@ebrumelek
|
Neler oluyordu, anlayamıyordum. Az önce resmen savaşın ortasındaydım. Savaşın gürültüsünden çıktığım bu gizemli atmosferde, adeta bir zaman tünelinden geçmişim gibiydi. Arkamdaki mağara, az önce çatışma içinde olduğum kamp alanına dair bir ipucu taşıyabilirdi. Ancak bu gizemli adamların niçin burada oldukları ve neden beni 'İngiliz kadını' olarak nitelendirdikleri, cevap bekleyen soruların birer parçasıydı. "Arkamdaki mağaranın diğer kısmından girdim. Arkadaşlarım birazdan beni bulurlar" dedim İngilizce. Otoriter görünen adamın sorgulayıcı bakışları ıslak kıyafetlerimdeydi hâlâ. "Yakın bir yerde su kaynağı yok. Nerede ıslandın?" Diye sordu sarışın adam. "Benim gidip arkadaşlarımı bulmam lazım" dedim sorularını es geçerek. Bir adım atıp onları yokladım. Eğer gitmeme itiraz ederlerse, üzülerek bu tuhaf adamları öldürmek zorunda kalacaktım. Bir an gözlerimi kısarak, iri adamın dik duruşunu ve diğerlerinin sessizliğini inceledim. Bu sahne, bir gizem perdesinin aralanmaya başladığı bir an gibi hissettirdi. Boğuk sesin yönlendirdiği bu garip atmosfer içinde, geri çekilirken bu insanların buradaki varlıklarının sırrını çözmek isteğim daha da güçlenmişti. Giderken arkamdan o boğuk sesi tekrar duydum. "Burası tehlikelidir küçük kız. Dikkatli ol" Sağ ol ya, asıl tehlike benim. Burası bir ormansa, ben yırtıcıyım. 'Türk mü, o da ne?' Dedikleri an düşmanlığımı ve merakımı kazanmışlardı zaten. Sanırım bu insanlar, şu teknoloji karşıtı tarzdaki kabilelerdendi. Adamlar ormanda resmen çıplak geziyorlardı. Altlarını saran sadece etek benzeri kilt vardı. Vücutlarını boyasalar ne yazar. Manyaklar! 🌿 Uzun bir süredir aynı noktada dönüp duruyordum. Gökyüzü artık karanlık bir örtüyle kaplıydı. Kafam, içsel bir karmaşanın içinde kaybolmuştu... Herhangi bir kamp alanı, mermi izi veya kahverengi kurak toprak belirtisi yoktu. Her yönde, göz alabildiğine yeşil ve tonları hakimdi. Adeta balta girmemiş, doğanın el değmemiş eseri olan bir ormandaydım. Neredeydim? Inverness demişti, burası neresiydi? Kulaklığımı defalarca denedim, sessizlikten başka bir şey yoktu. Uydu telefonumdan da hiçbir sinyal alamıyordum. Artık sinirlerim gerilmişti. İlk geldiğim mağaraya tekrar tekrar daldım, ancak Abdi'nin cesedi ya da mağaranın içindeki bir çıkış yolu bulma şansım yoktu. Gördüğüm tek şey, insan kalıntılarına ait olduğunu düşündüğüm iskeletlerdi. Bir ara yanlış mağaraya mı girdim diye düşündüm. İlk ziyaretimdeki mağara adeta ortadan kaybolmuş gibiydi, ya da belki de ben aklımı kaybetmiştim. Elimde sadece 3 mermi bulunan silahımla ve komando bıçağımla, bu tuhaf yerde kendi başıma kalmıştım. Ağacın gölgesinde oturup mataramdan son damla suyu içtim. Susuzluğun pençesinden kurtulmak için çaresizce çevreyi gözden geçirdim, ancak hiçbir su kaynağı belirtisi yoktu. Ormanın sessizliği içinde yalnızca kuş sesleri ve hafif rüzgarın şarkısı vardı. Her yöne bakışım, aynı yeşil örtünün devam ettiğini gösteriyordu. Belirsizlik içinde, susuzluğun acısı ve bu tuhaf ormanın gizemi arasında sıkışmış gibiydim. Ayağa kalkıp bıçağımla ağaçta küçük