Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Bölüm

@ebrumelek


"Kabul edeceğine emin gibisiniz?" Diye sordum. Dougal aklındaki çözümü anlattığında, tek takıldığım yer bu olmuştu.
"Edecek, oraya Arthur'la birlikte gitmeni istiyorum" Dougal'a olumlu anlamda kafamı salladım. Saat gece 2'yi biraz geçiyordu. Hemen yola çıkmazsam İngiliz kıza asla yetişemeyebilirdim.
"10 dakika sonra Arthur ahırların orada olsun. Bizimkilere siz açıklama yaparsınız" dediğimde Dougal kapıya doğru yürümeye başlamıştı bile. Zaman kısıtlıydı.
"Tuğra" dediğinde tekrar bana döndü. O bana resmî olarak hitap etmese de ben aramızdaki resmiyeti bozmamakta kararlıydım.
"Lütfen dikkatli ol" diye devam etti.
"Unutuyorsunuz, ben bir askerim lordum" alaycı bir tonla konuştuğumda, Dougal kafasını sallayıp odadan çıktı. Of keşke araba ya da motor olsaydı. O kadar saat at üzerinde nasıl gidecektim şimdi?
Dougal'ın odadan çıkmasının ardından hemen hazırlanmaya başladım. Kamuflajımı giyerek beremi burnuma kadar örttüm. Alanna, saçlarımı ince ince ördüğü için saçımla uğraşmadan mataramı, komando bıçağımı ve el fenerimi yanıma alarak odadan çıktım. Ortalıkta birkaç nöbetçi dışında kimse yoktu. Sessizce ahırlara doğru ilerledim. Arthur, ahırda atlardan birine eyer yerleştiriyordu. Sessizce yanına yaklaştığımda beni fark etmemişti.
"Kolay gelsin" dediğimde koskoca adam irkilerek hızla kılıcını kınından çıkartıp pozisyon alınca, gülmeden edemedim.
"Benim Tuğra" dedim gülmemin arasından. Burnunda hâlâ sargıyla komik gözüküyordu. Hele sinirli olmaya çalışırken o burnu nasıl kırdığımı hatırladığımda...
"Sizi fark edemedim efendim" diyerek kılıcını yerine koyarken mahcup gözüküyordu.
"Senin suçun değil Arthur, ben bu konuda iyiyim" Hiç mütevazi olamayacaktım.
Arthur, etrafına baktığında ben de çevreye göz attım. Kalenin kapısında bizi izleyen Dougal'ı fark ettim. Yanımıza gelmemesinin sebebini düşünmeden atın görüş açısında kalmaya devam ederek benden ürkmesini engellemeye çalıştım. Elimi uzatarak onu sevmeye başladığımda, gözlerini dikmiş bana bakıyordu ve bir tehlike olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. İstanbul'da Arnavutköy'de özel bir kulüpte at biniciliği dersi almıştım ve bunu eğitmenimden öğrenmiştim. Atlar, göz kontağında kalmanı bekler ve seni tartar demişti. Güvenlerini kazandığında ise üzerinden seni atmaz.
Atın üzerine bindiğimde biraz hareketlenen atın boynunu okşayarak şşş diye seslendim. At bu hareketimle tamamen sakinleşti. İnşallah eğitmenim haklıydı ve yolda beni üzerinden atmaya çalışmazdı. Babamın zamanında verdiği ders ücretlerinin boşuna olmamasını dileyerek hareket etmeye başladım.
"Dougal bana at biniciliğinde iyi olmadığınızı söyledi. Bu yüzden kar topunu sizin için seçtim. O size sorun çıkarmaz efendim. Kendisi en uysal atlardandır."
"Kar topumu? Bu atın renginin kahverengi olduğunu görüyorsundur umarım?" Diyerek şaşkınlıkla Arthur'a döndüm. Hemen yan tarafımda atıyla hareket ediyordu.
"Büyük Dougal ona bu ismi uygun gördü efendim" dediğinde gülümseyerek kalenin kapısına bakışlarımı çevirdim. Dougal, hâlâ aynı pozisyonda bizi izliyordu.
"Teşekkürler Arthur. Hemen yola çıkmamız gerekiyor hadi gidelim" dediğimde Arthur kafasını sallayarak atını hızlandırdı. Eyersiz bindiğini fark ederek şokla gözlerimi açtım. Eyerle bile bir taraflarıma kramp girerdi benim.
