Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@ebrumelek

...


Bu kitapta geçen kişi ve olaylar hayal ürünü olup tarihle bir alakası yoktur. Bazı şahıs isimleri tarihtekiyle uysa da gelişen olaylar farklılık göstermektedir.


Sınır ötesi, 2026 yılı


"Hazırız komutanım"


"Allah yardımcınız olsun asker, atışımla başlıyoruz"


Emir, Yusuf abi, Kadir abi ve Göktürk Komutanımızla birlikte sınır dışı operasyondaydık. Bu dağ başında kamufle olmuş bekliyorduk. Dürbünlerimizle karşımızda gizlice kurdukları orduya hayretle bakıyorduk. Türkiye sınırlarına bu kadar yakın tankları ve askerleri buraya yığmaları büyük sorundu. Birazdan bu sorunu çözecektik. Sıkıntılı bir bölge olmasına rağmen, bizim için mekanın fiziksel zorlukları önemli değildi. Vatan uğruna her türlü fedakarlığı yapmaya hazır, bu zorlu coğrafyada görevimizi yerine getirmek için sabırsızlanıyorduk.


Dağların sarp zirveleri arasında, ölümle burun buruna bir operasyonun için hazırdık. Şehit olma ihtimalimizin gölgesinde, adımızın haberlerde hızla kaybolacağının bilincindeydik. Bu çok uzak olmayan coğrafyada, şu an itibariyle Türkiye tarafından tanınmıyor olmamız, olayların vahim bir sonuca dönüşebileceğine dair endişeleri beraberinde getiriyordu.


Yakalanma riski karşısında, dilimizi kesmek pahasına sessizliği seçme durumuyla karşı karşıyaydık. Türk uçaklarının serbestçe dolaştığı bölgenin dışına çıkmış olmamız, bu kararı almamıza neden olmuştu. Burada ettiğimiz yemin, öldürdüğümüz kişilerin, yurt dışı basında "Türk askeri sivilleri katlediyor" şeklinde lanse edilmesini engellemek adına harekete geçmeyi gerektiriyordu. Türkiye ile bağlantımızı kesmiş olmamız ise üstlerimizin emriyle gerçekleşmiş bir stratejiydi.


Terörün kirli yüzü, kendi içinde karmaşık bir yapıya bürünmüştü; bazılarına "büyük baş," bazılarına ise "küçük baş" adını veriyorduk. Bu büyük başlı örgütler, her bölgeye hakim olan bir düzen içinde faaliyet gösteriyordu. Şu an bulunduğumuz konum, Abdi K. adlı teröristin kontrol ettiği bir bölgeydi ve buraya gelmemizin sebebi, Abdi'nin iki küçük örgütü birleştirerek burada kendi ordusunu kurma girişimiydi.


Ayrıca, bölgede birçok Türkmen köyü bulunuyordu ve kaçakçılık faaliyetleri had safhada sürüyordu. Burada kandaşlarımız zulme maruz kalıyordu. Terör unsurları sınırlarımıza uzak olsalar da, en küçük bir tehdit algısında köklerini kurutmak bizim görevimizdi. Havadan destek alamazdık, çünkü siyasi ilişkiler nedeniyle burada Hayalet konumundaydık.


"Yusuf, bazukayı hazır et. İlk hedefin büyük çadır. Ardından sağa doğru giderek tanka kadar patlat"


"Emredersiniz"


"Emir, soldaki turuncu bez olan çadırdan kimse sağ çıkmasın."


"Emredersiniz"


"Kadir, keskin nişancınla Abdi'yi ara ve yok et."


"Emredersiniz"


"Tuğra, seninle ikimiz direkt çatışma içinde olacağız. Hedeflediğini indir ve devam et."


"Emredersiniz komutanım" dedim ben de sessizce kulaklıktan. Yere yattığımdan üzerime taşları koyarak kamufle olmuştum. Zaten kamuflaj giysimde taş rengiydi. Yine de işimi şansa bırakmazdım. Saklandığım zaman komutanım dahi yerimi göremezdi.


Ben kim miyim?


Astsubay kıdemli başçavuş Tuğra Duman.


Bu göreve gelirken kimseyle vedalaşmamıştım; tüm bağlantılarım, yalnızca tim arkadaşlarımla sınırlıydı. Bilinçli bir tercih olarak, çevremdeki herkesin beni merak etmemesini istemiştim. Tüm enerjimi vatan için harcamaya karar vermiştim ve bu mücadele odak noktam olmuştu. Şehit olma gününü içsel bir sabırsızlıkla bekliyor, neredeyse arzuluyordum. Belki de hayatımda hiç kimsenin olmasını istememin nedeni, bu yoğun vatanseverlik duygusundan kaynaklanıyordu.


