konuşmasını neden kestiğini anlayamadım. Yüzü yolculuktayken onu afallatan soruyu sorduğum anda oluşan ifadeye büründü. -Ney? Cevap vermeyip yürümeye devam etti. Adımları öncekinden hızlıydı. Bir elimde valiz bir elimde çanta ona yetişmekte güçlük çektim. Bir an ona seslenecek gibi oldum ama adını bile bilmediğimi fark ettim. Konuşmak istemiyor oluşunu umursamadan bir adım arkasındayken ona seslendim: -Adın ne senin? Durup başını bana çevirdi. Yüzünde ki solgun ifade gitmişti. -Sultan benim adım. Senin adın ne abla? -Melek. -Benim meleğim olmaya mı geldin sen yoksa? Bu cümleyi söylerken yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Sanırım o anda bende onun büründüğü tavra büründüm ve cevap vermek istemeyip konuyu değiştirdim. -Daha çok var mı? Valizi sürüklemekten kolum ağrıdı çünkü. -Az kaldı Melek abla. Hem istersen ver bana ben taşırım. -Bu gebe halinle koca valizi mi sürükleyeceksin bir de? -Sen benim böyle durduğuma bakma abla. Köyde büyüdüm ben. İçtiğim sütten midir yediğim etten midir bilmem erkek gücü var bende. Babam da öyle derdi. Ben onun tek çocuğuyum. Ne başka kızı , ne de bir oğlu yok. Bir anam , bir babam bir de ben geçinir gideriz. Akrabalar desen onlar çok oldu buralardan göçeli. Hepsi şehirli oldu. Ne uğrarlar buralara ne de bir telefon açarlar. Babam esasında ilkinde üzülürdü ama alıştı o da artık bu kimsesizliğe. Biz bize yeteriz der hep. Hem artık sanada yeteriz ablam. Önceden bir ebe vardı burada. Senden önce ki işte. Beş sene görev yaptı burda. Ailesi de çok uzaktaydı .Evli de değildi. Bizim sofrada hep ona da bir tabak olurdu. Kendini yalnız hissetmesin diye anam da ben de elimizden geleni yapardık. Sekiz ay önce kendi memleketine tayin oldu gitti. Nasıl üzüldük nasıl ağladık o giderken. Ama esasında o da ailesine kavuşmuş oldu. Nişanlanmış çok yakında düğünü var. Bizi de davet etti. Gidebilirsek inşallah. O benim sırdaşım, ablam gibiydi. En mutlu gününde yanında olmak çok isterim. Ama onun memleketi de uzak işte. Sahi abla senin memleket neresi? -Benim annem de buralıymış. -Ya ne diyorsun, kimlerdenmiş abla? -Kimlerden olduğunu bilmem. İsmini söylesem tanır mısın? -Tanımam mı abla, burda herkes birbirini tanır. Küçük yer neticede. Söyle bakayım sen. -Esma BİLEN. Kız aniden durdu. Bende onunla birlikte durdum. Şaşırmış gibi bir ifade vardı suratında. -Ne oldu tanıyor musun yoksa? -Ben tanımam abla. Ama anam tanır. İsmini çok duyardım ondan ama ne vakittir anmıyordu. Aynı mektepte okumuşlar. Birlikte nakış kursuna giderlermiş. Hatta ikisinin adını yazılı oldu bir kumaş var. Nakışı ilk öğrendiklerinde birlikte yapmışlar. Anam hala saklardı onu. Onun öldüğünü...yani vefat etmiş ya abla anan. Anam çok ağladı o gün , haberi alınca. O kumaşa bakıp bakıp ağladı. Sonra duyduk ki kanserden ölmüş. Bir de sen kalmışsın öylece öksüz. Anam sana da çok ağladı abla. Bu duyduklarım canımı müthiş yakabilirdi zira duymaya hiç alışkın olmadığım şeyler olsaydı fakat ben bunlarla büyümüştüm. Annem ölmüştü ve ben daha anlamını bile bilmeden öksüz damgası yemiştim. Kızın gözleri dolar gibi oldu. Başını öne eğdi. Yutkunup tekrar kaldırdı. -Ama sen ne kadar güzel bir kız olmuşsun ablam. Hem de ananın çocukluğunun geçtiği , doğduğu yere ebe olarak gelmişsin. Bu topraklar ona olan hasretini dindirir belki. Her yerinde bir izi vardır ananın. Konuyu değiştirmek istercesine tekrar sordum: -Daha gelmedik mi? - Geldik geldik abla. Şu sağa tarafa dönünce... -Şu girişte ki köy karakolu mu? Sultan önce derin bir iç çekti. Sonra gözü ilk önce oraya dalar gibi oldu. Toparlanıp başını bana çevirdi. -Evet abla. -Bundan bahsetmemiştin. Karakol bize çok yakınmış. -Evet , yakın abla. Sağlıkevinin yanında. O anda ,Sultanda anlam veremediğim, tuhaf bir burukluk sezdim. Bu ifade ona cevap vermek istemediği sorular sorduğum zamanda da büründüğü ifadeydi. Bunun sebebin o karakolla ilgili birşey olduğunu anladım. Ama ne bunu ona soracak cesaretim ne de mecalim yoktu. Çünkü saatlerdir yoldaydım ve çok yorgundum. Sultanla yürümeye devam ettik. Yol sağa doğru dönüyordu. O sırada tam da karakolun önünden geçtik. Sultan başını önüne eğmiş hızlı adımlarla yürüyordu. Sanki inatla o karakola bakmak istemiyor gibiydi. Karakolu geçtikten sonra durduk. Sultan başını kaldırdı. Eliyle işaret yapar gibi gösterdi: -Hah geldik işte ablam. Bak burası. Başımı Sultanın gösterdiği yere çevirdim. Tek katlı, enine uzun , toz pembe bir bina... Dışarıdan girişi iki tane gibi gözüküyordu, çünkü bir her iki tarafında da birer çelik kapı vardı. Binanın sol tarafında ki kapının girişinde, bir tabela asılıydı. Malikler Köyü Sağlıkevi... Gözlerimi biraz daha etrafında gezdirdim. Gri çitlerle sarılı bir bahçesi vardı. Sadece binanın ön tarafında bir boşluk vardı. Sağında ve solunda; kuru otlar, dalları uzun , kısa boylu akasya ağaçları...Uzun zaman önce terk edilmiş gibi duruyordu. Birkaç dakika baktım sadece. Yeni evim , yeni hayatım burasıydı artık. Bir elimde valiz, bir elimde çanta...Sanki bende zaten bu kadardım. Yüküm az gibi görünse de sırtıma kambur gibi yükleyip geldiklerim daha fazlasıydı aslında. Burada tek başıma senelerim geçecekti. Kocaman bir şehirden kalkıp küçücük bir köye gelmiştim. Ama aslında istediğim ; yaşadığım herşeyi o şehirde bırakmak ve bütün derdimi bu küçük köy kadar gözümde küçültmek, aşağıya çekmekti. Belki de annemin çocukluğunu anımsamak ve onunla en sonunda gerçekten vedalaşabilmekti. Aklımda bir sürü neden vardı ama en nihayetinde buraya gelmemin kesinlikle bir nedeni vardı. Ben bu nedeni bilsem de bilmesem de. Sonra arkamızda bir araba sesi duyuldu. Sultanla ikimiz de aynı anda başımızı o tarafa çevirdik. Bir jandarma arabası karakolun önünde, bizim arkamızda, az ötemizde durdu. Kapısı açıldı. İçinden bir jandarma personeli indi. Kapıyı kapattı. Sonra başını bize doğru çevirdi. Gözleri Sultanın üzerindeydi sanki. Biraz ona baktıktan sonra bana doğru çevrildi. Bana kısa bir bakış attıktan sonra tekrar Sultana baktı. Sultanın sesiyle bende ona çevirdim başımı: -Abla şey... ben eve gideyim artık. Anamlar da merak eder. Hem senin geldiğini de haber vereyim onlara. Birşeye ihtiyacın olursa biz tam karşıdayız zaten. Bir ses edersin hemen geliriz. Hiç çekinme bizden. Akşama da yemek hazırlamaya uğraşma. Yorgunsun zaten. Ben sana getiririm. Anam yapmıştır zaten. Hadi görüşürüz. -Görüşürüz Sultan. Sultanın giderken yüzü kırmızı ve telaşlıydı. İşte sebebin ne olduğunu anlamıştım. O adamdan kaynaklıydı. Sultanın kesinlikle sakladığı birşey vardı ve sebebide oydu. Sultan hızlı adımlarla karşıda ki bahçenin kapısından içeri girdi. Daha fazla birşey düşünmek istemedim o an ve valizi tekrar sürüklemeye başlayıp bir elimle de çitin dışında ki kilidi açtım. Adam hala orada dikilmiş ; bir Sultanın arkasından bir bana ; kısa kısa bakışlar atıyordu. Sonra hızlı adımlarla o da karakolun içine girdi. Adımlarım yorgun ve dengesizdi. Çit kapısı ile evin girişinde ki çelik kapı arasında ki beton boyunca yürüdüm. Tam kapının önünde durdum.Valizi tutmayı bırakıp , sırt çantamda ki küçük gözden anahtarı çıkarttım. Kapının kilidine soktum. Üç kere kilidi çevirdikten sonra nihayet kapı açılmıştı. Kapıyı ittim ve gürültüyle arka duvara çarptı. Valizimi alıp içeri adım atmaya başladım. Evin girişinde küçük bir alan vardı. Hemen sağ tarafta bir kapı daha vardı. Valizleri bırakıp o kapıyı açtım. Burda da küçük bir alan, sağda bir kapı ve hemen karşımda da küçük bir kapı daha vardı. Sağda ki kapıyı açtım. Duvarda küçük bir ayna asılıydı. Hemen altında lavabo ve diğer tarafta da tuvalet vardı. Buranın yeni temizlendiği belliydi. Sultanın dediğine göre muhtar ben gelmeden her yeri temizletmişti. Tuvaletin