@ebrumelek
|
Hava iyice kararmıştı. Güneş, ağaçların arasından süzülüp, gökyüzünde kaybolmuştu. Kamptaki hareketlilik azalmış, herkes yavaş yavaş yorgunluk içinde sükunete gömülmüştü. Beni arayan grup, orman yoluna doğru gitmiş, az önce de eli boş dönmüşlerdi. Bu sessizlik, bir şeylerin ters gittiğini hissettiriyordu. Ben de ağaç dalları arasında oturmaktan belim ağrımıştı. Rahatsız edici bir huzursuzluk içimde kıpırdandı. Gözlerimi çevremdeki karanlığa dikip, dikkatle dinledim. Rüzgarın fısıldadığı sesler, ormanın derinliklerinden yankılanıyordu. Bir süre daha etrafı kolaçan ettim. Beni bulamayan grup meydanın ortasında iyi bir dayak yerken uzaktan birazcık görebiliyordum. Göbekli adam başka bir gruba işaret etmişti. Sanırım bir şekilde kampın dışına kaçtığımı düşünmüş olmalı ki, işaret ettiği grup silahlarla kamptan çıktı. harekete geçme vaktinin geldiğini anlamıştım. Yavaşça aşağıya indim. Adımlarımı sessizce atarak karanlığın içine doğru ilerlemeye başladım. Her bir ses zihnimde yankılanıyordu; yaprakların hışırtısı, uzaktan gelen hayvan sesleri… İçimdeki belirsizlikle başa çıkmak zorundaydım. Gölgelerin arasında kaybolurken, hedefime odaklandım. Nöbet tutan şerefsizlerden birinin arkasına yaklaşırken, kalbim hızla çarpmaya başladı. Gece karanlığı, etrafı sarmalamıştı ve bu sessizlik içinde yalnızca kendi nefesimi duyabiliyordum. Gözlerim adamın omuzlarına kilitlenmişti. Bir anlık cesaretle, üzerimdeki karanlığı kullanarak, kafasına sert bir darbe indirdim. Kafası aniden geriye doğru savrulurken, ağzını kapatıp sesini bastırdım. Kısa bir mücadele içinde, adamın boynunu hızla kırdım. Sert bir çatlama sesi, gecenin sessizliğini yararak havada yankılandı. Adamı, gözlerin gördüğü bu karanlık ormanın derinliklerine sürükledim ve onu bir taşın arkasına gizledim. Hızla, kafasındaki şapkayı alıp kendi başıma geçirdim. Şapkanın içi, hala adamın teriyle ıslakken, benim için bir maske görevi görecekti. Göz rengine çare bulmuştuk ama bu sapsarı saçlarla dikkat çekmemem gerekiyordu. Bu arada bir sapka için şerefsiz öldürmedim de demezdim artık. Derin bir nefes alarak etrafa göz attım. Kampta yavaşça yürümeye başladım karanlık içinde adımlarım sessizdi ama içimde bir huzursuzluk kıpırdıyordu. Sercan’ı tuttukları yere yaklaşırken kapının önünde iki adamın beklediğini fark ettim. Karanlıkta yüzlerini seçemiyordum ama ellerindeki keleşin parlayan namluları benim için tehlikenin en net işaretiydi. Beni görünce biri silahını bana doğrulttu ve sert bir sesle sordu, “Kimsin sen, ne işin vardır burada?” İçimdeki cesaret artarken kendimden iğreneceğimi bile bile konuşmaya başladım. “Beni size yolladılar. Çok yorulmuşsunuz, öyle dediler,” dedim, sesime cilveli bir ton katmaya çalışarak. Adamların yüzlerindeki ifadeyi izledim; kadın olduğumu anlayınca silahlarını indirdiler ve pis pis sırıtmaya başladılar. Gözlerindeki sevinç, içimi kemiren bir tiksinti yarattı. “Sen burada bekle, önce ben,” dedi biri, alaycı bir ses tonuyla. Diğer piçin bakışları beni ürpertti. Demek ilk konuşan ölüme önce gitmek istiyordu; bu sıradan bir oyun gibi görünüyordu ama ben bu oyunu kaybetmeye niyetli değildim. Kolumdan tutarak beni