Silahımın dürbününden baktığımda, bal rengi gözlerimle kampı bir kez daha taradım. Şerefsizlere bakarken içimden, "Bu ne cesaret ulan, yedirirler mi size vatanı?" diye geçirdim. Parmaklarım, resmen sabırsızlıkla kaşınmaya başlamıştı, tetik bekliyordu. 'Göktürk Komutanım, neden hâlâ ateş etmiyoruz da çatışmaya girip şunları gebertmiyoruz?' diye düşünmeye devam ederken, kulaklığımdan onun sesini duydum.


"Hazır ol asker!" diye seslendiğinde, silahın çıkardığı keskin sesle birlikte yüzümde bir tebessüm belirdi. Yusuf abi, ani bir kararlılıkla bazukayı ateşleyerek çadırdan yükselen devasa patlama, geceyi alevlerle aydınlatarak etrafı sarstı. Karşı tarafta başlayan anlık karmaşa, bizim saldırımızın etkisiyle ortaya çıkmıştı. Gözlerim, hedefimi kararlı bir şekilde nişan alarak takip ediyordu. Neredeyse karşımızda sayıları yüzleri bulan düşman birliğiyle karşı karşıyaydık, oysa biz sadece beş kişiydik. Ben, haritacı ve tim komutan yardımcısı olarak, bu çatışmanın ortasında duran küçük ama kararlı bir ekibin bir parçasıydım.


"Komutanım Abdi çıkmadı, göremiyorum" diyen Kadir abinin sesini duydum. Öyle ya da böyle bu kamptan kimseyi sağ çıkarmayacaktık. Onlara yardım gelmeden işimizi bir an önce bitirmeliydik.


"Tuğra komutanım, izinde bizimle İstanbul'a geliyor musunuz?" Emir'in sesiyle karşımdaki şerefsize sıktım.


"Belli değil" O şehri sevmiyordum. Orada bir yetimhanede 5 yaşına kadar büyümüş, bir aile tarafından evlat edinilmiştim. Beni evlat edinen aile çok varlıklıydı. Sayılı cemiyet soyundan gelen ailem, beni yetiştirirken bir kalıba sokmaya çalışmışlardı. En güzel okullara gidip, en güzel eğitimleri almıştım. Tam 4 dili ana dilim gibi biliyordum. Tarih, piyano ve bale konusunda üst düzeyde yetenekliydim. Ayrıca çeşitli spor dallarında da bilgiliydim. Ancak beni sokmaya çalıştıkları kalıplara uymamıştım. Yaptığım her beceriyi, ailemi mutlu etmek ve onlara yakışmak için yapmıştım ama ben hep asker olmak istemiştim. Annem bunu duyunca baygınlık geçirmişti. Babam katiyen reddetmiş; adımızın kötüleneceğini, bize uygun olmadığını söylemişti. Bu sözlerinden sonra resti çekmiş ve Kara Meslek Yüksek Okulu'nu kazandığımı söylemiştim. İlk başta öylesine bir heves sanarak hata etmişlerdi. O gün bu gündür gazete veya internet dışında ailemden haber alamıyordum. En son onları Mehmetçik Vakfı'na yaptıkları büyük bağışta haberlerde görmüştüm. 'Duman şirketler grubu başkanı Cem DUMAN ve eşi Serpil DUMAN Mehmetçik Vakfı'na 10 milyon dolar bağışladı' haber başlığıyla, buruk bir gülümseme sunmuştum.


Çevrelerine de benim yurt dışında olduğumu söylediklerini tahmin ediyordum. Çünkü bu yalanı çok sık kullanırlardı. Görüşmesek de okul dönemimde babamın peşime taktığı bazı adamlar olmuştu. Okulu bitirip askerliğime ilk başladığım yıllar da gizli takip ettirme çabaları devam etmişti. Ancak askerlikte kendimi geliştirip Pençe timine dahil olduktan sonra, benim hakkımda araştırmaları sonuçsuz kalmıştı. Onları seviyordum aslında kültürleri gereği benim isteklerim onlara absürt gelmişti, anlıyordum. Onların da beni anlamasını ve destek çıkmasını bekliyordum, ne yazık ki bunun için artık çok geçti.