kapısını bırakıp karşımda ki kapıyı açtım. Açmamla birlikte kötü bir koku burnuma çarptı. Burada birkaç tane kömür torbası vardı ve birde eski bir soba. Kötü kokunun kaynağını anladım ve daha fazla dayanamadan kapıyı geri kapattım. Oradan çıkıp çelik kapının girişinde ki yerden yürümeye devam ettim. Burada oturma alanı vardı. İki tane eski çekyatlı kanepe, küçük yuvarlak bir masa ve iki tane de sandalye vardı. Yerde ki halı eski zamanlardan kalma gibi duruyordu. Sağ tarafta ki kapı açıktı. Burada da eski demirden bir yatak, iki kapaklı tahtadan uzun bir dolap bir de boy aynası vardı. Ayna bu eve hiç uymuyordu çünkü kenarlarında ki işlemeler taze ve hoş duruyordu. Bu eski evde sadece aynayla kendimi bağdaştırdım o an. O da benim gibi buraya hiç uymuyordu. Biraz yürüyüp o aynanın önünde durdum. Kendime baktım. Turuncu saçlarımın bukleleri kaybolmuş ve belimden aşağıya daha da sarkmıştı. Aynada ki gözlerime baktım. Yorgun ve halsizdim. Gözlerimin canlı kahvesinden eser kalmamıştı. Daha fazla aynamda ki yansımama bakmak istemedim. Odadan çıkıp oturma alanından geçtim ve sol tarafta ki kapısız odaya yöneldim. Burası mutfaktı. Buzdolabı sol tarafta ki boşluğa konulmuş, sağ tarafta kalan tezgahın üzerinde de küçük bir ocak , ocağın altında ki boşlukta da eski rengi sararmış bir çamaşır makinesi vardı. Buzdolabının yanında bir kapı daha vardı. Kapıyı açmamla küçük bir banyoyla karşılaştım. Kireçlenmiş bir çeşme, çeşmeye üst kısmına takılmış beyaz bir hortum ve duvara asılı küçük; kapaklarında ayna olan bir dolap vardı. Böyle bir yerde insan nasıl temizlenebilirdi ki? Mutfaktan çıkıp sola yöneldim. Evin her yeri kapılarla doluydu. Burada ki kapıyı da açtım. Açmamla birlikte kocaman bir makam masası iki sedye ve bir tedavi arabası karşıladı beni. Burası sağlıkevine açılan kapıydı. Bu durum ilk başta beni şaşırtsa da içerden bu tarafa geçiş olması beni sevindirdi çünkü çalıştığım zamanlarda dışarıdan sağlıkevine geçmek zorunda kalmayacaktım. Teker teker bütün odaların camlarını havalanması için açtım. Ev zaten ben gelmeden temizletilmişti. Mutfağa gidip dolapları açtım. Bir su ısıtıcısı, birkaç tabak , çatal kaşık ve küçük bir tencereden başka birşey yoktu. Odama geçip eşyalarımı büyük dolaba yerleştirdim. Zaten çok fazla birşey getirmemiştim. Sonra her ne kadar beğenmesem de o banyoyu kullanıp temizlenmek zorunda kaldım çünkü saatlerdir yoldaydım. Odada ki yatağa uzandım ve yorgunlukla kendimi uykuya bıraktım.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Gözlerimi açtım. Kaç saattir uyuduğumu bilmiyordum. Birkaç saniye tavana baktım. O sırada midemden gelen sesle acıktığımı anladım. Saatlerdir birşey yememiştim ve evde de yiyebileceğim hiçbir şey yoktu. Doğrulup kalktım. Üzerimde ki uzun çiçekli elbise kırış kırış olmuştu. Yere koyduğum sırt çantamı açıp içinden bir miktar para aldım. Burada elbet bakkal tarzı küçük bir yer bulabilirdim. Lojmanda ki kapıdan dışarı çıktım. Saat akşam yedi sularıydı. Hava serin ve aydınlıktı. Burada sonbahar mevsimi güzel yaşanıyordu anlaşılan. Çit kapısını da açtıktan sonra nereye yürüdüğümü bilmeden yürümeye başladım. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Caminin minaresi gözüme çarptı. Bulutlarla havada öyle güzel bir uyum içindeydiler ki. Bu manzara kesinlikle insanı büyülüyordu. Minareye doğru yürümeye karar verdim. Biraz daha yürüdükten sonra ileride bir tren yolu olduğunu gördüm. Tren rayları eski ve yolu da taşlarla doluydu. Eteğimi toplayıp dikkatlice geçtim. İçimden böyle şeylere alışmam gerektiğini hatta eğer burada tutunmak istiyorsam zorunda olduğumu geçirdim. Etraf eski yıkık dökük evlerle doluydu. Sokakta birkaç çocuk gördüm. Birbirlerine top atıyorlardı. Köyün bu tarafı daha hareketliydi anlaşılan. Çocuklara doğru yaklaştım. Onlara sormaktan başka çarem yoktu. -Çocuklar bakar mısınız? Burada yiyecek birşeyler alabileceğim bir yer var mı? Topu bırakıp hepsi bana döndü. -Abla şu muhtar odasının yan tarafında bakkal var. Çok birşey yok ama yine de karnın doyar. -Sağolun çocuklar. Sonra çocukların gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım. Dedikleri gibi eski bir bakkal tabelası gördüm. Küçük bir yere benziyordu. İçeri girdim. Kasanın başında yaşlı, takkeli bir amca oturuyordu. Ben içeri girince gözlerini duvarda ki televizyondan ayırıp bana baktı. -Buyur kızım ne istemiştin? -Ben buraya yeni taşındım da, evde yiyecek birşeylerde yok. Ekmek , makarna ya da pirinç gibi şeyler var mı acaba? - Olmaz olur mu kızım? Bak şu rafta bakliyatlar var oradan istediğini seç. Ekmek de sabahtan geldi. Taze değildir ama karnın doyar. Şu rafta da bisküviler var. Tarihi de geçmemiştir inşallah. Dur ben bir bakayım. Hah...bak bunun ki geçmemiş. Bunlardan da al. -Tamam amcacım çok teşekkür ederim. Rafın önünde durup elimi attığım herşeyden birer ikişer aldım. Çünkü evde hiçbirşey yoktu. O sırada bakkalcı merak etmiş gibi beni soru yağmuruna tuttu. -Nerelisin kızım sen? Yeni geldim dedin ya, evlendinde mi geldin, kocanda buralı mı? -Yok. Ben yeni ebeyim. -Haa...öyle mi? Muhtar dediydi zaten. Ebe gelecek diye. E iyi olmuş. Bizim hanımın romatizması var. Doktor bir iğne yazdıydı. Her hafta merkezde ki hastaneye gidiyorduk. Sana geliriz artık. Çok iyi olmuş kızım çok iyi olmuş. -Tabi gelebilirsiniz artık. Bunu söylerken yüzümü tekrar bakkalcıya dönmüştüm. Sonra durdu ve uzun uzun yüzüme baktı. Tam olarak ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştım. -Bir sorun mu var amca? -Yok kızım birşey. Ama seni bir ahbabımın kızına çok benzettim. Onun da böyle turuncu saçları, bembeyaz bir teni vardı. Yüzünüzde ki çiller bile aynı yere koyulmuş gibi sanki. -İsmi neydi o kızın? -İsmini hatırlamam. Ama babası benim can yoldaşım gibiydi. Kızı da küçükken görürdüm öyle. Babasıyla bakkala gelirdi. Biz çay içerken o da raflarda ki çikolatalardan alır bize göstermeden yemeye çalışırdı. Rahmetli...pek iyi pek temiz bir kızdı. Ama genç yaşta göçtü gitti işte. O öldükten sonra anasıyla babası da dayanamadı. Kahırlarından bir bir onlarda göçüp gitti. -Can yoldaşının adı Mustafa mıydı? -Sen nerden bilirsin kızım? -Ben onun torunuyum. Esma’ nın kızıyım. Bakkalcı önce çok şaşırdı. Sonra yüzünü üzgün ve ağlamaklı bir ifade sardı. Sol gözünden bir damla yaş süzüldü. Biraz daha burada kalırsam ya yere çöküp hüngür hüngür ağlayacaktım ya da annemin çocukken çikolata kaçırdığı rafın önüne gidip , hepsini çantama doldurup onun mezarına götürecektim. İkisini de yapmadım ama. Aldıklarımın parasını sordum. -Neyse. Bunlar ne kadar tuttu amca? -Birşey tutmadı onlar kızım. -Olur mu öyle şey? Lütfen söyleyin ne kadar tuttuğunu? Parasını ödemediğim hiçbir şeyi almam. -Mustafa torunundan para aldığımı duyarsa bana çok kızar. Hem daha yeni gelmişsin. Bir sonrakinde helalleşiriz. Sen al bunları şimdi. Haa.. Eğer birşeye ihtiyacın olursa da koş gel bize. Ne olursa kızım. Cevdet amca de herkes gösterir benim evi sana. Hanım teyzen çok sever seni. Yardım eder sana. Çekinmene gerek yok. -Peki madem öyle olsun. Teşekkür ederim ama bir daha ki seferde ödeyerek alacağım yoksa dedem, annen sana böyle mi öğretti deyip bana kızar bu seferde. Cevdet amcanın yüzünde küçük ve buruk bir tebessüm oluştu. Aldıklarımı poşete koyup bir de üzerine sen bunları taşıyamazsın diye bütün poşetleri pazar çantasına benzeyen tekerlekli bir arabaya dizip uzattı. -Teşekkür ederim Cevdet amca. -Ne demek kızım. Haa dur bakalım. Şu çikolatardan da al. Anan pek severdi. Sende ona benzediğine göre çok seversin. -Severim Cevdet amca severim. Pazar çantasını sürükleyerek bakkaldan çıktım. Elimde ki çikolata muhtemelen gidene kadar eriyecekti . Düşünmeden açıp bir elimle yemeye