Surların ana kapısına geldiğimizde, kapıdaki nöbetçiler soru sormadan dış kapıyı açmışlardı bile. Kalenin ana kapısından çıkarken, kafamı arkaya çevirip Dougal'a baktım. Karanlıkta yüz hatları net belli olmasa bile ay ışığında parlayan delici bakışları çok netti. Kalenin belli bölgelerinde yanan meşalelerdeki ateşlerin ışığı yine gözlerine vuruyordu ve gözlerinin de alev gibi yanmasını sağlıyordu. Göz kontağımı sonlandırarak tekrar önüme döndüm ve Arthur'un hemen arkasından hızla ilerledim.
🌿
Gideceğimiz ilk yer Boyd klanıydı. Oradaki işimi halledebilirsem gönül rahatlığıyla bizimkilerle belirlenen buluşma noktasında buluşarak İngiliz kızın yanına gidecektik. Büyük ihtimal Emir ve Melek planın değiştiğini öğrenerek sinir küplerine dönmüşlerdi. Ancak Dougal'ın ricasını da kıramazdım. Gerçi nedense onun rica etmesi yüzünden mi böyle koşturarak Boyd klanına sürüyordum bilmiyordum. Sadece içimden, tüm kalbimle bu planın olumlu olmasını istiyordum.
Arthur'un söylediği kadarıyla Boyd klanı, bizim klana yaklaşık 2 saat uzaklıkta ve en yakın klan toprağına sahipti. Sınır komşularıydık yani. Dost toprakları olduğu için yolculuğumuz sorunsuz geçiyordu. Dinlenmek için hiç mola vermedik. Susadığımda mataramdan suyumu içerek yolculuğa devam ettim ama at binmeye alışkın olmayan bacak ve kalça kaslarım acımaya başlamışlardı bile. Yine de sesimi çıkartmadan Arthur'a ayak uydurdum. Benim aksime o, su bile içmeden yola devam ediyordu.
Orman yolundan çıkarak dümdüz bir ovaya ulaştık. Gerçekten manzara gece bile göz alıcıydı. Ağaçlar çok sık değildi ve yerler renk renk çiçeklerle çevriliydi. Çevredeki güzelliklere dalmışken, ileride duyduğum at sesleriyle kafamı karşıya çevirdim. Mor renk kilte sahip 5 atlı bize doğru geliyordu. Arthur, benden biraz daha öne çıkarak önümde atını sürmeye başladı. Karşıdan gelen adamlar değişik sesler çıkartarak atlarını durdurdular. Arthur'da yavaşlayınca, ben de mecbur atımı yavaşlattım. Arthur rahat gözüktüğü için vücudum alarm vermedi ama yine de temkini elden bırakmadım. Tam karşı karşıya geldiğimizde hepimiz artık tamamen durmuştuk.
"Efendi Arthur, yolculuk nereye?" Diye soran mor kiltli adamlardan birine, Arthur oldukça ciddi bir ifadeyle cevap verdi.
"Beyimden bir mesaj getirdim. Royce Boyd ile acil görüşmemiz gerekiyor" adamlar Arthur'la konuşsa da tedirgin bir ifadeyle bana kaçamak bakışlar atıyorlardı. Üzerimde kamuflajım, örgülü saçlarım ve burnuma kadar çektiğim beremle sadece gözlerim gözüküyordu. Yani ilgi çekici bir görüntü sunuyordum onlara.
"Birlikte misiniz?" Diyerek beni işaret eden adam daha fazla dayanamayıp hakkımda bilgi almak istemişti.
"Evet birlikteyiz. Acelemiz var Brad" diyen Arthur ile adamlar kafalarını sallayarak önden ilerlediler. Arthur'la bir kez bakışarak arkalarından biz de ilerledik. Sonsuz gibi uzanan ova, en sonunda kendini kahverengi taşların olduğu bir bölgeye kadar sürmüştü.