kenara doğru çekiştirdi. Aniden öndeki adamın görüş açısına çıktığımız an hızlıca hareket ettim. Bir anlık boşlukta adamın karnına bıçağı defalarca sapladım ve cesedini kenara çekerek gizledim. Yüzündeki puşiyi ve şapkayı da çıkarıp belime sakladım. Hızla ve sessizce diğer adama doğru ilerledim. Arkasından sessizce yaklaşarak elimdeki kanlı bıçakla gırtlağını kestim. Adam, bir ses bile çıkaramadan yere yığılırken onu da kollarından sürükleyerek kenara çektim. Zaman kaybetmeden Sercan’ın tutulduğu yere girmek için harekete geçtim. İçeri adım attığımda mağara gibi karanlık bir yerle karşılaştım. Havanın ağır ve boğucu olduğu bu yerde Sercan’ı bulmak için gözlerimi açtım. Gözlerim köşedeki bir yere odaklandı; Sercan baygındı. Elleri ve ayakları plastik kelepçe ve iplerle bağlanmıştı. Yüzü tanınmayacak haldeydi; morluklarla kaplı, kanlar içindeydi. Onun üzerinde başka işkenceler de yapılmış, yüzü acı ve çaresizlikle doluydu. Kendimi toparlayarak, hızla yanına yaklaştım. “Sercan, beni duyabiliyor musun?” diye fısıldadım. “Kendine gel, çabuk! Gitmemiz lazım,” diyerek onu ayıltmaya çalıştım. Sercan, gözlerini yavaşça açtı ve karşısında beni görünce irkildi. Sesimden tanımış olacak ki şaşkınca konuşmaya başladı. “Rojda, senin ne işin var burada? Seni burada görürlerse yaşatmazlar. Nasıl girdin buraya?” dedi, sesi zayıf ama endişeliydi de! “Saklandım, gizlice girdim,” dedim. “Sana borcum vardı, bu şekilde bırakamazdım. Hadi, onlar gelmeden çıkalım buradan.” Öldürdüğüm itten aldığım şapka ve puşiyi ona uzattım. Sercan, zorlanarak ayağa kalktı ve verdiğim eşyaları taktı. Kolunu omzuma attım ve ona destek olarak yürümeye başladık. İlk defa esir aldığım bir teröristle bu şekilde kamptan ayrılıyordum. Dışarı çıktığımızda Sercan’ın yüzünde beliren ifadeler beni daha fazla tetikte olmaya zorladı. Yüzündeki morluklar, kanla karışmış terle parlıyordu ve her adımda onun ne kadar zorluk çektiğini hissedebiliyordum. Kamp alanına adım attığımızda, Sercan kolunu omzumdan çekti ve yürüyüşünü biraz daha düzeltmeye çalıştı. Bayağı zorlandığı belliydi; iyi işkence etmişlerdi ona. Yüzündeki morluklar, vücudundaki yaralar. Halbuki bilse, şu an ayaklarıyla karargaha geliyordu; böyle bir eziyetin ardından yine de ayakta kalmayı başarmıştı. Gözlerimi etrafa dikerken, dikkatli olmamız gerektiğini biliyordum. Kampın her noktasını ezbere bildiğim için kuytu köşelerden gidiyorduk. Adımlarımızı hızlandırmaya çalıştıkça Sercan’ın nefesi hırıltılı hale geliyordu. “İyi misin?” diye sordum, ama o sadece başını salladı. “Beni düşünme, sadece ilerle,” dedi, sesi zayıf ama kararlıydı. *** Sorun yaşamadan kamptan çıkmıştık. Karanlık, üzerimize çökmüşken adımlarımız dikkatli ve sessizdi. Kamptan uzakta, ağaçların arasındaki patika boyunca ilerledikçe içimde bir rahatlama hissi doğmaya başladı. Sercan’ı almaya gelmeden önce albaya haber vermiştim. Bana bir koordinat vermiş, "şafağa yakın bir helikopter seni almaya gelecek" demişti. Yürürken aklıma gelenle tebessüm ettim. Çünkü birkaç saat önce gece yarısı olmuş ve 16 Haziran tarihine girmiştik. Yani benim doğum günümdü. Doğum günümde inşallah evde olacaktım inşallah. Kamptan yeteri kadar