başladım. Annem severse bende severdim. Cevdet amcanın beni anneme benzetmesi içten içe hoşuma gitmişti. Çantayı sürükleye sürükleye nihayet eve yaklaşmıştım. Yol sola doğru dönüyor ve karakolun önünden geçiyordu. Birkaç Jandarma personelinin dışarıda sigara içtiğini fark ettim. Kendi aralarında hararetli birşeyler konuşuyorlardı. Tam oradan geçerken bir ses duydum: -Hanımefendi, pardon. Yardım etmemi ister misiniz? Biraz zorlanıyor gibisiniz. Başımı o yöne doğru çevirdim. Bu adam, Sultanın gördüğünde yüzünün rengi attığı adamdı. Orta boylarda, kumraldı. Üzerinde üniforma vardı. -Gerek yok. Evim şurası zaten. Teşekkür ederim. -Yoksa siz yeni gelen ebe misiniz? -Evet. Bir soru sormasına daha fırsat vermeden döndüm ve eve yürüyüp içeri girdim. Sultan yeniden aklıma gelmişti ama çok düşünmeden aldıklarımı mutfağa yerleştirip yiyecek birşeyler hazırladım. Oturma alanında ki küçük masaya yemeği hazırlayıp oturdum. Tek başıma yemek yemekten nefret ederdim ama bu durum yıllardır böyleydi. O sırada aklıma tekrar Sultan geldi. Onu çağırsam belki benimle birşeyler yerdi. Saate baktım. Neredeyse ona geliyordu ve bu Sultan için geç bir saat sayılabilirdi. Bu fikirden vazgeçip yemeği yemeye başladım. Tam o sırada kapıya biri vurdu .Kalkıp kapıya yöneldim ve delikten baktım. Sultan ve arkasında da tanımadığım yaşlı bir kadın vardı. Hemen kapıyı açtım. Sultan yine yüzünde kocaman ve saf bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Elinde de bir tencere vardı. -Abla bu saatte geldik ama ışığın açıktı. Uyanıksındır diye anamla sana yemek getirdik. Aslında anam daha erken götürelim dedi ama ben yorgundur dedim. Arkasında ki kadına baktım. Hüzünlü gözlerle bana bakıyordu. Anlaşılan Sultan benim hikayemden ona bahsetmişti. Onun elinde de bir tencere daha vardı. -Zahmet etmişsiniz ne gerek vardı? -Olur mu öyle şey ablam? -Buyurun içeri gelin. İçeri geçip tencereleri mutfağa koydular. Sonra koltuklardan birine yan yana oturdular. Sultan masada ki yemekleri gördü. -Abla yorgun yorgun neden yemek yaptın. Tüh keşke söyleseydim. Biz getiririz diye. -Bana da uğraş oldu işte boşver Sultan. Sonra bir sessizlik oldu. Sultanın annesi bana derin derin bakışlar atıyordu.Sonra dayanamamış olacak ki konuya girdi. -Sultan dedi kızım, Esma ‘nın kızıymışsın sen. -Evet öyle. -Anan benim çocukluk arkadaşımdı. Çok severdik birbirimizi. Aynı mektebe aynı nakış kursuna gittik. Sonra evlenip gitti işte. Ama genç kızken hep kızım olsun istiyorum derdi. Adını Melek koyayım, Melek gibi olsun. Sen doğduktan sonra bir bayram buraya dedenleri ziyarete gelmiş, durur mu hemen çıkmış seni alıp , bizim buraya gelmiş. Kapıyı bir açtım ki Esma, kucağında da sen. Kundaktaydın o zaman. Türkan bak sana meleğimi getirdim dedi. Kucaklaşıp sarıldık hemen. Senden bir an gözünü ayırmadı. Kucağından bırakmadı. Türkan benim kızım ilerde alim olacak derdi. Ah şimdi olsa anacığın nasıl da gurur duyardı seninle. Annemin cümlelerini bir başkasından duymak beni hem hüzünlendirmiş hem de çok mutlu etmişti. Türkan Teyze konuşmaya devam etti. -Anan öldükten sonra seni cenazede gördüm en son. Yedi sekiz yaşlarında ya vardın ya yoktun. Nasıl ağlıyordun ama hıçkıra hıçkıra. Herkesin içini parçalamıştın. Sonra sordum seni anannenlere. Ama onlar da senden hiç haber alamamışlar. Baban göstermemiş. Hemen de evlenmiş. Dedenle anannende kahırlarından sırayla göçüp gittiler kızım. Babanın iki çocuğu daha olmuş. Çok sonradan çarşı da öyle duyduydum. Seni de lise de yurda vermişler. Ah yine cız etti sana içim onu duyunca. Ama kader buda kızım. Yazılanın önüne geçilemiyor. Senin kaderinde böyle yazılmış. Gözlerim gittikçe bulanıklaşıyor, Türkan teyzenin söylediği herşey beni darma duman ediyordu. O sırada Sultanla göz göze geldik. Sultan durumu anlamış olacak ki annesine döndü: -Ana biz kalkalım hadi. Hem melek abla da yorgun. -Kalkalım kızım. Sultan annesinin birşey daha söylemesine izin vermeden , kolundan tutup çıkarttı. Dış kapıdan çıkarken arkasını döndü ve bana beni telkin eder gibi bir bakış attı. Sonra kapıyı çekip gittiler. Başım öne eğik, boğazım düğüm olmuş bir halde kaldım. Ne yemek yiyecek halim ne de bu masayı toplamaya mecalim kalmamış gibiydi. Boğazıma oturan yumru, kafamın içinde ki dağanıklık bana yeterdi. Kalkıp çantama yöneldim. İçinden sigara paketini çıkardım. Bir tane alıp yaktım. Evin içinde bir o yana bir bu yana dolanıp durdum. Sonra odama girdim. Pencereye doğru yürüyüp sonuna kadar açtım. Oturma alanında ki sandalyeyi alıp camın önüne koydum. Bacaklarımı karnıma doğru çekip oturdum. Bu gece uzun bir gece olacaktı anlaşılan benim için. Ama zaten buraya annemi anmak ona dair ne varsa tanıyıp anlamak için gelmiştim. Onun çocukluğunun geçtiği hatta doğdu bu yer belki benim yaralarımı da sarar umudu vardı içimde. Türkan Teyzenin söyledikleri geldi aklıma. Evet babam hemen evlenip yeni bir aile kurmuş, hatta çocukları bile olmuştu. Babam, annem olmadan da hayatına devam etmişti ve ben bunun için hiçbir zaman onu suçlamamıştım. Ta ki liseye geçtiğim dönemde beni yatılı okula verene kadar. Çünkü babam ben yaşarken de benden uzak kalmaya razı gelmişti. Yeni bir ailesi vardı ve ben hiçbir zaman o ailenin bir parçası olamamıştım. O günden sonra babamla bir daha görüşmedik çünkü ben hep başımın çaresine bir şekilde baktım. O da benim için ölüden farksızdı artık. Onunla ilgili herşeyi hafızamdan silip, annem gibi onu da toprağa vermiştim. Bu düşüncelere dalmışken sigaranın külü önce bacağıma sonra da yere düşmüştü. Elimle toparlamaya çalışıp camdan attım. O sırada karakolun yukarı katta ki penceresinden ışık yandı. Sanırım içeri biri girmişti. Birkaç saniye sonra camın önünde biri belirdi. Bu o adamdı. Bana bakkal dönüşü yardım etmek isteyen adam. Telefonu kulağına dayamış birşeyler konuşuyordu. Sonra beni fark etmiş olacak ki pencerenin önünde durdu ve açtı. Dirseklerini camın önüne dayayıp bana baktı. Sonra telefonu kapattı. Ama bana bakmaya devam ediyordu. Sigaradan son bir duman daha çekip, söndürdüm. Odamın ışığı kapalıyken beni nasıl fark etti anlamamıştım. Pencereyi kapatıp perdeyi çektim. Üzerime pijamalarımı giyip yatağa uzandım. Yarın ilk iş günümdü ve ben çok yorgundum.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gözümü açtığımda saat sabaha karşı dört sularıydı. Bir türlü uyku tutmadı. Kalkıp pencereyi açtım. Güneş henüz kendini göstermemişti. Etraf hala karanlıktı ama karakolun üst katında ki ışık hala yanıyordu. Pencerenin kenarında bir masa olduğunu fark ettim. Dün gece ki adam masaya başını yaslamış uyuyordu. Sadece kafası gözüküyordu buradan. Anlaşılan dün gece nöbetteydi. Pencereyi açık bırakıp perdeyi çektim. Sonra da dün enkaz halinde bıraktığım masayı ve mutfağı toparladım. Kalan yemekleri de dolaba koydum. Su ısıtıcısını çalıştırdım. Çantam da son kalan birkaç kahve vardı. Bir tanesini yapıp masaya oturdum. Dün gece masaya koyduğum sigara paketi gözüme çarptı. Uzanıp içinden bir tane aldım. Sabahları kendime gelmek için yaptığım en iyi aktivite buydu. Saatin yediye geldiğini fark ettim. Etrafı toplarken epey bir vakit geçmişti. O sırada kapı çaldı. Kesin Sultan yine birşey getirdi diye geçirdim aklımdan. Kalkıp üzerimde ki pijamaya aldırmadan kapıyı açtım. O adamdı. Elinde karton bardakta iki tane kahve vardı. -Ebe Hanım, rahatsız etmemişimdir umarım. Pencerenizi açık görünce uyanmışsınızdır diye kahve getirmek istedim size. Buyrun. Elinde ki bardaklardan birini bana uzattı. -Gerek yoktu aslında. Ben yapmıştım kahve ama yine de teşekkür ederim. -Öyle mi? Bende şu çitlerin orada biraz sohbet ederken kahve içebiliriz diye düşünmüştüm. Hem siz de yeni geldiniz buraya. Bende buranın yabancısıyım. Belki