@ebrumelek
|
Keskin bir rutubet kokusu genzimi yakarken, nerede olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu. Gözlerimi açtığımda, başım dönüyor ve midem bulanıyordu. Kendimi yere yüzüstü kapanmış halde buldum. Hareket etmeye çalışınca, ellerimin arkamdan sıkıca bağlanmış olduğunu fark ettim; ayaklarım da aynı bağa bağlıydı. Ayaklarımı kıpırdattığımda, bileklerime binen baskıyla ellerim de aşağıya çekiliyordu. Kim bağladıysa, gerçekten işini sağlam yapmıştı. Etrafıma dikkatlice bakındım. Bulunduğum yer soğuk ve karanlıktı. Sadece karşıdaki kapının altından sızan incecik bir ışık hüzmesi odaya zorlukla nüfuz ediyordu. Yerdeki soğuk nem, ıslak betonun kokusuyla birleşerek sinir bozucu bir atmosfer yaratmıştı. Sağ tarafımdan düzenli bir su damlama sesi geliyordu, adeta işkence gibi beynimde yankılanıyordu. İplerden kurtulmak için var gücümle uğraşıyordum, ama her harekette kollarım daha da acıyordu. Bağlandığım pozisyon o kadar sıkıydı ki, kıpırdamak bile işkenceydi. Resmen hediye paketi gibi sarmışlardı beni. Yine de pes etmedim; parmak uçlarımı zorlayarak ellerimdeki düğümlerden ikisini çözebildim. Ellerim biraz gevşemişti, ancak tam olarak kurtulmak için daha fazlasını yapmam gerekiyordu. Düğüm çözmeye odaklanmış haldeyken, dışarıdan bir bağırma sesi geldi. Bir erkeğin sesi, ancak uzaklardaydı ve yankılanarak geliyordu. Ekoyu nedeniyle tam olarak ne dediğini anlayamıyordum, ama sesin tonu keskin ve otoriterdi. Dakikalar geçtikçe, ellerimdeki düğümlerden birkaçını daha çözmeyi başardım. Düğümler son derece profesyonelce atılmıştı; her birini çözmek bana neredeyse on dakikaya mal oluyordu, ama canımın acısını hiçe sayarak çözmeye devam ettim. Tüm odağımı kurtulmaya vermişken, koridordan gelen ayak sesleri beni alarma geçirdi. Adımlar giderek yaklaşıyor, bulunduğum odaya doğru ilerliyordu. Kapıya bir anahtar yerleştirildi, metalin çıkardığı ses bile ortamın soğuk havasını daha da gergin hale getirdi. Kapı açıldı ve içeriye yüzleri maskeli üç adam girdi. Üçü de iri yapılı, güçlü görünen adamlardı. En sağdaki adam doğrudan bana yöneldi, diğer ikisi ise kapının hemen önünde, ellerini önlerinde birleştirerek sessizce bekliyorlardı. Adımları sıkı ve kontrollüydü; bu, deneyimli olduklarını gösteriyordu. Sağdan gelen adamı gözümle takip ederken, aynı anda odadaki diğer iki adamın da hareketlerini dikkatle izliyordum. Onlarda bir asker disiplininin izleri vardı; muhtemelen paralı askerlerdi. İçimdeki gerginlik artıyordu, ama duyularımı keskinleştirip her birinin en ufak hareketini gözlemlemeye devam ettim. "Yüzbaşı Gökçen Toprak, namı-diğer Deli komutan. Sonunda tanıştığımıza memnun oldum" dedi bana yaklaşan adam. Dizlerini kırarak tam yüzümün önünde çömeldi ve mavi olduğunu tahmin ettiğim gözlerini bana çevirdi. Kapı açık olduğu için içeriye ışık giriyordu ancak ışık direkt benim yüzüme vuruyordu. Bana yaklaşan