Taşların olduğu güzergahta ilerledikçe, ihtişamlı bir kale görüş açımıza girdi. Kale; bir tepeye inşaa edilmiş, etrafında koruyucu surlar ile çevrelenmişti. Ancak bizim klandan farkı, köy evlerinin surların dışında kalmasıydı. Surlar, sadece ana kalenin etrafında, halk ise dışarıda, kalenin eteklerinde konumlanmıştı. Bizim klanda tüm köy ve kale devasa surların içinde, adeta şehrin çevresinde kilometrelerce sur örülmüştü. Bu da Dougal'ın stratejik olarak herhangi bir saldırıda, halkını da koruma altına almasına önem verdiğini gösteriyordu. Dougal'ın kalesinin arkası ise hırçın bir denize ev sahipliği yapıyordu. Tarih kitaplarında gördüğüm tüm kaleler, Boyd klanı gibi sadece kaleyi koruma altında tutuyordu. Acaba benim zamanımda Dougal'ın toprakları nasıl görünüyordu?
Köy evlerinin yanından geçerken, derin bir sessizlik vardı. Herkes uykudaydı doğal olarak. Evlerin bakımı iyi gözüküyordu. Bu da Royce denilen adamın halkına önem verdiğini gösteriyordu. Dougal'ın ona güvenmesini başta anlayamamıştım ama güvenip güvenmediği, birazdan belli olacaktı.
Önümüzde ilerleyen adamlar surların kapısını açtırınca, Arthur'la birlikte içeriye girdik. Kapılar arkamızdan kapanınca, kalenin önüne kadar ilerledik ve Arthur'un atını durdurmasıyla ben de atımı durdurdum. Seyislerden biri yanımıza hızla gelerek atlarımızı beslemek için aldı. Adının Brad olduğunu öğrendiğim adam, kalenin kapısında bekleyen bir adama bir şeyler fısıldadı. Adam, bize bakarak Arthur'a selam verdi ama meraklı bakışları benim üzerimdeydi.
"İçeri buyur efendi Arthur" diye seslendiğinde, Arthur'la birlikte kaleden içeriye girdik. Etraf mumlarla aydınlatılmış olduğu için bizim kale kadar olmasa da buranın da oldukça büyük olduğunu gördüm. Daha çok eşya vardı ve kalenin duvarlarında mor renk hakimdi. Öndeki adam bizi salon gibi kullanılan bir odaya kadar götürdü. Koltuklar, sandalyeler, ortada büyük bir masa ve camlı bir dolap ile oldukça sade gözüküyordu. Dolabın içinde alkol şişeleriyle önünde bardaklar vardı. Güneş ışığından faydalanmak için kocaman bir pencere yapmışlardı. Bizi getiren adam, sönük olan diğer mumları da yakarak etrafın daha çok aydınlanmasını sağladı.
"Efendime haber gönderildi birazdan burada olur" diyerek odadan çıktı. Fark ettiğim bir diğer şey ise; Arthur bu klanda saygı görülen bir savaşçı olmasıydı. Sonuçta Dougal'ın Ewan'dan sonraki sağ koluydu. Dougal'ın benimle Arthur'u neden yollamak istediğini şimdi daha iyi anlamıştım.
Bir süre bekledikten sonra odanın kapısı açılıp Royce gözüktü. Şaşkınca ona baktım çünkü karşımdaki adamın bu olmasını beklemiyordum. Çünkü bu adamı tanıyordum. Onu en son bahar festivalinde gördüğümde, kazanırsa benimle bir dövüş yapabileceğini söylemiştim. Nitekim adam müsabakayı kazanmıştı ama ben dikkat çekmemek için adamdan kaçarak sözümü tutmamıştım. Onun başarılı bir savaşçı olduğunu elbette fark etmiştim ama Boyd klanının lideri olması oldukça şaşırmama sebep oldu.
Yataktan yeni kalkmış gibi saçları dağınıktı. Üst kısmı çıplak, alt kısmında da siyah bir pantolon vardı ve meraklı gözleri benim üzerimdeydi. Berem yüzünden yüzümü göremiyordu ve onlara göre tuhaf kıyafetim ile korkutucu göründüğüme emindim.
"Bu saatte geldiğinize göre ne gibi bir beladayız?" Diye Arthur'a dönerek sorduğunda, tekrar bakışlarını bana çevirdi.
"Saat için kusura bakmayın efendim" diyen Arthur'a değil de bana bakıyordu hâlâ.
Cebimdeki Dougal'ın gönderdiği mektubu çıkartarak Royce'a doğru uzattım. Royce, uzattığım mektubu alarak, bir kez bile mektuba bakmadan bana bakmaya devam etti.