bir oyuk açtım. Önceden yerde bulduğum bir dalın ortasını oyarak obruk şekline getirmiştim. Açtığım deliğe obruğu sokarak altına ağacın kenarlarındaki esnek otları sararak bir düğüm attım. Mataramı ise bu düğüm şeklindeki ota sıkıştırarak, oraya sabitledim ve yere oturup beklemeye başladım. Birazdan ağaçtaki oyduğum delikten matarama biraz da olsa su akardı. Anlamadığım şey, neredeydi bu yerleşim yerleri. Resmen uçsuz bucaksız bir ormana gelmiştim. Buraya nasıl geldim, bilmiyordum. Yürüyüş sırasında kafamda ufak bir harita da çıkartmıştım. Yok etme görevi olarak timimle buraya gelmeden önce, tüm bölgeyi ezberlesem de böyle bir orman yoktu, çok emindim. Bu ormanın da sonu yok gibiydi. Mataramı kontrol etmek için ayağa kalktım. Hava henüz kararmasa da oldukça soğumuştu. Yürürken kıyafetlerim birazda olsa kurusa da hâlâ ıslaktım. Karanlık çökmeden ateş yakmaktan başka çarem yoktu. Mataramın 4te 1lik kısmının dolduğunu görünce, sevinçle üç dört yudum su içerek dudaklarımı ıslattım. Üzerinde 'Tuğra Duman, Pençe, 2025' yazan mataram, bana doğum günümde timimin hediyesiydi. Aslında gerçek doğum günümü bilmiyordum. Yurdun kapısının önünde bulunduğumda, doktorlar 2 aylık olduğumu tahmin ediyorlarmış ve ona göre mayıs ayında doğduğum bilgisine sahiptim. Doğum günüm için günü kendim seçmiş, mayısın tam ortasını düşünüp 15 Mayıs tarihini doğum günüm ilan etmiştim. Yurt görevlileri beni bulduklarında yakamda, altından büyük bir Osmanlı tuğrası broşu varmış. Bu yüzden yurt müdürü bana tuğralı bebek diye seslenirken ismim Tuğra olmuş. Broşumu ise hayat boyu yanımda taşımıştım. Şu an da kolyeye çevirmiş, boynumda künyemin altında asılıydı. Mataramı ağaç dalına asarak dolmasını bekledim. Etrafa göz gezdirdim ve ileride büyük kaya parçalarını fark ederek adımlarımı o yöne doğru attım. Kayaların ortasındaki boşluk, ateş yakmak için oldukça uygun bir alan olarak gözüktü. Pantolonumun fermuarlı gözünden çıkardığım, Göktürk komutanımın hediyesi 2007 yılında üretilmiş özel seri Zippo çakmağımın suya dayanıklı olduğunu hatırlayarak hafif bir tebessümle baktım ve çevredeki küçük dalları toplamaya başladım. Her şeyi hazırlayıp üçgen şeklinde oluşturduğum dallardan küçük bir tanesini elime aldım ve çakmakla tutuşturdum. Odunların etrafına taşları dizerek ateşin içeride kalmasını sağladım. Bir süre daha uğraşıp ateşi iyice harladım ve etrafıma baktım. Yalnız olduğuma emin olarak, kamuflajımı çıkartmaya başladım. Kamuflajımın cebinde, Emir'in verdiği bir paket bitter çikolatam vardı. Açlık şu an çok bastırmamıştı o yüzden çikolatayı açmamaya karar vererek kenara koydum. Ateşin etrafında rahatça otururken, ormanın sessizliği etrafı sarhoş edercesine boğuyordu. Çıplak ayaklarım çimenlere değerken, ateşin yanında giydiğim kuruyan kamuflajımın sıcaklığı beni rahatlatıyordu. Çıkardığım ıslak iç çamaşırlarımın hafif esintiyle kurumasını beklerken, kendimi bu doğa harikası ormanda yalnız, ancak bir o kadar da huzurlu hissediyordum. Bir yandan etrafı gözlemleyip, diğer yandan kampta rahatça giyinebilmek için hazırlıklarımı