bir yardımım dokunur. O nedenle tanışmak istedim sizinle. İlk başta ikilemde kalsam da hayır diyemedim. -Peki. Siz oraya geçin. Ben üzerime birşey alıp geliyorum. -Tamam. O söylediğimi yapıp çitlerin olduğu yere doğru yürüdü. Kapıyı kapatıp odama yöneldim. Dolaptan elime gelen ilk hırkayı aldım. Çıkarken küllükte ki sigaranın hala yandığını fark ettim. Hemen söndürdüm. Dış kapıyı açıp çıktım. Çitlerin orda kahvesini yudumlarken beni bekliyordu. -Kusura bakmayın beklettim biraz. -Beklettiğin için değil ama elimde ki kahveyi almadığın için kusura bakabilirim sanırım. -Pardon unuttum ben onu. Alayım. -Duydum ki buraya büyük şehirden gelmişsin. Benim durumum da senin gibi oldu. İnsan ilk başta burada ki yaşamı yadırgıyor hatta hiç alışamam sanıyor ama zamanla alışıyor. Benim ikinci senem dolmak üzere. -Siz de mi burada kalıyorsunuz? -Evet. Köyün yukarısında su deposuna yakın askeri lojman var. Orada kalıyoruz. Kahvemden bir yudum aldım. O sırada bir sessizlik oldu ama o yeniden konuşmaya başladı. -Peki sen neden bir köyde çalışmak istedin? -Büyük şehirden geldiğimi duymuşsun. Eminim bunu da duymuşsundur. Burada haberler çabuk yayılıyor anlaşılan. Yüzünde ufak bir tebessüm oluştu. -Yok ebe hanım. Bunu henüz duymadım ama senden duymak çok isterim. -Burası her hangi bir köy değil benim için. -Nasıl yani? -Uzun hikaye. Anlatmak istediğimi sanmıyorum. -Uzun hikayeler dinlemeyi severim. Gözlerimi yüzüne çevirdim. Meraklı gözlerle bana bakıyordu. Ama benim ona birşey anlatacağım yoktu. -Kahve için teşekkür ederim ama gitmem lazım. Daha tam yerleşemedim. Çok fazla işim var. -Yardımcı olayım istersen. Yani ağır birşey falan varsa yapabilirim. -Teşekkür ederim ama ben hallederim. İyi günler. Arkamı dündüm ve tam bir adım atmışken tekrar sesini duydum: -Öyle olsun ebe Hanım ama bana bir kahve borcunuz var lütfen onu da halledin. Yarın akşam yine nöbete geleceğim. Sizden de aynı düşünceli tavrı bekliyorum. Yüzümü tekrar ona döndüm: -Kim bilir. Yürüyüp içeri girdim. Bir kahve numarasına aldanacak toy bir kız değildim ben.
Saat dokuz buçuğa geliyordu. Uzanıp dinlenmek birkaç satır okumak dışında birşey yapmamıştım. Kahvaltı yaptıktan sonra sağlıkevi tarafına geçtim. Burayı da biraz toparladıktan sonra burada ki masaya oturdum. Tam o sırada kapı çaldı. Kalkıp kapıyı açtım. Yaşlı bir teyze ve bir amca vardı. Teyze konuşmaya başladı. -Kızım, biz merkezde ki hastaneden geliyoruz. Doktor tansiyon hapımızla şeker hapımızı değiştirecekmiş. Bir hafta tansiyonunuzla şekerinize baktırıp bu kağıda yazdırın dedi. Sonra bunu alıp tekrar hastaneye gidecez. -Tabi buyurun teyzecim. Bekleme alanında ki banka oturdular. Sırayla her ikisinde de tansiyonunu ve şekerini ölçüp kayıt ettim. -Ben ikinizinkini de yazdım. Bu kağıt bende kalsın. Her sabah bu saatlerde buraya gelin. Bir hafta dolunca size kağıdı veririm sizde doktorunuza götürürsünüz. -Allah razı olsun senden kızım. İkisi de çıktıktan sonra kapıyı kapattım. Nasılsa evin içinden bu tarafa geçiş vardı. O yüzden ev tarafına geçtim. Hasta gelirse yine buradan geçebilirdim. İçerde ki koltuğa uzandım. Temiz hava sanırım beni çarpmıştı. Çünkü sürekli uykum geliyordu. Yine mayışıp uykuya daldım.
Kapının çalma sesiyle doğruldum. Bu sağlıkevinin ziliydi. Hasta gelmişti muhtemelen. Hemen toparlanıp içeride ki kapıdan o tarafa geçtim. Hızlıca kapıyı açtım. Dün bakkalına gittiğim Cevdet Amca ve yanında da yine onun yaşlarında bir kadın vardı. Muhtemelen onun eşiydi. -Kızım , dün sana demiştim ya hani; bizim hanımın iğnesi var diye. Hep merkezde ki hastaneye giderdik. Ebe gelmiş yeni dedim, buraya getirdim. Hem bizim bahçeden üç beş bişeylerde topladı Aysel teyzen. Geceden de ekmek yapmıştı. Onları da getirdik. Müsait miydin? -Tabi Cevdet Amca buyurun lütfen. Ama neden zahmet ettiniz ki? Aysel teyze elinde ki poşetleri elime tutuşturup içeri girdi. -Olur mu öyle şey kızım ne zahmeti? Elimde ki poşetleri içeri bırakıp geri yanlarına döndüm. Cevdet amca bekleme alanında ki yere , Aysel teyze de sedyeye oturmuş beni bekliyorlardı. Poşetten bir ilaç çıkartıp reçetesiyle birlikte bana uzattı. İlacı hazırlayıp yaptım. Aysel Teyze toparlanırken bende kayıt aldım. O sırada hiç konuşmamışlardı. Cevdet amca söze girdi: -Bir eksiğin var mı kızım? -Yok Cevdet amca. Zaten ben gelmeden muhtar sağolsun herşeyi yaptırmış. Dünde karşı da oturan Türkan teyze ve kızı Sultan yemek getirdi. Herkes çok iyi. Cevdet Amcanın suratı değişti. Kızar gibi bir hal aldı. -Aman kızım o Sultan denen kızdan uzak dur. Anası babası iyi insanlardır. Onlara sözüm yok. Türkan Hanımla bizim hanım eskiden ahbaplık ederdi. Ama şimdi etmezler. Ben istemem çünkü. -Neden öyle dedin ki Cevdet Amca? İkisi de çok iyi insanlar. Buraya ilk geldiğimde yol iz bilmiyordum. Serviste Sultanla karşılaştık. Buraya kadar o yol gösterdi bana. -Sultan yüklüdür kızım bilir misin? -Evet tabi biliyorum. -Babası kimdir bilir misin ? -Hayır, henüz Sultanın eşini görmedim. -Bilmezsin tabi kızım. Kimse bilmez. Sultan evli değildir çünkü. Aslında iyi , temiz bir kızdı. Babası Ahmet Usta da bizimle ahbaplık ederdi. Ama sonra kızı, kimden bilinmez gebe kaldı. Köyde dedikodusu çıktı. Denilene göre anası babası bile bilmezmiş çocuğu kimden peydahladı. Bu taraf köyün ortasına uzak olduğu için de kimse de anlayamadı. Bu kız kimle gezdi tozdu da gebe kaldı? Köyden biri olmadığını herkes bilir. Neyse bu kızın hali böyle olduktan sonra anası babası yine de arkasında durdu. Kimseye laf ettirtmediler. Ahmet Usta da benim dükkandan ayağını çekti. Evden çıkmaz oldular. Ne kimseyle konuşur ne de kimseden birşey istemezler. Duyduklarım bende şok etkisi yaratmıştı. Demek ki Sultanın sıkıntısı buydu. -Cevdet Amca insanların ne yaşadığını yargılamak bize düşmez. Büyüğümsün sana saygısızlık etmek istemem, o yüzden bu söylediklerimi de öyle algılama. Ama Sultan benim kararımca iyi bir insana benziyor. Ben buraya kimseyle arkadaşlık ya da ahbaplık kurmaya gelmedim. Görevimi yapmaya geldim. Bu söylediklerim Cevdet Amcanın suratını düşürdü. Aysel teyze çoktan toparlanmış, biz bu konuşmayı yaparken yanımıza gelmişti bile. Sonra söze girdi. -Kız haklı Cevdet efendi. Dedikodu yapmak bize yakışmaz. Sultan iyi kızdı ama başına böyle vahim bir olay geldi işte. Anası babası da napsın. Tek çocuklarını sokağa mı atsınlar. Razı gelip sustular. Haydi biz çıkalım. Ebe kızımın işleri vardır. Daha fazla meşgul etmeyelim. Cevdet Amca da kalkıp birlikte çıktılar. Sultanın başına gelen olay beni üzmüştü. Aslında çok saf ve iyi niyetli bir kızdı. Kandırılmaya, kullanılmaya da çok müsaitti. İçimden ona destek olmak, gebeliğinin son zamanlarında yanında olmak geçti. Saate baktım. Beş buçuğa geliyordu. Yine saatlerce uyumuştum. Mutfağa gidip dün Sultanın getirdiği yemeklerden ısıtıp karnımı doyurdum. Sonra etrafı toparlayıp yeniden koltuğa oturdum. Hava kararmıştı bile. Kalkıp odama geçtim.Yatağımı pencerenin kenarında bir sandalyelik boşluk kalacak şekilde oraya çekmeye karar verdim. İte kaka da olsa başarmıştım. Sonra masanın yanında duran iki sandalyeden birini alıp pencerenin önüne koydum. Oturup bir sigara yaktım. Perdeyi ve camı sonuna kadar açtım. Yan tarafta ki karakolun ışıkları da sönüktü. Gökyüzüne baktım. Yıldızlar o kadar yakın o kadar ulaşılabilir duruyordu ki. İlk defa bu kadar net görmüştüm onları. Şehir de ki hayatımı düşündüm. Arkadaşlarımı, gidip gezdiğim yerleri, denizi, yaşadığım hayal kırıklığını...Evet beni buraya sürükleyen şeylerden biri de buydu. Kalbimi paramparça eden, kolumu kanadımı kırıp beni uçamaz hale getiren bir hayal kırıklığım vardı. Bazen insan düşünür ki: bırakıp gidersem, oradan uzaklaşırsam yaşadığım herşeyi de