Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm

@ebrumelek

Birlikte kaleye yolculuk çok gergin geçiyordu çünkü tüm bakışlar üstümüzdeydi. Surlarda bekleyen askerler savaşa hazır gibi duruyorlardı. Melek'in de benim de berelerimiz ve gözlüklerimiz yüzümüzdeydi. Bu adamlar neden böyle bir örnek giyiniyorlardı ki?


"Emriniz nedir komutanım?"


"Tuğra içeride yoksa hepsini öldürüp çıkacağız. Konuşma işini bana bırak" dedim sessizce. Melek, belli belirsiz kafasını salladı ve kapıdan içeriye girdik.


İçeride kırmızı renkte etek giymiş adamlar da vardı ama çoğunluğun rengi yeşildi. Surların ilerisinde küçük, tek katlı ahşaptan evler ve büyük bir kale vardı. Kalenin en tepesinde yine yeşil renkte bir bayrak tarzı bir bez asılmıştı. Bahçe oldukça güzel ve genişti. Az ileride tribün tarzı bir yapı vardı. Bahçedeki insanların hepsi erkekti.


İri adam hızla kalenin kapısının önüne gelerek atından indi. Diğerleri de onu takip edip indiğinde biz de attan indik. İri adam, eliyle kalenin içini işaret ettiğinde, adamlardan birine seslendi. Anlamadığım kelimeler içinde 'Tuğra' kelimesini seçmiştim. Adam eliyle bahçede bir yeri işaret ettiğinde, iri adam ona tekrar bir şey söyleyip kalenin içine girdi. Melek ile birlikte içeriye girdiğimizde merdivenlere yönelen adamı takip ettik. Arkamızdan sarışın olan adamda geliyordu. Bu kale çok yeniydi ayrıca çok eski. Model olarak eşyalar eski modeldi ama eşyalar çok yeni duruyordu.


2. Kata çıktığımızda bir odaya giren örgülü iri adamın peşinden girip sandalyelere oturduk. Sarışın adamda içeri girip kapıyı ardından kapattı ve tam karşımızda ayakta beklemeye başladı. İki adamın da gözleri sürekli silahlarımızdaydı. Sarışın adam belindeki bıçağının kabzasını kavramış bekliyordu.


"Tuğra'ya haber gönderdim birazdan gelecek. Siz hangi ülkeden geliyorsunuz?"


"Türkiye" dediğimde yine iki adam bakıştı. İri olan kaşlarını çatarak bize baktı. O esnada gözlüğümü çıkartıp kafamın üzerine taktım ve beremi boynuma kadar sıyırıp yüzümü açığa çıkardım. Melek, yüzünü açmamıştı ki onun açmasını şu an istemiyordum.


"Türkiye?" Diyen iri adam parmaklarını masaya vurmaya başladı. Gözleri kıyafetlerimizde geziniyor ve oldukça düşünceli gözüküyordu.


"Biz Türk askeriyiz, Tuğra komutanımı zorla mı alıkoyuyorsunuz?" Melek dayanamamış olacak ki sert bir üslupla konuştu. Söyledikleriyle iri adamın dudağının kenarı kırıldı.


"Komutanın?" Diye sordu ve parmakları daha hızlı bir tempoyla masaya vurmaya başladı. Tüm parmaklarını sırayla vurup duruyor ve beni kızdırıyordu. Tuğra'nın gelmediği her an alnının ortasına mermiyi yiyebilirdi.


Koridordan gelen koşma sesleri ve aynı anda kapının hızla açılmasıyla, kafamı kapıya çevirdim.


Tuğra, iğrenç bir elbise ve topuz yaptığı saçlarıyla karşımda duruyor, şokla bize bakıyordu. Önce üniformamıza, en son yüzüme baktığında bir damla gözyaşı akıttığını gördüm.