"Ve sen?" Diye sorduğunda, derin bir nefes alarak beremi yüzümden çektim. Vakit kaybetmememiz ve bir an önce buradan ayrılmamız gerekiyordu.
Royce'un yüzünde an be an şaşkınlığı izledim. Gözlerini büyüterek yüzümü ve vücudumu taradı.
"Leydi Tuğra?" Dediğinde hâlâ kıyafetime bakıyordu. Ayrıca bu zamana göre oldukça tuhaf ve zor olan ismimi de unutmamıştı.
"Lordum, vaktimiz yok sizinle başka bir zaman sohbet edebiliriz" diyerek mektuba baktığımda, Royce hafif tebessüm ederek bakışlarını elindeki mektuba çevirdi. Dougal'ın gönderdiği satırları açıp okurken, yüzünün şekilden şekle girmesini izledim. En sonunda elindeki kağıdı buruşturup bize kötü bir bakış atarak alkol şişelerinin olduğu dolaba yöneldi.
"Bir kere iyi haber veremez değil mi?" Diye homurdanarak kendine sarımsı bir alkol sıvısı doldurarak kafasına dikledi. Arthur ve ben, sessizce ayakta onun cevabını bekliyorduk. Tekrar bardağını doldurarak tekli koltuklardan birine oturdu. Yüz ifadesi düşünceliydi ki haklıydı da. Kim gecenin bir vakti hiç tanımadığı bir kadınla evleneceğinin haberini alsa düşünceli olurdu. Ayrıca buna mecbur da değildi. Sadece Dougal ondan bunu istemişti. Royce'da bir liderdi ve neden kabul edecekti ki? Dougal ise bundan oldukça emin gözüküyordu.
"Siz neden burada olduğunuzu biliyorsunuz değil mi leydim? Bu aptal kağıtta yazanları da?" Diye sordu. Kafamı sallayarak onayladım ama beni görmedi bile. Derin nefesler aldığını duydum. Bir süre oluşan sessizlikte, sıkıntıdan ve tedirginlikten parmaklarımla oynamaya başlamıştım. Yola çıkmamız gerekiyordu...
"Dougal'ın asla biriyle evlenmeyeceğini en iyi ben biliyorum. Yapabilse, bunu benden istemek yerine kendisi gönüllü olurdu. Ona can borcum çok" diyerek bakışlarını bize çevirdi. Ben ise söylediği tek bir cümlede takılı kalmıştım.
"Kabul ediyorum. Ne yapmamız gerekiyor?" Dediğinde silkelenip an'a döndüm.
"Hemen yola çıkmalıyız. Rob ve arkadaşlarım buluşma yerine varmak üzeredir. Kızın güzergahını kaçırmamamız gerekiyor" dedim ama başka şeyler de sormak istiyordum. Kendimi tutarak cümlelerimi yuttum.
"Bana 5 dakika verin. Bahçede buluşalım" diyen Royce, bardağını adeta fırlatır gibi masaya bırakarak odadan çıktı.
"Kolay oldu he?" Diye mırıldanan Arthur'a kafa sallayarak ben de kapıya doğru yürüdüm. Beremi tekrar yüzüme takarak odadan dışarıya çıktım. Arthur peşimden geliyordu. Bahçeye çıkarak atlara bindiğimizde, Royce'da bahçeye çıkmış atına binerek nöbetteki adamlara hararetle bir şeyler anlatıyordu. Adamlardan ikisi de atlarına binerek onu takip etti ve hep birlikte onun klan topraklarından ayrıldık.
Buluşma yerine sessiz bir yolculukla yaklaştığımızda, bizimkilerin çoktan gelmiş olabileceklerini düşünüyordum. Dougal'la yaptığımız plan değişikliğiyle bir buluşma noktası ayarlamıştık. Ben bölgeye yabancı olduğum için Arthur buluşma yerini biliyordu. Buluşma yerine geldiğimizde, bizimkilerin çoktan geldiğini gördüm. Emir, sinirle ağaçlara tekme atıyor, Melek su içerek yerde oturuyor, Rob'da dikkatle etrafı inceliyordu. Bizi gördüklerinde hepsi ayağa kalkarak yanımıza geldi. Emir'in sinirini fark ederek ona 'sonra konuşalım' bakışları attım ve Arthur'a döndüm.