oraya gömmüş olurum. Ama bazen unuturuz, anıların ölümsüz olduğunu. Oysa biz bunu bile unuturuz ama anılar hep diri kalır. Belki kokular silinir aklımızdan, gülüşler silinir ama o an silinmez. O anın size verdiği sıcaklık hep göğüs kafesinin içinde diri kalır. Siz bir solukta vermek istersiniz onu ama o yaşamak için mücadele edip size direnir. Çünkü insan içten içe bilir aslında acıyla var olduğunu. Acı da mutluluk gibi birşeydir. Nasıl ki mutlu olduğumuzda hayata daha çok bağlanır, dört elle sarılırız; İşte acı çektiğimizde de tam tersi, dört bir elle iter hayatı, hatta bazı anlar yaşamak bile istemeyiz. Her ikisi de hayata bağlanır sonuç olarak ve her ikisi de bizi hayatta diri tutan şeylerdir. Bu yüzden ne mutluluktan ne de acıdan vazgeçemeyiz. Kötü anıların yaşamasının sebebi de budur. Ve bir insan ne kadar yaralıysa o kadar şifalıdır. Beni buraya sürükleyen bu mesleği seçmemin nedeni de belki de budur. Bu düşüncelerden sıyrılıp uzaklara dalan gözlerimi saate çevirdim. Ona geliyordu ve beni yeniden uyku bastırmıştı. Bu gece hava çok sıcaktı ve pencereyi açık bırakıp uyumaya karar verdim. Yatağa uzanıp perdeyi de sonuna kadar açtım. Zaten pencerenin kenarlarında demir vardı. Sağ tarafıma dönüp uzandım. Yıldızlar hala gözüküyordu. Kendimi uykunun kollarına bıraktım.
Gözüme çarpan bir ışık yansımasıyla uyandım. Işık yan tarafta ki karakoldan geliyordu. Perde açık olduğu için de direkt gözüme çarpıyordu. Telefonun ekranından saate baktım. Gece üç sularıydı. Sonra başımı ışığın geldi yere çevirdim. Görünürde kimse yoktu. Sonra da ışık tekrar kapandı. Bende uyumaya devam ettim. Sabah yine kapının çalma sesiyle uyandım. Hemen saate baktım. Daha yedi bile olmamıştı. Bu saatte kim gelir ki diye düşündüm. Üzerime birşey geçirip kapının önünde durdum. Delikten baktığımda yine o adamın olduğunu fark ettim. Kapıyı açtım. Elinde iki tane çay, yüzünde anlam veremediğim bir gülümsemeyle bana bakıyordu. -Günaydın Ebe Hanım. Ne de güzel uyudun bütün gece. Ama çok erken yatıyorsun. İlk geldiğimde bana da böyle olmuştu. Buranın temiz havası alışana kadar insanı sersemletiyor biraz. -Sen nereden biliyorsun benim kaçta yattığımı? -Dün akşam nöbete geldiğimde gördüm. Perdeyi falan da açmışsın. E geceleri biraz sıcak oluyor tabi buralar. Ama yine de seni uyarmak isterim. Bizim karakolun üst katında ki pencereden, senin odan doğrudan gözüküyor. Yani sabaha kadar yatağında mışıl mışıl uyuyan bir prenses izlemek zorunda kaldım. Bu sözleri ilk başta beni biraz afallattı sonra da inanılmaz sinirlendim. -Ben bilmiyordum. Bundan sonra perdeyi kapatmadan uyumam. Uyardığın için teşekkür ederim. Neden geldin yine? -Böyle mi karşılanır yani insan? Hala uyuduğunu gördüm. Bir çay getireyim de uyanıp kendine gelsin dedim. Hem bizim karakolun arka tarafında çardak var. Orada içer belki sohbet ederiz. Sen kahve sözünü tutmadın ama ben arkadaşlığa sadık bir insanım. Geçelim mi o tarafa ? Gidecek gibi gözükmüyordu ve herşeye de bir cevabı vardı. -Geçelim o zaman. Kapıyı çekip çıktım. O önden ben arkadan yürümeye başladık. Karakolun ön tarafını geçtikten sonra arka tarafına doğru yürüdük. Burada büyük bir çardak vardı. Hava o kadar güzel esiyordu ki. Manzara da müthiş güzel gözüküyordu. Karşı da sıra sıra dağlar vardı. Dağlarla birleşen masmavi gökyüzü insanın içini daha da açıyordu. Evet buranın kesinlikle yaşanabilir tarafları da vardı. Çardağa geldiğimizde o bir tarafa ben bir tarafa geçip oturduk.Elinde çayın birini bana uzattı. -Aslında sen tam kahve insanı gibi duruyorsun ama bugün de çayla şansımı deneyeyim dedim. -Evet , doğru tahmin etmişsin. Ben kahve insanıyım. Ama arada da çay iyi gider. -Ebe Hanım siz anlatmadınız dün ama ben sizin hikayenizi öğrendim. Bakkal cevdet amca var. Sende tanışmışsın zaten. Çok sever beni. Her gittiğimizde iki el tavla atar, muhabbet ederiz. O anlattı bana da. Bu arada sen kızmadan ben söyleyeyim. Ben hiçbir şey sormadım seninle ilgili. Bir anda Ebe geldi diye anlatmaya başladı, senin hikayeni. -Anlaşılan bu köyde herşey çok hızlı yayılıyor. E bana sormana gerek kalmadı o zaman. Senin adına sevindim. Bu cümleyi kurarken yüzümde kinayeli ve alaycı bir gülümseme oluştu. -Ama bir insanı gerçekten tanıyabilmek için, onu ondan dinlemek gerekir. Ben seni tanımayı çok isterim Ebe Hanım. -Neden, neden istersin? -Çünkü yüzünde tanıdık birşeyler var. Yürürken savrulan saçlarında tanıdık bir koku var. Bu sert duvarların arkasında, konuşurken bile çatılan kaşlarında, hep sanki birileri sana zarar verecekmiş gibi duruşunun altında başka birşeyler var. İnsan da merak uyandırıyorsun. Açıkçası hikayeni öğrendikten sonra daha da tanıma isteğim arttı. Bu kadar güçlü bir genç kadın olup, ama ara ara dalan gözlerinde hala küçük bir kız çocuğu saklayan biri görmemiştim daha önce. Sende birşey var ya da çok şey...bilmiyorum. Ama tanıdığımda sana anlam vereceğimi düşünüyorum hatta belki de bir anlam yükleyeceğimi. Ne dersin? -Birşey demem. Beni tanımak sana hiçbir şey kazandırmaz. Çünkü sen beni anlayamazsın ya da bir başkası. -Ne yani ? Bu zamana kadar kimsenin seni anladığını düşünmedin mi? -Düşündüm. -Ya sonra, seni anlamayı mı bıraktı? -Yanılgıymış. Beni hiç anlamamış. -Ne oldu peki sonra? Onunla yani... -Bittik. O bitirdi, bende bittim. Önce uzun uzun ve sessiz sessiz gözlerime baktı. Bakışlarında tuhaf bir anlam vardı sanki. Hayattan aldığım en büyük derslerden biri de; anlamlı bakışlarda, sizi ileride çok anlamsız gelebilecek sonlara sürükleyebilirdi. Bu nedenle bazı insanlara hiç bakmamış en önemlisi onu hiç görmemiş gibi davranmak gerekirdi. Aksi bir durum yine sizi aynı hüzünlü sona sürükleyebilirdi. Aklımdan bunlar geçerken o yeniden konuşmaya başladı: -Pek bitmiş gibi durmuyorsun. Aksine yeniden doğmuş, kendini yeniden yazar olmuş gibisin. Bu kadar genç bir yaşta , böyle bir yere çalışmaya gelmişsin. Her insanın psikolojisi bunu kaldıramaz. Büyük bir şehirden , böyle küçük bir yere gelmeyi. Burada senelerini geçirmeyi göze almayı. Gerçi sen daha yenisin ama biraz daha zaman geçtiğinde ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksın. Eğer burada tutunmayı, burada ki hayatı yaşamayı başarırsın; işte o zaman daha da güçlü hissedersin kendini. Günü gelip bu köyden çıkıp gittiğinde bambaşka biri olarak buradan ayrıldığını fark edersin. Ben mesela...ilk geldiğim zamanla şu an ki cüneyt arasında çok fark var. Bu arada adım Cüneyt. Senin adın ne Ebe Hanım? -Melek... -İsmiyle bu kadar uyumlu birini hiç görmemiştim. Yoksa benim Meleğim olmaya mı geldin? Bunu gülümseyerek alay eder gibi sormuştu. Ama bu soru bana tanıdık geldi. Çünkü Sultanla tanıştığımızda o da aynı tepkiyi verdi. Bende gülümsedim. -Neden güldün öyle, yoksa bu evet demek mi? -Hayır. Yani sorduğun soruya hayır demedim şeye dedim...ilk geldiğimde bir kızla tanıştım burada. O da ismimi duyunca aynı soruyu sormuştu. -Kim ki o kız? -Sağlıkevinin karşısında ki evde oturuyor. Adı Sultan. Tanıyor musun? Sultanın ismini duymasıyla suratı kireç kesip afalladı. Sonra kendisini toparlayıp konuştu: -Tanırım. Bazen görüyorum, karakolun önünden geçiyor. Annesi de bize börek çörek getirir. -Anladım. Çok tatlı bir kız Sultan. -Bilmiyorum. O kadar tanımıyorum Sultanı. Sonra bir sessizlik oldu. Sultanla ilgili bir sorunun olmadığını düşündüm o an çünkü çok yakından tanımadığını söylemişti. Elimde ki çayı içip bitirdim. Kolumda ki saate baktım. Sekiz buçuğa geliyordu. -Ben kalkayım artık. Çay içinde teşekkür ederim. -Peki , kalk madem. Bu arada senin evin önünde araç göremedim. Araban yok galiba. Buradan merkeze servisle gidip gelmek çok zor olur. Eğer orada işin olursa ben seni götürebilirim. Ya da birşey alınacaksa, eksik