@ebrumelek
|
1 Ay Sonra
Son bir aydır hayatım tekdüze bir rutine dönmüştü. Her gün aynı döngüyü yaşıyordum; evden karargaha, karargahtan eve... Kuzey’in timinden bir arkadaşının nişanı varmış, bu yüzden tüm tim izin alıp Trabzon’a gitmişti. Geçen hafta geri döndüklerinde Kuzey’i birkaç defa uzaktan görme fırsatım oldu sadece. Albay, odasında birikmiş evrak işleriyle boğuştuğunu, tüm gün masasından kalkmadığını söyledi. Sabahları ben, 07.30’da içtima yaptırırken, onların içtiması bizden sonra başlıyordu. Bu yüzden karşılaşmamız neredeyse imkansızdı; bilerek mi benimle yüz yüze gelmiyordu, yoksa tamamen tesadüf müydü, anlam veremiyordum.
Bugün farklıydı; Kuzey tüm timleri toplayarak içtima yaptıracaktı. Saat 06.30’a geliyordu. Görkem abi, Kuzey’in sabah 07.00’de tüm timlerin bahçede hazır bulunmasını emrettiğini söyledi. İlginçtir ki, bu bilgiyi bana değil Görkem abiye iletmişti. Bu, göz ardı edilemeyecek kadar ince bir detaydı. Karşılaşmaktan mı kaçıyordu, yoksa yalnızca işine mi odaklanmıştı?
İçimde merakla birlikte biraz da tedirginlik vardı. Bugün onun tavırlarından, bu sorulara bir cevap bulabileceğimi umuyordum.
Bahçede çoktan hazır bir şekilde çardakta oturmuş, etrafı gözlemliyordum. Hava henüz serindi ve çevrede sabahın erken saatlerine özgü bir sessizlik vardı. Az sonra, Poyraz’ın bahçeye girdiğini gördüm; arkasından timi de sırayla yerlerini aldı. Poyraz’ın timini yakından tanıyordum, çünkü birlikte sayısız göreve çıkmıştık. Poyraz’ın bu time komutan olarak atanmasından sonra uyum sağlama süreci şaşırtıcı derecede hızlı ve kolay olmuştu. Ondan önceki komutan, timi biraz serbest bırakmıştı; ancak Poyraz, kısa sürede disiplini sağlamıştı. Her şeyin ötesinde, işinde gerçekten iyiydi. Yiğidi öldürüp hakkını yememek gerek.
Poyraz’ın timi beni gördüğünde, üsteğmenler de dahil, hepsi bir anda hazır ola geçti. Bazen yüzbaşı olduğumu unutuyor, onların bu hareketlerini şaşkınlıkla karşılıyordum. Gülümseyerek, “Rahat, nasılsınız?” diye sordum.
Oğuz, her zamanki enerjik tavrıyla öne çıkıp cevap verdi: “İyiyiz komutanım, siz nasılsınız?”
“Ben de iyiyim, Oğuz,” diye yanıtladım. “Eğitime hazır mısınız bakalım?”
Oğuz’un yanında duran Cihan, yüzünde endişeli bir ifadeyle lafa girdi: “Hazır değiliz komutanım. Duyduğumuza göre Kuzey binbaşı çok zorluyormuş. Sanırım bugün yandık.”
Sözleriyle hepimizi güldürdü. Hafif bir tebessümle onlara baktım; belli ki Kuzey binbaşının eğitimi merak konusu olmuştu. Bakalım, Kuzey’in hünerleri gerçekten söylendiği kadar var mıydı?
Benim timin de bahçeye gelmesiyle birlikte, ortam daha canlı hale geldi. Poyraz’ın timiyle hemen şakalaşmaya başladılar; birbirlerini tanıyorlardı, aralarında sıcak bir dostluk vardı. Kenarda duran Mehmet abi ise her zamanki gibi sessizdi. Sessizliğiyle hepimize güven veren o duruşunu bozmadı, ağır adımlarla yanıma geldi ve sessizce yanıma oturdu. Biz onunla artık konuşmadan anlaşmayı öğrenmiştik; derin bir dostluktu bizimkisi. İçimden ona “Ahh abim ah” diye geçirirken, onun varlığı her zamanki gibi huzur verdi. Kuzey’in timi de bahçeye geldiğinde hepimiz hafifçe toparlandık. Poyraz’ın ve benim timime baş selamı verdikten sonra, bizden biraz uzağa geçerek oturdular. Onları sessizce izlemeye başladım. Gözle görülür bir ciddiyetleri vardı; güçlü, soğukkanlı ve dikkat çekici bir takım. Timlerinde bir kadın asker vardı, ama onun da kaşları sürekli çatık, bakışları keskin ve sertti. Gerçekten kendilerini her açıdan belli ediyorlardı. Kuzey’in timi, Gölge olarak biliniyordu; Poyraz’ın timi ise Şahin. Gölge timi, bahçedeki boş bir çardağa geçip yerleştiler. Sessiz bir şekilde etraflarına bakınıyor, kimseyle iletişim kurmadan duruyorlardı. Görünüşe göre gerçekten havalı ve gizemli bir timdiler.
