@ebrumelek
|
Albayın gitmesinin üzerinden bir saat kadar geçmişti. Bahçede bir çınar ağacının altında Alanna'yı bekliyordum. Mor kilti olan ve yarınki finale kalan savaşçının yanıma doğru yaklaştığını fark ettim. Dünkü müsabakalarda bu adam dikkatimi çekmişti ayrıca sabah çalışma odasının önünde karşılaşmıştık. Bence içlerinde Evan'dan sonra en iyi dövüşen bu adamdı. Dougal'ın yanında da birkaç sefer görmüştüm. İyi anlaştıkları belli oluyordu ve yakışıklı da bir yüzü vardı. "Merhaba leydim, ben Royce Boyd, rahatsız etmiyorum değil mi?" Diye sordu yanıma geldiğinde. "Tuğra ben. Rahatsız edip etmemeniz sözlerinize göre değişir lordum buyurun?" Adam kibar konuştuğu için direkt terslememiştim. Başımda ayakta dikilmekten vazgeçip yere karşıma oturdu. "Geçen akşamki üzücü olaya şahit oldum leydim. Maxwell yani size saldıran öyle bir sopayı gerçekten hak ediyordu. Affınıza sığınarak size hayran kaldığımı belirtmek istiyorum" Bu adamın konuşması tarihi aşk romanlarındaki lordlar gibiydi. Gülme isteğimi bastırıp kafamı salladım. "Bir kadının kendini korumayı bilmesi gerekli lordum" dediğimde izlenildiğimi hissedip etrafa baktım. Dougal, hızlı adımlarla bize doğru geliyordu. "Sizinle antrenman yapma şansına sahip olmayı çok isterim leydim. Bunun için bana kızmazsanız umarım. Bir kadının böyle dövüşebilmesi sıradaşı bir özellik" dediğinde gülümseyerek Royce'a baktım. Çok samimi görünüyordu. Dougal, Royce'in son cümlesini duymuş, sinirli ifadeyle ona bakıyordu. "Bir leydinin antrenman yapması uygun kaçmaz Royce" diye sohbete dahil olduğunda sinirlendiğimi hissettim. Bu adamın varlığı bile beni uyuz ediyordu. Teklifi zaten reddedecektim ama Dougal benim adıma konuşunca zıt gitme isteğimi bastıramadım. "Lordum, eğer müsabakaları kazanırsanız sizinle seve seve antrenman yaparım" dediğimde Royce gülümseyerek bana baktı. Dougal ise öldürecek gibi... "Sizinle antrenman yapma onuruna erişebilmek için elimden geleni yapacağım leydim" diyerek ayağa kalktı ve gülümseyerek Dougal'a kafasını eğerek uzaklaştı. "Tuğra..." diyerek çenesini ovuşturan Dougal'a ne var dercesine baktım. Gözleri kara delik gibiydi. Duygularını da çok güzel gizliyordu. Bazen öyle bir konuşuyordu ki bağırsa daha az korkuturdu insanları. Yani sert ve otorite akıyordu adamdan. Göktürk komutanımın son sürümü gibiydi. "Boyundan büyük işlere kalkışıyorsun. Seni Royce konusunda uyarmalıyım" dediğinde gülmeye başladım. "Dün akşam altımda terler dökerken de beni uyarmak mıydı niyetiniz beyim?" Haddini bildirmek çok hoşuma gidiyordu niyeyse. Beni küçümsediğini hissettiğimde öfke doluyordum. Ohh iyi laf çakmıştım diye düşünürken beklediğim tepkiyi Dougal'dan alamadım. Gözlerine baktığımda irislerinin oldukça küçülmüş ve yüzünde eğlenen bir ifade olduğunu görüp daha da sinirlendim. Ben ne biçim laf çıkmıştım böyle hay ağzıma. "Hani ağzını burnunu dağıtıyordum ya!..." Diyerek