@ebrumelek
|
Sabahın ilk ışıklarıyla gözümü açtığımda saat 06.00’yı gösteriyordu. Bugün önemli bir gündü, o yüzden hiç vakit kaybetmeden hızlı bir duş alıp kendime güzel bir kahvaltı hazırladım. Törene gitmeden önce enerjik ve hazır hissetmeliydim. Bugün, sadece terfi törenim değil, aynı zamanda Kuzey ve timinin Mardin’deki ilk iş günüydü. Annem ve Kemal dedemler törene tam vaktinde geleceklerdi. Evet, Kemal dedem... O gün onları ziyaret ettiğimden beri, hayatımda çok şey değişmişti. Neredeyse her gün birkaç kez arıyorlardı. Başta hanım ve bey dediğim için kızıyorlardı, bu yüzden ben de dede ve anneanne demeye başlamıştım. Bana gösterdikleri sıcaklık ve sevgi, kalbimde derin bir iz bırakmıştı. Onlar bana, ben de onlara gerçekten iyi geliyordum. Aramızdaki mesafe her geçen gün eriyor, yerini sağlam bir bağa bırakıyordu. Bugün, ilk kez annem dışında birileri de askeri törenime katılacaktı. Bu düşünce beni daha da heyecanlandırıyordu. Dedem ve anneannem, sanki yıllardır hayatımdaymış gibi hızla yer edinmişlerdi. Onlarla kurduğum bağ her geçen gün güçleniyor, aramızdaki duvarlar teker teker yıkılıyordu. Onlar sadece bana değil, anneme de aynı sevgiyle yaklaşmışlardı. Annemi de hemen kabul etmeleri ve ona gösterdikleri ilgi onlarla olan ilişkimi daha da güçlendirmişti. Bu süreçte Gül ile sık sık konuşma fırsatımız oldu. Onunla her konuşmamızda, dedesi Kemal Bey’den ne kadar çekindiğini fark ediyordum. Gül, Kemal dedenin sert ve otoriter tavırlarının üzerinde büyük bir baskı yarattığını açıkça dile getirmişti. Ne zaman dedesi sert bir şekilde konuşsa, ağlayacak gibi oluyordu ve bu çekingenliği onun için zorlayıcıydı. Benim içinse Kemal dedenin tavırları o kadar da korkutucu değildi. Sert görünmesine rağmen, gerektiğinde ona çekinmeden cevap veriyordum ve bu karşılıklarımın aslında onun hoşuna gittiğini hissediyordum. Gül ise böyle karşılıklar vermekten çekiniyor, ondan adeta korkuyordu. Bu durumu zamanla çözebileceğimizi biliyordum. Ayrıca Gül’ün son zamanlarda biraz daha sıkıntılı olduğunu hissediyordum. Her ne kadar üstüne gitmesem de onun hayatında bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ediyordum. Bu yüzden yakın bir zamanda onunla baş başa bir konuşma yapmayı planladım. Gül’ün içini dökmeye ihtiyacı olduğuna emindim ve ona destek olmak istiyordum. Askeriyede bugün her zamankinden farklı bir hareketlilik vardı. Tüm askerler, törenin ciddiyetini hissettiren bir disiplinle hazırlıklara odaklanmıştı. Albay, karargahın hem içini hem de dışını titizlikle kontrol ediyor, her detayın kusursuz olmasını sağlıyordu. Çünkü bugün, Mardin Valisi ve Ankara’dan gelecek bir tuğgeneral de törene katılacaktı. Böyle önemli isimlerin varlığı, törenin önemini bir kat daha artırıyordu. Timimle neredeyse sabahtan beri karşılaşmamıştım. Albay, sürekli önemli görevler dağıtıyor, iki tim olduğumuz için işler hızla ve disiplinle ilerliyordu. Herkes bir şeylerle meşguldü, dikkat dağınıklığına yer yoktu. Saat 11.00’e yaklaşırken, Albayın bana verdiği görevleri tamamlamış ve karargahın