Şahin timi ve benimkilerin arasında kısa bakışlar, sessiz fısıltılar dolaşmaya başladı. Hepimiz kaçamak bakışlarla Gölge timini süzüyorduk. Daha yenilerdi ve mesafeliydiler; fakat zamanla aramızda bir uyum oluşacağını, o soğuk duruşun kırılacağını düşünüyordum. Birlikte görevlere çıktıkça, zorlukları paylaştıkça, her şey farklı bir hal alırdı.
KUZEY'DEN
Trabzon dönüşü geçen hafta tekrar göreve başladık timimle birlikte. Ali’yi nişanlamıştık ve onun mutluluğunu geride bırakarak karargahın yoğunluğuna dönmüştüm. Masamda birikmiş dosyalar, üstlendiğim yeni sorumluluklar beni bekliyordu. Artık bu karargahta tüm timlerden sorumlu binbaşıydım, yani işlerim yalnızca kendi timimle sınırlı değildi. Poyraz’ı iyi tanıyordum, neler yapabileceğini, ekibine nasıl yön verebileceğini biliyordum. Ancak Poyraz’ın timini ve Gökçen’i yeterince tanımıyordum; kağıt üzerinde incelemiştim, hepsi yetenekli askerlere benziyordu. Ama Gökçen’in dosyasına ulaşamamıştım. Bunu özellikle istemiştim, çünkü Gökçen’i daha yakından tanımak ve neler yapabileceğini anlamak için dosyasını görmek önemliydi. Ancak dosyasının özel izinle açılabileceğini öğrendiğimde soluğu Albay’ın yanında aldım. Ne yazık ki Albay’dan da dosyayı görmek için izin alamamıştım.
"Gökçen’i gözlemleyerek neler yapabildiğini anlarsın zaten ama dosyayı maalesef göremezsin,” demişti Albay, hafif bir gülümsemeyle. Odadan çıkarken içimde bir sinir vardı; adeta kilitli bir kapıyı açmak isterken daha çok meraklanmıştım.
Saat sabah 07.00’ye yaklaşıyordu. Bugün tüm timleri toplayarak bir içtima yapacak ve askerlerin yeteneklerini gözlemleme fırsatı bulacaktım. Bahçeye çıktığımda, çardaklara ve oturdukları yerlere dağılmış timleri gördüm. İlk iş olarak gözlerim hemen Gökçen’i aradı ve onu bulmam uzun sürmedi. Aramızda mesafe olsa da bakışlarımız birbirini buldu; göz göze geldiğimiz o an, kendimi bir anlık olsa bile duraksamış hissettim. Gözlerinde sakladığı, anlaşılamaz bir derinlik vardı. Ne düşündüğünü ya da neler hissettiğini anlamak mümkün değildi. Gerçekten de Albay’ın dediği gibi, onun hakkında bir şey öğrenmek istiyorsam önce tanımam gerekiyordu ve tanımam için de onun izin vermesi lazımdı. Bu kadın işinde gerçekten ustaydı.
Zor da olsa bakışlarımı ondan ayırıp timime çevirdim. Tüm askerlerim çoktan ayağa kalkmış, sıralarını almışlardı. Poyraz ve Gökçen de timlerinin başında hazır şekilde bekliyordu. Şimdi hepsini tek tek değerlendirme zamanıydı; bu karargahta kim neler yapabilir, yeteneklerini nasıl sergiler, bunu gözlerimle görmek istiyordum.
"“Asker, nasılsın?” diye gür bir sesle bağırdım. Sesim tüm karargahta yankılandı.
Hep bir ağızdan, “Sağ ol!” diye bağırarak karşılık verdiler. Güçlü ve tek bir vücut gibi hareket etmeleri hoşuma gitmişti.