lafın yanlışa çekilmesini engellemeye çalıştım. Türkçe düşünüp İngilizce konuşmanın en büyük hatası. Daha önce görmediğim şekilde Dougal'ın hafif gülümsediğini görüp cümleme devam edemedim. Ayrıca o yanağındaki bir gamze mi? Neyse dik dik bakmayayım diyerek kafamı çevirdim. Hava kararmaya başlamıştı. Kalenin dışındaki askerlerin çaldığı boru sesleriyle Dougal anında sert moduna geçti ve kaşlarını çattı. Kale bahçesindeki tüm sesler kesilmiş, insanlar çıkan boru sesiyle dağılmaya başlamıştı. Savaşçılar kılıçları çekmiş ve Dougal'ın emrini bekler konuma girmişlerdi. Bahçede oynayan çocuklar dağılıp anne ve babalarının yanına koşmuş, herkes panik haline girmişti. Kötü bir şeyler oluyordu ve bu durum hiç iyi değildi. "Hemen kaleye dön ve odana çık" diye bana emir veren Dougal hızla ahırlara yönelip siyan büyük atına bindi ve savaşçılarıyla birlikte kalenin dış ana kapısına ilerlediler. Dışarı çıktıklarında kaleye geri dönere hızla odama çıktım ve camdan dışarıyı izlemeye başladım. Bıçağımı ve silahımı da elime çoktan almış hazır bir şekilde bekliyordum. 1 sene burada yaşayacaksam, kılıç kullanmayı öğrenmem gerekiyordu. Eğer bir savaş çıkmışsa bir şekilde hayatta kalırdım ama bu kaledeki insanların ölmesini istemiyordum. Dougal'ın ve en yakınında hep gördüğüm savaşçılarının dışarıya çıkmasının ardından yaklaşık 10 dakika geçmişti. Royce ve onun klanından birkaç asker ile diğer 3 farklı klan liderleri (Clyde dahil) ana kapıya yakın bekliyorlardı. Odamın penceresinin görüş açısının çok iyi olmaması sebebiyle hızla odadan çıkarak tekrar bahçeye indim. Clyde'in kızı Cora görünürde yoktu. Daha doğrusu benim dışımda bahçede hiç kadın yoktu. Beni gören Royce hızlı adımlarla yanıma geldi. "Leydim lütfen kaleye gidin ve güvende olun" "Beni düşündüğünüz için teşekkürler ama ben burada iyiyim" diyerek bakışlarımı kapıya yöneltip merakla beklemeye başladım. Eğer bir saldırıya uğramış olsaydık şimdiye çoktan kılıç ve bağırış sesleri duyulmaz mıydı? Kalenin surlarının tepesinde, gözcü kulübesinde bekleyen askerin bağırışı, sessizliğe bürünmüş bahçede bomba etkisi yarattı ve adamın söyledikleriyle hızla kapı açılmaya başlandı. Kapı açılırken, tüm savaşçılar savaşa hazır bir halde duruyorlardı ancak gelenler sadece Dougal ve yanındaki savaşçılarıydı. Ne yani yanlış alarm mıydı? Merakla bakmaya devam ederken, Dougal'ın atının arkasındaki başka bir at dikkatimi çekti. Hayır dikkatimi çeken at değildi! Atın üzerindeki siyah, büyük gözlüklü, bereli bir JÖH ile yanında yine yüzü belli olmayan bir özel harekatçı bize doğru geliyordu. ATIN ÜZERİNDE, birinin elinde hafif makinalı silah, diğerinde keskin nişancı Bora 12 silahını önündeki kılıfa asmış, iki Türk askeri ve İskoçyalılar birlikte klana giriyordu... 