adamın da arkasından ışık vurduğu için göz rengi tam seçilemiyordu. Aksanlı konuşuyordu, Türk değildi. Batılı bir havası vardı. Kimdi şimdi bu? "Sen kimsin, ayrıca yanlış kişiyi alıkoydun. Deli ben değilim. Olmayı isterdim ama," diyerek sırıtmaya başladım. Adam ayağının birini kaldırıp suratıma tekmeyi geçirdi. Yanağım ve dudağım fena acımıştı. Ancak gülmeye devam ederek yere kan tükürdüm. "Derdiniz ne şerefsizler?" Diye sordum. Bu sefer de adam gülmeye başladı. "Şerefsiz he, sen benim sevgilimi öldürdün. Asıl şerefsiz sen ve senin gibi askerlerdir. Ama merak etme çok az kaldı kökünüzü kazımaya. Buna seninle başlayacağım." Diyen adama kaşlarımı çattım. Çok düşmanım vardı ama yakın zamanda gebertiğim kadın terörist Suna'ydı. Bu adam da Nicholas Adams yani Nico kod adlı terörist olmalıydı. Kampa baskın yaptığımızda Suna ve Niko'nun birlikte olduğunu kafalarına sıkmadan önce söylemişti şerefsizler. "Nicholas Adams; ABD vatandaşı. Türkiye'ye iş münasebeti ile gelmiş ancak ruhu şerefsiz olduğu için para karşılığı kendini dağdaki örgüte satmış, siktiğimin soyundan gelen ve yakında zevkle geberteceğim itin ismi." Dedim gülmeye devam ederek. Niko çıldırmış gibi bakmaya başladı ve hırsla yüzündeki maskeyi çıkarttı. Ayağa kalkıp kapının orada bekleyen adamlarının yanına gitti ve belinden silahı alıp tekrar bana yürüdü. Silahı başıma dayadı ve ağzından tükürük saça saça konuşmaya başladı. "Sen yüzbaşı Gökçen Toprak, sen ise sevgilim Suna'yı ve kardeşim dediğim Sercan Açık'ı öldürdüğün için kolay bir ölümü tatmayacaksın. Seni öyle bir hâle getireceğim ki, bana ölmek için yalvaracaksın." Dedi ve silahın namusunu şakağıma sertçe vurdu. Ardından hırsla ayağa kalktı ve silahı kendi adamına uzattı. "Getirin çabuk!" diye adamlarına emir verdi. Gülmemi kesip kaşlarımı çattım, kapıya bakmaya başladım. İki adam dışarı çıkmıştı. Ayak sesleri gittikçe uzaklaştı. Yaklaşık on metre ileride, anahtarın metale çarpan sesi duyuldu; ardından bir demir kapı gıcırdayarak açıldı ve tekrar kapandı. Ayak sesleri yeniden bize doğru yaklaşmaya başladı. Yine iki kişiydiler, başka bir ayak sesi yoktu. O halde ne getiriyorlardı? Sanki yanlarında bir şey sürüklüyorlardı. İki adam olduğum odaya girdiğinde dikkat kesilip gözlerimi kapıya dikmiştim. Ortalarına aldıkları birini sürüklüyorlardı, başına küçük bir çuval geçirilmişti. Adamı omuzlarından sımsıkı kavramışlar, hareket etmesine izin vermiyorlardı. İçimden bir ürperti geçti. Yabancı gibi görünse de, gözlerim istemsizce kişinin kıyafetine takıldı. Bir dakika… Bugün bu kıyafeti görmüştüm!. Korku tüm bedenimi sarmış, boğazımda düğümlenen bir çığlıkla titriyordum. Gözlerim yaşla doldu, ama akmasını istemiyordum. Ağzımdan onun ismi çıkacak gibi oldu, ama kelimeler orada kaldı, kilitlendi. Söylemek istemiyordum çünkü gerçeğe dönüşecekti. O burada olmamalıydı… Hayır, hayır, o değildi. Kendime böyle