bir şeyin varsa sen bana söylersin ben alırım gelirken. -Teşekkür ederim, öyle yaparım. -Ayrıca ben bu akşam ki nöbette yokum. Perdeni kapatıp uyu. Dediğim gibi bizim karakolun üstünden içerisi gözüküyor. Biri görmesin. -Sen izledin ama, üstelik ben farkında bile değildim ve uyuyordum. -Aslında amacım o değildi. Nöbete zaten geç gelmiştim. Yukarı kata çıkıp ışığı yaktım. Oda havalansın diye pencereyi açayım dedim ama seni gördüm. Bizim ışık senin gözünü kamaştırdı. Homurdanır gibi oldun. Bende ışığı kapattım. Sonra masaya oturduğumda belli belirsiz gördüm seni. O uzun saçların yastığını dağılmış, hep çatık bakan kaşların rahatlamış, camı açtığından mıdır bilmem ; üşüyüp yorganı karnının üstüne kadar çekmişsin. Huzur dolu bir uykuydu sanki. Benimde canım çekti sonra. Masaya kafamı koyup sana bakarken uyuya kalmışım bende. Sabah uyandığımda da hala uyuyordun. Perde rüzgardan uçuşuyor, arada da saçlarına değiyordu. Güneş doğunca saçlarının rengi de ortaya çıkmıştı. Muhteşem bir manzaraydı. Hatta o kadar muhteşemdi ki insan bu manzaranın bir parçası olmak isterdi. Duyduklarımın beni etkisi altına almasına izin veremezdim. Bu büyülü sözlerine rağmen simsiyah bakan gözlerinin ürkütücü bir tarafı vardı. Hatta öyle ki beş saniyeden fazla bakarsam, içim ürperir,tüylerim diken diken olur gibi geliyordu. -Peki, perdeyi açık bırakmam bundan sonra ve özellikle de senin nöbete geldiğin günlerde açık bırakmam. Bu sözlerim onu güldürdü. Gözleri kısıldı. Sağ yanağında ki gamzesi belirginleşti. -O zaman şöyle yapalım: ben sana nöbet listemi vereyim. Sen bilakis o günlerde pencereni bile kapalı tut. Olur mu? -Yok. Ona ben karar veririm. Neyse gitmem lazım. İyi günler. -İyi günler Ebe Hanım. Kalkıp yürümeye başladım. Arkamdan beni izlediğine neredeyse emindim. Eve geldikten hemen sonra temizlenmek için duşa girdim. Banyo o kadar kötü ve yıkık döküktü ki, burada kırk kere de yıkansam asla temizlenemez gibi hissediyordum. Ama sonuçta su tenimden akıp gidiyordu. Bu yeterliydi şimdilik. Banyodan sonra yemek için birşeyler hazırladım. O sırada kapı çaldı. Kalkıp kapıyı açtım. Gelen Sultandı. Kapıyı açmamla yine yüzünde aynı saf gülümseme belirdi. Elinde bir tepsi börek vardı. -Abla günaydın. Sabah sabah geldim böyle kusuruma bakma. Anamla sabahtan börek yaptık sana da getireyim dedim. -Sultan sürekli böyle zahmet etme. Beni çok mahcup ediyorsunuz. -Ablam olur mu öyle şey? Ne zahmeti. Hem bende zaten senin yanına gelmek için bahane arıyordum. Anam da yapınca böreği hemen kapıp geldim. Sıcak sıcak ye ablam. Afiyet olsun. -O zaman bir şartla alırım böreği. Sende bana eşlik edeceksin. Hem kahve de yapmıştım. Birlikte içeriz. Olur mu? -Olmaz mı ablam olmaz mı? Sultan büyük bir mutluluk ve heyecanla ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Bende hemen dün gece odamda ki pencerenin önüne koyduğum sandalyeyi alıp masanın yanına getirdim. -Sen otur Sultan. Ben sana da kahve getireyim. -Olur ablam. Mutfağa geçip Sultana da bir kahve koydum. Bir servis tabağı daha alıp içeri geçtim. Sultan yemeğe başlamamış beni bekliyordu. -Al bakalım Sultan. -Eline sağlık ablam. Ee nasıl oldun, alışabildin mi buralara? -Alışmak zaman alır Sultan. Ama alışıcam. -Abla geçen gün anamın söyledikleri seni kırdı mı? Ben eve gidince kızdım biraz ona. O da üzüldü. Kızın kalbini incittim diye. Sen onun kusuruna bakma. O ağzına geleni söyler öyle. Ama kötü niyet yoktur içinde. Vallahi bak. -Yok Sultan. Merak etme kalbim kırılmadı. Ama annemi anmak beni her zaman duygusallaştırır. Annene de söyle boşuna sıkmasın canını. Türkan Teyze iyi birine benziyor. Üstelik anneminde ahbabı. Ona kızıp küsmem mümkün değil. -Abla sen gerçekten Melek gibisin. Sultan yine kocaman gülümsemesiyle bana bakıyordu. O kadar güzel gözleri vardı ki, sanki kalbinde ki masumiyeti de gizleyemiyordu. Sultan, gözler kalbin aynasıdır sözünün vücut bulmuş haliydi. O böreğini yerken biraz daha ona baktım. Geçen gün Cevdet Amcanın Sultanla ilgili söylediği şeyler aklıma geldi. Böyle naif bir kızla ilgili insanlar nasıl böyle şeyler söyleyebiliyordu anlam veremedim. Ama yine de içten içe de merak ettim. Sultanın karnında ki bebeğin babası kimdi? Bu soruyu ona sorma cesaretim yoktu çünkü belli ki başına kötü bir olay gelmişti. Ayrıca insanlara konuşmak istemediği konular ile ilgili soru sormak benim huyum da değildi. Ama kim ne derse desin ben Sultana yardım etmek istiyordum. -Sultan, bak sana ne diycem. Kahvaltımızı yaptıktan sonra sağlıkevi tarafına geçelim. Orada fetal el doopleri var. Bebeğinin kalp atımlarını dinleyelim. Ne dersin? -Olur derim ablam. Olur. -Anlaştık. Kızın olacağını söylemiştin. İsmine karar verdin mi peki? -Aslında çok düşündüm abla. Anam da düşündü. O dedi ki büyük ebenin adını koyalım. Onun adı da Fidanmış. Ama ben onu koymak istemiyorum. Aklıma da başka isim gelmedi daha. Sonra Sultanın yüzünde kocaman bir gülümseme oluştu. Aklına birşey gelmiş gibiydi. -Buldum abla buldum. Adını Melek koyucam. Evet evet Melek olsun kızımın ismi abla. O da senin gibi ileride böyle güçlü güzel bir kız olsun. Okusun benim kızım da. Hemde senin gibi iyi kalpli bir kız olsun. -Olmaz öyle şey Sultan. Çocuğunun ismi sonuçta bu. Sen kendi içinden gelen, aklına gelen bir isim bul. -Abla içimden geçen isim bu işte. Hem ben seni tanımadan önce de Melek koymak istiyordum. Böyle güzel ceylan gözleri, Uzun turuncu saçları, çilli burnu, bembeyaz bir teni olsun istiyordum. Bunları söylerken yüzünde muzip bir gülümseme vardı çünkü beni tarif ediyordu. Bende onun yaptığı şeyi yaptım. -Yok bence kızının bakınca bile insanı büyüleyen ela gözleri; güneşi bile kıskandıracak kumral teni ve alnının üzerinden yüzüne süzülen perçemli saçları olsun. Sultan birden gülmeye başladı. Çok eğleniyor gibi bir hali vardı. -Abla sende az değilsin. Benim yaptığımı yaptın. Ama yine de ben , kızım sana benzesin isterim. Sen çok güzelsin çünkü. Abla eğer kızmazsan sana bir şey sormak istiyorum. -Tabi sor Sultan. -Sen çok güzelsin. Biri yok mu hayatında. Parmağında yüzükte yok ya, nişanlı da değilsin galiba. -Yok Sultan. Yani buraya gelmeden önce biri vardı aslında. Ama bitti. -Neden abla? Yani kim senin gibi bir kızı bırakır ki? -Bırakmadı. Ben ayrıldım. -Neden abla? Sultan özellik algısını yitirmiş gibi ardı ardına sorular soruyordu. Kalbini kırmak istemedim. Belli ki benimle sohbet etmek, dertleşmek istiyordu. -Aldattı beni. -Ne... nasıl aldattı abla? -Başka biriyle gördüm onu. Uygun olmayan bir şekilde. Sonra da ayrıldım. Zaten ayrılıktan bir hafta sonra tayinim çıktı, buraya geldim. Onu da oraya gömmüş oldum yani. O hikaye de öylece bitmiş oldu Sultan. Sultan elinde ki böreği tabağa bıraktı. Kahvesinden bir yudum aldı. Suratında ki mutlu ifade bir anda gitmiş gibiydi. Bu konun açılmasıyla benim de ondan aşağı kalır yanım yoktu. Sonra konuşmaya devam etti: -Ama sen sevişsin abla. Halinden belli. Derin bir nefes aldım. -Sevdim tabi Sultan. Çok sevdim hemde. Biz onunla senelerimizi paylaştık. O benim ailem oldu. Sevgilim, dostum, sırdaşım en yakın arkadaşım oldu. O varsa ben tamdım, yoksa da yarım. Onun yanındayken hiçbir şeyden korkmazdım. Çünkü o beni hep korurdu. Ne soğuk ne açlık...O varsa benim için hiçbir şeyin anlamı yoktu çünkü ben bütün anlamları onda bulmuştum. Sanki onun kocaman kanatları vardı da ben o kanatların altına saklanmış gibiydim. Bak sana ne anlatıcam Sultan, Oturduğum sandalye de biraz daha dikleştim. Kahvemden bir yudum alıp, konuçmaya devam ettim: -O bir avukattı. Çok yoğun çalışırdı. Bazı zamanlar doğru düzgün görüşemezdik bile. Ama ben hiç şikayet etmezdim. Çünkü bilirdim ki o zaten benim. İnsan emin olduğu şeyden şüphe duyar mı? Duymaz