🌿 Sınır Ötesi, 2026 Göktürk komutanımızın gölgesinde, dağın zirvesine konuşlanmıştık. Tuğra’nın son görüldüğü mağaraya sadece 500 metre kala, etrafı kapsayan bir sessizlik içindeydik. Dürbünlerimizle etrafı tarıyor, her bir hareketi, her bir sinyali arıyorduk. Gözlerimiz ufuk çizgisini süzüyor, Tuğra’nın izini sürmeye çalışıyorduk. Son çatışmamızın izleri hâlâ tazeydi; kampın enkazları, savaşın acımasız yüzünü gözler önüne seriyordu. Dört bir yana savrulmuş çadırlar, yıkılmış siperler vardı. Burada, bizim dışımızda hayatta kalan kimsecikler kalmamıştı; sadece rüzgarın sesi ve kartalların gökyüzündeki gölgeleri vardı. Komutanımız, sakin ama kararlı bir sesle emirler veriyordu. Her birimiz, görevimizin bilinciyle hareket ediyorduk. Tuğra’yı bulmak, onu güvenliğe ulaştırmak tek amacımızdı. Dağın zirvesinden, mağaranın gizemine doğru bakarken, her birimiz kendi içimizde bir umut taşıyorduk. Belki de Tuğra, mağaranın derinliklerinde, bizleri bekliyordu. JÖH timindeki askerler bizden daha geride, Göktürk komutanımın talimatlarını bekliyorlardı. Normalde kafa çocuklara benziyorlardı ama olan durumda ve tabii Göktürk komutanımdan çekindikleri için buraya geldiğimizden beri ağızlarını bıçak açmıyordu. "Emir, sıkıntılı bir durum?" Diye sordu Göktürk komutanım. Keskin nişancı silahımla bizimkilerden ayrı bir yerde konuşlanmıştım. Ben mağaraya daha yakındım. "Temiz komutanım" dedim. "Murat, Halil, Kadir, Ahmet burada kalıp etrafı kontrol altına alın. Emir, Melek, Yusuf ve ben mağaraya giriyoruz" dedi. Aslında ben keskin nişancıydım ve dışarıda kalmam gerekirdi ama Tuğra eğer bir iz bıraktıysa, bunu benim bulacağımı komutanım biliyordu. Biz Tuğra ile ikiz kardeş gibiydik. O yüzden JÖH timinin keskin nişancısı Halil'i dışarıda bırakıp beni de mağaraya yönlendirdi. Komutanımın emriyle herkes görevine odaklandı ve mağaraya giden grup birlikte hareket ettik. Ben mağaranın girişine geldiğimde, ekibin gelmesini beklemiştim. Onları mağaranın dışında beklerken, kafamı gökyüzüne kaldırarak baktım. Ay, dolunay evresindeydi ve hava tuhaftı. Göreve çıkmadan önce haberlerde bu gece ay tutulması olacağına kulak kabartmıştım. Sanırım 10-15 dakika sonra tutulma gerçekleşeceğe benziyordu çünkü ayda hafif kırmızılık vardı. Ekibimin gelmesiyle bakışlarımı aydan çekerek komutanıma baktım ve emriyle mağaraya daldık. Hepimiz el ve kafa fenerlerimizi yakarak içeriye girdik. Giriş kısmı genişti ama koridor şeklinde uzun dar bir yolu vardı. Tek sıra halinde en önde ben, arkamda JÖH'ten çavuş majör Melek, ardında Yusuf abi, en arkada ise Göktürk komutanım geliyordu. Koridor darlaştıkça geçmekte zorlanıyorduk ama timdeki en zayıf ben olduğum için Melek ve ben sıkıntı yaşamıyorduk. Göktürk komutanım ve Yusuf abi dar koridorda resmen bedenlerini sürte sürte ilerliyorlardı. Bir 10 dakika daha ilerlediğimizde, kokunun değişip rutubetin daha da arttığını fark ettim. Tuğra'nın ilk kaybolduğu gün onu aramak için mağaraya girdiğimizde de böyle ağır kokuyordu ama o gün geldiğimizde görmediğimiz