@ebrumelek
|
"Bana biraz zaman verin. Bu yaşadıklarım benim için çok zor. Sizi hemen affedip kucak açamam. Bunun için önce size güvenmem gerekir. Benim birinden bile darbe alacak gücüm artık yok. O yüzden size güvenmeden, sizi affedemem" dedim. Abdullah Bey’in gözleri kıpkırmızıydı, ifadesi üzüntü doluydu. Duygularını saklamaya çalışmıyor, yüzündeki derin acıyı ve pişmanlığı bana göstermekte bir an bile tereddüt etmiyordu. Konuşmamın ardından buruk bir tebessümle başını eğip hafifçe iç geçirdi. “Tamam, kızım. Sen nasıl istersen,” dedi yumuşak bir sesle. “Ama şunu da unutma, bana güvenmen için elimden gelen her şeyi yapacağım.” Gözleri bir an kapıya kaydı, sonra tekrar bana döndü. Onun bu haline, çaresizce kendini ifade etme çabasına direnmeye çalışsam da içimdeki duvarları korumanın zorlaştığını hissediyordum. “Biz artık kalkalım,” diye devam etti. “Seni sıkboğaz etmek istemiyorum. Ama senden tek ricam... bizim yaptığımızı yapıp bize duvar örme. Zamanla güvenini kazanacağımızdan eminim. Sadece bunu istiyorum.”Yavaşça adımlarını attı ve yanıma kadar geldi. Elini saçlarıma uzatırken istemsizce gerildim; bedenim onun dokunuşuna hazır değildi. Parmağının ucuyla saçlarıma hafifçe dokundu, sonra hızla elini çekip kapıya yöneldi. Yavaşça odadan çıktı, geride koca bir sessizlik bırakarak. Orada, uzun bir süre olduğu gibi kalakaldım.Salona geçtiğimde Abdullah Bey ve timin çoktan gitmiş olduğunu fark ettim. Dedemler de kalkmak üzere ayaklanmışlardı. İçeride olduğum süre boyunca onlarla ilgilenememiş olmak biraz içime oturdu. Hemen yanlarına gidip ikisine de sarıldım. “Kusura bakmayın dede, sizinle ilgilenemedim,” dedim mahcup bir ifadeyle. Dedem, sarılmama gülerek karşılık verdi ve iki parmağı arasına burnumu sıkıştırarak şefkatle konuşmaya başladı. “Sen benim torunum değil misin? Ne kusuru kızım, biz misafir miyiz yoksa?” Dedemin bu tatlı cevabına gülümsedim ve ona tekrar sarıldım. Maşallah, dedem 1.90 boyuyla dimdik duruyordu, hâlâ genç delikanlılar gibi güçlüydü. Ona sımsıkı sarıldıktan sonra, sıra anneanneme geldi. Onun da ellerine sarılıp içten bir kucaklaşma sonrası ikisini yolcu ettim. Dedemleri uğurladıktan sonra annemin mutfağa geçtiğini fark ettim. Hüseyin babam, o an tavla oynamak istediğini belli eden bakışlarla gözlerini bana dikti. “Hadi bakalım kızım, getir şu tavlayı!” dedi gülümseyerek. Tavlayı getirip karşısına oturdum ve oynamaya başladık. Her zamanki gibi Hüseyin babam beni birkaç hamlede alt etmeyi başardı. Gözlerinde zaferin parıltısı vardı. “Çırak ustayı ne zaman geçecek kızım acaba?” diyerek kahkahalar attı. Ben de ona gözlerimi devirerek karşılık verdim. Ne yapsam da şu oyunda bir türlü yenemediğim tek kişi Hüseyin babamdı. Hüseyin babam gitmek üzere ayağa kalkıp bana döndü, gülümseyerek, “Artık kalkma vakti geldi kızım. Her şey için teşekkür ederim,” dedi ve kapıya doğru ilerledi. Ayakkabılarını giyerken anneme döndü. “Özgü Hanım, davetiniz için teşekkür ederim. Her şey çok