fısıldayıp durdum. Niko adama yaklaştı ve kafasındaki çuvala uzandı. Korktuğum başıma gelmemesi için sıkıca gözlerimi yumdum. Bakamadım. Bir hareketlilik ve Niko'nun gülme sesiyle birlikte, inleme sesi geldi. Gözlerimi otomatik açıp karşıma baktım. Evet oydu. Kahretsin... İsmi dudaklarımdan çıkmayı reddediyordu. Başındaki çuvalı çıkardıklarında gözlerimiz kesişti. Ağlamaktan kızarmış ve şişmiş göz altlarıyla bana bakıyordu. Niko şerefsizi ağzındaki bantı da sertçe çekince canının yandığı çok belliydi. "Göktuğ, Göktuğ merak etme sakın korkma buradan çıkacağız tamam mı sakın korkma" demeye başladım. Soğukkanlılığımı adeta kaybetmiş gibiydim. Göktuğ burada olmamalıydı! "A-abla ben sen öyle gidince peşinden geldim dışarıya. S-seni dinlemedim ö-özür dilerim." "Tamam ablacım sus konuşma önemli değil kurtulacağız buradan sakın korkma" diyerek şerefsiz Niko'ya sertçe bakmaya başladım. Keyfi pek yerindeydi ve gülüyordu. "Onun hiçbir ilgisi yok onu bırakın. Senin sorunun benimle, intikamını benimle gör. Onu rahat bırak hemen" dedim ama Niko hâlâ gülmeye devam ediyordu. "Sakin ol yüzbaşı. Sana ölüm için yalvaracaksın demiştim değil mi? Hem sürprizlerim bu korkak veletle de sınırlı değil. Daha parti yeni başlıyor ne bırakması" diyerek kendi etrafında sevinçle bir tur döndü. "Bak iyi izle yüzbaşı. Senin için gerçi pek önemli olmasa gerek bu velet. Nasıl olsa affetmiyordun bunları ya. Biz de eğlencemize bakalım ama değil mi?" Diyerek Göktuğ'a yumruk attı. Çocuğun dudağı patlamıştı. Affetmeme olayını bu nereden biliyordu? Göktuğ 25 yaşında olmasına rağmen çok nahif biriydi. Bir yumruk bile ona fazla gelirdi. "Dur, dur vurma tamam ne istiyorsun sikik herif?" Diye bağırdım. Şerefsiz Niko iki yumruk daha atarak bana baktı ve iğrenç bir şekilde sırıttı. "Yüzbaşı eğleneceğiz böyle, ben senin kahroluşunu göreceğim. Onlarla işim bittiğinde, en sona da seninle eğlenceye başlayacağız. Güzel kızsın, Suna'nın intikamı için sabaha kadar paramparça edeceğim seni. Sonra da ağzından bir kurşunla öldüreceğim. Cesedine de defalarca kez sahip olacağım. İşte, senden istediğim bu" diyen şerefsize sadece boş boş baktım. Şu an Göktuğ burada olduğu için sinirini bozmamalıydım. Çünkü onu kızdırırsam Göktuğ'a daha fazla yüklenebilirdi. Biraz daha sabretmem ve ellerimi bir an önce çözmem gerekiyordu. "Şimdi gelelim diğer sürprizee" diyerek ellerini birbirine çarpmış ve ee'yi uzatmıştı. Allah'ım yardım et şimdi ne sürprizi? Gözüm sürekli Göktuğ'daydı. Üç sağlam yumruk yemişti ama alışkın olmadığı için yüzü dağılmış durumdaydı. Ayrıca bana bakarak ağlıyordu. Şu an gidip ona sarılmak istiyordum. Bir yandan da arkadaki ellerimle 3 düğüm daha halletmiştim. Bacağımla ellerim arasındaki ip bayağı gevşemişti. Bir yarım saat içinde tamamen ellerimdeki iplerden kurtulabilirdim. Çok şükür diye düşünerek dışarıdan gelen 4. Bir ayak sesine odaklandım. Yavaş yavaş bize