bir yol daha vardı. "Komutanım burada önceki geldiğimizde tek yol vardı ve yarasa yuvasına çıkıyordu" diyerek elimdeki feneri dar açıklıktan içeriye uzattım. İçeride sarımsı bir ışık kaynağı vardı. "Ne yolu Emir?" Diye tepki veren komutanım ve Yusuf abi, bedenlerini oynatıp en öne bakmaya çalışıyorlardı ama görmeleri mümkün değildi. Ben en öndeydim ve oda direkt benim önümdeydi. Melek tam arkamda odayı görebiliyordu ama hepimiz eğilerek ve yanımızdaki duvarlara neredeyse yapışık durumdaydık. Bu odaya da ben zorla girebilirdim. Komutanım asla giremezdi çünkü bir tuvalet penceresinden az daha büyük bir girişi vardı. "Komutanım önümde 2 oda var önceki geldiğimizde burası yoktu çok eminim. Emriniz nedir?" dedim. "İçeriye gir!" Dediğinde zaten çoktan girmeye hazırdım. Zorla, sıkışa sıkışa kendimi sarı ışık olan odaya attım. Arkamdan Melek çavuş, benden daha kolay girmişti. "Bu ne böyle si..." diye bir küfür savurdu Yusuf abi. Ben de şoktaydım, elim ayağım titremeye başlamıştı. Yusuf abi kendini odaya sokmaya çalışıyor, Göktürk komutanım arkasından mağaranın duvarına vurarak kırıp genişletmeye çalışıyordu. "Kadir duvar kırabilecek bir alet ile hemen mağaraya gir, koşarak gel" diye kulaklıktan emir verdi Göktürk komutanım. Ben de şaşkın bir şekilde etrafı inceliyordum. Göktürk komutanım odanın giriş yerinden kafasını uzatmış o da hayretle odaya bakıyordu. Gövdesi çok geniş olduğu için geçmesi mümkün değildi. "Böyle bir oda yoktu bu nasıl iş lan? İyice bak etrafa Emir bir çıkış yolu, Tuğra'ya dair bir iz var mı?" Dediğinde şaşkınlığımı atıp gözlerimi ateş böceklerinden çektim. Çavuş Melek'in sesiyle, hızla ve umutla ona döndüm. "Tuğra komutan buradaymış" koşarak yanına gittiğimde ortada duran kare şeklinde havuzun diğer ucunda yerde Tuğra'nın çantası ve taramalı silahı vardı. Çantasını hızla alarak içini karıştırdım. Bir not veya bir iz aradım. "Komutanım yerde kurumuş lan lekesi var" diyen Melek'e bakıp kaşlarımı çattım. Tuğra yaralanmış veya daha kötüsü olabilirdi. Sonunda bir iz bulmuştuk. Çantayı komutanıma doğru götürerek gösterdim. Göktürk komutanın bakışları kararmıştı. Kadir abi de gelmiş duvarı kırıp girişi genişletmeye çalışıyorlardı. "Çıkış yolu var mı?" Diye sordu komutan. "Etrafta heykeller, tavanda ateş böcekleri, ortada bir havuz var ama çıkış yok komutanım" dedim. Çavuş Melek havuzu ve kan izlerini inceliyordu. Göktürk komutan, kısa bir an Melek'e bakıp tekrar bana döndü. "Havuza dal Emir, her yeri iyice incele. Lanet olsun Kadir kırın şu duvarı!" Diye bağırdığı anda, mağarada ufak bir sallantı oldu. "Deprem mi oluyor?" Diyen Kadir abinin sesini duydum. Sallantı durdu ama bir anda yeniden şiddetle başladı. Deprem oluyordu ama ne heykeller düşüyordu, ne bir yer yıkılıyordu. Dökülen taşlar sadece Göktürk komutanım ile bizi ayıran girişe oluyordu. "Geri çekilin komutanım" diye bağırdığımda, Göktürk komutan tam