"Komutanım Abdi kaçıyor" Kadir abinin cümlesiyle karşımdaki kampla sıcak çatışmamız hâlâ devam ediyordu. Öyle bir saldırıyorduk ki karşımızdaki adamlar ateşin nereden geldiğini, kaç kişi olduğumuzu kestiremiyorlardı bile. Eminim şu an karşılarında 3-4 bölük asker olduğunu düşünüyorlardır. Düşmanımızı biz çok iyi tanıyorduk ama onlar henüz Türk ordusunu tanımamıştı. Son nefeslerini verirken düşündükleri son şey olduğumuzu bilmek beni tatmin ediyordu. Vatanıma göz diken bu şerefsizleri öldürmek boynumun borcuydu.


"Tuğra, Abdi kuzeydeki mağaralara kaçıyor. Peşinden git asker, ölüsüyle geri gel. Emir, Tuğra'yı koru."


"Emredersiniz komutanım" diyerek yattığım yerden kontrollü kalktım. Sırt çantamı da sırtıma alarak koşmaya başladım. Emir beni korurken, son hız koşuyordum. Abdi malının mağaralara tek başına girdiğini görünce haince bir tebessüm sundum. Göktürk komutanım ölü getirmemi istemişti. En sevdiğim gibi. Mağaralara yaklaşırken, arkamı dönerek ateş hattına baktım. Kamp olarak kurdukları yerden dumanlar ve bağırışlar yükseliyordu. Yusuf abi bazukasıyla iki tankı pert etmişti. Bu tankı buraya nasıl getirdikleri de ayrı meçhuldü. Bu konuda üstlerimizin gereğini yaparak siyasi ilişkilere gireceğini ve ülkeyi sıkıntılı bir duruma sokmadan halledeceğimizi umut ederek mağaraya kendimi attım.


"Tuğra dikkatli ol" Göktürk komutanımın sesini kulaklıktan duyunca gülümsedim. Bu tim benim her şeyimdi. Hepsi olmayan öz abim gibiydi. Göktürk komutanım bazen abartıp kendini babam sanıyordu o ayrı bir konu. En büyüğümüz Yusuf abi ile aramda 6 yaş vardı. Emir'le aynı yaştaydık ve iki yaramaz çocuk gibi sürekli birbirimize girerdik. Ancak birbirimiz uğruna canımızı verirdik. Hepsi benim için çok başkaydı.


"Siz de komutanım, mağaraya girdim" diyerek karşılık verdim ve hafif makineli silahımı boynumdaki kayışa asarak beylik tabancamı çıkartıp etrafa göz gezdirdim. Mağaranın girişi dışında derinlere ilerledikçe karanlık yoğunlaşıyordu. Karanlık benim alanımdı. Abdi'nin işi bitmişti. Girmemesi gereken en son yere girmiş bir av gibiydi gözümde. Bense avının kokusunu almış aç bir avcı.


İleride duyduğum küçük bir ayak sesiyle gülümsemem genişledi. Avım koşuyordu. Bu hazzımı daha da arttırdı. Birini avlama sırasında avlamaktan daha güzel olan şey nedir? avının kaçması tabii ki. Kaçan avı yakalamak tatminimi daha çok arttırırdı. Abdi'nin şu an korkudan ecel terleri dökerek nereye kaçacağını bilememesi çok hoşuma gidiyordu. Kurdukları kamp yerine yakın olan bu mağaraya gelip önceden keşfetmemesi ise kendi ahmaklığıydı. Büyük ihtimal adamlarını yollayıp mağaraya baktırmış, kendisi buraya bizzat gelip incelememişti bile. Kurduğu ordusuna güvenmiş, bu mağaraya ayaklarını götüne vura vura kaçmasına gerek kalmayacağını düşünmüş olması ise sadece kibrindendi. Aslanlar, kalabalık arkasına saklanarak aslan olmazlardı. Akşam olduğunda kalabalık dağılır ve herkes evine tek dönerdi. Abdi, tek başına beş para etmez bir adamdı. Kurduğu ordunun arkasına saklanmış bir korkak, tek meziyetinin ağzının iyi laf yapıp yalanlarla bir dünya süslemesiyle insanların beynini yıkayan bir yalancı, yanında bir adamı dahi olmadan ödlek bir tavuk olan beş para etmez bir adam. Eminim bu mağarada böö diye bağırsam, altına işerdi.