Sultan. Sadece haftasonları görüşebilirdik. E benim işte yoğun olurdu malum. Neyse işte. Ben haftasonları bunun evine yakın geçen bir trene biner , onun yanına giderdim. O trene bindiğimde yol hiç geçmez, içim içime sığmazdı. Hatta bazen yollar gittikçe daha da uzar, daha da büyürdü gözümde. Sonra onun evine yakın bir yerde dururdu. Kalabalığa karışmadan inmek için en önden çıkar hızlı hızlı koşardım. O da her seferinde beni trenin çıkışında; elinde bazen beyaz bazen kırmızı olan bir gülle beklerdi. Çünkü bilirdi ki, benim en sevdiğim çiçek gül. Koşup kendimi onun kolların atardım. Öyle bir sarılırdı ki bana Sultan? Sanki beni hiç bırakmayacak, benden hiç gitmeyecekmiş gibi sarıp sarmalardı beni. Sanki elinde olsa beni göğüs kafesinin içine sokup orada saklamak istermiş gibi. Saklasın istedim. Beni koynunda saklasın istedim Sultan. Konuşmayı kestim. Gözlerim dolar gibi olmuştu. Ayağa kalkıp koltuğun üzerinde bıraktığım sigara paketini aldım. Koltuğun yanında ki pencerenin kenarına geçip, sigarayı yaktım. -Ağladığım zamanlar ilk önce bana kızardı. Neden insanların seni üzmesine izin veriyorsun, ben sana kıyamazken derdi. İnandım Sultan. Öyle güzel baktı , öyle güzel öpüp kokladı ki beni. Ben onun sıcaklığına inandım. Sonra alır başımı bağrına yaslar beni teselli ederdi. Hatta bazen onun da gözleri dolardı , ben ağladığımda. Bana benden gitme derdi. Gitme Meleğim benimle kal sen hep. Böyle bir adama inanmamak , güvenmemek mümkün değildi Sultan. Sonra ne oldu biliyor musun? Onu başka bir kadınla yakaladım ve o bana yine aynı sözleri söyledi. Bir hataydı meleğim lütfen benden gitme, benimle kal dedi. Ben bir saniye bile kalmadım. Çünkü insan böyle birşeyi nasıl affedebilirdi ki. Kimsem yokken o benim herşeyim olmuştu. Ama o hata olarak bahsettiği birşeyle benim dünyamı alt üst etmişti. Araya başka bir ten girmişti. Bunun geri dönüşü yoktu artık. O gece sabaha kadar ağladım. Günlerce kendime gelemedim. Ondan ayrıldıktan sonra da bir daha onun yüzünü görmedim. Sonra da herşeyi arkamda bırakıp buraya geldim. İnsan düşünüyor ki; eğer çekip gidersem herşeyi unutabilirim, arkamda bırakabilirim. Ama inan bana öyle olmuyor Sultan. Evet, onu arkamda bıraktım . Hatta unuttum da, içimde ki aldatılma öfkesi ona karşı bir nefret doğurdu. Ama sonra o nefretten de kurtuldum. Çünkü bu da bir duyguydu ve ben ona karşı hissizleşmek istedim. Başardım da... Ama onun bana hissettirdiği şeyleri unutamadım. Annem öldükten sonra , bir daha hissedemediğim aile sıcaklığını, herşeyden herkesten seni korumak üzere bekleyen bir adamın oluşunu, ağladığında sana kıyamayan her daim seni teselli etmek üzere bekleyen birinin oluşunu...Bunları unutmak ne mümkün ki Sultan? Kendimi koruyacak hep bir gücüm vardı zaten. Ama birinin bunu yapmak için senden hiçbir karşılık beklemeden hazırda bekliyor oluşu...Ne bileyim işte, içten içe gururum okşanıyordu. Onun bu davranışları, gittikçe duvarlarımı yıkmama sebep oldu. En sonunda bir baktım ki; ben o duvarların altında ezilip, kalmışım. Nefes alamadım Sultan. O benim nefesimi kesti. O giderse ölürüm sanıyordum. Ama o öyle birşey yaptı ki, ben ondan gitmek zorunda kalmıştım. Ve işin en garibi, ölmedim. Hala yaşıyorum Sultan. Kalbim sızım sızlasa da ben hala yaşıyorum.
Sözlerim bitip tükenmişti. Onlar bittiğinde gözlerimden akan göz yaşlarını fark ettim. İlk defa bu konu hakkında birine bu denli uzun uzun konuşmuştum ve uzun zamandan sonra ağlayabilmiştim. Sigaram bitmişti. Sultana çevirdim gözlerimi. O da ağlıyordu. Hatta öyle ki , hıçkırmamak için kendini tutuyor gibi bir hali vardı. Ona dönmemle ayağa kalkıp yanıma geldi. -Ablam benim. Neler yaşamış, çekmişsin böyle. Serviste seni ilk gördüğümde anlamıştım zaten. Sırtında bir yük olduğunu. Ama geçti ablam. Sen burada yeni bir hayata başladın. O geride kaldı. Eminim karşına ondan daha iyi, seni hak eden bir adam çıkacaktır. Lütfen ağlama. Sultan bir anda kollarını boynuma doladı. Ama karnının şişliği sarılmamıza izin vermiyordu. Bu görüntü bana bir an çok komik geldi ve gülmeye başladım. Sultan kollarını benden ayırıp yüzüme baktı. -Abla ağlıyor musun, yoksa gülüyor musun? İyi misin sen? -İyiyim Sultan, gülüyorum. Senin bebiş aramızda kaldı. Sarılmamıza izin vermiyor. Çok komik geldi bana. Sultan da gülmeye başladı. -Ay ilahi abla... Bende delirdin sandım. Birkaç saniye Sultanla sadece birbirimize bakarak güldük. Sonra aklıma Sultanın bebeğinin kalp atımlarını dinleyeceğimiz geldi. -Tamam gülmeyi bırakalım artık. Gel bakalım senin bebişte bizim gibi mutlu mu? -Bakalım ablam , bakalım... Sultanla birlikte yan tarafa geçtik. Onun sedyeye oturmasına yardım edip, karnını açtım. Sonra çekmeceden cihazı çıkardım. Ucuna jeli sürüp Karnına dayadım. -Şimdi bebeğinin sırt kısmına bunu getirip, atımları duyucaz. Sultanın gözlerinin içi gülüyordu. Sonra atımları duymaya başladık. Dıp dıp... O kadar güçlü ve güzel atıyordu ki, bu ses insana ninni gibi geliyordu. -Bak Sultan, ne güzel atıyor. Senin ki de gayet mutlu galiba. -Mutlu teyzesi ,mutlu. Teyzesi...Birinin birşeyi olabilmek bile bu hayatta beni en çok mutlu eden şeylerden biriydi. Sultan böyle söyleyince daha da gülümsedim. Biraz daha bu sesi dinledikten sonra, ikimizde büyülenmiş gibi o andan çıktık. Bugün Sultanla olan konuşmalarımızdan sonra ona daha büyük bir yakınlık ve sevgi hissetmeye başlamıştım. Sultan gibi insanları severdim. Karşılıksız ve saf sevgi besleyen insanlar... Çünkü onların size bir zararı olmazdı. Sultan toparlandıktan sonra evde işi olduğunu söyleyerek çıktı. O esnada birkaç insan, iğne yaptırmaya ya da tansiyon ölçtürmeye gelmişti. Burada ki iş yükü fazla değildi. Hatta hiç yok denecek kadar azdı. Köyde ki tek gebe de Sultandı. Son hasta da gittiğinde saat beşe geliyordu. Ev tarafına geçip üzerimi değiştirdim. Kendime bir kahve yaptım ve odamda ki pencereni önüne oturdum. Bugün Sultana anlattıklarımı düşündüm. Önceden bu konu hakkında konuşmak bile istemezdim. Ama şimdi neredeyse içimde ki herşeyi birine dökmüş ve ağlayabilmiştim. Bu demek oluyor ki, ben bazı şeylerin üstesinden gelmeyi başarmıştım. Bu durum yüzümde ufak bir tebessüme sebep oldu. O sırada karakolun ışığı yandı. Gözlerimin bir an Cüneyti aradığını fark ettim. Sonra pencerenin önünde başka bir adam belirdi. Zaten bugün nöbete gelmeyeceğini söylemişti. Sonra bunları neden düşündüğümü sorguladım. Kendime kızmalı mıydım? Karar veremedim. Bana karşı ilgisi olan ve bunu açık açık belli eden bir adam vardı. Ama henüz onu yakından tanımıyordum. Belki dedim, neden olmasın ki? Ben aklı başında ve akıllı bir kızdım. Eğer kötü biri olduğunu düşünürsem, ondan uzaklaşabilirdim. Birini tanımak bana birşey kaybettirmezdi. Bu düşüncelerden sıyrılıp perdeyi kapattım. Sonra da kitaplığımın önünde durup bir kitap aldım. Yatağıma uzanıp okumaya başladım ama göz kapaklarım kendiliğinden kapanıverdi.