vaktinde geri çekildi çünkü mağaranın odasının girişi bir anda kapandı. Bağırıp komutanıma sesleniyordum ama sesim diğer tarafa geçmiyordu. Hemen kulaklığımı açarak sinyali yakaladım. "Emir iyi misiniz? Sizi orada çıkaracağım dayanın" diye telaşla konuşuyordu Göktürk komutan kulaklıktan. "İyiyiz komutanım merak etmeyin bekliyoruz" dedim. Melek panik olduğunu iyi saklıyordu. Benden daha soğukkanlıydı. Tuğra'nın çantasını yanıma alarak havuzun kenarına oturdum ve etrafa bakmaya başladım. Melek, bir anda kafasını havuza sokup bir süre bekledi. Geri çekildiğinde kaşlarını çattığını gördüm. "Komutanım havuz görünenden daha derin ve geniş. Alttan yol var gibi." "Dışarıdakiler duvarı kırıp geldiğinde hep birlikte bakarız" dedim ve Tuğra'nın makineli silahını elime alıp inceledim. Onu gerçekten çok özlemiştim. Ya o kan ona aitse. Ya ona bir şey olduysa. Düşünceleri kafamdan uzaklaştırıp onun iyi olduğunu diledim ve komutanımın işlerini bitirmesini bekledim. "Emir duvar kırılmıyor. Lanet olası duvarın farklı bir taştan olduğunu düşünüyoruz. Başka bir çıkış yolu var mı?" Kadir abinin sesiyle etrafı incelemeyi bırakıp cevap verdim. "Komutanım havuzun altından yol olduğunu düşünüyoruz. Tuğra'nın da oradan çıktığı belli çünkü havuzun kenarında kan var" "Tamam Emir havuza girin ve çıkış bulmaya çalışın. Karargahla görüşüp duvarı kırmak için bir şeyler isteyeceğiz. Ne kadar sürer bilmiyorum siz oradan çıkış yapabilecek her şeyi deneyin. Dikkatli olun" "Emredersiniz komutanım" diyerek çantayı sırtıma taktım. Tuğra'nın çantasını da kendi çantama bağladım ve beremle gözlüğümü takıp Melek'e işaret verdim. O da hazır olduğunda önce ben suya daldım. Kafa lambamı yakarak havuzda ilerlemeye başladım. Çantam ağırlık yaptığı için istediğim gibi dalamıyordum ama ilerideki küçük açıklığa kadar inebilirdim. Havuzun duvarlarına tutunarak kendimi küçük açıklığa ittirdim ve oradan geçip yüzeye çıktım. Az önceki odanın aynısı bir odaya çıkmıştım. 2 saniye sonra çavuş Melek'te yüzeye çıkıp gözlüğünü kafasına kaldırdı. Masmavi gözleri sarı ışıkta parlıyordu ve şaşkındı, benim gibi. Havuzdan çıkıp kulaklığı kılıfından çıkartıp kulağıma geri taktım ama cızırdama sesinden başka bir şey yoktu. Sinyal çekmiyordu, çok güzel. Buradaki çıkış kapısının açık olduğunu görüp kocaman gülümsedim. Melek'e çıkışı işaret ettiğimde o da gülümseyerek önden ilerledi ve açıklıktan dışarı çıktı. Geldiğimiz yolun aynısıydı. Dar koridorda ilerlerken, geldiğimizde görmediğim duvardaki çizimi fark ettim. Kare ve dikdörtgen şekilleri çizilmişti. Yolun sonuna geldiğimizde, ilerideki iskeleti ve çürümüş kıyafet parçalarını görerek kaşlarımı çattım. Bu bir insan iskeletiydi ve ne zamandır burada olduğunu düşünmek bile istemiyordum. Bir kimlik veya herhangi bir eşya var mı diye iskeletin çevresini inceledim ancak hiçbir şey yoktu. "Komutanım gün doğmaya başlamış bu nasıl