yaklaşan ses, odanın kapısının önünde durup bir Göktuğ'a bir bana bakarak içeriye girdi. Maskeliydi. Niko'ya doğru yavaşça yaklaştı. "Sadece askeri alacağınızı söylemiştiniz. Çocuk planda yoktu." Diye son cümleyi yüksek sesle söylemişti. Adamın sesini tanıyordum. Göktuğ da tanıyordu ki kafasını hafif oynatarak adama baktı. "Kes sesini, sana kalsa kızı da alamazdık. Bizi kaç aydır oyaladığının farkında mısın?" Dedi Niko. Ben de bu salaklar konuşurken düğümlerle uğraşıyordum, çok az kalmıştı. Düğümlerden kurtulunca ne yapacağıma dair planım yoktu. Doğaçlama yapacaktım ama bir şekilde Göktuğ'u buradan sapasağlam çıkarmalıydım. "Sen bana emir veremezsin. Kapa şu çeneni de, senin aptallığın yüzünden bu çocuğu öldürmek zorunda kalacağız" dedi maskeli adam. O iş biraz zordu. "Ali-Alihan abi?" Diye konuştu Göktuğ zorlukla. Alihan, Niko'ya arkasını dönüp Göktuğ'a yaklaşmaya ve yüzünü incelemeye başladı. "Üzgünüm Göktuğ, seni severdim. Poyraz'ı araştırmak için Gül ablanla nişanlanmıştım. Ama Poyraz'ı araştırırken daha büyük balık yakaladık. Planda seni kaçırmak yoktu ama bok yoluna ölüp gideceksin." Diyerek silahını belinden çıkarttı ve Göktuğ'a uzattı. Aynı anda bağırmam ve başka bir silah patlama sesi duyuldu. Niko, Alihan'ı kafasından vurmuştu. Korkuyla Göktuğ'a bakmaya devam ettim. Alihan karşısında yere yığılınca Göktuğ görüş açıma girdi. Suratı komple Nico'nun kanı olmuştu ve ağlıyordu. Aynı anda öğürmeye başladı ve yan tarafına kustu. "Benim işime sürekli karıştığın için uzun süredir bunu yapmayı düşünüyordum Alihan'cım. Bu veledi hemen öldürürsek, yüzbaşıyla nasıl eğleneceğiz ama değil mi? Ayrıca o gruptan bilgi getiren sadece sen değilsin. Yerin doldurulamaz değil yani" Diyerek bana baktı Niko. Ne demek tek bilgi getiren sen değilsin? Başka bir muhbir daha mı vardı içimizde? Bunu sonraya bırakarak Niko'ya soğuk bir şekilde bakmaya devam ettim. "Pislik herif, bana ne yaparsan yap ama onu bırak. Onun bir suçu yok" dedim. "Suna'nın ne suçu vardı?" Diye bağırdı. Bu adam kafayı yemiş olmalıydı. "Suna bir terör örgütü lideriydi. Benim ve ülkemin düşmanıydı. Onu öldürürken gözümü bile kırpmadım yine olsa yine yaparım. Aynı sana yapacağım gibi. Ama Göktuğ bir sivil. Onu hemen bırak." Dedim son düğümü de çözerek. Bir gözümle de kapıdaki iki adamı kontrol ediyordum. Hareketsiz yerlerinde duruyorlardı. Göktuğ kusmayı bitirmişti ama sürekli öğürmeye devam ediyordu. Artık midesinden bir şey çıkmıyordu. Niko Göktuğ'un yanına gidip Alihan'ın leşine bir tekme attı. Adamlarına bakarak "temizleyin şunu şuradan," dediğinde adamlar hareketlenip yerdeki cesedi sürüklemeye başladılar. Yerde kan izleriyle birlikte odadan dışarıya çıktılar. Ellerimdeki düğümlerden kurtulmuş ama mecbur aynı pozisyonda durmaya devam edip ayaklarımı daha da ellerime yaklaştırdım. Top gibi büzüşmüştüm ve yan tarafıma doğru yatıyordum. Arka kısmım iyice karanlıkta