Ben yürüyerek, Abdi ise koşarak ilerliyorduk. Mağaranın derinine indikçe koridor şeklinde dar yollar çıkıyordu. Neredeyse 700 metre derine inip önüme çıkan 2 yola kulağımı çevirerek dinledim. Şu an ikisi de sessizdi. Birinden kanat sesleri, diğerinden su damlama sesi geliyordu. Abdi büyük ihtimal düşünmeden ilk gördüğüne dalmıştır. Kanat sesleri burada yarasa olduğunu gösteriyordu. Eğer yarasa olan bölüme gittiyse, benim yanına gitmeme gerek kalmadan o telaşla yarasaları rahatsız edecek ve belasını onlardan bulacaktı. Mağaranın bu kısmına geldikçe, silah sesleri de oldukça azalmıştı hatta neredeyse duyulmuyordu. Sanırım mağaranın mimarisi sebebiyle ses dalgaları içeriye girene kadar kırılıp, ses absorbe oluyordu.


"Tuğra burası temizlenmek üzere. İşini bitirip hemen çık, arabaya geçeceğiz!" Göktürk komutanımın kulaklıktan sesi geldi ama cızırtı sesi de çok fazlaydı. Neyse ki cümlelerini anlayabilmiştim. Abdi denilen avımı ürkütmemek için cevap vermedim.


Su sesi gelen odacıktan farklı bir ses duyunca, Abdi salağının şanslı olup yarasalı yere girmediğini anlayıp adımımı attım. Odaya doğru dar koridor boyunca ilerlerken, kulaklığımdaki cızırtı dahada artmaya başlamıştı. Ses beni rahatsız edince kulaklığın kapatma düğmesine basarak avıma yavaş adımlarla ilerledim. Bizimkiler kamp alanını temizleyene kadar burada işimi çoktan bitirip çıkardım Allah'ın da izniyle. Neredeyse 500 metreye yakın bir mesafe daha gidince, ileride gördüğüm ufak bir ışık kaynağı ile kaşlarımı çattım. Mağaranın arka çıkışı olabilir miydi?


Adımlarımı hızlandırıp ileriye doğru yürümeye devam ettim. Ben yürüdükçe su sesi de artıyordu. Dar bir açıklık gördüğümde küçülerek karşıya geçtim ve oda tarzı bir yerde buldum kendimi.


"Burası, aman Allah'ım!..."


Devasa tavandaki ateş böcekleri, sanki binlerce minik yıldızın bir araya gelmiş gibi parlak ışıklar saçıyordu. Bu ışık cümbüşü, odanın içini o kadar aydınlatıyordu ki, etrafı görmek adeta bir zevkti. Ortada, kaynağını seçemediğim lüks bir atmosferin kalbinde bulunan küçük bir havuz vardı. Suyun yüzeyi, ateş böceklerinin zarif ışıltılarıyla adeta bir masalın içindeymiş gibi parlıyordu. Etrafta ise, yontulmuş ve tarihi eserlere benzeyen heykeller, bu odayı gizemli bir aura ile çevreliyordu. Fakat Abdi salağı neredeydi, onun izini sürmek gizemli bu mekanın içinde bir soru işareti bırakıyordu.


Heykellere olan zaafım, çocukluğumdan beri annemin beni sanatla büyütme çabasıyla şekillenmişti. Sanat tarihine, dünya tarihine ve özellikle heykelcilik derslerine olan ilgim, beni bu büyülü dünyanın içine çekmişti. Annem, resim çizmeyi hobisi haline getirmiş ve evimizi adeta bir sanat galerisine dönüştürmüştü. Her bir heykel, birer sanat eseri olmanın ötesinde, bir hikayenin anlatıcısı gibiydi. Gözlerim, detayları incelemek ve her bir eserin içindeki özgünlüğü yakalamak için eğitilmiş gibiydi. Bu atmosfer içinde heykellere daldım, ancak Abdi'nin izine rastlamak, bu sanat dolu odanın içinde bir puslu gizemi çözmek gibi bir şeydi.


Sanat eserleri arasında dolaşırken, Abdi'nin odaya geri dönüp dönmediğini anlamak zordu; çünkü her bir heykel, kendine özgü bir atmosfer yaratıyordu. Gözlerimi havuza çevirdim ve bu dağın zirvesindeki doğal güzelliğin ne kadar etkileyici olduğunu düşündüm. Havuzun güney tarafında beliren belirsiz karanlık nokta, dikkatimi çekti ve adımlarımı o yöne doğru attım. Birkaç damla kan, Abdi'nin kaçarken yaralandığını düşündürdü. Acaba bu korkak, havuzun içinde bir saklanma yerine mi sığınmıştı?