güzeldi. Sayenizde uzun zamandır ilk kez ev yemeği yedim.” Annem, bu iltifat üzerine kibarca kıkırdadı. Aman Allah’ım, o ses annemden mi çıkmıştı? Benim fütursuz, dobra annem, şu an sanki utangaç bir genç kız gibi kırıtıyordu. İçimden "Tövbe bismillah" diyerek Hüseyin babamı uğurladık. O gider gitmez, annem az önceki kibarlığından sıyrılıp salona yürüdü. “Ay, belim koptu beliiimm!” diye söylenmeye başladı. Az önceki nazik ve ince hali, bir anda yerini gerçek anneme bırakmıştı. Öylece bakakaldım. “Anne, az önce hiç ağrın yokmuş gibiydi. Hayırdır?” dedim gülerek. Annem hemen gözlerini devirdi, “Kız, anneye ima ettiğine bak. Seni var ya…” dedi ve ayağındaki terliği çıkartıp fırlattı. Neyse ki anında eğilerek terlikten kurtulmayı başardım. Anıl gibi acemi değildim, bu hareketler annemin klasiklerindendi. “Ben bir şey ima etmedim ki, aa! Sen ne anladın?” dedim masum bir ifade takınarak. “Ayrıca, az önceki kibar kadın nerede? Aaa, Hüseyin Baba, sen gitmemiş miydin?” diyerek, annemin arkasına bakar gibi yaptım.Annem bir anda yutkunup hızla arkasını döndü. Ben de bu fırsattan faydalanarak kocaman bir kahkaha attım ve şansımı daha fazla zorlamadan odama doğru koşmaya başladım. Arkadan, “Kız, gel buraya çabuk!” diye seslense de hızla kendimi odama atıp yatağıma bıraktım. *** Karargahtaki masamda oturmuş, sıkıcı raporların satırları arasında kaybolmuşken, içimdeki sabırsızlık giderek artıyordu. Evrak işlerinden öyle yorulmuştum ki her sayfayı çevirdikçe iç çekmekten kendimi alamıyordum. Tam bu sırada kapım çalındı. "Gel," dedim, ve içeri giren asker hızlıca selam durarak tekmil verdi."Albayım sizi çağırıyor yüzbaşım." Başımı sallayarak dosyaları dolaba yerleştirdim ve odadan çıkıp albayın odasına doğru yürüdüm. Fakat kapıya vardığımda, kapıda bekleyen asker, albayın harekat merkezinde olduğunu söyledi. Hızla harekat merkezine yöneldim. Şifremi girip içeri adımımı attığımda merkez boştu. Albay, içeri girdiğimi görünce yüzünde ciddi bir ifadeyle bana dönüp, "Gel yüzbaşım, otur," dedi. “Acil bir görev var.” İçimden yükselen bir coşkuya engel olamadım. Nihayet bir görev vardı, sonunda sahaya çıkacaktık! O sırada timim de harekat merkezine girdi, sessizce sandalyelere yerleşti. Albay projeksiyonu açarak yüzünde endişeli bir ifade ile bize bakıyordu. "Çocuklar, çok kötü bir sorunumuz var. Biliyorsunuz, dün Kuzey Binbaşı ve timi bir göreve çıkmıştı." Albay elindeki kumandaya bastı ve ekrana bir fotoğraf yansıdı. Ekranda, genç, takım elbiseli bir adamın gizlice çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Adam telefonunu kulağına dayamış, sanki etrafını kontrol edercesine etrafa bakıyordu. Yüzündeki dikkatli ifade, her an bir şeyleri çözmeye çalışan birini andırıyordu. Hepimiz sessizce fotoğrafa odaklanmış, albayın açıklamalarını bekliyorduk. Albayın ciddi yüz ifadesi, görevin ne kadar hassas olduğunu her halinden belli ediyordu. "Bu gördüğünüz adam Nicholas Adam, ABD vatandaşı. Uzun süredir iş