@ebrumelek
|
KUZEY
Gözlerimi açtığımda, bir süre nerede olduğumu kavrayamadım. Görüşüm bulanıktı, her yer ışıklarla dolmuştu; gözlerimi kısarak etrafı görmeye çalıştım. Yavaşça başımı soluma çevirdim ve orada oturan babamı gördüm. O an, nerede olduğumu fark ettim – bir hastanedeydim. Ama bu idrakle birlikte, zihnimdeki görüntüler de çığ gibi akmaya başladı.
Gökçen… Vurulmuştu.
Kalbimde bir yumru oluştu, boğazımdan yükselen acı bir öfkeye dönüştü. İçimde bir telaşla, hızlıca doğrulmaya çalıştım ama vücudumun her köşesi sızlıyordu. Kolum, göğsüm, başım; her biri kat kat sargılara sarılmıştı. Yine de bu acılar, içimdeki paniği dindirmeye yetmedi. Ellerimle yatağın kenarına tutunarak doğrulmaya çabaladım.
Babam, gözlerinde endişe ve uykusuzluk izleriyle bana baktı. “Yavaş ol,” dedi, sesi titrek ve yumuşak. Ancak ben onu duymazdan geldim, ellerimi yatağın kenarından ayırmadan kendimi kalkmaya zorladım. Göğsümdeki sancıyı hissetsem de, sanki sadece o an bir başka dünyadaydım – tek düşündüğüm Gökçen’in ne durumda olduğuydu.
“Gökçen nerede?” diye sordum, sesim zayıf ama kararlıydı.
Babam bir an gözlerini kaçırdı, derin bir nefes aldı. "İyi değilsin oğlum," dedi sonunda ama gözlerinde gizlemeye çalıştığı bir şey vardı. Bu cevaptan tatmin olamayacağımı gözlerinden anlayabiliyordum. İçimde büyüyen korku daha da katmerlenirken, derin bir nefes alarak tekrar sordum:
"Baba bana cevap ver! Gökçen yaşıyor mu?"
Vereceği cevaptan korkarak babama bakmaya başladım. Allah'ım ne olur ona bir şey olmamış olsun.
Babamın endişeli ama rahatlatmaya çalışan sözlerini duymak beni bir nebze olsun sakinleştirmeye yetmedi. "Merak etme oğlum, hayatta… ancak hayati tehlikesi sürüyor. Ameliyatta şu an," dedi.
Bu sözler kafamda yankılanırken içimde yükselen panik ve çaresizlikle artık daha fazla burada duramazdım. "Oraya gideceğim, görmem lazım," diyerek hızlıca yataktan doğruldum. Babam beni hiçbir şeyin durduramayacağını biliyordu. Topallayarak odayı terk edip koridora çıktım. Babam tam arkamdan gelip yürümeme destek olmuştu.
Her adımda bedenimin acısını daha fazla hissediyordum ama umurumda değildi. Ayağım tökezlese de ilerlemeye devam ettim. Asansöre yöneldim, butonlardan ameliyathane katını seçtim ve kapıların kapanmasını bekledim.
Asansör sessizce dördüncü kata yükselirken, zihnimde sürekli Gökçen'in yüzü belirdi; onun güçlü, cesur ama şimdi yaralı hali… Kalbimdeki o korkunç sıkışmayı dindiremiyordum. Asansör sonunda dördüncü kata ulaştığında kapılar açılır açılmaz koridora doğru adım attım. İleride, bir grup askerin oluşturduğu kalabalığı gördüm.
Kalabalığa yaklaştıkça, karnımdaki düğüm daha da sıkılaştı. Her adımımda, Gökçen'in ameliyatının bitmesini bekleyen yüzleri görüyordum; hepsi aynı çaresiz ifade ile oradaydılar.
Kalabalığın arasından hızla geçerek, gözlerimi bir an bile başka bir yere çevirmeden doğrudan ameliyathanenin kapısına yöneldim. Beni engellemeye çalışan bakışları, fısıldaşmaları umursamadan, sadece kapıya odaklandım. Parmaklarım kapı koluna uzandı, ama kilitliydi. İçimde biriken öfke ve çaresizlikle, kapıyı açmaya çalıştım, yetmeyince yumruklamaya başladım. Her darbem, içimdeki çaresizliğin dışa vuran çığlığıydı.