uzaklaştığımızda, Sercan’a belli etmeden uzaktan kumandanın tuşuna bastım. O an, derin bir nefes alarak kalbimin hızlandığını hissettim. Bir an sonra, kamp büyük bir gürültüyle patladı. Patlama sesi, geceyi yırtarcasına yankılanırken alevler gökyüzüne yükselip yıldızları geçerek karanlıkla dans etmeye başladı. Sercan, büyük bir şaşkınlıkla patlama alanına baktı; gözleri genişlemiş, yüzü hayretle dolmuştu. İçimdeki coşkuyu bastırarak korkmuş gibi davranmaya başladım. Sercan’a doğru yaklaşırken gözlerimi doldurup ağlamaya başladım. “Sercan, ne oldu? Bunu kim yaptı? Tam zamanında çıkmışız,” dedim, sesim titreyerek. Gözlerindeki boşluk dehşetini yansıtıyordu. “Bilmiyorum. Bunun olmaması gerekiyordu" dedi kendi kendine patlama alanına bakarken. Zifiri karanlık üzerimize çökmüşken yaralı ve şaşkın olduğu için gözlerimin kahverengi olduğunu fark etmemişti. Yalnızca panik içinde arada bir dönüp patlama alanına bakıyordu. İçindeki şaşkınlığın nasıl büyüdüğünü hissedebiliyordum. “Ağlamana gerek yok,” dedi bir anda bana dönerek. Parmağını uzatıp ucuyla gözlerimdeki yaşları sildi. “Tam zamanında çıkmayı başardık. Korkma artık." “Ama ya başka biri gelirse? Ya bizi bulurlarsa?” dedim, korkumu bir kez daha artırarak. O helikoptere binmeden rolden çıkamazdım. Hiçbir şeyi riske atamazdım. Tüm belge ve flashlar hâlâ üzerimdeydi. Sercan yüzünü bana dönerken, gözlerindeki derin anlayış hâlâ belirgindi. “Hayır, buna izin vermeyeceğim. Yola devam edelim. Bizi köyüne götür. Gerisini ben çözeceğim.” Gidelim bakalım köyüme! *** Neredeyse iki saattir yürüyorduk. Hava, gece karanlığının ağırlığını yavaşça kaybederken, ufukta hafif bir aydınlık belirmeye başlamıştı. Artık buluşma noktasına da gelmiş sayılırdık. Bir dağın tepesine çıkmıştık. Yokuş çıkarken Sercan birkaç kere sendelemişti ama beklediğimden çok daha iyi dayanmıştı. Spor geçmişi olduğuna emin olmuştum. Etrafa şaşkınca baktığı bir an kolumu ondan çekerek desteği bırakmıştım. "Köyünün bu yoldan olduğuna emin misin? Burası hiçlik," diye fısıldadı ardından sertçe öksürdü. Etrafa bakmaya devam ederek ön tarafıma geçerek yürüdü. Ben onun sırtına bakarken o manzaraya bakıyordu. "Evet, kestirme yoldan getirdim bizi. Burada biraz dinlensek mi ben çok yoruldum," dedim ama bu sözleri söyler söylemez Sercan'a yavaşça adım adım yaklaşmaya başlamıştım. Yerden büyük bir taş almak için eğildim ve yine aynı çeviklikle arkasından yaklaştım. Sercan kafasını sallayarak tekrar öksürmeye başladığı an sert bir hamleyle taşı ensesine geçirdim. Hareketimle zaten bitik bedeni anında yere yığıldı. Onu sürükleyerek kayaların arasına çektim ve birazdan bizimkilerin gelmesini beklemeye başladım. Kayaların arasında, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte serin bir rüzgar esmeye başladı. Şafak sökmüştü ama helikopter sesi gelmemişti. Albayın söylediği tim nerede kalmıştı? Zaman ilerliyordu ve sabırsızlık içimde büyüyordu. Biraz daha bekleyip iletişime geçecektim. Her geçen dakika, içimdeki kaygıyı daha da artırıyordu. Arada Sercan’ı kontrol ediyordum. Yaralı olduğu için kolay kolay kendine gelmemişti. Onun soluk alışı, bu anın gerilimini hissettiriyordu; her nefes alışverişi, onun