“Görelim bakalım marifetlerinizi. 30 tur koşu ile hep beraber başla!” dediğimde, “Emredersiniz komutanım,” diyerek hemen harekete geçtiler. Poyraz en önde, arkasında timiyle birlikte, onun ardında Gökçen ve timi, en arkada da benim timim sıralarını alıp koşmaya başladılar.
Koşu 12. tura geldiğinde, onları dikkatle gözlemliyordum. Henüz hiçbiri yorgunluk belirtisi göstermemişti; nefes nefese bile kalmamışlardı. Bu disiplin ve dayanıklılık beni memnun etti.
Koşuyu bitirip iyice ısındıklarına emin olduktan sonra, “30 şınav başla!” komutunu verdim. Önce yüzüme anlamaz bakışlarla baktılar çünkü sayı çok azdı. Gökçen’e bakmaktan özellikle kaçınıyordum; gözlerim ona kaydığında, başka bir şey düşünmekte zorlanıyordum. Bakışları adeta bir girdap gibiydi, içine çekiyordu ve bunun önüne geçmek istiyordum.
30 şınav komutuyla benim timim, hemen ne yapacağımı sezmişti. Gözlerinde hafif bir korku vardı ama itiraz etmediler; komutanlarına güveniyorlardı. Bu, bir eleme yöntemi olacaktı.
28, 29, 30… derken birden tekrar “30, 30, 30…” diye sayı tekrarlamaya başladım. İşte o an tüm timler durumu anladı: sayısız şınav çekeceklerdi. Bakalım, kim ne kadar dayanacak?
Neredeyse 100. şınava geldiğimizde bazı askerlerin kolları titremeye, hızları yavaşlamaya başlamıştı. Artık harekete geçme zamanı gelmişti. Onları dikkatle izleyip yorulma belirtisi gösterenleri işaret ederek, “Sen, sen, sen, kalk, çık” diyerek kenara çekmeye başladım. İsimlerini henüz bilmiyordum ama önemli olan dayanıklılıktı. Benim timim çoğunlukla hâlâ dayanıyordu. Poyraz’ın timinden pek çoğunu çıkarmıştım. Gökçen’in timinden yalnızca bir asker yorulmuştu ve o da kenara geçmişti.
Geri kalan askerler hâlâ şınav çekmeye devam ediyordu, Gökçen de dahil. Kenara çekilenler ise durup izlemeye başlamıştı; yorgun ama gururlu bakışlarla devam eden arkadaşlarını izliyor, arada bir bana meraklı ve endişeli bakışlar fırlatıyorlardı. Muhtemelen hangi cezayı alacaklarını düşünüyorlardı.
Şınav sayısı neredeyse 200’e ulaştığında, kalan herkesin yorulduğu açıktı. Artık sadece titreyenleri çıkartıyordum. Sonunda benim timimden Aslı ve Ali, Gökçen’in timinden bir asker ve Gökçen kalmıştı. Poyraz ve tüm timi ise elenmişti. Poyraz'ı bilerek oyun dışı etmiştim.
Yerde hâlâ şınav çeken bu dört askere dikkatle baktım ve bir kişi daha elemek gerektiğine karar verdim. Elenen tireyen koluyla Aslı oldu. Onu kenara gönderip kalanlara bakarak, “Yeterli! Askerler ayağa kalk!” diye bağırdım. Ali, Gökçen ve Gökçen’in tim arkadaşı hemen doğrulup ayağa kalktılar. Gökçen’in tim arkadaşına dönüp, “Adın ne asker?” dedim.
“Mehmet Boz, komutanım,” diye Sakarya'dan geldiğini belirterek yanıtladı.
Gökçen’e bakmamak için kendimi zorladım ve hızlıca bir adım geri attım. Üzerimdeki üniformamı çıkartıp altındaki yeşil kısa kollu tişörtle kaldım. Şimdi gerçekten ciddi bir test zamanıydı, bu sefer dayanıklılıklarına bizzat katılacaktım.
Çok yorgunlardı. Dayanıklılıklarını ölçecektim. “Şimdi aynı anda üçünüz de bana saldıracaksınız. Yakın dövüş. Başla!” dedim. Sesim kararlı ve netti. Gökçen’den gelen kısık bir gülümseme dikkatimi çekti. O an, bu kızın nasıl bir psikoloji içinde olduğunu merak ettim; ama o an sadece işime odaklanmam gerekiyordu.