kaldığı için ipleri çözdüğümü göremiyorlardı. Ayak bileğimi, kalça hizamda daha yukarıya çıkartıp ellerimle oradaki ipleri çözmeye başladım. İki elim de serbest olduğu için daha rahat oynatıyordum artık. O esnada Niko, Göktuğ'a üst üste yumruklar vurmaya başladı tekrardan. Karnına, kafasına, ayağına, yüzüne neresi gelirse vuruyordu. Göktuğ her bağırdığında veya inlediğinde daha da hızlanıyordum. Birden çok düğüm vardı ve kısa sürede bitirmek adına hızlı hareket ediyordum. Niko, Göktuğ'a odaklandığı için dikkatinde ben yoktum. Adamlar gelmeden bitirmem gerekiyordu. Niko bir süre daha Göktuğ'a vurdu ve Göktuğ'un bayılmasıyla durdu. Bana dönerek kahkaha atmaya başladı. "Senin için resim çizdim yüzbaşı. Ben yemek yiyip gelene kadar bol bol incele resmimi. Gelince biraz daha kırmızıya boyayacağım bak severim ben kırmızıyı. Ayrıca sonra senin üstünde de resim çizeceğim anlaştığımız gibi." Dedi ve ellerindeki kanı Göktuğ'un üstüne silip dışarıya çıktı. Kapıyı da kilitlememişti salak. Işık gelsin de Göktuğ'u bu halde görmeye devam edeyim diye yapmıştı. Hemen son düğümleri bitirdim ve uzaklaşan ayak sesini dinledim. Sonunda kurtulduğumda yavaşça ayağa kalktım ve yerde ki ip yığınına göz ucuyla baktım. Hemen Göktuğ'a yaklaştım. Berbat bir haldeydi. "Göktuğ, Göktuğ uyan" diye hafif dürtmeye başladım. Kafasına çok vurmuştu. O yüzden çok sarsmadan dokundum ve bir tepki bekledim. Yaklaşık 3-4 dakika onu uyandırmakla uğraştım. En sonunda gözlerini kırpıştırınca derin bir nefes aldım ancak fazla vaktimiz yoktu. "A-abla" dedi Göktuğ. "Tamam bak iyisin bir şey yok. Buradan çıkacağız tamam mı? Bana güven ve sözümden çıkma ablacım" diyerek kolunu omuzuma attım ve onu ayağa kaldırdım. 7 SAAT ÖNCE POYRAZ Gökçen'le bu mangal partisinde belki bir yakınlaşmamız olur diye umut ederek gelmiştim. Ancak yemek boyunca ve sonrasında bana her zaman olduğu gibi yine soğuktu. Haklıydı eyvallah. Ama ben onu her geçen gün tanıdıkça daha çok benimsiyordum. O benim kız kardeşimdi, canımdı, kanımdı. Ona bir şey olacak diye her operasyonunda korku ve dualarla bekliyordum. Ama ne yaparsan yapayım duvarlarını yıkamıyordum. O kadar sert, o kadar güçlü bir kadındı ki ona hayrandım. Ayrıca Kuzey'le aralarındaki etkileşimi de herkes gibi fark ediyordum. Gökçen Kuzey'in yanında farklı bir insana dönüşüyordu ve bunu çok belli ediyordu. Sevdiklerinin yanında bütün duvarlarını yıkıyordu. Tıpkı bana benziyordu... Göktuğ mangala gelmeden önce bana Gökçen'le tekrar konuşup onu ikna etmeye çalışacağını söylemişti. Mangal bitiminde, Gökçen ve Göktuğ'un bahçenin ilerisine doğru gittiklerini görünce konuşacağını tahmin ettim. İnşallah Gökçen en azından onu affederdi diye umut ettim. Gökçen'in timden Mehmet, üsteğmen Burcu ve Kuzey'le oturmuş sohbet ediyorduk. Daha doğrusu Burcu sürekli sohbet konusu açıyordu. Mehmet neredeyse hiç konuşmuyordu. Bu adamı konuşurken