olur?" Diye soran Melek'le, iskeletin başından kalkıp Melek'in yanına ilerledim. Mağaranın çıkışı vardı ve gün ağarıyordu. Buraya geldiğimizde saat sabah 02.00 sularıydı ve bu imkansızdı. O kadar saat mağarada kalmamıştık ki... Birlikte mağaradan çıktığımızda, yemyeşil ağaçlarla şoka girdik. Melek okkalı bir küfür savurup etrafa bakmaya başladı. Ben ise şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş gibiydim. Kulaklıktan hâlâ sinyal yoktu. "Sinyal alamıyorum komutanım. Burası de neresi Allah aşkına?" "Bilmiyorum çavuş ama ben de sinyal alamıyorum" diyerek yerdeki ayak izleri dikkatimi çekti. Az ileride de at pislikleri vardı. Tuğra'ya dair bir iz aradım ama yoktu. İçimden bir ses onun burada olduğunu söylüyordu. Tekrar gökyüzüne kısa bir an baktığımda; güneşin doğduğunu değil battığını fark ettim... "Komutanım ayrılıp bizimkileri aramayı öneriyorum" çavuş Melek'in sözleriyle başımı olumsuz anlamda salladım. Hangi cehennemdeyiz bilmiyorum ama timimin buralarda olduğunu düşünmüyordum. "Ayrılmadan ilerliyoruz çavuş. Gözünü dört aç" diyerek ayak ve at izlerine doğru yürümeye başladım. İzleri takip ederek ilerlemeye başladık. Hiç durmadan, dinlenmeden ilerledik. Islak kıyafetlerimizi bile önemsemeden yürümeye devam ettik. Uzun bir süre izleri takip ettiğimizde, ileride görüş açımıza büyük surlar girdi. İçinde gözüken devasa kale çok iyi korunuyordu. Kıyafetleri ve kılıçlarıyla kendimi yesilçam filmine girmiş gibi hissetmiştim. Bir şeyler yanlıştı, çok yanlış... "Komutanım burası neresi böyle?" Melek'e cevap vermeden içeri nasıl gireceğimizi düşünmeye başladım. O sırada kalede bazı adamlar arasında nöbet değişimi yapılıyordu ve içeride büyük alkış ve kahkaha sesleri geliyordu. Kapının açılıp üzerinde kurt sembolü olan bir bayrakla 10-15 tane adamın, atlarıyla dışarı çıktığını gördüm. Adamların hepsinde kırmızı renkte İskoçların giydiği eteklerden vardı. Adamlar uzaklaştığında, kale kapısı kapanmadan birkaç köylü kıyafetinde adamlar ellerinde varillerle dışarıya çıkıp ormana yöneldiler. Melek'e, adamları işaret edip peşlerine düştük. Ormanın derinliklerine girdiklerinde, varildeki çöpü ormanda kazılan bir çukura döktüler. Kendi aralarında farklı bir dilde konuşuyorlardı. Adamlardan biri tam arkasını döndüğünde, karşısına çıktım ve büyük bir çığlık attı. Diğer iki adam da beni görüp oldukça korktu çünkü maskeden yüzüm gözükmüyordu. Diğer yöne koşmaya çalıştıklarında ise Melek yolu tutmuştu. "Dilimi anlıyor musunuz?" Diye sordum. Adamlar anlamadığım şekilde konuşmaya devam ediyordu. Aynı soruyu Arapça sordum ve yine anlamadılar. Melek'e baktığımda, İngilizce konuşmaya başladı. İçlerinden biri cevap verdi. "Tanrı'nın gazabı üzerine olsun bırakın bizi şeytanlar" dedi ve dua okuyup istavroz çıkardı. "Biz birini arıyoruz size zarar vermeyeceğiz" dedim İngilizce. "Büyük Dougal sizi sağ bırakmaz bırak bizi kafir şeytan" adamlar