Zihnimde uyanan düşünceyle gözlerimi genişlettim. Acaba bu gizemli havuzun derinliklerinde, başka bir odaya geçiş mümkün olabilir miydi? Kafamı havuza doğru eğdim, el fenerimi açtım ve gerçekten de havuzun altında, tahminimden çok daha fazla bir derinliğin gizli olduğunu fark ettim. Bu keşif, havuzun sadece suyla dolu bir boşluk olmadığını, aynı zamanda mağaranın başka bir bölümüne geçiş sağlayabilecek bir geçidi barındırabileceğini düşündürdü. Tekrar başımı kaldırıp kulaklıklarımı etkinleştirdim, ancak cızırtı sesi hala net bir şekilde duyuluyordu. Abdi'nin kaçışı beni oldukça sinirlendirmişti; bu yüzden ona karşı duyduğum öfke, daha acılı bir sonu hak ettiği düşüncesini güçlendirdi.


Çantamı açarak içinden pusula, küçük bir ilk yardım kutusu, komando bıçağım ve beylik silahımı çıkardım, hepsini hazırlıklı bir şekilde cebime yerleştirdim. Kulaklığımı kılıfına koyup, dalışa geçmeye hazırlandım. Ancak çantamı almak için geri dönmek zorunda kalacaktım ve ıslanmaktan hiç hoşlanmıyordum. Abdi'ye hafif bir küfür savurarak, kendimi bilinmeyenin derinliklerine bıraktım.


Fenerin titrek ışığı havuzun derinliklerine doğru dalarken, suyun altındaki gizemli dünyada adeta bir iz sürücü gibi ilerledim. Nefesimi tutarak, Abdi'nin bıraktığı gizemli izleri takip etmek için suyun içindeki karanlık labirentte yol aldım.


Sessizlik, suyun altında gerçekleşen bu keşfin atmosferini daha da vurguluyordu. Fenerin ışığı suyun içinde parlıyor, aydınlattığı yolda izler ararken her adımımı dikkatlice atıyordum. Su altındaki geçişte beliren küçük bir boşluk, umut vaat ediyordu ve oradan geçerek yeni bir bölüme ulaşma umudunu taşıyordum.


Oyuktan geçip yüzmeye devam ederken ışığımı söndürerek, çevreyi daha fazla keşfetmek için suyun altında ilerlemeye devam ettim. Ciğerlerimdeki hava, görevimde bana avantaj sağlayacak kadar dayanıklıydı. Abdi'nin paniğe kapılarak yüzeye çıkması gerektiğini düşündüğüm bir noktada, kendimi yavaşça yüzeye doğru itmeye başladım.


Sessizce suyun yüzeyine çıkarak, az önce keşfettiğim odanın bir benzeriyle karşılaştım. Ancak buradaki heykeller daha eski ve bir o kadar etkileyiciydi. Abdi'nin izini bulamamış olmanın verdiği hayal kırıklığına rağmen, heykellerin incelikleri beni etkilemeye devam ediyordu. Kulağımdaki kulaklığı çıkardığımda, sessizlik içinde kaybolduğumu fark ettim. İçgüdülerim bana 'havuza dal ve geri dön' dese de aldığım emir sebebiyle sesi bastırıp, odanın kapısı görevi gören yine küçük bir yuvarlak tarzında oyulmuş açıklığa yürüyüp kendimi koridora attım. Şerefsiz herif bizi mağaranın içinde dönüp dolaştırıyordu. Geç kaldığım için Göktürk komutanımdan epey azar yiyecektim. Bu düşünceyle yüzümü buruşturup koridorda ilerlemeye devam ettim. Bu sefer hızlı adımlar atıyordum, fenerimi de yakmıştım. Yoğun bir rutubet kokusu vardı. Duvarlar öyle dardı ki, Göktürk komutanım bu mağaraya gelseydi bu koridordan geçemezdi. Abdi'de tip olarak çelimsiz olduğu için buralardan rahatlıkla geçiyordu. Derin bir nefes vererek hızımı daha da arttırdım ve silahım elimde ilerlemeye başladım. Koridorun duvarlarında gördüğüm semboller dikkatimi çekince, hafif duraksayıp sembollere baktım.



Buradaki dikdörtgen şeklindeki kısımlar sanki az önce çıktığım havuza benziyordu. Haritacı olduğum için görsel hafızam çok iyiydi. Bu şeklin bir harita olduğunu düşünüp belleğime iyice kazıdım ve ilerlemeye devam ettim.


Neredeyse 1 km ilerlemiştim. Resmen şu an yerin altında gidiyordum. Kim bilir neredeydim? Hangi dağın dibindeydim? Bu şerefsizler dağın üzerinde yetmezmiş gibi altında da beni koşturuyorlardı. Göktürk komutanım ve tim arkadaşlarım büyük ihtimal şu an delirmiş durumdalardı. Ben ve timden kardeşim Emir'in bu başına buyruk ve fevri hareketlerim hepsini delirtirdi zaten. Geri dönüşte helikopter kullanamayacağımız için araba ile gidecektik. Beni beklemeden dönmezlerdi o yüzden kesin mağaraya hepsi dalmıştır. Çantamı bulurlarsa, havuza daldığımı da anlarlar ama onlar gelmeden ben bir yerden yüzeye zaten çıkardım.