sürdürüyordum. Kamuflajın kuruduktan sonra iç çamaşırlarımı giymemle birlikte, bu gizemli ormanda hayatta kalmak için daha da hazır hissediyordum. Kıyafetler tamamen kuruyunca, yorgunluk da çökmüştü. Üzerimi giyinip tekrar mataramın olduğu ağaca gittim. Dolu olduğunu görüp gülümsedim ve kana kana su içerek bu ağacı artık rahat bırakmaya karar verdim ve ileride başka bir ağaca da aynı işlemi yaparak mataramı astım. Sabaha kadar dolardı ve ben de idare ederdim. Ateşin olduğu yere tekrar gittim. Hava artık neredeyse kararmıştı. Gökyüzü, ateşin yarattığı huzurlu ışığın altında giderek karanlığa bürünüyordu. Kayalıkların serin dokusuna uzanarak gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. Binlerce yıldız, siyah örtüyü süsleyen ışıltılarıyla büyüleyici bir tablo oluşturuyordu. Sanki parmak uçlarımla dokunabileceğim kadar yakındılar. Yavaşça gözlerimi kapattım, sessizliği dinleyerek derin düşüncelere daldım. Inverness... Üzerinde durmadığım bu adı düşündüm. Bana bir yerden tanıdık geliyordu. Başka bir ülkeye mi gelmiştim yani? Bu resmen saçmalıktı. Kafamdaki soru işaretlerine her geçen saniye bir yenisi daha ekleniyordu. Avrupa'daki birçok ülkeyi gezmiştim. Amerika'nın bir çok eyaletini de bilirdim ama böyle bir şehir ya da ülke adı net hatırlayamıyordum. Neredeydim ben? O adamlar neden kilt giyiyordu? Başka bir ülkede olduğumu düşündüğümden beri şu kilt olayı beni strese sokuyordu çünkü kilt giyen tek bir ülke biliyordum, İskoçya... Yani şimdi mantığım doğruysa ben o mağarada nasıl olduğunu aklım almayacak şekilde İskoçya’ya gelmiştim. İskoçya hakkındaki tüm bilgilerimi düşündüm. Kral James döneminde Birleşik Krallığa bağlanmıştı. Bu sebeple resmi dilleri İngilizceydi. Bazı bölgelerde yerel halk eski dillerini yani Galceyi konuşmaya devam ediyorlardı. O zaman bu günkü adamların konuşmaları da bu dil olmalıydı. Buraya nasıl geldiğimi düşünmeyi bırakıp bu ormandan çıkmam gerektiğini düşündüm. Türk konsolosluğuna ulaşırsam durumumu bildirip ülkeme uçakla dönebilirdim. Üzerimde bir lira bile olmadığı için komutanlarım gidiş kısmını hallederdi. Kamuflajlarımla bu ülkeye gelmem büyük sıkıntı olacaktı ama siyasi şekilde komutanlarım hallederdi artık. Bu gece bu ormanda kalmalı, yarın erkenden yola çıkmalıydım. Bu yerdeki belirsizlik, içimi bir tedirginlikle dolduruyordu. Bilinmezliğin sebep olduğu bu endişe, bir an önce bir köy ya da şehre ulaşıp konsolosluğa gitme düşüncemi pekiştiriyordu. Ülkeme durumu nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Birçok ülkeyi gezip görmüş olabilirim, ancak İskoçya daha önce ayak basmadığım bir topraktı. Bu düşünceler içinde bir kahkaha patlattım, sanki delirmiş gibiydim. Geçen sene başıma gelen talihsiz olay, beynimi sıyırıp geçen bir kurşunla ilgiliydi. Belki de bu yaşadıklarım, o günün etkileriydi. Kendime gülmeyi bırakamadan tekrar yere uzandım, gökyüzüne bakarak kendi komikliğime gülmeye devam ettim. "Ulan Abdi, ulan Abdi" diye mırıldandım. *** Sabah güneşinin ışıkları, uykusuz geçen bir gecenin ardından gözlerimi yavaşça açtı. Derin bir uykuya dalmadan önce