bağlantıları sebebiyle Türkiye’deydi," diyerek sözlerine başladı. "Yapılan bir sevkiyatta bu adamın adı geçince, kendisini gizlice araştırmaya başladık. Terörle doğrudan bir bağlantısını bulamasak da, istihbarattan gelen bilgiler doğrultusunda, teröre mali kaynak sağladığı onaylandı. Kod adı 'Niko'. Kuzey Binbaşı ve timi, bu adamı bir sevkiyat sırasında suç üstü yakalamak için görevlendirildi. Fakat yaklaşık üç saattir Kuzey ve timine ulaşamıyoruz." Bir anlık sessizlik, odadaki gergin havayı daha da artırdı. Albay, kumandayı eline alarak haritayı ekrana yansıttı ve konuşmasına devam etti. "Helikopter hazır bekliyor. Sizi Kuzey’lerden son sinyal aldığımız yere yakın bir noktada bırakacak. On beş dakika içinde hazırlanıp yola çıkın. Gökçen, sen de hızlı bir plan yap ve Kuzey’leri bulun. Allah yardımcınız olsun. Bu görevde yaralı veya şehit istemiyorum, anlaşıldı mı asker?" "Emredersiniz komutanım!" diye yüksek sesle yanıtladık hepimiz. "İzninizle komutanım," diyerek izin istedim. Albay başını sallayınca, hızla harekat merkezinden çıktık. Timimle birlikte doğruca mühimmat deposuna yöneldik. Hepimiz sessiz, hızlı ve odaklanmış bir şekilde hazırlık yapmaya başladık. Görev ciddiyeti üzerimizdeydi. Kamuflajlarımızı giyip silahlarımızı kuşanırken, düşünceler kafamda uçuşuyordu. İnşallah Kuzey ve timine sağ salim ulaşabilirdik. Hazırlıklarımız tamamlanırken herkes sevdiklerine kısaca haber veriyordu. Ben de annemi arayıp helalleştim. Gül ve dedemlere "Görev var, hakkınızı helal edin," şeklinde kısa bir mesaj attım; konuşacak fazla vaktim kalmamıştı. Helikopterin önünde sıraya geçtiğimizde, yanımıza Poyraz ve timi de gelmişti. Poyraz’ın gözlerindeki telaş dikkat çekiyordu; Kuzey onun yakın dostuydu. O, albayla birlikte harekat merkezinden operasyonu komuta edecekti. Bana kısaca "Allah'a emanet olun" dediğinde başımla onu onayladım. Albayın önünde son bir kez tekmil verdikten sonra hızla helikoptere bindik. Timimin tamamı yerleştikten sonra ben de son olarak içeri atladım. Helikopter kapısı kapandı, motorların sesi kulakları doldurdu ve uçuşumuz başladı. Helikopterin iki saatlik yolculuğu boyunca timim kendi aralarında sohbet edip görev hakkında stratejiler konuşurken, ben camdan dışarıyı izliyor ve planlar yapıyordum. Kafamda onlarca senaryo kurmuştum; Kuzey ve timini kurtarmak için her ihtimali değerlendirmem gerekiyordu. Dışarıda uçsuz bucaksız karanlık uzanırken, Kuzey’in durumuna dair endişelerim giderek artıyordu. Her ne kadar Kuzey kibirli biri olsa da geçen yedi ayda birlikte çalışmanın getirdiği bağ ve onun askeri meziyetleri yüzünden ona karşı bir minnet hissi duyuyordum. Umuyordum ki bu kez de bir şekilde yolunu bulup hayatta kalmayı başarmıştı.Bir anda pilotun sesi düşüncelerimi böldü. “Komutanım geldik, iniş izni istiyorum.” Kafamı sallayıp kendime geldim. “İzin verildi,” diyerek timime döndüm. “Herkes hazır olsun. Yaralı veya şehit istemiyorum. Allah yardımcımız olsun.” “Emredersiniz, komutanım!” dediler, hep