İleride gördüğüm cılız güneş ışığıyla tebessüm ettim. Bu ağır kokulu yerde zaten bunalmıştım. Abdi'nin elimde olmaması ise sinirlerimi geriyordu. Güneş ışığına yaklaştıkça, koridor da genişlemeye başladı. Hızlı olsam da sessiz adımlar atıyordum. Tamamen açıklığa geldiğimde, ileride oturmuş dinlenen Abdi'yi görüp tebessüm ettim.


"Kaçak ceylan da buradaymış"


Gözlerini kocaman açarak hortlak görmüş gibi bana baktı.


"Lan sen hâlâ peşimde misin manyak karı?"


"Cık cık cık" diyerek dilimi damağıma vurdum ve silahımla alnımı kaşıdım. Her yerim su içindeydi bu yüzden onu ayrı bir dövecektim.


"Senin karşında kim var sanıyorsun lan? Şanlı Türk ordusuna mensup bir subayla nasıl konuşuyorsun? İstediğin deliğe gir seni her yerde buluruz. Kendin gibi korkak mı sandın bizi?" Diyerek ona daha da yaklaştım. Oturduğu yerde kımıldanarak geriye gidişine tebessüm ettim.


"Şimdiii" diyerek nasıl olduğunu dahi anlamayan Abdi'nin suratına yumruk savurdum. Durmadan ikinci yumruğumla ağzından gelen kanla, kafasını tutup burnuna dizimi geçirdim. Çat sesiyle içimde bir yerler rahatladı. Burnundan oluk oluk kan akmaya başlamıştı bile.


"Yapma yalvarırım bırak beni" diye yalvarıyordu. Aslında onu döve döve öldürmeyi planlıyordum ama vaktim artık hiç yoktu. Göktürk komutanımın çenesinden de azıcık tırsıyordum. Bıçağımı çıkartıp gırtlağını keserek Abdi'nin işini bitirip mağarada yere bıraktım. Lanet kanı çeneme ve kamuflajıma sıçramıştı. Üzerindeki bir bezi alarak pis kanını temizledim ve bezi üstüne atarak etrafa baktım.


Çantamı almak için geri dönmeliydim ama zaten burada da bir çıkış vardı. Buranın nereye çıktığına bakmam gerekiyordu. Belki bizimkileri görürdüm. Bu düşüncelerle, az ilerideki çıkışa doğru yürüdüm ve kendimi mağaradan dışarıya çıkardım...


Mağaradan dışarıya çıktığımda, gördüklerimle gözlerimi kocaman açtım. Neresiydi burası şimdi?


Mağaradan çıkarken karşılaştığım manzara karşısında gözlerimi kocaman açtım. Önceki çatışma alanının yerini almış olan bu bölge, kahverengi topraklı dağın hakim olduğu bir dağ başıydı. Ancak, şu an durduğum yerde kendimi adeta Karadeniz'in kucağında, bakir bir ormanda hissediyordum. Yemyeşil, geniş yapraklı ağaçlar arasında kaybolmuş gibiydim. Etrafıma şaşkın gözlerle bakarken aklımdan geçen tek düşünce, "Göktürk komutanım bu sefer ağzıma sıçacak," oldu. Bu bölge, harita bilgilerimde yer almayan, şaşırtıcı bir şekilde var olan bir ormandı. Ezberimdeki her milimetrelik detay burada geçerli değildi. Ne oluyordu burada, haritacı kimliğim sarsılmış gibiydi.


Kararımı çoktan vermiştim. Geri dönüp bizimkileri bulacak ve bu gizemli bölgeyi derhal rapor edecektim. Daha sonra, ekip arkadaşlarımla birlikte tekrar bu bölgeye gelip, bu ormanı haritalandıracaktım. Geri dönmek üzere hareket ettim ve arkamı döndüğümde, hızla geçen bir ok mağaranın duvarına saplandı. Gözlerim şaşkınlıkla açıldı ve hemen siper aldım, geniş bir ağacın arkasına saklanarak. Okun geldiği yöne dair bilgi edinmek için rüzgarın sesini dinledim. Dal kırılma sesleri, yaklaşan düşmanın sayısını beş olarak işaret ediyordu. Hepsinin yerini kafamda belirleyip, şarjörümü kontrol ettim. Lanet olası, içinde sadece üç mermi kalmıştı. Neyse ki, geriye kalanları komando bıçağımla halledebilirdim. Daha fazla yaklaşmalarını beklerken, silahımı havaya kaldırdığımda duyduğum sesle donup kaldım.