tek gözümü aralık tutarak uykuya dalıvermiştim. En azından bir miktar dinlenme fırsatı bulmuştum. Karnımdaki açlık hissiyle uyanınca, yattığım yerden doğruldum ve çevreme dikkatlice göz attım. Tavşan veya başka bir av bulmak gerekebilirdi, ancak bir süre daha açlık çekebilirim düşüncesiyle bu fikri bir kenara bıraktım. Hemen yola koyulmalı ve bir an önce konsolosluğa ulaşmalıydım. Mataramın yanına gidince, neredeyse tamamen dolduğunu görüp gülümsedim. Kana kana yarısına kadar içtiğim matarayı tekrar belime astım ve yola koyularak rastgele seçtiğim yönde ilerledim. Bir süre yürümeye devam ederken, izlenildiğim hissine kapıldım. Bozuntuya vermeden yürümeye devam ettim ama her an tetikteydim. Arkamdan gelen iki kişi vardı. Sessiz olmaya çalışıyor ama beceremiyorlardı. İyice bana yaklaşmalarını bekleyip, mesafeyi ayarlayınca karşımdaki ağaca hızla koşup gövdesine ayağımla basarak kendimi havada takla attırdım ve gelen kişilerin arkasına geçerek birinin boynuna bıçağımı dayadım. "Kimsiniz siz?" Dedim. Sonra aklıma gelenle aynı soruyu İngilizce olarak sordum. Ancak adamlarda hâlâ anlama belirtisi yoktu. Yerel halktan olmalıydılar. Konsolosluğa ulaşana kadar bela istemiyordum. Adamlar anlamadığım sözler söylüyorlardı. Diğer adam, sanırım arkadaşını bırakmamı söylüyordu ama dediklerini anlamıyordum ki. Bıçağı adamın boynundan çekerek onu ileriye savurdum. Yere düşen adamı, arkadaşı kaldırdı ve koşarak kaçmaya başladılar. İşte şimdi yandık, ülkeyi birbirine katmadan gitmem gerekiyordu. Adamlar koşarken arkalarından bakıyordum. Oldukça korkmuş gibilerdi. Benden çok daha iri adamların bu şekilde korkup kaçması bir yandan komik dursa da, bulunduğum ortama bakarak sıkıntılı bir nefes verdim. Halbuki sinsice yaklaşmasalar, kaçmasalar ve beni anlasalar, şehre nasıl gidebileceğimi sorabilirdim. Ormanın bu kısmına insanlar geliyorsa, buraya yakın bir yerleşim yeri de vardır diye düşündüm ve doğru yolda olduğuma emin olarak ilerlemeye devam ettim. Bir yarım saat kadar daha yürüdüğümde, karşıdan yine ayak sesleri duyup bu sefer mutlu oldum. Sonunda insanlara ulaşmıştım ve bu ormandan kurtulacaktım. Seslerin bana yaklaşmasını beklerken yere oturdum. Sesler yaklaştıkça, at sesleri de gelmeye başladı. Demek ki burada binek olarak atı tercih ediyorlardı. Görüş açıma girdiklerinde, bunların mağaradan ilk çıktığımda gördüğüm adamlar olduğunu fark ettim. Ancak bu sefer üç kişilerdi. Yeşil gözlü olanda buradaydı. Beni gördüklerinde, atlarını durdurdular. Adamlar atın üstünde dev gibi duruyorlardı. Bu sefer yüzlerinde siyah boyalar yoktu. Yeşil gözlü adamın bu haliyle daha insancıl olduğunu düşünüp yavaşça ayağa kalktım. "Hâlâ yaşıyorsun" dedi boğuk sesiyle İngilizce konuşarak. Bu adamın aksanı da bir garipti. "Ben kayboldum, şehire kadar gitmemde yardım eder misiniz?" Dedim bir umut. Yeşil gözlü adam düşünceli gözüküyordu. Bakışları yine kıyafetlerimi süzdüğünde, gözlerine yumruk atmak istedim. O ise söylediğim şeyi düşünüyor gibi bakmaya başladı. Hadi ama insanlık ölmedi ya? "Hangi şehire gideceksiniz leydim?" Diye sırıtarak