bahçesine çıkmıştım. Saat 13.00’te tören başlayacaktı, ancak ziyaretçiler 12.00’de içeri alınmaya başlanacaktı. Karargahın girişindeki güvenlik önlemleri en üst seviyeye çıkarılmıştı. Her detay planlanmış, tüm ziyaretçiler önceden hazırlanan isim listeleri ile kontrol edilerek içeri alınacaktı. Hiçbir aksiliğe izin verilemezdi. Havanın hafif serinliği, törenin atmosferini tamamlayan bir huzur veriyordu. Beklerken içimdeki heyecan dalga dalga yükseliyordu. Bahçede gözlerim timimi ararken, biraz uzakta Selman’ın karargah girişine doğru hızla koşturduğunu fark ettim. Görünüşe göre bizimkiler oldukça yoğundu. Ece’yle ortak kaldığımız odaya çıkmak için binaya yöneldim. Tam o sırada kapıdan Poyraz’ın hızla çıktığını gördüm. Beni görünce adımlarını yavaşlattı, yüzünde bir şey söyleme isteği vardı. Vildan Hanım’ın düzenlediği yemekten sonra birkaç kez karşılaşmıştık, ancak hiç konuşmamıştık. Daha doğrusu Poyraz birkaç kez konuşmaya çalışmış, ben ise oralı olmamıştım. Şimdi de her zamanki gibi görmezden gelip yanından geçip gidecekken, nazikçe kolumu tuttu. “Asker, tekmil ver!” diye bağırdı. Demek artık konuşmak için bu yöntemi kullanacaktı. Bir an için durakladım, gözlerimi ona dikerek aynı tonda karşılık verdim. “Üsteğmen Gökçen Toprak/ Mardin, emredin komutanım,” dedim, sesimi yükselterek. Ama o rahat demedi, sorgulayıcı bakışlarını üzerimde hissettim. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Poyraz, beklenmedik bir soruyla konuyu değiştirdi. “Kuzey’le nerede tanıştınız asker?” diye sordu, bakışlarını benden ayırmadan. Soru karşısında bir an şaşırdım, çünkü bu konuşmanın bu yönde ilerleyeceğini tahmin etmemiştim. Ancak aynı kararlılıkla gözlerine baktım. Poyraz’ın burada, bu şekilde konuyu açması hiç doğru değildi. Gözlerimi onun gözlerine dikerek sert bakışlarla karşılık verdim. Dişlerimi sıkarken, gözlerinde beklemediğim bir duygu gördüm: özlem. Anlam veremiyordum. İnsan hiç tanımadığı birini özler miydi? Kan bağı ne kadar güçlü olabilirdi ki? Bu adam, kan bağım olan ama bana yabancı biriydi. Beni neredeyse her gün görüyor olmasına rağmen, özlem duygusu nasıl oluşabilirdi ki? Üstelik bu adam, daha önce bana en ağır sözleri söylemiş, beni ailesi için bir tehdit olarak gören kişi değil miydi? O sert, mesafeli tavır neredeydi şimdi? Bu tuhaf bakışlar, neden böyleydi? Soğukkanlılığımı koruyarak cevap verdim, net ve kararlı bir sesle: “Gizli bilgidir efendim. Kuzey’le tanışmamız hakkında size bilgi veremem.” Bu, doğruydu. Kuzey’le olan görevimiz gizlilik esasına dayanıyordu ve Poyraz’a bu konuda tek kelime edemezdim. Görev çoktan tamamlanmıştı ama ben asıl sorunu, hainin kim olduğunu öğrenmiştim. Karargahtaki hain, Aysu’ydu… Ve bu gerçeği ortaya çıkarmamda, terör kampında karşılaştığım Suna denilen teröristin büyük payı vardı. Şimdi her şey farklı bir boyuta geçmişti, ama Poyraz’ın bu sorularına cevap verecek değildim. Ve Aysu’nun askeri mahkemeye çıkarılmasına daha vardı, ancak tüm deliller çoktan toplanmıştı. Mesajlar, telefon görüşmeleri, belgelerdeki yazışmalar