"Sen geri dön. Dougal'a söyleyeceklerini biliyorsun" Arthur kafasını olumlu anlamda sallayarak Royce'a kısaca selam verdi ve deh diye bağırarak atını ters yöne hızla ilerletti.
Herkes atlarına bindiğinde, hep birlikte yola çıktık. Kimseden ses çıkmıyor, herkes bir an önce hedefe ulaşmaya çalışıyordu. Bir süre Royce'un topraklarında rahatça ilerleyerek en sonunda sınıra yaklaştık ve artık daha temkinli ilerlemeye başladık. Royce ve iki adamı son derece tetikte ve hiç konuşmadan ilerliyorlardı. Emir ve Melek ata birlikte biniyorlardı ancak atın kontrolü Melek'teydi. Yolculuk sırasında Emir ile kaçamak sohbet ediyorduk. Bizim dışımızda herkes sessizdi. Konuşsak da ikimizin de tüm algısı etraftaydı. Emir bazen işaret diliyle yanımızdakileri çekiştiriyordu. Melek'in tüm dikkati yoldaydı ve sohbetimize katılmıyordu. Sanki düşündüğü bir şeyler var gibiydi. Onunla yalnızken daha sonra konuşmayı düşünerek Emir'le sohbetime devam ettim. Royce'un adamlarının bize onaylamaz bakışları ile sanki burada ne işiniz var der gibi hareketlerine aldırmadan, Emir'in at yolculuğunun 'güzelliği' hakkındaki küfürlerine gülüyordum. Zaten biz operasyon sırasında dahi makara yapabilecek potansiyele sahiptik. Önce Emir'e, neden Boyd klanına gittiğimi açıklayarak ve onun gönlünü alarak sinirini yatıştırdım. Ardından bana köydeki kızlardan birinin yine köydeki bir çobana kaçmasıyla, kızın ailesinin Dougal'a şikayete gelmesi olayını anlatmaya başladı. Emir'e ben boşuna ayaklı gazete demiyordum.
"Bu zorlu yolculuğa Dougal neden sizi gönderdi leydim?" Diyen Royce'un sesiyle, Emir'in cümlesi yarıda kesildi.
"Quany bizi gönderdi" diye kısaca cevap verdiğimde Rob ile göz göze geldik. Geldiğimizden beri hiç konuşmamıştı. Zaten Rob'un peki, evet efendim, tamam efendim sözcüklerinden başka konuştuğunu pek görmemiştim. Royce, Rob ile birbirimize olan bakışlarımızı yakalayarak cümlesine devam etti.
"Quany'e çok saygı duyarım. Açıkçası bir kızı olduğunu öğrendiğimizde, bunun siz olduğunuzu tahmin etmiştim. Bu yolculuğun tek iyi tarafı size eşlik etmem olacak leydim" Royce, şartlı kabullenişle hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu ama bu evlilik mevzusunun ona patlamasına canı oldukça sıkılmıştı. Bunu belli etmemeye çalışması bile, içinde büyük bir duygu patlaması yaşadığının kanıtıydı. Birazdan hiç tanımadığı bir kızı kaçıracak ve onunla evlenecekti. İşin kötüsü de bundan birkaç saat önce haberi olmasıydı.
"Merak ediyorum da bu evliliği kabul etmenizin sebebi; sadece Dougal'a olan can borcunuz mu lordum?" Diye sordum. Royce, atını benim atımın yanına yaklaştırmış birlikte ilerliyorduk.
"Sebeplerimden biri elbette bu leydim. Ona birden fazla can borcum var. Babamın hayatını bile ona borçluyum. Ancak Dougal, benim çok yakın dostumdur. Evlilik konusundaki mağduriyetini duymuş olmalısınız. Kadınlara güvenmeyen bir adamın evliliği, onun ölümüyle eşdeğerdir. " Dediğinde kaşlarımı çatmama engel olamadım. Alanna'nın anlattığı mevzudan bahsetmediği çok belliydi?
Söylediklerini delicesine merak etsem de ağzımı kapatmayı başararak sustum. Dougal'ın hayatı da geleceği de beni ilgilendirmemeliydi. Royce'un adamlarından biri, bize doğru yaklaştığında da bunu kaçış olarak düşünüp atımı hızlandırdım ve Rob'un yanına gelerek birlikte yol aldık.