"TUĞRA!" Diyerek ayağa firlamamla üstüne atlayıp sarılmam aynı anda oldu. Tuğra'dan aynı karşılığı gördüğümde daha sıkı sarıldım. Ondan ayrıldığımda, ağlamamak için kendimi çok zor tutuyordum.


"Burada ne işiniz var Emir, neden geldin peşimden" Diye sorduğunda kaşlarımı çatıp ellerini tuttum.


"Unuttun mu! Ölüme birlikte, yaşama birlikte Tuğra. Sen nereye ben oraya, ben nereye sen oraya. Hadi buradan gidelim" diyerek çavuş Melek'e baktım. O da bakışımla ayaklanıp beresini çıkartıp siyah saçlarını açığa çıkardı. İki adam da hâlâ aynı pozisyonda durmuş bizi izliyorlardı.


"Çavuş-majör Melek Türkmen, emir ve görüşlerinize hazırız komutanım" diye Tuğra'ya tekmil veren Melek ile ben de tekmil için elimi alnıma koydum. Tuğra, benden daha üst rütbe bir subaydı.


"Astsubay kıdemli çavuş Emir Yonca, emir ve görüşlerinize hazırız komutanım. Görev başarı ile tamamlanmıştır" Tuğra'nın karşısında tekmil verdiğimizde onun tavrı kafamı karıştırmıştı. Tuğra oldukça tedirgin bakıyordu ve bakışları sürekli iri adama kayıyordu.


"Rahat" dedi bizim gibi Türkçe konuşarak ve İngilizce devam etti.


"Lordum, bunlar benim arkadaşlarım. İzninizle bu kalede bizimle kalabilirler mi?" Tuğra o iri adama neden lordum diyordu ve neden kibar konuşuyordu?


"Quany'in de onları görünce oldukça sevineceğini düşünüyorum. Onlar benim misafirim!" Diye devam etti. İri adam konuşmadan kısık gözlerle Tuğra'ya bakıyordu.


"Sen onların komutanı mısın? Asker misin?" Diye sordu.


"Bunları daha sonra cevaplamak istiyorum. Uzun bir yoldan geldiler ve onlarla şimdi vakit geçirebilir miyim?" İri adam bir şey söylemeden çenesindeki sakalları kaşıdı ve kafasını olumlu anlamda salladı. Tuğra tedirgindi! Bana bakarak kapıyı işaret edince birlikte odadan çıktık.


"Neler oluyor Tuğra hadi eve gidelim" dedim ama beni duymadan etrafa bakarak hızlı hızlı yürüyordu. Bir odanın önüne gelip kapıyı açtı ve içeriye girince hızla kapattı.


Tuğra bana tekrar sarıldı. Benden ayrılıp Melek'e de sarılıp geri çekildi.


"Nerede olduğunuz hakkında bir fikriniz yok değil mi? O mağaraya hiç girmemeliydin Emir" diyerek odada volta atmaya başladı.


"Neredeyiz? Merak etme Göktürk komutanım nerede olduğumuzu biliyor. Mağaranın girişinden onlar sığmadığı için geçemediler ama duvarı şimdiye kırmışlardır"


"Ne duvarı kırması!" Diye yüksek sesle bağırınca ona geliş maceramızın kısa bir özetini geçtim. Melek ise pencereye ilerlemiş dışarıyı izliyordu.


"Anlamıyorsun, o duvarı kırarlarsa bir daha geri dönemeyiz! Emir biz İskoçya'dayız!" Diye sesini yükselttiğinde bir kahkaha attım. Buradaki adamlar İskoçlar gibi giyinse de İskoçya'da olmamızın mümkünatı yoktu.


"Ne o bir çeşit tiyatro oyunu mu sergiliyorlar? Ne İskoçya'sı Tuğra sıyırdın mı kafayı?"


Sonra, Tuğra'nın ağzından 1 sene boyunca aklımdan asla çıkmayacak o cümle döküldü...


"Emir, 1700 yılında İskoçya'da bir klandayız. Zamanda yolculuk yaptınız, benim gibi...."


Loading...
0%