O an, biri gelip beni durdurmaya çalıştı. Kolumdan tutan bir el hissettim ama kim olduğunu bile görmek istemiyordum. Direndim, kapıya daha sert yumruklar atarak içeri girmeye çalıştım. Beni durdurmaya çalışan sesler, uğultular kulağımda giderek boğuklaşırken bir ses, hepsinin arasından sıyrıldı.
"Yeter artık! Yavrum, lütfen…"
Annemin sesi, içimdeki öfkeyi anında durduran tek şey oldu. Başımı çevirip ona baktığımda gözlerindeki çaresizliği, endişeyi gördüm. Dudakları titriyor, gözleri yaşlarla doluydu. O da en az benim kadar korkuyordu, en az benim kadar çaresizdi. Gözlerim annemin gözlerine kilitlendiğinde, içimdeki fırtına bir anlığına da olsa dindi; ama hâlâ içimden bir şeyleri koparıp atamıyordum.
"Anne," dedim, sesim titrek ve neredeyse fısıltı halinde, "Gökçen… Ona ne olacak?" Annem kolumu bırakmadan bana doğru çekmeye çalışırken, sesi endişe ve çaresizlikle titriyordu. "Annecim, yapma, içeriye giremezsin. Gökçen ameliyatta, böyle yapamazsın. Sen de yaralısın, yatıp dinlenmen lazım. Haydi, odana çıkalım, lütfen," diyordu. Ama içimdeki yangın, duyduğum acı, onun sözlerini duymazdan gelmeme neden oluyordu.
"Anne, durumu nasıl?" diye inatla sordum. "Onu görmem lâzım!"
Annemin dudakları titredi, gözleri doldu. Söylemek istediği bir şey var gibiydi ama kelimeler ağzında düğümlenmişti. Yavaşça başını sağa sola sallayarak, "Oğlum, bak..." dedi ama ben artık sabrımı yitirmiştim. İçimde patlayan o duygularla kontrolümü kaybettim.
"ANNE, DURUMU NE?" diye bağırdım, sesim koridorda yankılandı. O an, yakınlardan gelen bir kadın ağlaması dikkatimi çekti; acı dolu, yürek burkan bir hıçkırık. Başımı o yöne çevirdiğimde, ağlayan kadının Gökçen'in annesi olduğunu fark ettim. Omuzları çökmüş, ellerini yüzüne kapamış hâlde, çaresizlik içinde hıçkırıyordu.
Gökçen’in durumunun sandığımdan da ciddi olduğunu anladığım o an dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Annem kolumu biraz daha sıkıca tuttu, bakışlarımdaki korkuyu görmüştü. İçimdeki o tarifsiz çaresizlik duygusu iyice büyürken, bir an için her şey gözümde karardı.
Annemin sözleriyle, sırtımı duvara yaslayıp, gözlerimi sıkıca yumdum.
"Çok kan kaybetmiş, inşallah iyi olacak oğlum. Bak üzerine yaran kanamış hadi seni odana götürelim."
"Anne lütfen lütfen, ben iyiyim tamam mı burada kalacağım."
Bir süre daha boş boş yere bakmaya devam ettim. Üzerim ve ayaklarımın çıplak olduğunu yeni fark ediyordum. Bedenimde sargılar vardı ve kırmızıya boyanmıştı. Bu görüntü bana Gökçen'in gözümün önünde vurulduğu anı hatırlatınca gözlerimi sıkıca yumdum ve sırtımı yasladığım duvardan kayarak yere oturdum. Sonra kafamı kaldırıp etrafta bekleyen insanlara baktım. Gökçen'in annesi perişan durumdaydı. Ayakta zor duruyordu. Albay Hüseyin de buradaydı ve annesine destek oluyordu.
Gökçen'in timi; her biri farklı köşelerde kötü bir hâlde bekliyorlardı.
Abdullah amcalar ve Kemal dedeler ise tüm aile buradaydılar. Abdullah amcanın, Poyraz'ın ve Kemal dedenin gözleri kızarmıştı. Göktuğ ise ağlıyordu. Sare teyze onu teselli etmeye çalışıyordu ama içlerinde en soğukkanlı olan Sare teyzeydi. Gülz Gökçen'in annesine sarılmış destek oluyordu. O da perişan gözüküyordu.
Ahh çoban kızı, bu beni ikinci kurtarışındı.
Yanımda bir hareketlilik hissettim, ama gözlerim hâlâ ameliyathanenin kapısında, içimdeki kaygı doruktaydı. O sırada, Poyraz’ın tanıdık ve sakinleştirici sesini duydum.
"Kardeşimle nereden tanışıyorsunuz bilmiyorum ama onun için güçlü durmalıyız abicim. Tanıdığım kadarıyla o çok güçlü bir kadın. Az önce albay açıklarken duydum. Meşhur Deli komutan Gökçen'miş. Sercan Açık denilen teröristi de o öldürmüş. Artık çok daha dikkatli olmalıyız. Nasıl oldu bilmiyorum ama Gökçen'in kimliği itler arasında da öğrenilmiş. Bu nasıl oldu bilmiyorum. Albay çok dikkatli olmamız gerektiğini söyledi."
İçimde kopan fırtınayı bastıramıyordum; şu an karşıma çıkan her şeye, herkese öfkeliydim. Poyraz’ın iyi niyetli sözleri bile beni daha da sinirlendirmişti. Poyraz'a da çok sinirliydim, Gökçen'i üzen herkese sinirliydim. Gökçen’in böyle bir durumda olmasına neden olan her şeye, onu bu hâle getiren herkese karşı içimde dizginleyemediğim bir öfke vardı. Kendime bile...Poyraz’a nasıl baktığımı bilmiyorum ama yüzümdeki ifadeyi gördüğünde susmayı tercih etti. Yanı başımda sessizce oturmaya devam etti; belki de anlamıştı, konuşmanın bir faydası yoktu.
Ama o sessizlikte bile zihnimde yankılanan kelimeler vardı: “Artık çok daha dikkatli olmalıyız.” Gökçen’in düşmanlarının gözünde bir hedef hâline geldiğini bilmek içimde kor gibi yanan bir koruma içgüdüsünü tetikliyordu. Onu korumak istiyordum; her şeyden, herkesten, hatta kendi gölgesinden bile. Bu duygu, öfkemin altında kaynayan başka bir güç gibiydi, beni hareket etmeye, onun için ne gerekiyorsa yapmaya iten bir dürtüydü bu.
Kafamda binlerce düşünce, bir o kadar da plan geçip gidiyordu. Gökçen iyileşir iyileşmez onu yalnız bırakmayacağıma, her adımında yanında olacağıma dair kendime söz verdim. Kimsenin, hiçbir şeyin ona zarar vermesine izin vermeyecektim.
Gözlerim, hastane koridorunda sessizce bekleyen Gökçen'in timine takıldı. Hâlâ kamuflajları üzerlerindeydi ve her biri sessizce, hüzünlü, öfkeli bakışlarla bekliyordu. Kamuflajlarındaki kan lekeleri dikkatimi çekti; her bir damla, o anın dehşetini ve çaresizliğini daha da belirgin hale getiriyordu. Gökçen’in yaralı hâlini düşündükçe, bu kanların çoğunun ona ait olduğunu bilmek içimdeki acıyı daha da derinleştiriyordu.
Timden esmer bir asker, diğerlerinden ayrı duruyordu. Yere çömelmiş, bakışları dalgındı; sanki kendi iç dünyasında bir savaş veriyordu. Yüzünde derin bir keder vardı, ve bu keder, diğerlerinden daha belirgin bir hâlde yüzüne yansıyordu. Onun durumunu gördükçe, Gökçen’le arasındaki bağın diğerlerinden farklı olduğunu hissediyordum. Gökçen’e olan derin bağlılığı ve endişesi, duruşunda ve sessizliğinde kendini belli ediyordu.