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sabahın serinliği penceremden içeri doğru süzülüyordu.Rüzgar önce perdeme vuruyor, onu geçtikten sonra da yüzümü gıdıklıyordu. Güneş doğmuştu ama hava serindi. Böyle havaları hep daha çok severdim. Gözümü açmamla birkaç tavuk sesi kulağıma ilişti. Bu sesle bir kez daha nerede olduğumu hatırladım. Böyle bir yerdeyken ,insan nasıl romantik hayaller kurabilirdi ki? Rüzgarın, yüzümü gıdıklayan serinliği; gözümde kasırgaya dönüştü. Tavana bakarken yeniden düşünmeye başladım. Burada ki hayat çok sıkıcı ve sakindi. Oysa ben şehir de doğup , büyümüştüm. Araba sesleri, kalabalık insan kümeleri...Burada küçük bir bakkal dışında hiçbir şey yoktu. Dört seneyi burada nasıl geçireceğimi düşündüm kendi kendime. İnsan böyle bir yerde yapacak ne bulabilirdi ki? Sultan da benim gibi gençti. Acaba o nasıl vakit geçiriyordu burada?Aklım yine Sultan a kayınca, içten içe keşke bugün de gelse dedim. Onunla sohbet ederken zaman su gibi akıp geçiyordu. O sırada bir korna sesi duydum. Kalkıp perdeyi açtım. Karakolun önünde ki jandarma arabasından gelmişti. Bir kaç jandarma araca aceleyle bindi. Arka tarafa binenlerin arasında Cüneytte vardı. Demek bugün gündüz çalışıyor diye düşündüm. Ama bunu neden düşündüğümü, düşünmek istemedim. Araç benim evin önünden geçerken, Cüneyt de beni gördü. Yüzünde küçük bir gülümseme oluştu. Bende bir an istemsizce ona gülümsedim. Araç hızlıca geçti. Perdeyi kapatıp içeri girdim. Sonra biraz düşündüm. Bugün kek yapıp Sultanın yanına gidebilirdim. Zaten evleri hemen karşıdaydı. Eğer hasta gelirse görür, hemen sağlıkevine geçebilirdim. Odamı toparlayıp, mutfağa geçtim. Güzel bir kek yapmak için işe koyuldum. Nihayet işim bittiğinde de saat sabah ona geliyordu. Keki alıp evden çıktım. Sultanların evinin bahçesinde büyük bir kamelya vardı. Orada oturmayı teklif edebilirdim. Hava çok güzeldi. Hemde evin önü açık olduğu için, gelen gideni rahatlıkla görebilirdim. Bahçe kapısını da geçtikten sonra, çimenlerin üzerinden evin önüne doğru yürüdüm. Kapıyı çaldım. Birkaç saniye sonra kapıyı yaşlı bir adam açtı. Sultanın gözlerine benziyordu gözleri. Muhtemelen onun babasıydı. -Amcacım, rahatsız ettim kusuruma bakmayın. Ben Sultan için gelmiştim. -Sen kimsin kızım? -Ben Sultanın arkadaşıyım. Hemde köye gelen yeni ebeyim. Kek yapmıştım da onu getirdim. -Ooo...hoşgeldin kızım. Bildim bildim. Benim hanım bahsetmişti. Esma nın kızı dediydi. Bizim kızda hemen arkadaş olmuş senlen. Pek cıvılcıvıldır benim kızım. -Öyle amcacım öyle. Ben sevdim Sultanı. Eğer müsaitse çağırabilir misiniz? -Çağırayım kızım,müsait. Amca birkaç kez Sultan diye seslendikten sonra Sultan kapıda belirdi. Beni görünce yüzünde yine aynı saf, güzel gülümsemesi oluştu. -Melek Abla hoşgeldin. Kek de getirmişsin neden zahmet ettin?İçeri gelsene,durma öyle kapıda. -Yok Sultan, içeri girmeyelim. Şurada ki kamelya da otursak olur mu? Hava çok güzel, hemde sağlıkevine biri gelirse ,oradan görebiliriz. -Olur abla olur. Sen oraya geç. Ben tabak getireyim. Anam da yeni çay koyduydu. Çay da getireyim abla. -Tamam. Sultan söylediklerini getirmeye giderken , bende kamelyaya oturdum. Buradan o kadar güzel bir manzara gözüküyordu ki. Sultanların bahçesi çok güzeldi. Her yerde renk renk çiçekler, sonbaharın etkisini taşıyan ağaçlar, ağaçların altında kahverengi yapraklar...İnsan burada koşup oynamak istiyordu. Çocuklar gibi... Sultan elinde tepsiyle kapıdan çıktı. Kalkıp elinde ki tepsiyi aldım hemen. Karşı karşıya oturduk. -Abla ne iyi ettin de geldin. Bende bugün yine sana gelmeyi düşünüyordum. -Gel Sultan, gel. Sen istediğin zaman gel. Hatta bazen bende de kalabilirsin. Bebeğin doğduktan sonra da yardım ederim ben sana. Sen şimdi annem var, sana zahmet olmasın falan dersin ama, annen de yaşlı. Kadın çok yorulur. Hem ben ebeyim bebeklerin dilinden en iyi ben anlarım. -Abla sen ne kadar iyi yürekli bir kızsın. -İyilik değil canım bu. Teyzesiyim ben onun. Ayrıca sen benim adaşımı doğurucaksın. Bir Melek daha gelecek dünyaya. Ona çok iyi bakmamız gerekiyor. -Bakarız ablam. Seninle biz ona çok iyi bakarız. Hem o doğduktan sonra, babası da yanımızda olacak. Sultan, son söylediği cümleyle; hem kendini, hem de beni şok içinde bırakmıştı. Ağzından kaçırdığı bir cümle olduğu belliydi çünkü yüzü kıpkırmızı kesildi. O an birşey yapmam gerektiğini düşündüm. Sultana bebeğin babasıyla ilgili birşey sormadan, saçma bir fikir attım ortaya. -Hadi gel. Şu ağaçların altına uzanalım. Yaprakların arasına karışalım. Sultan bunu duyunca rahatladı. Çünkü ona hiçbir şey sormamıştım. -Olur abla. Bir anda kalkıp elimden tuttu. Koşar gibi hızlı hızlı beni çekiştirmeye başladı. Önce ağaca doğru sonra da ağacın etrafında dönerek koşmaya başladık. -Sultan yavaş ol. Çekiştirme beni. Hem gebesin sen. Böyle ani hareketler yapmaman lazım. Bunları söylerken hem gülüyor hem de bağırıyordum. -Birşey olmaz abla... Sultan o kadar eğleniyordu ki. Biraz daha ağaçların etrafında dönerek, koştuktan sonra; bir anda durdu. Birşey oldu sandım. -Abla... Dedi soluk soluğa. Sonra kendini yerde ki yaprakların üstüne atıp uzandı. -Abla gel sende yanıma yat. Ben çok yoruldum. Yine yüzünde o saf ve çocuksu gülümsemesi vardı. Bende hemen yanına uzandım. Yapraklar o kadar fazlaydı ki,insanın sırtında yumuşacık bir etki yaratıyordu. Gökyüzü o kadar güzel gözüküyordu ki. Tertemiz ve iç açıcı... Başımı yana çevirip Sultana baktım. Gülümseyerek gökyüzünü izliyordu. Bu dünya için fazla saf ve temiz olduğunu düşündüm. İstemeden de olsa ağzından, bebeğinin babasıyla ilgili birşey ilk defa duymuştum. İçten içe merak ettim. Önceden Sultanın başına birşey geldiği için gebe kaldığını düşünüyordum ama böyle dediğine göre Sultanın bebeğinin babası onun sevdiği biriydi. Belki de Sultan bilerek ve isteyerek birşey yaşamıştı. Ama kimseye de bu durumu söyleyememişti. Belki de çok korkup, utanmıştı. Daha yaşı çok küçüktü. Elimde olmadan Sultan için tekrar üzüldüm. O gökyüzünü izlerken bende ona dalıp gitmiştim. Fark etmiş olacak ki, o da başını bana doğru çevirdi. -Abla, sence de bazen hayat çok güzel olmuyor mu? Yaşamak için yani... -Bilmem, öyle mi dersin? -Evet öyle derim. Anam eskiden hep korkardı. Bana bir zarar gelmesinden. Saf olduğumu, insanların bunu kullanabileceğini derdi hep. -Annen senin için endişelenmiş sadece Sultan. Ve haklı da. Bu dünya hassas kalpler için cehennemdir. Senin kalbin çok hassas. Belki de insanların seni kıracaklarını düşünmüştür. -Ben saf değilim ki abla. Benim ki iyi niyet sadece. İnsanlar benimle ilgili köyde konuşmaya başladığında bile, hep sustum. Kimseye kötü bir söz söylemedim. Ama zamanında, onlar bir acı yaşadığı zaman biz onların yanında olmuştuk. Herkesin herşeyine koşmuştuk. -İnsanları aldırma Sultan. Aynı açıdan değil, aynı acıdan bakarsan ancak bir insanı anlayabilirsin. Onlar senin ne yaşadığını ya da çektiğin acıyı bilemezler. Olayı değil sadece sonucunu yargılayıp, yaftalarlar. Çünkü böyle yapmak daha kolaydır. -Ne güzel dedin abla. Onlar benim ne yaşadığımı bilemezler. Ama sen beni anlıyorsun. Sen onlar gibi değilsin. -Kimseyi yargılamak benim haddime değil. Ben senin insanlığını sevdim Sultan. Dostluğunu muhabbetini sevdim. Eğer birgün sana biri yine aynı cümleleri kurarsa ben onların da karşılarında durup, seni savunurum. Seni de,bebeğini de. -Abla, sen gerçekten bir meleksin. Bunu söyledikten sonra bana doğru gelip sarıldı. Bu sarılma kesinlikle çok samimi ve içten bir sarılmaydı. Bende ellerimi onun sırtına koydum. O sırada sağlıkevinin önünde bir araba durduğunu duydum. -Sultan , hasta geldi galiba. Ben bir bakayım. -Tamam abla. Akşam sana oturmaya geleyim mi? -Gel tabi, gel. Aceleyle yerden kalkıp , üzerimde ki yaprakları silkeledim. Bahçe kapısına doğru yürüyüp çıktım. Evin önünde duran araba bana gelmemişti. Biraz daha ilerleyip karakolun önünde durdu. Jandarma arabasıydı. Sabah gidenler şimdi geri gelmişti anlaşılan. Cüneyt ön taraftan indi. Bana doğru baktı. Suratında ki bakış tuhaftı. Anlam veremedim. Bende yürümeye devam edip eve girdim. Zaten saat öğleden sonraya geliyordu. Aradan birkaç saat geçmişti. Masama oturup biraz kitap okumuştum. Tam o sırada kapı çaldı. Kalkıp açtım. Karşımda duran Cüneytti. -Ebe Hanım izniniz olursa ve bugün işiniz de yoksa sizinle merkeze gidip biraz turlamak isterim. Cüneyt bunları söylerken, kalbimde anlamsız bir çarpıntı hissettim. İçimde oluşan bu duygu bana çok tanıdık gelmişti.Hayır hayır ,dedim. Ondan hoşlanmaya başlamış olamam. |
0% |