hayatta kalma mücadelesinin bir parçasıydı. Bu adam gerçekte kimdi bilmiyordum ama bildiğim şey bundan sonra hayatının geri kalanını parmaklıklar ardında geçireceğiydi. Beklemekten sıkılıp ayağa kalktım ve etrafa bakınmaya başladım. Etraf çok sessizdi, sanki doğa bile bu anın ağırlığını hissediyordu. Puşi ve lens hâlâ yüzümdeydi; bu, kimliğimi gizli tutmam için hayati bir öneme sahipti. Sağ tarafta bir hareketlilik hissedip, kendimi hemen kayanın arkasına fırlattım. Aynı anda, bir silah sesi duyuldu ve omzumda bir acı hissettim. Ulan, ne oluyordu? Teröristlerin ininden sapasağlam çıkıp, buluşma yerinde güme gidecektik. Bir an için her şey durdu; kalbim hızlı bir tempoda atarken, etrafımda dönen düşüncelerimle baş edemiyordum. “Demek ki doğum günümde şehit olmak varmış,” diye düşündüm, içimde bir ironiyle karışık bir üzüntü belirdi. Ardından dilah sesleri kesildi. Yanımda silah olmadığı için karşılık verememiştim. Kayanın arkasında saklanırken acının yayıldığı omzumun üzerine elimi koydum. Kalbimde korku, hayal kırıklığı ve çaresizlik bir araya gelmişti. Ardından bir ses duydum. "Kaçacak yerin yok teslim ol!" Bu ses, Görkem abinin sesiydi. Tanıdık sesi duyduğum an içimde bir rahatlama dalgası yayıldı ve kahkaha atmaya başladım. Demek ki şehit olmak bugüne nasip değilmiş. Beni almaya gelen tim ise benim timimmiş. Ellerimi kaldırıp olduğum yerde beklemeye başladım. Adeta yaşamımın en büyük ironilerinden birini yaşıyordum; ölüm korkusunun yerini, bu anın getirdiği sevinç almıştı. Gözlerim çevreye dalarken sevdiğim insanların yanımda olmasını hissetmenin mutluluğuyla dolmuştum. “Komutanım, burada baygın biri daha var!” diyen Ece'nin sesi beni derin düşüncelerimden çekip aldı. Bana doğru yaklaşan adım sesleriyle oturduğum yerde kımıldamadan beklemeye devam ettim. Görkem abi ve Anıl yanıma gelmiş ve bana silah doğrultmuşlardı. Omzum çok fena sızlıyordu; sanırım kurşun içeride kalmıştı. Bu acı, gerçeği bir kez daha yüzüme vuruyordu. Ancak yüzümdeki puşi, kafamdaki bere ve gözlerimdeki kahverengi lens sayesinde hayatta beni tanıyamazlardı. "Sen, sen, sen ve sen" diye kalınlaştırdığım sesimle konuştum. Başımla tüm askerleri işaret ettim ve devam ettim. "Burada ki hiçkimse beni yakalayamaz komitaaannn, hele hiçkimse tutuklayamaz." İki arkadaşımın da yüzünden sinirli bir ifade geçti. Mehmet abi de yanıma gelip bana ölümcül bir şekilde bakmaya başladı. "Senin şu an bize yalvarman lazım. Hani siz aşağılıksınız ya. Ancak yalvarmayı bilirsiniz. Sen böyle konuşmaya devam et. Seninle özel ilgileneceğim. Bakalım yine böyle konuşabiliyor musun?" Vavvv Mehmet abi baya sertti. Gülmeye başladım ama gülerken omzum çok fena acımıştı. Sercan'a göz ucuyla baktım da nasıl vurduysam hâlâ baygındı. Benim gülmeme sinirleri bozulmuş olmalı ki artık uzatmamaya karar verdim. Ama Anıl hızla yanıma gelerek yaralı omzumu sıkmaya başlayınca. Sinirden kolunu tutup büktüm. Aynı anda Görkem abi silahını kafama dayamıştı. "Askerrr tekmil ver!" Diye kendi ses tonumda bağırdım ve surat ifadelerini izlemeye başladım. Şu an gerçekten çok komiklerdi. Canlarım benim onları gerçekten çok özlemiştim. Üçü de şaşkınlıkla bana bakıyordu. O an