Bu askeri daha önce de sık sık Gökçen’in yanında görmüştüm. Her zaman ona bir adım mesafede, sanki her an tetikteymiş gibi dururdu. Şimdi burada, yaralı bir ruh gibi çöküşünü izlemek, Gökçen’i onun için ne kadar önemli olduğunu anlamamı sağladı. Gökçen’in sadece bir komutan değil, onun için çok daha fazlası olduğunu görmek içimde tuhaf bir sahiplenme içgüdüsünü güçlendirdi. Acaba aralarındaki bağ neydi?
Saatlerin nasıl geçtiğini bile bilmiyordum. Zaman, bu koridorun içinde akıp gitmek yerine sanki ağırlaşmış, üzerime bir ağırlık gibi çökmüştü. Gözlerim yoğun bakım kapısında, nefesimi tutarak bekliyordum. Her kapı açılışında kalbim bir an duracak gibi oluyor, ama yine de bir haber almadan hiçbir yere kıpırdayamıyordum.
Sonunda yoğun bakım kapısı açıldı ve içeriden üç doktor çıktı. O an herkes sanki bir komut almış gibi aynı anda hareket etti; bizden önce hareketlenenler, bekleyişin gerginliğiyle ileriye atılanlar vardı. Ben de hızla ayağa kalktım, doktorlara doğru yöneldim. Yanlarına vardığımda etrafımdaki insanların yüzlerinde aynı endişeyi aynı çaresizliği gördüm.
Doktorlardan biri etrafımıza bakarak, "Gökçen Toprak yakınları?" diye sordu. Sesinde soğukkanlı bir ciddiyet vardı, ama yüzündeki yorgun ifade uzun süren bir mücadelenin izlerini taşıyordu.
"Evet durumu ne?, İyi mi kızım? Yaşıyor mu? " Annesinin sesi en baskın çıkandı. Nefesimi tutmuş doktorun ağzından çıkacak iyi bir kelime bekliyordum.
"Hasta çok zorlu bir ameliyat geçirdi. Kurşun onikiparmak bağırsağına saplanmıştı. Kurşunu çıkartmayı ve kanamayı durdurmayı başardık. Ameliyat sırasında hastanın bir kez kalbi durdu. Müdahale ile kalbini tekrar çalıştırmayı başardık. Çok kan kaybettiği için vücudu zayıf. Bu tarz bir durum beklendik bir şey. Durumunu izlemeye devam edeceğiz. Hastayı yoğun bakım ünitesinde takip edeceğiz. Sağ omzu, sol kolu ve bacağında da olan kurşun yaraları ile işimiz çok zor gibi görünüyor. Sol kolundaki kurşun hâlâ içeride. Önümüzdeki 24 saatlik zorlu süreci atlattıktan sonra, kolu için hastayı tekrar ameliyata alacağız. Çok geçmiş olsun."
Doktor yanımızdan uzaklaştığında, annem usulca Gökçen'in annesinin koluna girdi ve ona sakinleştirici bir şeyler söylemeye başladı. Fakat etrafımdaki hiçbir sesi duyamıyordum. Kulağımda uğuldayan bir boşluk vardı, her şey bir sis perdesinin arkasında kalmış gibi görünüyordu. Gözlerim açık ama bakışlarım donuk; gördüklerim beynimde bir anlam bulmuyor, sadece bedenimdeki ağır yorgunluğun içinde sürüklenip gidiyordum.
Bir süre sonra gözümün önünde Gökçen'in annesini bir sedyeye yatırmış olduklarını fark ettim. Abdullah amca ve albay, büyük bir dikkatle sedyeyi itiyor, Gökçen'in annesinin yanında adım adım ilerliyorlardı. Albayın yüzünde alışık olmadığım bir ifade vardı; koskoca albay, dağ gibi adam, perişan bir hâlde, gözleri dolu dolu Gökçen'in annesine destek olmaya çalışıyordu. Demek ki aileleri arasındaki bağ düşündüğümden de derindi.
Bir köşede Kemal dede vardı; başı eğik, hiç konuşmadan yere bakıyordu. Yanında Akkız büyükanne ve Gül, Gökçen'in annesinin ellerini sımsıkı tutmuş, ondan bir an olsun ayrılmıyorlardı. Herkesin yüzünde derin bir acı, korku ve umut kırıntıları vardı.