"Thoir an neach-brathaidh beò"


"Casusu sağ getirin"


Bu hangi dildi? Anadilim gibi İngilizce, Fransızca, rahatlıkla anlayıp konuşabildiğim sınırlı dillerim ise İspanyolca ve Arapça diliydi. Konuşmaları daha çok batı dillerine benziyordu. Küçükken aldığım derslerde Almanca ve İtalyanca dilleri de olduğu için anlayamasam bile bu dilde konuşmadıklarını fark etmiştim. Bunlar hangi örgüttü böyle?


(Konuşulan dili altı çizili olarak Türkçe şekliyle yazacağım)


"Merak etmeyin reis."


Dikkatlice yaklaşıyorlardı, beni hafife alarak. Farklı dilde konuşmaları dikkatimi çektiği için, sessizce bekleyip hamle yapmadım. Saniyeler içinde onları etkisiz hale getirebilirdim, ancak hangi örgütten olduklarını bilmek istiyordum. Göktürk komutanıma başka bir bela açtığım için, bu sefer ağzıma sadece sıçsa yeterli olacaktı. Bu an, karşımdaki düşmanlarla kurduğum sessiz çatışmanın gerilimini artırıyordu.


"Sen oradaki, ortaya çık!"


Ormanın gizemli derinliklerinde, karşılıklı bir sessizlik hakimdi. Adeta bu sessizlik, iki taraf arasında gerilimi artırıyordu. Ben, silahımı belime taktım ve sağlam bir ağacın gövdesine komando bıçağımla beklemeye başladım. Havanın ağırlığı, bana ok atan adamların yaklaşmasını hissettiriyordu. Bir tanesi öne çıkarak, muhtemelen liderleri, teslim olma çağrısında bulunuyordu. Ancak Türk subayı olarak, böyle bir teklifi düşünmek bile istemiyordum.


Ormanda süzülen rüzgar, dalların hafifçe sallanmasına neden oluyordu. Güneş ışıkları, yaprakların arasından sızarak yerde dans ediyordu. Her an bir tehlike kapıda gibi hissettiriyordu, özellikle bana ok atanların neden olduğu gizemli durum karşısında. Gözlerim ağacın arkasına gizlenmiş, beklenmedik bir saldırıya karşı tetikteydi. Ok nedir arkadaş?


"Kimsiniz siz yaklaşmayın?" Dedim İngilizce. İçlerinden en az birinin İngilizce bilmesini umut ederek...


Konuşmamla, adım sesleri durdu.


"Reis, kaçak İngiliz bir sürtükmüş!"


Anlam veremediğim kelimelerle dolu bir diyalog yaşamıştık. Onları öldürmeli miyim, yoksa belki de masum insanlardı ve ben asla masumlara zarar vermezdim. Sonuçta ellerinde ateşleyici silahlar yoktu. Fakat aklıma, adamlardan birinin bana resmen ok atmış olması gelince, içimdeki kararsızlık daha da arttı. Bekleme sürecini uygun görerek, doğaçlama bir hareketle ilerlemeye karar verdim. Eğer bana karşı en ufak bir tehdit oluştururlarsa, onlarla baş etmek benim için sorun olmazdı, evelallah.


Ormanın sessizliğini bozan boğuk bir sesle, "Tamam, ortaya çık. Sana zarar vermeyeceğiz," dedi birisi. Ses, göğsünden gelen derinlikle bir otorite barındırıyordu. Kafamı iki yana sallayarak, bacağımdaki kılıfta duran silahımı yavaşça çekip, adım adım ağaçların arasından çıkıyordum. Her adımda, dalların gölgeleri arasında gizlenmiş potansiyel tehditlere karşı tetikte duruyordum. Yanlış bir hareket, ormanın bu sessizliğini kırabilirdi. En ufak yanlış hareketlerinde mermiyi alınlarında bulurlardı.


Ancak mermiyi alnına yiyen ben olmalıydım!