bir ağızdan.Helikopter yere yaklaştığında, rüzgarın ve pervanelerin yarattığı gürültü kulaklarımızı doldurmuştu. İlk ben inip etrafı kontrol ettim. Gözlerim tetikte, silahım elimdeydi. Askerlerim de sırayla inip çevreyi gözlemlemeye başladı. Helikopter uzaklaşıp gökyüzünde kaybolduktan sonra, Kuzey ve timinin son sinyal aldığı yere doğru harekete geçtik. İki kilometre gibi kısa bir mesafemiz vardı, fakat düşmanların nerede olduğunu bilmediğimiz için en ufak bir hata dahi tehlikeli olabilirdi. Ağaçların arasından süzülen ince bir ışık, ay ışığının altında yolumuzu aydınlatıyordu. Sanki doğa bile nefesini tutmuş, bizim varışımızı bekliyordu. Adımlarımız sessiz ama dikkatliydi, her an tetikte ve gözlerimiz dört açılmış halde ilerliyorduk. Yaklaştıkça içimdeki gerginlik artıyordu. "Komutanım biliyor musunuz bizim Anıl aşık olmuş" diyen Selman'ın sesini duydum ve tebessüm ettim. Bizim Anıl çapkının önde gideniydi. "Demek sonunda bizim çapkını da çarpan bir kız çıktı he?" Diye cevap verdim. Anıl hariç herkes gülmüştü. "Yav komutanım niye öyle diyorsunuz. İlk defa bir kız bana pas vermedi. Ben de hâlâ şaşkınım." Diyen Anıl'la daha çok gülmeye başladık. Gülmeyen tek kişi Mehmet abiydi. Sinyale doğru ilerlerken ormandaki her şey birdenbire sessizleşmişti. Havanın bile sessizliği dinlediği o anlarda, kimse tek bir kelime etmiyor; en ufak bir dal parçasına basmamaya özen gösteriyorduk. Ormanın uğultusu bile durmuştu; sanki her şey, neye doğru yürüdüğümüzü anlamak için dikkat kesilmişti. Derin bir nefes aldım, elimle işaret yaparak eğildim. Bizimkiler de hemen eğilip tetikte beklemeye başladı, silahlarımız hazırdı. Bulunduğumuz yer, görüş açısına hâkim bir tepeydi. Önümüzde bomboş bir düzlük uzanıyordu, gözlerimi kısarak aşağıya baktım. Burada bir kamp olması gerekiyordu, ama her şey fazlasıyla sakindi. Gölge timinin sinyali en son bu bölgede görülmüştü; fakat sanki yer yarılmış, kamp izleri dahi yok olmuştu. Bu boşluk içimi kemiren bir endişeye dönüştü. Burada kamp olduğuna dair hiçbir işaret yoktu. Sessizliği bir süre dinledikten sonra kulaklığımdan konuştum. “Kartal, görüş var mı?” dedim alçak bir sesle. Görkem abi, ekibimizin keskin nişancısı cevap verdi. “Olumsuz komutanım. Burası temiz, hiçbir şey yok,” dedi. Kaşlarımı çatıp dürbünüme yeniden odaklandım. Herhangi bir iz arayarak aşağıyı dikkatle tarıyordum. Çalıların arasındaki boşluk dikkatimi çekti. Görünürde sadece çalılar vardı aslında. Dürbünümün ayarlarını değiştirdim, bakışlarımı çalıların arasında gezdirdim. Gölgeler hareket etmiyordu fakat bir noktada daha yoğundu, başka bir şey vardı orada. Doğal durmuyorduKalbim hızla atmaya başladı; elimdeki dürbünü sımsıkı tuttum. "Atik, kuzeybatı yönünde çam ağacının sağındaki çalılığı incele. Gördüklerini söyle." Selman o noktaya daha yakındı. Selman'ın cevabını beklerken etrafa tekrar bakmaya başladım. Bir süre sonra sesini duydum. "Atik'ten Deliye, komutanım çalılıkların altında