Mehmet abi durumu anlamış olacak ki önce bir kahkaha patlattı. Ama Anıl hâlâ olan biteni çözememişti. Yüzümdeki puşiyi indirip onlara gerçek halimi gösterdiğimde, Anıl’ın gözlerinde şimşekler çaktı. Durumu fark eder etmez hepsi bir anda toparlandılar ve bana tekmil verip sarılmaya başladılar. O an aramızdaki bağın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha hissettim. Mehmet abi ve Görkem hemen Sercan’ın başına gittiler. Hâlâ baygın halde olan Sercan’ı ayıltmak için uğraşıyorlardı. Bu sırada Ece ve Selman da yanıma gelip sarıldılar. Hızla helikopterle iletişime geçip iniş serbest komutu verdiler. Bir süre sonra, rüzgârın uğultusu eşliğinde helikopter sesi yaklaştı. Tam on dakika sonra helikopter alana iniş yaptı ve hepimizi hızla içine aldılar. Ben helikoptere yerleşirken, Mehmet abi dışarıda hâlâ Sercan’ı ayıltmakla meşguldü. Görünüşe göre, Sercan hâlâ kendine gelememişti ve onları beklemek zorundaydık. Her ne kadar tehlike geride kalmış gibi görünse de, bir an önce uzaklaşmak için sabırsızlanıyordum. Helikopterde beklerken, Anıl hem koluma pansuman yapıyor hem de bana uzun uzun bakıyordu. Ona soru işaretleriyle bakınca konuşmaya başladı. "Komutanım rahat olma emri istiyorum." "Rahat Anıl söyle?" "Komutanım bu hâl ne? Gözünüz kahverengi, cildiniz mahvolmuş, bıyığınız sarı sarı Remzi abiyle yarışır, kaşlarınız zaten Allah'a emanet." Deyince kafasına bir tane patlattım. Aslında tipimin ben de farkındaydım. "Lan zevzek Anıl, onu bunu geçte bana hanginiz sıktı lan. Kurşun beynimi sıyırdı oğlum. Hani ölmekten korkmuyorum da, sen okadar mücadele edip dost ateşiyle güme gidiyorduk az daha lan. Ben utancımdan mezarda ters dönerdim oğlum." Dedim ve hızlıca lensleri gözümden çıkarıp attım. "Şeyy Gökçen, benim silahımdan çıkmış olabilir. Atış serbest emrini veren de Görkem abiydi." Diye hemen Gorkem'i de sattı benim güzel arkadaşım. O kadar da sadıktır. "Lan neyse ölmedim sonuçta önemli değil." diyip gülmeye başladım. "Komutanım hakikaten delisiniz." Bizimkilerin ve Sercan’ın yaklaştığını anlayınca hızla puşimi geri taktım. Sercan’a asker olduğumu bu halde söylemeyecektim; onun karşısına üniformamla çıkacaktım. Bu yüzden hemen Anıl’a dönüp aceleyle talimat verdim. "Anıl, çabuk ellerimi bağla ve ağzınızı sıkı tutun." Anıl ilk başta ne demek istediğimi anlamadı, ama fazla sorgulamadan dediğimi yaptı. Elime hızlıca kelepçeyi taktı. Bizimkiler helikoptere binince, ellerimdeki kelepçeyi ve yüzümdeki ifadesiz duruşu gördüklerinde, susmaları gerektiğini fark ettiler. Herkesin bakışları bir an için bana kaydı ama kimse tek kelime etmedi. Sercan’ı tam karşıma oturttular. Helikopter yolculuğu sessiz bir şekilde sürdü. Sercan ne bağırmış, ne bizimkilere bırakın bizi diye yalvarmıştı. Sanki askerler tarafından yakalanan bir şerefsiz değil de tatile giden bir insan gibi rahattı. Ağzından çıkan tek cümle ise "Bu kadın terörist değil, onu kampa esir olarak almıştık. O bir çoban kızı," demişti. O an, helikopterdeki herkes bir anda duraksadı, ben bile. Bu adamın olayı sahi neydi?... Helikopter inişe geçmişti. Hepimiz dışarı çıkınca Albay ve Poyraz timiyle bizi bekliyorlardı. Benimde Sercan'ın da yüzümüzde hâlâ puşi vardı. Ancak Albay tabii ki beni gözlerimden bile tanırdı. Görkem söze girdi. "İki esir ile görev başarıyla tamamlanmıştır Komutanım" "Aferin asker" dedi başıyla Sercan'ı işaret etti ve "Götürün" dedi. Mehmet abi Sercan'ı ilerletmeye başladı. Sercan giderken arkasını dönmüş ve göz göze gelmiştik. Onlar gözden kaybolduktan sonra Albay konuştu. "Asker, tekmil ver" "Kıdemli Üsteğmen Gökçen Toprak/Mardin, görev başarıyla tamamlanmıştır komutanım." "Aferim asker, rahat" dedi ve bir adım atıp albayla sarıldık. Poyraz üzgün gözlerle bana bakıyordu. Ona sadece bir kere dönüp bakmıştım. "Haydi git kızım, uzun bir görev oldu. Bir saat sonra belgeleri masamda istiyorum." "Emredersiniz komutanım" dedim ve hızlıca revire gittim. Doktor kurşunun sıyırdığını söylemiş ve dikiş atmıştı. Oradan çıkıp Eceyle ortak kaldığımız odaya ilerledim. Anneme sürpriz yapacaktım. Hemen bir duşa girdim ve tüm vücudumu kremledim. Banyodan çıkınca Ece'yi karşımda görüp tebessüm ettim. Aylardır konuşamıştık. "Ece ya şu kaşımı bıyığımı 5 dakikada halledebilir misin?" Ece'nin eli bu tarz şeylere yatkındı. "Gel kucağıma uzan hemen hallediyorum. Komutanım seni çok merak ettik," dedi. Kucağına yatınca işlemlere başladı. Yaklaşık 10 dakikada eski halime kavuşmuştum. Ona teşekkür ettim ama Ece, omzum yaralı diye fön makinesini eline alıp hızlıca saçlarımı kurutmaya başladı. Dolabımı açıp hasret kaldığım üniformamı okşadım. Sonra giyindim ve saçlarımı topuz yaptım. Bordo beremi de takınca hazırdım. Belgeleri yanıma alıp albayın odasına ilerledim. Tekmil verdim ve otur emriyle karşısına oturdum. Albay verdiğim belgeleri kenara koydu. "Rahatta konuşabilirsin. Anlat bakalım kızım neler oldu?" Albaya yedi aydır yaşadıklarımı kısaca özet geçtim. Zaten detaylı rapor hazırlayacaktım. Hain ile ilgili bilgileri de verdim. Albay hain ile ilgili bilgileri üstlerine vereceğini ona göre de işlem yapılacağını söylemişti. Askeri mahkemede yargılanacaktı. "Peki kızım bu adamı niye getirdin? Belli ki Sercan Açık'ın yerine geçmek isteyen bir terörist bu. Belki saygınlık istemiştir. Başka bir amacı olduğuna nasıl kanaat getirdin?" Biraz utanarak konuşmaya başladım. "Hüseyin baba bu Sercan Açık olarak o kampın lideri demiştim ya, ben o kampa girdiğimde adamlar beni kullanmak istedi. Öncelik liderin diyerek bu benim yanıma geldi. Ben bu adamı öldürmeye niyetlenirken bu adam bana sahip çıktı ve yanlış bir şey yapmadı. Onun karısı olduğumu söyledi herkese ve benim işlerimi de kolaylaştırdı. Onda farklı bir şeyler vardı. Sercan Açık ismi de zaten onu sağ almam gerektiğini işaret ediyordu. Dün gece de ona hain diye işkence etmişlerdi." "Anladım kızım, ben onun sorgusuna girdim. Ama kendiyle ilgili ağzını açıp tek kelime bile etmemiş. Sercan Açık olduğunu ne kabul ediyor ne ret ediyor. Ettiği tek kelime senin suçsuz ve bir çoban kızı olduğun, seni de kampa zorla aldıkları. Mehmet'in sorgusunun nasıl olduğunu iyi bilirsin. Bu adam bu halde bile seni korumaya çalışıyor açıkçası bu beni şaşırttı." "Baba, izninizle sorguya ben de girebilir miyim?" "Gökçen, yedi aylık bir görevden yeni geldin ve yaralısın. 