Karşımda dört devasa adam vardı. Devasa adamların ortasındaki heybetli figür, etrafındakileri gölgede bırakan bir lider gibiydi. Yeşil ağırlıklı kilti, doğanın kendisiyle dans ediyormuşçasına harmonize olmuştu. Siyah boyalarla işlenmiş vücudu, bir savaşçının cesurca boyandığı gibi göze çarpıyordu. Arkaya özenle örülmüş saçları, rüzgarın dokunuşlarına karışarak gizemli bir hava katıyordu. Yemyeşil gözleri, kiltindeki renklere meydan okuyarak, etrafındaki her şeyi hakimiyeti altına almış gibiydi. O gözlerdeki derinlik, birçok gizemi barındırıyor gibi görünüyordu. Adamın varlığı, sadece fiziksel bir kuvvet değil, aynı zamanda karizmatik bir liderliğin de simgesiydi.


Elindeki yayı gevşeterek bana yaklaşan yeşil kiltli devasa adam, sert bir ses tonuyla sormuştu: "Kimsin sen, erkek misin kız mısın?" Sesimdeki tuhaflığı anlamış olacaklar ki şaşkın bakışları, benimle ilgili bir gizemi çözmeye çalışıyor gibiydi. Başımdaki kamuflaj beresi ve yüzüme örttüğüm boyunluk, belki de onlara benim gerçek kimliğimi anlamakta zorluk çıkartıyordu.


"Kız gibi sesin var oğlum."


Heybetli adamın ardında kalanlardan sarışın adamın söylediği sözlerle, bakışlarımı ona çevirdim.


"Kayboldum, arkadaşlarımı arıyorum." diyerek göz devirip yine ortadaki adamın yeşillerine baktım. Bakışları beni ölçüp tartıyor gibi kamuflajımda gezinmeye devam ediyordu.


"Bir İngiliz kadınının burada ne işi var?" Diye devam etti yeşil gözlü adam İngilizce konuşarak. Sanırım arkadaşının aksine beni iyice inceleyerek kız olduğuma emin olmuştu sonunda. Zümrüt yeşili gözleri, sorgulayan bakışlarını üzerimde hissettiriyordu. Gözlerimi devirip, etrafımdaki ormanın yoğunluğuna odaklandım. Kırık dalların çıkardığı hafif rüzgar sesi, aniden gerilen atmosferi boğuyordu. Sarışın adamın kıllı kolları, kaslı oluşuyla bir kontrast oluşturarak, bu gizemli ormanın içindeki tuhaf durumu vurguluyordu. Yeşil gözlü devasa adamın sessizliği ve cevap bekleyişi, sanki ormanın kendi dilinde konuştuğu bir an gibiydi. İngilizce konuşmamızın ortamda yankı bulması, bizi aniden farklı bir gerilim seviyesine taşıyordu.


"İngiliz değilim, Türk'üm" dedim ama adamların hepsi anlamaz gözlerle bakmaya başladı. Islak giysilerimle ormanın içindeki bu tuhaf an, bir açıklama bulma çabalarımı daha da karmaşıklaştırıyordu. Arkadaki sarışın adamın meraklı ifadesi, bir yabancının bu ıssız yerde ne işi olduğunu sorguluyormuş gibi duruyordu. Karşımdaki yeşil gözlü olana ise bakmaktan özellikle kaçınıyordum çünkü aurası çok tuhaftı.


"Türk mü o da ne?" Yakından duyduğum sesle neye uğradığımı şaşırdım.


Neler oluyordu?


Ormanın sessizliği, ani bir gerilimle kesilmiş gibiydi. Tüylerim diken diken olmuş, gizemli ormanın içindeki değişikliklerle başa çıkmaya çalışıyordum. Mağaranın arkasında, yeşil bitkilerin hızla çoğalması, bu alanın doğa tarafından unutulmuş bir bölge olduğunu düşündürüyordu. Kaçış yolumun ardında bu yeşil duvarın büyüsüne kapılarak bir an önce oradan uzaklaşmak istiyordum. Sarışın adamın emir cümlesi, gizemli ormanın içindeki bu tuhaf serüvenin daha da derinleşeceğini düşündürüyordu.


"Bizimle geliyorsun."


Orta yerde duran adamın yeşil tonları, bu gizemli bölgenin içinde bir doğa gücünü temsil eder gibi duruyordu. Gözleriyle detaylıca inceliyor gibiydi, sanki her hareketimi bir pusula gibi takip ediyordu. Kamuflajıma gönderdiği tuhaf bakışlarına aldırmadan, sessizliğin içinde kaybolmuş bu doğal atmosferde, benim sorduğum soru yankılanarak ortamı doldurdu.


"Burası neresi?" Dedim ortadaki adama bakarak.


"Inverness'e hoş geldin küçük kız. Benim topraklarıma izinsiz girdin."


🌿


Loading...
0%