soran diğer sarışın adama kaydı gözlerim. Bunlar benimle dalga falan mı geçiyorlardı yoksa? "En yakın şehre ulaşmamda yardım ederseniz, gerisini ben hallederim" dedim sert bir tonda. Yardım etmeyeceklerse beni oyalamasınlardı. Yeşil gözlü adam, atıyla yavaşça gelerek tam karşımda durdu. İstemeden gerildim. Adamda farklı bir otorite vardı. Gözlerimi dikerek bakmaya da devam ettim. İçten gerilsem de bunu asla yansıtmazdım. Sanki beni ölçüp tartan gibi bakan adam, kafasıyla atını işaret edince ne demek istediğini anladım. Atına binmemi söylüyordu. Şehire gidene kadar bu adama katlanırım diye düşünüp atına daha da yaklaştım ve adamın arkasına kendimi attım. Ben ata binerken elini bile uzatıp yardım etmemişti hödük. Adama dokunmamak için büyük çaba harcadım ve eyeri bile olmayan atta, ellerimi arkaya atarak bacaklarımı sıktım. Bu şekilde ilerlemeye başladık. Dev adam, atı zaten yavaş sürerken bir süre sonra daha da yavaşlattı. Diğerleri çoktan hızlanıp arayı açmışlardı bile. Kafasını hafif yana çevirdi. "Hızlanmamız gerek küçük kız, az kaldı. Bana tutun yoksa düşersin" ne değişik bir aksanı vardı. Dediğini yaparak parmak uçlarımla adamın beline hafifçe tutundum. Ormanda dans eden gölgeler, yandan aydınlatılan yüzünü daha belirgin kıldı. Sert hatları, derin ifadesi ve gizemle yüklü gözleri, adeta bir sanat eserini anımsatıyordu. Bir tabloya bakar gibi detayları gözden kaçırmadan inceledim. Yüzündeki boya olmadan, ormanın doğal atmosferindeki çekiciliğini fark ettim. Dehşet verici bir yakışıklılıkla donanmış olan adam, doğanın içinde bir anı gibi duruyordu. Maşallah maşallah diyerek kafamı ondan başka her yere çevirdim, ancak bu kısa anın güzelliği, hafızamda iz bırakmıştı. Ormandan çıktığımızda, karşımda gördüğüm devasa kaleyle gözlerimi büyüttüm. Kale çevresindeki nöbet tutan askerler, sanki geçmişle günümüzün iç içe geçmiş olduğu bir tabloyu andırıyordu. Bu yerel halkın geleneklere olan bağlılığı oldukça dikkat çekiciydi. Ancak çevreye göz gezdirdiğimde, teknolojinin izlerini hiç görmemek şaşkınlığa sebep oldu. Kalede duyduğum yabancı bir dilde bağırış, hemen ardından dev kapının açılmasıyla birleşti. Atlı bir adamla birlikte kapıdan hızla geçerken, etrafı inceleyip dumura uğramış bir haldeydim. Bu mekan sanki bir film setini andırıyordu. Renkli kumaşlar ve göz alıcı tonlar adeta büyüleyici bir resim oluşturuyordu. İskoçya'nın yerel köylerinden birinde olmalıydım. Ancak herkesin bana tuhaf bakışlar attığını fark edip gözlerimi kaçırdım. "Kusura bakmayın sizi böyle rahatsız ettim ama benim bir arabaya ihtiyacım var. Konsolosluğa gitmem lazım. Telefonlarım da çekmiyor. Telefonunuzu rica edebilir miyim?" Diye sordum. Sonuçta adam bana yardım etmişti kibar davranmak lazım. Allah'tan askeri üniformayı neden giydiğimi sormamıştı. Daha ben açıklayamıyordum, insanlara nasıl açıklayacaktım ki. Bana tuhaf bakışlar atan deve, cevap bekleyerek baktım. Alt tarafı bir telefon istedik. Göktürk komutanımı veya albayı arasam, yaşadığımı bilseler yeterdi. Mağaradan çıkınca kendimi bu ülkenin köyünde bulduğumu bir