çok az görmüştüm. Tüm gördüğüm sohbeti de Gökçen'leydi ve arada kendi timiyle. Anladığım kadarıyla Burcu, Kuzey'le ilgileniyordu. Onunla vakit geçirmek adına girişimde bulunuyordu. Ancak Kuzey ustalıkla sohbetten kaçmaya çalışıyordu. Benim de aklım, ileride bahçenin çıkış kapısında sohbet ederken bir anda yok olan kardeşlerimdeydi. Bir anda nereye kaybolmuştu bunlar? Gözümü çok kısa süre çekmiştim halbuki. Sokakta gaza basan bir araba sesi duyunca ayağa fırlayıp koşmaya başladım. Benim ani hareketimle bahçedeki sesler susmuştu ve arkamdan benimle koşan Kuzey'i hissediyordum. Sokak kapısını açıp dışarıya göz attım ve sokağın bomboş olduğunu gördüm. Kaşlarımı çatıp kendi evimin kapısına baktım. Nereye gitmişti bunlar? "Kardeşim ne oldu niye koştun?" Diye sorup bana yetişen Kuzey'e bakmadan sokağı incelemeye devam ettim. Sıkıntılı bir durum gözükmüyordu. Sanırım Gökçen ve Göktuğ, annemle konuşmak için bizim eve gitmişlerdi. Bu da Gökçen acaba affetmeyi kabul mu ediyor demekti? "Bir an panik yaptım. Göktuğ ve Gökçen kapının orada konuşuyorlarken bir anda kayboldular. Sanırım bize gittiler ben boşuna panik yaptım" dedim rahatlayarak ancak Kuzey'in hâlâ kaşları çatık etrafa bakınıyordu. Bir anda Kuzey koşup bizim eve ilerledi. Ben de peşinden kapının önüne geldim. Kuzey önümde eğilip yerden beyaz bir bez aldı. Bezi hafif havaya kaldırdığında burnuma gelen kokuyla bir küfür savurdum. "Anne? Göktuğ?, Gökçen?" Diye bağırarak evin içine koştum. Kuzey bahçede kalmış ve hızla telefondan birilerini aramaya başlamıştı bile. Evde annemle karşılaşınca oldukça mutlu buldum onu. "Ne oldu yavrum neden bağırıyorsun?" Diye sordu. "Anne, Göktuğ ve Gökçen burada mı? Gördün mü hiç?" Annemin yüzünde an be an korku ifadesi oluştu ve gozleri anında doldu. Ne oluyordu ki? "G-Göktuğ mu? O bahçede sizin yanınızda değil mi?" "Anne Gökçen'le konuşuyorlardı ama ikisi de yok" diyerek annemi orada bırakıp bahçeye geri koştum. Burcu ve Ali bahçedeydi. "Komutanım herkes dağıldı ve aramaya başladı. Kuzey komutanım da albaya haber verdi ve karargaha geçmek için yola çıktı, izin işlerini halledip moboseleri de inceleyeceğiz merak etmeyin bulunacaklar." Diyen Ali'nin yanından geçip arabama bindim ve karargahın yolunu tuttum. *** Karargaha geldiğimde hızla odama çıktım ve yedek üniformamı giyinip harekat odasına girdim. Babam ve Erdal amca defalarca kez aramıştı ama konuşacak yüzüm yoktu. Nasıl olur da burnumuzun dibinden yok olabilirlerdi. O gazlı bez bizim evin girişindeydi. Demek ki Gökçen bizim eve girmek üzereydi. Ne oldu da bizim eve gelmişti acaba? Harekat odasına girdiğimde telaşlı askerleri gördüm. Kuzey ve Gökçen'in timi büyük ekrana yansıtılan görüntüleri incelemeye başlamışlardı bile. Anıl'da masada bilgisayarla çalışıp kulağındaki kablosuz kulaklıkla bir görüşme yapıyordu. Şu an son derece ciddi ve korkunç duruyordu Anıl. "Bir gelişme var