Anlaşma olmayan klanın topraklarına geçtiğimiz için yabancı topraklardaydık artık ve herkes çok daha temkinli ilerliyordu. Rob'un gözleri sürekli hareket halinde çevrede geziyordu. Emir'de sessizleşmişti çünkü sınırı geçtiğimizi az önce Royce söylemişti.
Yokuş olan ormanda, Rob atını tepeye doğru sürmeye başladı. Neredeyse saatlerdir yoldaydık ve en azından beş dakika da olsa mola vereceğimizi düşündüm. Ancak Rob, en önde tepeyi çıktığında atını durdurarak sağ elini havaya kaldırıp yumruğunu sıktı. Onun işaretiyle hiç ses çıkarmadan arkasından gittik ve tepenin sonuna kadar çıktık. Rob, atından inerek yularını ağaca bağladı ve uçuruma doğru yaklaştı. Royce ve adamları da aynı şekilde ilerleyince, biz de atlarımızdan inerek onları takip ettik.
Uçurumdan aşağıya baktığımda yüksekliğin yaklaşık 35-40 metre civarı olduğunu gördüm. Yani aslında bana göre normal bir seviyedeydi. Aşağıda, ağaçların arasında bir boşlukta duman vardı. Karanlık olduğu için çok net gözükmüyordu ama orada küçük bir kamp alanı olduğu belliydi.
"Efendim İngiliz'lerin kampları burada. Onları yakaladık" dedi Royce'un adamlarından biri. Royce, gözlerini kısarak aşağıdaki küçük kamp alanına bakıyordu. Kamp alanı küçük ve karanlık olmasına rağmen 15ten fazla asker saydım. Bir tane at arabası vardı. Büyük ihtimal İngiliz kız at arabasının içinde uyuyor veya dinleniyordu.
"Yaklaşık 10 kişi var. Hemen saldıracağız" Royce'un sesiyle daha dikkatli inceledim ve sonunda ona doğru döndüm.
"Ben tam 17 adam saydım" dediğimde Rob'da fikrini belirtti.
"Ben de 14 saydım"
Emir kıkırdayınca hepimiz aynı anda Emir'e döndük.
"Ben 22 kişi saydım" diyen Emir'e bu sefer ben gülmeye başladım.
"Sen ilkokulda saymayı öğrenememişsin bence bir daha başla" diyerek tekrar aşağıya baktım.
"Nesin sen ilkokul çocuğu mu? Laf sokmanın da bir adabı var Tuğra hanım"
"Kesin şunu!" Diyen Royce'un sert sesiyle ikimizde de ona döndük.
"Ne konuştuğunuzu anlamıyorum ilkokul da neresi? Siz ve arkadaşlarınız burada bekleyin leydim, biz gidip kızı getireceğiz. Ayrıca 10 kişiden fazla adam yok aşağıda" diyerek son noktayı koyduğunu sanan Royce ile dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Aslında Tuğra haklı. Tam 17 kişi dışarıda var. Bunlardan toplam 5 kişi nöbet tutuyor, gerisi uyuyor. Kampın dışında kuzeyinde 3 kişi, içeride 2 kişi nöbette" diyen Melek'e aynı anda herkes dönmüştü. Rob hariç diğerleri işine karıştığımız için sinirli gibiydi. Burada onlara ayak bağı olduğumuzu düşünüyor olmalıydılar.
"Senin elindeki ne ki?" Diye soran Royce'a alayla bakarak gülümsedim. Çünkü Melek'in elinde mini bir dürbün vardı. O da bazı eşyalarını yanına almıştı anlaşılan.
"Şimdi!" Diyerek dikkatleri dürbünden uzaklaştırarak üzerime çektim.
"Siz hepiniz burada dinleniyor ve biz gelene kadar atlarımızı besliyorsunuz. 10 dakika vaktiniz var sonra hemen geri dönüş yoluna çıkıyoruz" dediğimde Royce ve adamları sırıtmaya başladı. Ancak gülmeyen ve bana ciddi bir cevap veren Rob'un cümlesi ile Royce, gülmeyi keserek şaşkınca ona bakmıştı.
"Dikkat edin efendim" demişti Rob.