şekilde açıklayacaktım artık. "Bahsettiğin şeyleri tam olarak anlayamasam da gitmek istediğini anlıyorum. Sağ salim gitmen için gerekli araçlar sağlanacaktır merak etmeyin" dediğinde attan da aşağıya inmiştim. Etrafıma tekrar göz atarak kafamı salladım. "Önemli değil, buraya kadar getirdiğiniz için teşekkür ederim" dediğimde yanımıza genç bir kız geldi. Dev adama kendi dillerinde bir şeyler söyledi. Dev de ona cevap vererek karşılıklı konuştular ama dev sinirli gibiydi. Kız ise gülümseyerek bana döndü. "Merhaba ben Alanna, kalemize hoş geldin. Benimle gelebilirsin," dedi sevecen ve cıvıl cıvıl bir ifadeyle. Dev adam bana bir daha bakmadan, sevimli kızla yanından uzaklaştık. Kalenin sağlam taş duvarları, olduğumuz yere uzanan geniş bir bahçeye açılıyordu. Bahçede kılıçlarla talim yapan askerlerin çıkardığı metalik sesler ve kalenin geniş bahçesinde neşe içinde koşuşturan çocukların kahkahaları birbirine karışıyordu. Bu manzara, kalenin sadece görkemli mimarisinden değil, aynı zamanda içindeki hayat dolu atmosferden de etkileyiciydi. Kalenin içine adım attığımda, tarihi atmosferi soluyarak etrafı inceledim. Eski eşyaların muazzam bir düzenle sergilendiği odalar, zamansız bir güzellik sunuyordu. Her bir detay, geçmişin izlerini günümüze taşıyan birer hazine gibiydi. Duvarlardaki resimler ve köşelere yerleştirilmiş büyük heykeller, buranın geçmişini anlatan sessiz tanıklardı. Modelleri eski olmasına rağmen, her bir eşya özenle korunmuş ve sanki yeni gibi duruyordu. Alanna, merdivenleri çıkarken, etrafımıza dağılmış gözlerle bakan insanları fark ettim. Askeri kamuflaj kıyafetimle dikkat çekiyordum. Konsolosluğa bu görünümle gelmemin ne anlama geldiğini açıklamak, gerçekten zor bir görev olacağa benziyordu. "İsmin nedir?" Diye sordu Alanna önde yürürken. "Tuğra" dedim sadece. Alanna ise durdu. "Tuggra mı?" Dedi dilinin dönmediği ismimle. "Tuğra, yumuşak telaffuz ediliyor" dedim yürümeye devam ederken. "İngiltere'ye çok gittim. Böyle bir isim hiç duymamıştım tam olarak nerelisin?" Neden herkes beni İngiliz sanıyordu ki? Tamam İngilizce konuşuyorduk iletişim kurarken ama her İngilizce konuşan İngiliz mi oluyordu? "İngiliz değilim ki Türk'üm" dedim. Yine aynı tepkiyi verir diye yüzüne sertçe baktım. "Türk mü?" Dediğinde ofladım. Türk evet Türk'leri bilmeyecek kadar cahil olamazlardı değil mi? "Tam olarak nerede ülken?" "Avrupa ve Asya kıtasında bulunuyor. Büyük çoğunluğu Asya kıtasında. Ülkem Türkiye, "Anadolu Yarımadası" üzerinde yer alan bir ülke" dediğimde kaşları derinden çatılmıştı. "Turcach!" diyerek aydınlanma yaşadı. Demek ki 'Türk' kelimesini bilmiyorlardı. Rahatlayarak nefes verdim. Sonunda anlamışlardı. "Sıradan biri değilsin. Böylesine bilgiler için eğitim almak gerekli. Ancak söylediğin ülke adını hiç duymadım. Benim bildiğim Turcach'ler Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşıyorlar" dediğinde gözlerimi kocaman açtım. "Evet biz zaten Osmanlı soyuyuz" dedim ama beni rahatsız eden bir şeyler vardı bu konuşmada. "Abim duymasın ama Osmanlı'ya hep hayran olmuşumdur. Ancak kral Mustafa