ve en önemlisi, Suna ile olan öz kardeşliği... Hepsi elimdeydi. Evet, timime yeni katılan Aysu, Suna kod adlı teröristle kardeş oldukları yazışmalarda net bir biçimde açıktı. Tüm bu belgeleri Albay’a kendi ellerimle teslim etmiştim. Aslında Aysu’nun suçunu itiraf etmesine bile gerek kalmamıştı, her şey apaçık ortadaydı. Yine de mahkeme sonuçlanana kadar bu konu hakkında kimseyle konuşmam mümkün değildi. “Gizli bilgidir,” dediğimde Poyraz’ın yüzünde sadece merak görmüştüm. Kuzey’le gerçekten çok yakın olmalılardı. O gün Vildan Hanım’ın yemeğinde, Kuzey’in babasının, onların birlikte büyüdüğünü söylediğini hatırlıyordum. Poyraz’ın bu kadar meraklı olması belki de o dostluktandı, ama ona ne bir bilgi ne de bir açıklama verebilirdim. Sert bir bakışla ona dönmeden yanından yürüyüp geçtim. Binaya girdiğimde hâlâ arkamda öylece durmuş beni izlediğini hissettim. Adeta donup kalmıştı, yerinden bir adım bile atmıyordu. Bu bakışın ardında ne vardı, bilmiyordum, ama daha fazla düşünmeye gerek yoktu. Albayı merdivenlerden hızla inerken gördüğümde, hemen hazır ol pozisyonuna geçtim. Ellerimi alnıma koyarak bekledim. “Üsteğmenim, rahat,” dedi Albay. “Benimle gel, beklediğimiz konvoy erken gelmiş. Tuğgeneral’i karşılamak için tüm timleri bahçede topluyorum. Sen de timinin başına geç.” “Emredersiniz, komutanım,” diyerek hızlıca bahçeye yöneldim. Bahçeye adım attığımda, Albayın dediği gibi büyük bir hareketlilik başlamıştı. Timler en önde sıraya geçmiş, erler de hemen arkalarına dizilmeye başlamıştı. Çavuşlar, erlere hizaya girmeleri için komutlar veriyor, hiçbir disiplinsizlik ve düzensizlik yaşanmaması için dikkatle çalışıyorlardı. Ben de hızla timimin başına geçtim. Yan sırada Poyraz ve timi vardı. Göz ucuyla ona baktım, o da tıpkı benim gibi ciddi bir şekilde komutlarını veriyordu. Bahçede nizam hızla sağlandığı an, sanki bir işaret verilmiş gibi karargahın kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. Tüm askerler, bahçede ip gibi dizilerek selam durma pozisyonuna geçtik. Bahçede sessiz bir ciddiyet hâkimdi. Albay, en önde bizlerle birlikte bekliyordu. Karargahın kapısından içeri giren konvoy, anbean yaklaşırken tüm gözler önümüze çevrilmişti. Tuğgeneral’in gelişi, sadece bir tören değil, aynı zamanda disiplinin ve düzenin en önemli sınavlarından biriydi. Üç konvoy aracı sırayla karargahın içine girip park etti. İlk araçtan, rütbelerinden üsteğmen ve yüzbaşı olduklarını anladığım üç asker indi. Ardından, Tuğgeneral tüm ihtişamıyla araçtan çıktı ve sert adımlarla Albay’a doğru yürüdü. Albay hemen tekmilini verdi, Tuğgeneral ise rahat diyerek ellerini arkada birleştirdi ve askerleri incelemeye başladı. Herkes hareketsizdi, ip gibi dizilmiş bir vaziyette bekliyorduk. Özellikle erlerin disiplininden memnundum; ne yapmaları gerektiğini iyi biliyorlardı çünkü eğitimlerini bizzat timim veriyordu. Diğer araçtan inen Mardin Valisi de askerlere gururla bakıyordu. Törendeki bu düzeni görmek herkesin hoşuna gitmişti. Ancak şaşırtıcı bir şekilde, Tuğgeneral askerleri selamlatmak yerine