harbi harbi bizi şeytan sanıyordu. "Bir kadını arıyorum. Bizim gibi giyinmiş bir kadın gördün mü? Söylersen sizi bırakırız." "Günahkar bir kadın olmaz bizim klanımızda" diyerek beni öldürecek gibi bakıyordu ama korkusu da had safhadaydı. "Tuğra diye birini tanıyor musun?" Diye sordu Melek. Adamın bir anda gözleri kocaman açıldı. İşte sonunda onu bulmuştum. "Onu alın ve gidin kalede şu an. Buradaki insanlar tanrıya hizmet eder. Bir daha gelmeyin buraya!" Diyen adam tekrar istavroz çıkardı. "Kalenizden yetkili biriyle görüşmemiz gerek. Ayrıca biz insanız hey Allah'ım" dedim ve maskemi sıyırıp yüzümü gösterdim. "Beyimize söylerim ama sizinle görüşür mü bilmem" adam yüzümü görünce biraz daha rahatlamıştı. Diğer adamlar yere çökmüş korkudan bize bakmıyordu bile. Yerdekilerden birini işaret ettim. "Şu adam gidip haber versin ve yetkili biri buraya gelsin" adam söylediklerimi yerdekine çevirince, adam koşa koşa kaleye gitti. Bir süre beklediğimizde, kalede büyük bir ses duydum. Borazan gibi bir şey öttürmüşlerdi. Gözcü kulübesinde bekleyen adamlar da kılıçları ve okları çekmiş, etrafa bakıyorlardı. Bir süre sonra kalenin büyük kapısı açıldı ve birkaç atlı ile gönderdiğim adam bize doğru gelmeye başladı. En başta siyah bir atta gelen adam; örgülü saçları, yeşil eteği ve keten gömleğiyle devasa duruyordu. Göktürk komutanımın bile iki katıydı. Görüş açımıza girdikleri an, uzakta atını durdurup arkasındaki adamlarına bir şeyler söyledi. Onun sözleriyle adamlar kılıçları indirdi ama hepsi temkinli duruyordu. İri adam, gözlerini kısarak attan indi ve Melek ile kıyafetlerimizi uzun uzun süzdü. "Topraklarımda ne arıyorsunuz yabancı?" Diye sordu İngilizce. Neden direkt İngilizce konuşmuştu ki. Sanırım giden adam ona İngilizce konuştuğumuzu söylemiş olmalıydı. "Buraya nasıl geldiğimizi bilmiyoruz, kaybolduk. Bir arkadaşımızı ararken kendimizi burada bulduk" dedim. Hiçbirinde ateşli silah yoktu. Bizimse elimizde benim keskin nişancım. Tuğra'nın çantası ve içinde onun taramalı silahı ile Melek'in taramalısı. Yettiğince mühimmat ve beylik tabancalarımızın yani sıra bıçaklarımız vardı. 2 kişi dahi olsak üstünlük bizdeydi. "Nerelisiniz?" Diye sordu arkadaki sarışın adam. "Türküz!" Dediğimde, iri adam sarışın adamla bakıştı. "Quany'in dostları mısınız?" Diye sordu iri adam. "Hayır biz bir kadını arıyoruz!" Dediğimde sarışınla tekrar bakıştılar. "Bakın, niyetimiz kimseye zarar vermek değil. Arkadaşımızı bulup geri döneceğiz. İsmi Tuğra Duman, onu tanıyor musunuz?" İri adamın bakışları kararmıştı. "Tuğra diye bir kadın tanıyoruz. Duman ismini bize söylemedi" diye cevap verdi. Duman zaten soy ismiydi! "Benimle gelin, aradığınız kadın bizimle." diyerek arkadaki adama bir işaret verdi. Adam atından inerek atını bize yaklaştırıp binmemizi işaret etti. Öne Melek arkasına ben binerek iri adamın peşine takılıp kaleye doğru ilerledik... |
0% |