Ali, ilk hamlesini yaptı. Hızla üzerime atıldı. Onun saldırısını kolayca savuşturdum ve sert bir tekmeyle geriye düşürdüm. Ancak pes etmeye niyeti yoktu, tekrar ayağa kalkıp üzerime atladı. Bu sefer, suratıma atacağı yumruğu yakaladım ve başını kafamla karşıladım. Yere kapaklandığında, bu tür bir savaşın ona ağır geleceğini biliyordum.
Tam arkamda bir yumruk daha belirdi. Mehmet, belime sağlam bir darbe indirmişti. O kadar şınavın ardından bile bu kadar güçlü olması şaşırtıcıydı. Hızla dirseğimi karnına geçirdim ve döner dönmez yüzüne okkalı bir yumruk savurdum. Mehmet de yere düştü.
Arkamı döndüğümde, Gökçen’in gözlerindeki kararlılığı gördüm. Benden dört adım uzakta duruyordu, ama henüz saldırıya geçmemişti. O an, Gökçen’in gözlerindeki parıltının bana meydan okuduğunu hissettim. Onun gücünü hafife alamazdım.
Yeniden harekete geçtim, ama bir anda Gökçen’in yanımda belirdiğini fark ettim. Nasıl bu kadar sessiz ve hızlı hareket etmişti? Gözlerime bakmamaya çalışarak yumruk salladım, ama o kolumu yakaladı ve hızlıca karşılık verdi. Ağızımda demir tadı hissettim. Yere tükürdüm ama geri adım atmadım. Yeniden yumruk attım, bu sefer o eğilip alttan çelme takmayı başardı.
Artık sert oynamaya karar vermiştim. Yerden hızla kalkıp tekme attım. Tekmem sağlamdı ve Gökçen sendeledi. Ancak yere düşmedi. Tekrar tekme atmaya başladım ama onun yüzüne vurmak istemiyordum, yine de sert olmam gerektiğini biliyordum.
Sonunda Gökçen yere düştü ama ben beklerken, ani bir hareketle dizime sert bir tekme attı. O darbe öyle bir güç kaybı hissettirdi ki ben de yere kapaklandım. İkimiz de yere düşmüştük, nefes nefese kalmıştık.
Gözlerim Gökçen’e kaydığında, onun gözlerindeki o tuhaf parıltıyı gördüm. Gülümsemesiyle bana meydan okuyordu. O an, bu kadının sıradan bir rakip olmadığını anladım. Onu yendim ama içimdeki bir his, bu galibiyetin pek de tatmin edici olmadığını fısıldıyordu.
Yerde, ikimiz de nefes nefese kalmıştık. Gözlerim Gökçen’e kaydığında onu daha önce görmediğim bir şekilde gülümserken buldum. İçimdeki rahatsız edici hisse rağmen o anı görmekten kaçamadım. Bakışları, düşündüğüm her şeyin ötesindeydi.
Gökçen, karşımda gülüyordu. O kadar darbeden sonra hem de! Bu kız deli miydi? Şaşkın bir suratla ona bakarken gözlerimiz yeniden buluştu. O an, çevremdeki her şey kayboldu; sadece o ve ben varmışız gibi hissettim. Gökçen'in yeşil gözleri, yine bir girdaba dönüşmüştü. O derinliklere bakarken, gözümü bile kırpamadım. Bu kız beni neden böyle etkiliyordu? Sadece fiziksel bir mücadele değil, bir tür zihinsel çatışma yaşıyordum. Bu karşılaşma, sıradan bir dövüşten çok daha fazlasıydı. İçimdeki karmaşayı çözmeye çalışırken kalbimin hızla atmaya başladığını fark ettim.
Gökçen’in gülümsemesi, tüm yorgunluğuma rağmen içimde bir kıvılcım ateşledi. Bu his, savaş alanındaki savaşçı ruhumdan çok daha farklıydı. Şimdi, bu kadınla olan ilişkimde neler olabileceğini merak ediyordum. Bu savaşın, bambaşka bir mücadeleye dönüşeceğinden emindim.
Ayağa kalktı ve bana doğru bir adım attı. Ben hâlâ yerde yatıyordum. Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Beni şu an burada öldürse, sesimi çıkaramazdım sanırım. Gökçen bana yavaşça yaklaştı. Sanki ağır çekimde izliyor gibiydim. En sonunda tam dibimde durdu ve elini bana uzattı. Gözlerinden ayrılmadan, elimi kaldırıp elini tuttum. Ayağa kalktığımda, elimi çekmedim. Gözlerinin yeşili içinde 7 tane sarımsı nokta saydım. O kadar güzeldi ki...
|
0% |