bir şey var." Bingo bulmuştuk. Selman devam etti. "Yer altına açılan bir giriş noktasına benziyor. Başka bir şey gözükmüyor. Etrafta hiçkimse yok. Temiz."Bu çok can sıkıcıydı. Kuzey’lerin yeraltına açılan bu gizli kapıyı gözden kaçırmış olabileceklerine inanmak istemiyordum; bir tuzak olmalıydı bu. Şerefsizler, her şeyi öyle iyi gizlemişlerdi ki gözden kaçırmak imkansız gibiydi. Fakat burada elimde hiçbir bilgi olmadan bekleyemezdim. Hemen yeni bir plan yapmam gerekiyordu, fakat işin kötüsü önceden hazırladığım hiçbir plan bu duruma uymuyordu. Aşağıdaki giriş tek seçenekti; ancak içeride neyle karşılaşacağımızı bilemeden doğrudan ilerlemek tehlikeli olurdu. Bir başka giriş bulabilseydim her şey çok daha kolay olurdu. Ancak buradan oraya ulaşmanın güvenli bir yolunu bulmam şarttı. Gözlerimi sıkıca kapatıp bir an duraksadım, derin bir nefes aldım. Sinirimi yatıştırmaya çalıştım. İki saati aşkın süredir o tepede pusuya yatmış bekliyorduk. Zaman geçtikçe sabrımız tükeniyor, sessizliğin derinliği hepimizi rahatsız ediyordu. Timdeki herkes iki saattir tek kelime bile etmemişti. Gözlerim etrafı tararken, en ufak bir kıpırtıyı yakalamak için tetikteydim. Ece ve Mehmet abiye etrafı taramalarını ve başka bir giriş bulmaları için görev vermiştim. Onlar da az önce olumsuz diyerek geri dönmüşlerdi.Tam içeri girmeyi düşünüyordum ki hafif bir hışırtı duyuldu. Sesin geldiği yöne kulak kesildim, nefesimi tutup çalıların arasını gözlemeye başladım. Çok geçmeden çalılıkların kıpırdamaya başladığını fark ettim. Hemen ekibe işaret verdim; herkes gözünü dört açmış, temkinli bir şekilde bekliyordu. Sığınak kapısına benzeyen yapı yukarı doğru açıldığında, çalı dalları kenara doğru itildi ve içinden üç adam yavaşça yukarı çıktı. Kapıyı dikkatlice örtüp üzerini yeniden çalı dallarıyla kamufle ettiler, sonra da gülüşerek yürümeye başladılar. Adamlar kendi aralarında konuşup ilerlerken, Mehmet Abi ve Ece’ye sol tarafı işaret ettim. Hedeflerini anlamışlardı; sessizce sola yöneldiler ve adamların önünü kesmek için hazırlanmaya başladılar. Selman’a bakıp sağ tarafı işaret ettim ve kendimi gösterdim; o da başını sallayarak peşime takıldı. Anıl’a da kapıyı gösterdim, o da Görkem abiyle birlikte sığınağın girişini gözetlemek için orada kaldı.Herkes pozisyon aldığında, nefeslerimizi tutarak harekete geçeceğimiz anı bekledik. Şerefsizlere adım adım, sessizce yaklaştık. Selman’la önlerine çıktığımızda, refleksle silahlarına davrandılar; ancak tam o anda arkalarındaki ağaçlardan atlayan Mehmet Abi ve Ece, hızlıca kafalarına inen darbelerle onları yere serdi. Adamlar şaşkına dönüp yere yığılmışlardı. Hiç zaman kaybetmeden, bilincini kaybetmiş bu üç adamı çalıların arasından sürükleyip kenara aldık. Bu bölgedeki mağaraları daha önce keşfetmiştik; başka bir giriş ararken bu mağaraların stratejik olabileceğini fark etmiştik. Adamları sürükleyerek mağaralardan birine götürdük ve sağlamca bağladık. Mehmet Abi’ye bakıp başımı salladım, o