Albay’a dönüp, “Tören başlayana kadar odanıza geçelim Albayım,” dedi. Bu durum beni biraz şaşırttı. Belki de konuşmaları gereken acil ve önemli meseleler vardı, bu yüzden selamı sonraya bırakmıştı. Her ne olursa olsun, benim için iyi olmuştu çünkü bir an önce tören hazırlıklarına başlama fırsatı doğmuştu. Askerler de Tuğgeneral’in selam vermeden geçmesinden sonra büyük bir nefes almışlardı, disiplini bırakmadan gözle görülür şekilde rahatlamışlardı. Tuğgeneral, Vali ve onlarla gelen askerler hızlıca binaya yöneldikten sonra, Poyraz bir adım öne çıkıp, “Rahat asker, herkes görevinin başına,” diye komut verdi. Askerler hızlıca dağılmaya başladı. O sırada Poyraz’la göz göze geldik. Bakışlarını üzerimde hissettiğimde istemsizce gözlerimi kaçırdım ve odama yöneldim. Aklımda başka bir soru dolanıyordu. Acaba Poyraz, dedem ve anneannemin törene katılacağını biliyor muydu? Kemal dedem tören için burada olacak ve bana destek olmak için yanımda duracaktı. Poyraz’ın böyle bir bilgisi varsa, bu durum onu nasıl etkilerdi? Çünkü aramızdaki bağ hâlâ çözülmemiş bir bilmece gibiydi. Tören saati hızla yaklaşıyordu. Az önce annemle kısa bir telefon konuşması yapmıştım. Dedemlerle birlikte tören salonuna çoktan girmişlerdi. Kuzey ve timi ise ortalıkta yoktu, muhtemelen direkt tören saatinde geleceklerdi. Zaten orada ikimiz kürsüde bulunacaktık. Üzerime tören için hazırlanan üniformamı giymiştim. Aynanın karşısında kendime son bir kez baktığımda, yüzümde belirgin bir gurur hissettim. Ceket takımımı hafifçe okşadım. Buralara gelmek için çok çalışmıştım; zorluklara göğüs germiş, dayanmıştım. Gözlerimin gururla dolduğunu fark edip kendime gülümsedim. Güçlü bir kadındım ve bununla gurur duyuyordum. Tören salonuna vardığımda, en ön sıralarda üst düzey rütbelilerle birlikte Albay Hüseyin’i gördüm. Arkada ise ziyaretçiler ve askerler yerlerini almıştı. Ziyaretçilere göz gezdirdiğimde annemi bulmakta hiç zorlanmadım. Bana gururla bakıyordu. Hemen yanında dedem, anneannem, onun yanında ise Gül ve nişanlısı yer almıştı. Aile üyeleri sırasıyla arka sıralara yayılmışlardı. Abdullah Beylerin yanında ise Kuzey için gelmiş olan Vildan Hanım ve Erdal Bey oturuyordu. Gül’ün ailesini ben çağırmamıştım, isimlerini listeye de eklememiştim. Sadece annem, Gül ve dedemlerin adını yazdırmıştım. Muhtemelen bu işte Poyraz’ın parmağı vardı. Sahnede, dikkat pozisyonunda, dimdik bekliyordum. Üniformamın her bir detayı yerli yerindeydi; her çizgi, her düğme, her rozet törendeki her bir asker gibi kusursuz bir disiplinle hazırlanmıştı. Törenin başlamasına anlar kala, salona hafif bir uğultu hakimdi. Birkaç derin nefes aldım, dikkatimi toplamaya çalıştım. Gözlerim kapıya kayarken salona yeni giren Kuzey’i gördüm. İlk karşılaştığımızda saçı sakalı birbirine karışmış, yüzü tozla kirle kaplanmış haldeydi. Gözlerinin etrafında yorgunluktan oluşan halkalar ve yer yer sakalına bulaşmış çamur, onu daha da ürkütücü gösteriyordu. Düzensiz kıyafeti, paslı bir bıçağı anımsatan bakışlarıyla birleşince karşımdaki adamın gerçekten