mı?" Dedim Kuzey'in yanına yaklaşıp. Gözlerini ekrandan ayırmadan hayır anlamında kafa salladı. Albay da masanın bir köşesinde önüne bilgisayarını çekmiş bir şeyler inceliyordu. Albayın burada olduğunu bile yeni fark ediyordum. "Yok, yok lanet olsun tam burada kayboluyorlar tıpkı hayalet gibi" diyerek sandalyeye bir tekme geçirdi Kuzey. Gösterdiği yere bakınca takip edilen sokağın bir açısından giren araba diğer açıdan kör noktaya giriyordu. Sonra ise o araba ortalıktan kayboluyordu. O yolun sonu ise kalabalık bir caddeye çıkıyordu. "Bir şekilde bulacağız, Gökçen komutanım dayanıyordur ama diğer genç için hızlı olmamız lazım" Dedi Mehmet. Ben de o sokağı daha dikkatli incelemeye devam ettim. Mutlaka bir açık olmalıydı. "Anıl, hâlâ ulaşamadım mı Kuzgun'a" diye bağırdı Mehmet. Anıl ise ona cevap vermeden bilgisayarda hızla bir şeyler yazmaya devam ediyordu. Kuzgun kimdi ki ne alakaydı bilmiyorum ama işimize yarayacak her ne ve kim varsa kabulümdü. 1 saat geçmişti. Hâlâ bir haber yoktu. Kimse bir şey bulamıyordu. Albay bile sinirle bilgisayarını çarparak kapatmış ve elleriyle alnını ovalamaya başlamıştı. Bu süre içinde babamla bir defa konuşmuş ve onları bulacağımızı, dua etmelerini söyleyip kapatmıştım. Annemin arkadan hüngür hüngür ağlama sesi geliyordu. Gökçen'in annesi ne durumdaydı bilmiyorum. Bir süre sonra Anıl bağırarak sessizliği böldü. "Albayım Kuzgun'a ulaştım. Şifreli mesajlar ile durumu anlattım. Gökçen'i bulsa bulsa o bulur inşallah" dedi. "Kim bu Kuzgun? Nasıl bulacak Gökçen'i?" Diye sordu Kuzey merakla. "Kuzgun bir istihbaratçı," dedi albay. "Kimliği ve Gökçen'le bağlantısı da gizli bilgi. Gökçen eski yıllarda esir düştüğünde günlerce onu arayıp bulamamıştık. Kuzgun diye bir askerden şifreli mesaj alarak yerini tespit etmiştik. Kuzgun kim veya Gökçen'in yerini nasıl bulduğunu bilmiyoruz. Belki yine yardımı olur" dedi. Bir süre daha sinir bozucu bir şekilde elimiz boş kaldık. Ne yapsak bulamıyorduk. Kuzey delirmek üzere gözüküyordu. Ben de iyi değildim. Gökçen'in timi de perişan bir haldeydi. Anıl'ın az önce mesaj attığı bilgisayara bildirim sesi gelince kafalar hızla oraya döndü. Anıl adeta koşarak bilgisayarın başına geçti ve bir şeyler yapmaya başladı. Albay da kalkıp Anıl'ın başına gitmişti. "Musa şu göndereceğimiz konumu büyük ekranda aç ve uydu görüntüsü de ekle" diyen albayla, heyecanla yerimden kalktım. Ekranda uydu görüntüsü ile Mardin ili gözüküyordu. Ekran büyüyerek eski bir fabrikada durdu. "Tüm timler hazır olun. Oraya gidip sivili ve Yüzbaşınızı bulup getirin. Kuzgun Gökçen'i buldu." diyen albayla "Emredersiniz komutanım" diye bağırdık ve hızlıca mühimmat odasına ilerledik. İlerlerken aklımda sorular vardı. Saatlerdir aradığımız ve bulamadığımız kardeşlerimi, Kuzgun denen adam nasıl anında bulmuştu? Adamın attığı konuma kör bir şekilde gidiyorduk. Ona albay nasıl hemen güvenmişti?
|
0% |