1 hafta izinlisin. Hemen karargahı terk et. Ayrıca doğum günün kutlu olsun." "Hüseyin baba çok teşekkür ederim ama en fazla 15 dakika sorguya gireyim. Baktın ki hâlâ konuşmuyor. Hemen gidicem söz. " "Ah deli kız aslında belki iyi bir fikir olabilir. Orada neler yaşadınız bilmiyorum ama belki bir şeyler öğrenebilirsin. Konuşmazsa zaten mahkemeye sevk edilecek. Tamam, git sorgu odasına, beni bekle. Arkandan geliyorum. Ben gelmeden başlama." "Emredersiniz komutanım," dedim ve odadan çıkarak hızla sorgu odasına doğru yürümeye başladım. Yüreğimde bir heyecan ve merak vardı; Sercan’ın ne söyleyeceği, ne tür sırlar sakladığı hakkında merak duyuyordum. Ama daha birkaç adım atmıştım ki, Poyraz önüme çıktı. Duruşumu düzeltip tekmil vermem gerekiyordu. "Kıdemli Üsteğmen Gökçen Toprak, Mardin. Emret, komutanım." Poyraz, yüzünde endişeli bir ifade ile bana baktı. "Rahat, Gökçen. İyi misin?" "İyiyim komutanım, izninizle," dedim ve yürümeye devam etmek istedim. Ancak bir anda yaralı omzumdan tutup beni durdurdu. O anda bir inilti çıkardım; sanırım dikişlerim patlamıştı. Poyraz hemen elini çekti, yüzünde bir suçluluk ifadesi belirdi. "Gökçen, ne oldu? Yaralı mısın? Ben bilmiyordum, özür dilerim. Gel, hemen revire gidip baktıralım." "Gerek yok komutanım, acil bir işim var. Ben her zamanki gibi kendi yaramı kendim sararım," dedim ve cevap vermesini beklemeden yanından uzaklaştım. İçimdeki kararlılıkla adımlarımı hızlandırdım. *** Sorgu odasına gelince, camın ardından Sercan'a baktım. Yüzü ifadesiz bir haldeydi. Suratında tek bir korku ifadesi yoktu. Albayın da odaya gelmesiyle artık sorguya hazırdım. Albay camın ardından bizi izleyecekti. Sorgu odasına girdiğimde, camın ardından Sercan'a baktım. Yüzü, ifadesiz bir maskeyle kaplanmıştı; korku ya da pişmanlık yoktu, sanki her şeyin farkındaymış gibi soğukkanlı bir duruş sergiliyordu. Kalbimdeki merak bu durumu daha da ağırlaştırıyordu. Albayın odaya girişiyle birlikte artık sorguya hazırdım. Kapıyı yavaşça açıp içeri adım attım. O an, odanın sessizliği sanki içimde yankılanıyordu. Sercan, bana dönmemiş, boş bakışlarla duvara odaklanmıştı. Elleri masaya kelepçelenmiş, kolları iki yana açılmıştı. Onun yanına doğru ilerledim. Sercan’ın neredeyse dibine kadar gelmiş, ayakta bekliyordum. Kafasını kaldırıp göz göze geldiğimizde Sercan’ın gözlerinde büyük bir şaşkınlık belirdi. Gözleri büyüyerek bende yoğunlaştı; içindeki hayret, yavaşça ifadesine yansıdı. Kafasını yavaşça sağa sola çevirip üniformamdan başlayarak postallarıma kadar inceledi. Sonra, o yavaş hareketle yeniden yukarıya doğru çıktı. Omzumda taşıdığım yıldızlara uzun uzun baktı; gözleri parlayarak anlam veremediğim bir duygu gözlerinden geçti. Gözlerimiz tekrar buluştuğunda bana çok daha farklı bir ifadeyle bakıyordu. Kahverengi gözleri yeşillerimle buluşurken parlıyordu. O an Sercan’ın yüzünde beliren karmaşık duygular az önceki soğuk ve dik başlı görünümünü yerle bir etti. Herhangi bir şey söylemeden uzun uzun bakıştık. Diğer odada albay ve Mehmet abi bizi izlese de bakışlarımı ondan çekememiştim. İkimiz de tek kelime etmemiştik ki en sonunda sesini duydum. "Na-nasıl yani sen askermisin?" Diye sordu. Ona gülümseyerek baktım. "Yeniden tanışalım mı?"....
|
0% |