tehlikeli biri olduğuna inanmamak elde değildi. O gün, onu gördüğümde içimi kaplayan o tedirginlik, şimdi tamamen farklı bir anıya dönüşmüştü. Onu öldürmeyi düşünmüştüm. Şimdi ise yüzü temiz, sakalları tıraşlı, düzenli bir şekilde parlatılmış postallarıyla dimdik yürüyordu. Üniformasının omzundaki apoletler, göğsündeki eski madalyaları... Saçının, sakalının darmadağın olduğu, tehlikeli bir yabancı sandığım o günleri düşündüm. Oysa şimdi, gururla sahneye yürüten bu adam ülkesini onurla temsil eden bir askerdi. Bir an birbirimize baktık. Gözlerinde alışkın olduğum o sakin ama anlam yüklü ifade vardı. O da kısa bir an durup kalabalığa göz gezdirdi, ailesini arıyordu. Nihayet onları bulduğunda yüzünde gurur ve sevgiyle dolu o tanıdık gülümseme belirdi. Gözlerini tekrar bana çevirdiğinde ağır ama kararlı adımlarla sahneye doğru yürümeye başladı. Her adımında üniformasındaki yıldızların hafifçe parladığını görebiliyordum. Salonda herkes sessizleşti, gözler sahnede; törenin, beklenen anı gelmişti. Tören komutanının bağıran sesi yankılanırken Kuzey tam yanıma gelmiş, benim gibi dimdik durmaya başlamıştı. Kuzey yanıma gelip durduğunda, artık sahnede yan yana, törende hazır bir şekilde bekliyorduk. Kalabalığın önünde, kürsünün arkasında dimdik dururken içimde hafif bir gurur ve huzur dalgası yükseldi. O eski günlerden bugüne nasıl geldik, diye düşündüm. Az sonra Vali sahneye çıktı; tören resmen başlamıştı. Önce İstiklal Marşı çalmaya başladı. Salonun her köşesinde derin bir sessizlik hakimken, hepimiz saygı duruşunda, marşın her notasında içimizde hissettiğimiz o ortak duyguyla ayakta bekledik. Bayrağın gururla dalgalandığı an, Kuzey’le aramızdaki o eski, karmaşık bağ bir anda anlam kazandı; bu artık onunla paylaştığımız, çok daha büyük bir şeyin parçasıydı. Marş sona erdiğinde, Vali kürsüye geçip mikrofona doğru eğildi. Sesi tok ve ağırbaşlıydı, törende toplananlara hitap etmeye başladı. Önce bu ülke için canını feda eden şehitleri saygıyla andı, sonra da burada bulunan biz askerlere teşekkür etti. Onun sözleri yankılanırken, salondaki tüm gözler sahnedeydi. Vali konuşmasına devam ederken, yanımda duran Kuzey’e baktım; gözleri ileriye odaklanmış, ifadesi ciddi ve kararlıydı. “Bu iki askeri terfileri için tebrik ederim. Karşımızda eli kanlı bir örgüt olmak şartıyla görevlerinizi icra ediyorsunuz ve bunun sonunda da disiplininizden bir gram ödün vermiyorsunuz. Ben bütün kalbimle, önce bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak sonra da Mardin İlinde devleti temsil etme onurunu yaşayan bir devlet memuru olarak sizlere teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunuyorum. Kökü 2.000 yıldan fazla olan Türk Silahlı Kuvvetlerimizin bu şerefli töreninde bulunmaktan dolayı duymuş olduğum mutluluğu sizlere ifade ediyorum. Bu yeni alınan rütbelerin, Gökçen Toprak ve Kuzey Atasoy’a hayırlı uğurlu olmasını diliyor; aileleriyle beraber bu görevlerin hem zorluklarını hem de keyfini, gururunu, yaşamalarını yüce Allah’tan temenni ediyorum.” Valinin konuşması üzerine