da elindeki suyu adamların üzerine dökerek ayılmalarını sağladı. Gözlerini açan adamlar, karşılarında silahlı askerleri görünce paniğe kapıldılar, yüzlerindeki korku belirginleşti. “Konuşun lan, aşağıda ne saklıyorsunuz?” dedim sert bir sesle. "Asker abla yalvarırım biz bir şey bilmiyoruz. Bize bir şey yapmayın" diye yalvarmaya başlayan itlere yüzümü buruşturdum. Elimdeki silaha gözleri önünde susturucu takmaya başladım. Adamlardan birinin bacağına sıktım. O acıyla bağırdığı an, Mehmet abi ağzına bir bez sokuşturdu. Ece ise elinde bıçakla diğer adamın yüzünü ince ince çizmeye başlamıştı bile. "Konuşmazsanız acılı bir ölüm, konuşursanız hızlı bir ölüm?" Diyerek itlere baktım. Hepsi ağlamaya devam ediyordu. Silahı diğer adamın bacağına doğrultup yine sıktım. Bu sefer Selman ağzına bez sokmuştu. Bu mağarada ses yankı yapıyordu ne yazık ki. "Vaktiniz kalmadı. Suskun?" Dedim ve Mehmet abinin çantasından kerpeden çıkardığını gördüm. Adamlar da görüp gözlerini büyütmüşlerdi. Mehmet abi yanında kerpeten taşırdı. Bizim de birçok kez işimize yaramıştı. Şu an olduğu gibi... Ortadaki adama yaklaştım ve elini zorla tutup, işaret parmağının tırnağını direkt çektim. O kadar hızlıydım ki adam anlamamıştı bile. Ama acıdan için için bağırmaya başladı. Diğer eline geçtiğimde daha fazla dayanamadı."Dur dur anlatacağım, yapma ne olur." Adamın bu sözüyle kerpeteni Mehmet abiye geri uzattım. "Konuş!" dedim, gözlerimi adama dikerek. Korkuyla titreyen sesini kontrol etmekte zorlanıyordu. “Askerler var,” dedi güçlükle. “Altı kişiydiler, onları esir aldık ama… henüz kimseyi öldürmedik. Başkan, onlara işkence yapmamızı istedi.” “Onları nasıl yakaladınız?” diye sordu Mehmet Abi, yüzünde katı bir ifade ile. Adam derin bir nefes aldı, ardından anlatmaya devam etti. “İleride tuzaklar var,” dedi. “Askerlerden biri mayına basınca diğerleri onu kurtarmaya çalıştı. O an onları kıstırıp esir aldık. Başkan, öldürmememizi söyledi. Bilgi almaya çalışıyorduk.” O mayınları bizde Ece çoktan fark etmişti. Kendisi böyle konularda oldukça dikkatli olduğu için defalarca bedenimizi bütün tutmamızda yardımcı olmuştu sağ olsun. Ece, gözlerini adama dikerek soğukkanlı bir sesle sordu: “Başkanınızın adı ne?” Adam bu soruya cevap vermek istemiyordu, gözlerinde kararsızlık beliriyordu. Tam o anda, soldaki adamın alnına doğrultup bir el ateş ettim. Susturuculu silahımdan çıkan kurşun, alnının tam ortasına isabet etti. Diğer adam, gözleri korkuyla açılmış halde bana bakarken titreyerek konuşmaya devam etti. “Su… Suna adı,” dedi. “Ama bir de Niko var… ikisi birlikte hareket ediyor. Ama Niko şu anda burada değil.” Adamın ağzından dökülen son kelimeyi duyar duymaz, hızlıca susturuculu silahımla ona da sıktım. Sessizce yere yığıldılar. Derin bir nefes alıp düşüncelere daldım; içeri sızmak için bir plan yapmam gerekiyordu. Tuzağa düşmemek ve askerleri sağ salim kurtarmak için hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmamalıydım. |
0% |