epey toprak kaybetti geçen sene" dedi. ? "Anlayamadım kral Mustafa kim?" Dediğimde Alanna bana ciddi misin bakışı attı. "Siz farklı isim veriyordunuz, padişah değil mi? 2. Mustafa'dan bahsediyorum işte bilirsin" diyerek kapıya yürüdü. Kapının kolunu tuttuğunda, yüksek sesle "ALANNA!" Diye bağırdım. Kız yerinden sıçrayarak bana döndü. "Biz hangi yıldayız?" Diye sordum kalbimin ritmi tavan yapmışken. Kalbimin hızlı atışları, adeta kendi ritmiyle yarışıyordu. Nefes alıp verişim ise telaşlı bir melodi gibi boğazımdan geçiyordu. Hayatım boyunca ilk kez bu kadar yoğun bir panik hissiyle sarhoş olmuş gibiydim. Gözlerim, çaresizce cevap beklerken, saniyeler adeta saatler gibi geçiyordu. "1700, sen iyi misin Tuggra?" Dediğinde yanımdaki duvara tutunarak zorla ayakta kaldım. O kadar sıcak basmıştı ki, nefes alamadığımı hissettim. Kafamdaki ve boynumdaki beremi çıkartıp bal rengi, aralarda sarı ışıltılar olan saçlarımı açık bıraktım. Telaşla yanıma koşan kızın söylediklerini duymuyordum bile. Elim ayağım birbirine girmişti. Alanna, nereden aldığını göremediğim bir bardak suyu dudaklarıma uzatıp birilerine seslendi. Koridora telaşla gelen iki kız, beni kollarımdan tutarak odaya soktu ve yatağa oturmamı sağladılar. Biraz kendime geldiğimi hissettiğimde, kocaman gözlerle etrafa bakmaya başladım. 1700, 1700 mü demişti o? Bu saçmalık nasıl olur? "Tuggra, uzun süre bir şey yemedin sanırım ben hazırlatayım. İyi misin?" Diyen Alanna'ya kafa salladım ama iyi değildim, hiç iyi değildim. Buradan nasıl çıkacaktım? Odada yalnız kaldığımı fark edince, kendimi yatağa bırakıp komple uzandım ve tavandaki süslü avizelere baktım. Çok geniş bir odaydı burası. Bütün eşyaları tahtadan yapılmış, harika motiflerle süslenmişti. Odada yeşil ve beyaz tonları hakimdi. Gözlerimi kapatıp bu olanların bir rüya olmasını diledim. Kendimi uykunun kollarında buldum. 🌿 Küçücük bir tıkırtı duyduğumda hızla gözlerimi açtım ve hızla yatakta doğruldum. Karşımda korkmuş bakan Alanna'yı gördüm. Elinde bir tepsi vardı. "Uykun çok hafifmiş, seni uyandırmak istememiştim ama beni korkuttun" diyerek gülümsedi. Verdiğim tepkilerle sanırım deli falan olduğumu düşünüyordu. "Üzgünüm korkutmak istememiştim" "Yemek getirdim biraz atıştır. Abim seninle konuşmak istediğini söylemişti. Yemekten sonra seni onun çalışma odasına götüreceğim" dedi. "Abin kim?" Diye sordum. "Dougal Mclenan, bu klanın lideri. Seni buraya getiren adam" dediğinde karşımda yeşil gözler belirdi. Demek bir klandaydım. Ona bir açıklama yapmam gerekiyordu. Bir yalan uydurmalıydım çünkü yaşadıklarımı mantık çerçevesinde açıklayamazdım. "Yemek için teşekkürler" diyerek bana uzattığı tepsiyi aldım. Kurutulmuş et, biraz peynir, ekmek, haşlanmış yumurta yanında da süt vardı. Tepside yemekleri yavaşça yerken, bir şeyler düşünmeye başladım. Alanna karşıma oturmuş beni izliyor, bir şey soracak ama soramıyor gibiydi. "Sor hadi" dedim ağzımdaki lokmayı hızla çiğnerken. "Neden böyle erkek kıyafetleri giyindin bilmiyorum ama sana kendi dolabımdan bir şeyler ayarladım. Bana büyük gelen birkaç kıyafetim vardı