Albay koridora geri döndüğünde, yüzünde sert bir ifade vardı. Omuzlarını dikleştirip, sesine kararlılık katan o güçlü tonuyla koridorda yankılanan bir komut verdi.
"Akıncılar timi, herkes evlerine gidip üstüne başına çeki düzen verip öyle gelsin," dedi. Bakışları tek tek hepsinin üzerinde gezindi. "Bu hâlde kimseyi görmek istemiyorum. Kendinize gelin, komutanınız ölmedi."
Albayın sözleriyle tim istemeye istemeye ayağa kalkmaya başladı. Ancak, yerde oturan esmer asker hariç. Timin içinden biri sessizce ona doğru ilerledi, yanına çömelip elini omzuna koydu. Bir şeyler mırıldandı ama dudaklarını tam göremediğim için ne dediğini anlayamadım. Belli ki söyledikleri de etkili olmamıştı; esmer asker bir santim bile kıpırdamadı. Adını hatırlayamıyordum ama eğitim sırasında ve Gökçen'in yanında sık sık görmüştüm. Dahası, Sercan Açık olarak yakalandığımda beni sorgu odasına götüren de oydu.
Albayın yüksek ve otoriter sesi sessizliği bozarak yankılandı. "Mehmet, sen de hemen terk et burayı. Kendine gel, Gökçen seni böyle görmek istemezdi."
Demek adı Mehmet’ti. Gökçen'le aralarında herkesten farklı bir bağ olduğu kesindi; belli ki onu bu hâle getiren de bu bağın ağırlığıydı. Adam perişan görünüyordu, adeta yıkılmış bir hâlde yere mıhlanmış gibiydi. Acaba birbirlerini seviyorlar mıydı? Bu düşünce bile içimi kemiren bir kıskançlığı körüklemeye yetmişti. Şu an onu kıskanmaktan kendimi alamıyordum, öyle ki içimdeki bu his, yaşadığım karmaşanın önüne geçiyordu.
Kendime şaşıyordum. Neden böyle hissediyordum ki? Gökçen benim hiçbir şeyim değildi. Onun yanında olabilecek birini kıskanmak için hiçbir sebebim yoktu; ama içimdeki bu duygu tufanına engel olamıyordum. O yeşil gözlerdeki ateşi sadece benim görmem gerektiğini düşünmek, bir başkasının o bakışlara tanık olabilme ihtimalini kabul edememek... Beni tedirgin eden bu düşünceler, kalbimi sıkıştırıyordu. Allah’ım, o gözleri bir kez daha görebilsem…
Tim, Mehmet hariç çıkmıştı. Albay artık ona bir şey söylemedi; ama arada bir Mehmet’e endişeli bakışlar attığını fark ediyordum. Yere yumruğumu vurdum. Gökçen bu hâldeyken burada onu kıskanmam canımı acıtıyordu. Aslında kendimi yumruklamak istiyordum.
O sırada Poyraz tekrar yanıma geldi. Başımı kaldırıp ona baktım. Yıllardır tanıdığım adam, şimdi hiç olmadığı kadar yıkık görünüyordu. Çocukluğumuzdan beri tanıdığım güçlü, dimdik duruşlu Poyraz’ın gözlerindeki o derin kederi ilk defa böyle çıplak bir şekilde görebiliyordum.
"Poyraz, iyi olacak değil mi?" diye sordum, sesimdeki endişeyi saklayamadan.
Kısık bir sesle, "İnşallah abicim, inşallah," dedi. Yutkunduğunu fark ettim, gözleri uzaklara dalmıştı.
Bir süre sessiz kaldık. Ama içimde patlayan o düşünceyi daha fazla tutamadım. "Poyraz," dedim yavaşça, "Gökçen konusunda pişman olduğunu biliyorum. Allah'ın izniyle uyandığında, ne yap ne et, kendini affettir kardeşim."
Gözlerini bana çevirdiğinde yüzünde derin bir hüzün vardı. Poyraz, her zaman güçlü durmayı başaran bir adamdı ama şimdi gözlerinde geçmişe dair bir pişmanlık, kalbine işleyen bir vicdan azabı vardı.
|
0% |