salon büyük bir gürültüyle alkışladı. Benim deli timim öyle kuvvetli alkışlıyordu ki şu an salonda yeni olan Kuzey’in timini bakışları altına almıştılar. Alkış olarakta onları geçmeye çalışıyorlardı. Benim deliler hakikaten çocuk gibiydi. Tuğgeneral kürsüye doğru ağır adımlarla yaklaştı, aramızda saygı dolu bir sessizlik yayıldı. Göğsümde hafif bir gerginlik hissettim, ama bu gerginlik, gurur ve heyecanla harmanlanmış özel bir histi. Herkesin gözü üzerimizdeydi; o anın anlamını, sorumluluğunu derinlemesine hissediyordum. Tuğgeneral kürsüden rütbe nişanlarımızı aldı. Madalyonları elinde tutarken yüzündeki ciddiyet, bu anın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlattı. Önce Kuzey’e döndü; ona kısa ama anlamlı bir bakış attıktan sonra madalyonu göğsüne büyük bir saygıyla taktı. Kuzey’in yüzündeki ifadenin değiştiğini gördüm. Gözleri ileriye odaklanmıştı ama yüzündeki o hafif gülümseme ve gözlerindeki gurur, geçmişin tüm zorluklarını yenercesine ışıldıyordu. Sonra bana döndü Tuğgeneral. Elindeki nişanı göğsüme takarken, omzuma hafifçe dokundu sanki o dokunuşla tüm çabalarımızı, mücadelemizi ve azmimizi onaylıyordu. Tüm salonun önünde yılların emeğini taşıyan bu nişanı taşımak bana anlatılamaz bir onur hissettiriyordu. Arka taraftan bir görevli, o anları ölümsüzleştirmek için fotoğraflarımızı çekiyordu. Çekilen her karede, yan yana durduğumuz bu sahne artık sadece bir hatıra değil omuzlarımızdaki yeni sorumlulukların da simgesi oluyordu. “Hayırlı olsun binbaşım, hayırlı olsun yüzbaşım.” Diyerek rütbe nişanlarımızı taktı ve kürsüden indi. Böylece törende bitmiş oldu. Salon boşalmış, törenin resmi havası yavaşça yerini belirsiz bir gerilime bırakmıştı. Tam çıkışa yönelmişken kolumda Kuzey’in elini hissettim. Durmamı istemişti. Onun bu ani ve ciddi hareketi merakımı uyandırdı; kaşlarımı kaldırarak yüzüne baktım. Kahverengi gözlerini bana dikmiş, önceki karşılaşmamızdan farklı olarak ince tebessümü dudaklarının kenarında belirmişti. “Buyrun, binbaşım?” dedim, ciddiyetimi koruyarak. Kuzey’in dışarıdan sert bir havası vardı ama bana şu an gözlerinde sıcak bir ifade ile bakıyordu. Bu bakışıyla sanki gizlice gülümsüyordu. Kafasını hafifçe eğdi ve gözlerimin içine daha dikkatlice bakmaya başladı. “Çoban kızı, sana bir şey soracağım,” dedi usulca, gözlerinin kenarında beliren hafif kıvrımla. İçimden onun bu hitabına istemsizce bir tebessümle karşılık vermek geldi ama kendimi tutup yüzümdeki sert ifadeyi korudum. Mimik kontrolü benim için çocuk oyuncağıydı ama o şu an gülümsediğinde kendi ifademi saklamak zor geldi. Bu normal miydi? “Dinliyorum,” dedim. Sert bakışlarımı üstünden hiç ayırmadım. İçimde dolaşan o tuhaf sıcaklıkla baş etmeye çalışıyordum. Acaba onu ilk defa üniforma ile gördüğüm için mi içim böyle sıcacık olmuştu? Kuzey, gözlerini kısarak yüzüme derin bir bakış attı; bakışlarında bir anlık tereddüt, ardından kararlılık sezdim. O derin bakış her şeyin ötesinde sanki bir sırra dokunmak ister gibi sordu. “O kampta, hiç gerçek Gökçen’i gösterdin mi bana?” Sorusuyla