bence sana olurlar" dediğinde Alanna'yı inceledim. Çok zayıf bir kızdı. Ben de zayıftım ama kaslıydım. Kaslarım çok abartı değildi ama beden ölçümü bir beden büyütüyordu. Burada kalacaksam, kamuflajımla daha fazla dolaşıp ilgiyi üzerime çekemezdim. "Teşekkür ederim Alanna" dedim ve yemeğimi bitirdim. "Gel hadi gidelim. Abimle konuştuktan sonra güzel bir banyo yapar öyle giyinirsin. Çalışma odası bir üst katta" dediğinde tepsiyi masaya bırakıp ayağa kalktım. Beremi ve boyunluğumu da elime alarak odadan çıktık. "Saçlarının rengi çok farklı" dedi Alanna yürürken. Saç rengim doğal, bal köpüğü rengiydi ama bir ay önce Emir yüzünden aralarına sarı ışıltılar attırmıştım. İddiaya girmiştik ve ben kaybetmiştim. Emir ise saçlarımı komple sarıya boyatmamı istemişti. Ben de ondan saçlarını sarıya boyatmasını isteyecektim ama ben kaybetmiştim. Hepsini boyatamam dediğimde küçük bir arbede çıkmış, aralarına sarı attırmakla anlaşmaya varmıştık. Alanna'ya cevap vermedim ama o hâlâ merakla, ışıl ışıl ela gözleriyle saçlarıma bakıyordu. Ne diyeceğimi bilemediğim için cevap vermemekte ısrarlı oldum. O da üstelemedi çok şükür. Büyük bir oda kapısının önünde durunca, iki kere tıklattı. İçeriden sert gelen ses "Gel" dedi. Alanna kapıyı açıp gülümseyerek içeriye girdi. "Selam abicim" diyerek bana döndü. "Odanın yerini biliyorsun, banyo suyu hazırlatmaya gidiyorum ben görüşürüz" diyerek odadan çıktı ve kapıyı arkasından kapattı. Büyük çalışma masasında, bu sefer üstü giyinik bir şekilde oturan dev adam, kafasını yaptığı işten kaldırıp bana baktı. Bakışları gözlerimden saçlarıma, yavaş yavaş kıyafetlerime, belimdeki silaha ve çeşitli eşyalarıma, ceplerime, postallarıma ve tekrar yukarıya çıkarak gözlerimde durdu. Eliyle sandalyeyi işaret edince, adım atıp sandalyeye oturdum. "Ben Dougal Mclenan, burası benim topraklarım ve sen benim topraklarımda kaybolduğunu söylemiştin. Aileni bulmak için yardım ederim. Bana kendini anlat, nereden geldin?" Diye sordu. Boğazımı temizleyip kafamda kurduğum hikayeyi anlatmaya başladım. "Osmanlı halkındanım. Babamla iş gezisi için İngiltere'ye gitmiştik. Ben babama işlerinde yardım ediyorum. Dönüş yolunda babamı öldürdüler ve ben kaçırıldım. Kendime geldiğimde o mağaranın önündeydim." "Arkadaşlarımı kaybettim demiştin?" Diye sordu şüpheci sesiyle. Bunu soracağını elbette ki biliyordum. "Sizi tanımadığım için başım tekrar belaya girmesin diye yakın yerlerde arkadaşlarım olduğunu söyledim" dediğimde tek kaşını indirip kamuflajıma tekrar baktı. Gözleri bir ara saçıma takılmıştı haklı olarak. Bu dönemde saç boyası olsa da, ombre, ışıltı tarzı şeyler yoktu. "Neden erkek gibi giyindin?" "Elbisemin altına giyinmiştim. Babam beni dövüşçü olarak yetiştirdi. Bunlar da talim sırasında giyindiğim özel dikilmiş kıyafetim." dedim. Başka bir açıklama bulamamıştım. "Seni ülkene geri gönderebilmem için kralla bu durumu görüşmem lazım. İsmin nedir?" "Tuğra" dedim yumuşak g'yi bastırarak. "Tuğra" Diye tekrarladığında, doğru telaffuz etmişti. "Bir süre misafirimizsin Tuğra, Mclenan klanına hoş geldin." |
0% |