beraber içimde geçmişin yankıları yeniden yükseldi. Bu nasıl bir soruydu? Elbette her anım oyundu! “Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceksiniz.” Sözlerim, aramızda sanki bir sınır çizgisi gibi kalın bir perde indirdi. Fakat o bu cevabın ardındaki anlamı çözmeye çalışırcasına bakışlarını benden hiç ayırmadı ve dudaklarımda gezindi, orada bir süre takılı kaldı. Birden yüzünde muzip bir gülümseme belirdi. Gözlerini tekrar gözlerime kaldırdığında sanki ruhumu okurmuş gibi derin ve kendinden emin bakıyordu. İçimde tanımlayamadığım bir şey kıpırdanmaya başladı; bu beklenmedik bir duygunun sınırlarını zorlayan bir hisse benziyordu. Şu an hâlâ kürsüdeydik, salon ise tamamen boşalmamıştı; ama Kuzey’in bakışları sanki çevremizde kimse yokmuş gibi her şeyi silip süpürüyordu. Kısa bir sessizlikten sonra, göz temasını bozmadan o tanıdık ve çarpıcı sesiyle konuşmaya başladı. “Bunu öğrendiğim zaman, bu iddialı lafını sana hatırlatacağım, çoban kızı.” Bakışları yeniden dudaklarıma kaydı; alt dudağını yavaşça dilinin ucuyla ıslattı ve o an gamzeleri belirginleşti. Gözleri tekrar benimkilerle buluştuğunda kalbimin çarpıntısı daha da hızlandı. O bu içten gülümsemesini gösterdiğinde her şey bulanıklaşıyordu, düşüncelerim bile. İçimdeki titremeyi dizginlemek isterken o anda kelimelerim tamamen tükendi. Dudaklarımdan tek bir sözcük bile çıkmadı. Kalbim kontrolsüzce hızlanırken kendime, “Ne oluyor şimdi ya?” diye sorarken buldum. Kuzey sırıtarak kürsüden indi ve kendisini bekleyen timinin yanına doğru adımlarını hızlandırdı. Timi, ona tek tek sarılıp tebrik etmeye başladığında gözlerim farkında olmadan onu izlemeye dalmıştı. Arkasında sırayla el sıkışan, kucaklayan adamlarıyla vakur duruşu göğsümde hafif bir gurur duygusuna dönüştü. Fakat, gözlerimle öylece Kuzey’e bakarken dalıp gitmiş olmalıyım ki, ne kadar belli etmemeye çalışsam da kendimi toparlamak zorunda kaldım. Derin bir nefes aldım ve ailemin olduğu tarafa doğru yürümeye başladım. Annemi görür görmez ona sıkıca sarıldım; gözleri mutlulukla parlıyor, yüzü tatlı bir gülümsemeyle aydınlanıyordu. Ağladığını fark ettiğimde dudaklarıma hafif bir tebessüm yayıldı. Bu özel anı sadece onun için değil, hepimiz için unutulmaz bir hale getiriyordu. Annemden ayrılıp sırasıyla Dedem, anneannem ve Gül’e sarıldım. Poyraz da oradaydı; beni kendine çekip, içtenlikle kutladı. Tam o sırada dedem, elinde bir elma tutuyordu. Şaşkınlıkla ona baktım. Elmayı bana doğru uzatırken yüzünde huzur dolu bir tebessüm vardı. Adam elmayı gerçekten çok seviyor olmalıydı. “Tebrik ederim, torunum,” dedi, gözlerinde derin bir gurur parıltısı. “Yeni rütben vatanımıza ve sana hayır getirsin inşallah.” “Teşekkür ederim dede.” Bu kelime bana yabancıydı, ama bir o kadar da heyecanlı. Abdullah Bey, gülümseyerek yanıma yaklaştı, gözlerinde gurur dolu bir parıltıyla, “Kızım, yeni rütben hayırlı olsun inşallah,” dedi. Ona sadece başımla onaylayarak karşılık verdim. Söylemek istediklerim vardı belki ama dudaklarımı mühürlemeyi tercih ettim. Sözcüklerin ardına saklanan duygularımla baş başa kalmak, çoğu zaman daha güvenli geliyordu. Bir adım atıp hızla bana sarılan Göktuğ, her zamanki gibi kontrolümü ele geçirmeme fırsat bırakmamıştı. Onu engelleyemedim bile. Benden ayrıldığında, gözlerimizin buluşmasıyla içimde ince bir sızı hissettim. Gözlerinin dolduğunu fark ettiğimde, bu duyguyu hemen kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. Cevap vermedim. Kimseye özellikle ona savunmasız yanımı göstermemek konusunda hep temkinliydim. Kısasa kısas değildi bu; sadece kendimi koruma yöntemimdi. Göktuğ’un ardından gelen Poyraz, bana benimle aynı renkte olan gözleriyle baktığında aslında çok da yabancısı olmadığım bir ifadeyi yüzünde taşıyordu. O gözlerde zamanın silik izlerinden süzülen bir pişmanlık vardı; derin ve sessiz bir itiraf gibiydi bu. Bana bakarken dudaklarından yavaşça döküldü kelimeler: “Tebrik ederim, kardeşim.” Bakışlarımı ona dikerek sessizce kaldım. Gözlerimdeki alevi, kalbimde fokurdayan yangını ona yansıtmamaya çalışarak. Fakat her an bu soğukkanlılığımı kaybetmekten korkuyordum. Sonunda gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. Bu kelime, “kardeşim,” ağırlığını taşıyamayacağım kadar büyüktü. Ve en sonda Sare Hanım vardı. Bir an duraksadım. En çok, en önce, en içten ve en sevgiyle yaklaşması gereken kişi bir anne değil miydi? Ama Sare Hanım’ın varlığı içimdeki boşluğu doldurmak yerine, daha da derinleştiriyordu. Ama değildi işte... Sare Hanım çok iyi bir anne olabilirdi evet ama yalnızca kendi evlatlarına, kendi büyüttüklerine. Anne olmak her şeyden önce bir çocuğun acısını anlamak, mutluluğunu paylaşmak, her daim yanında olmak değil miydi? Sare Hanım bana anne olmak istemedi, bunun için bir çaba sarf etmedi bile. Elbette ki bir anneye ihtiyacım yoktu fakat içimde bir yerlerde onun desteğini diğerlerinden daha fazla beklemiştim belki de. Sare Hanım bunu görmedi, görmeyi istemedi ya da belki işine gelmedi. Anneler bencil olabilir miydi? Ona boş bir bakış gönderdim ve tam tahmin ettiğim gibi bir tebriği ya da halimi hatrımı sormayı aklından bile geçirmedi. Ne bir sıcaklık, ne de bir ilgi vardı. Belki de konuşmak istese bile benimle konuşmaya yüzü yoktu artık. Sare Hanım’ın tam önünde durdum derin bir nefes aldım ve hiç tereddüt etmeden “Anne” diye seslendim kısa bir an gözlerine bakarak. Etrafımda bir an sessizlik oldu herkesin dikkatini üzerime çekmiştim. Sare Hanım gözlerini hafifçe açarak şaşkınlıkla bana baktı. Gözlerinde belli belirsiz bir değişim vardı, yüzünde yavaşça beliren bir öfke ortaya çıktı ama kısa sürdü. Beden dilini iyi bildiğim ve doğrudan gözlerime baktığı için bu kısa süren öfke duygusunu bir tek ben görebilmiştim. Bu, hiç beklemediğim bir şeydi. O kadar şaşkındım ki ancak sözlerime devam ettim. Bunu sonra düşünecektim. Kafamı ona değil gerçek anneme çevirdim ve sıcacık bir gülümsemeyle seslendim “Anne sana diyorum duymuyor musun? Bugün söz verdiğin gibi en sevdiğim yemeği yapmışsındır umarım sultanım” dedim ve anneliğin en çok yakıştığı o kadına tebessüm ettim...
|
0% |