"Gerçekten burada bekleyip hanımını, bir leydiyi oraya mı göndereceksin?" Diye soran Royce'a cevap vermeden Emir'in yanına ilerledim. Melek'ten dürbünü alarak aşağıya bir daha göz attım. Evet Rob'un fark etmediği 3 kişi, kamptan biraz uzakta kuzeyde nöbet tutuyorlardı. Bu yüzden sayıyı doğru bilemeyip 14 demişti.
"Emir, halatları ayarla" dediğimde, Emir çantasından uzun halatlarını çıkarttı. Uygun gördüğümüz bir kayaya bir ucunu bağladık ve diğer kısmı vücudumuza bağlayarak düğüm attım. Bizimkilere bakarak ekledim.
"Hızlı ve sessiz olacak, başlıyoruz" dediğimde Royce'un sesini duydum.
"Buradan inerseniz ölürsünüz, siz aklınızı mı kaçırdınız? Rob, Quany seni öldürecek. Onun kızını öldürmek mi derdin? "Diyordu ama ona cevap vermeden koşarak uçurumdan atladım. Arkamdan Royce'un sesini duysam da dönüp bakmadım bile.
Ayaklarımı yukarıya çekerek kalçamı aşağıda tuttum ve merdiven iniyormuş gibi uçurumdaki kayalara basarak inmeye başladım. Düz bir duvar gibiydi ama dağcılık da bizim işimizdi. Melek ve Emir de benim gibi ipten destek alarak uçurumdan aşağıya sessizce indiler. Kamp kuran İngiliz'ler, aslında kampı güzel yere kurmuşlardı. Arkalarına tepeyi alarak sadece ön kısmı açık bırakmışlardı. Onlara göre gelecek bir tehlike ön kısımdan yani kuzey kısmından geleceği için orada güvenliği daha sıkı tutmuşlardı. Arkalarındaki tepeden birilerinin aşağıya ineceğini düşünmemeleri, onların aptallığı değildi kesinlikle. İple uçurumdan aşağıya atlamak kimsenin aklına gelmezdi büyük ihtimal. Tabii ortada bir bordo bereli yoksa.
Ayaklarım yere değdiğinde, halatı çözerek olabildiğince sessiz adımlarla ilerlemeye başladım. Melek ve Emir'de benim gibi ilerliyordu. Emir ve benim kamuflajım taş rengiydi ama Melek'in bizden biraz daha koyu tondaydı.
"Etkisiz hale getirin, zorda kalmadıkça kimseyi öldürmeyin. Kendinizi göstermeyin" diye fısıldadığımda, ikisinden de cevap gelmemişti ama beni duymuşlardı. Üçümüz de üç dala ayrılarak ilerlemeye devam ettik. Karşıma ilk çıkanlar, uyuyan İngiliz askerleri olmuştu. Bunlar üniformalı askerdi ve emirle bu yolculuğa çıkmışlardı. Formaları ise gerçekten komikti çünkü çok renkli ve dikkat çekiciydi. Bunlara atalarım zaten gereğini yapacaklar zamanı gelince diye düşünerek uyuyan askerlerden birinin ağzını kapatarak onu el çabukluğuyla bayılttım. Diğerlerine de aynı işlemleri yaparak sessizce ilerledim.
5 kişiyi etkisiz hale getirince, bizimkileri göz ucuyla kontrol ettim. Gerçekten tek bir dal sesi bile çıkartmadan ilerliyorlardı. Uyuyanları onlara bırakarak nöbet tutanlara doğru ilerlemeye başladım. İki adam ağaçların altında oturmuş, nöbet tutuyorum adı altında sohbet ediyorlardı. Burada yaptıkları nöbet dışında her şeydi çünkü etrafa pek dikkat etmiyorlardı. Adamlardan biri kahkaha atınca, dikkat dağınıklığından yararlanarak soldaki adamın arkasına doğru yaklaştım.
Arkasında durduğum adamın boyun ile omuz arasına dik açıyla sert bir darbe indirerek adamı direkt bayılttım. Hemen ardından bacak tendonuna sert bir tekme atarak öne doğru düşmesini sağladım. Yere düşmeden omuzlarından tutarak, önünde sohbet ettiği adam daha ne olduğunu anlamadan, onu üzerine doğru ittirerek düşürdüm. Arkadaşı üzerine düşen diğer adam şaşkınca ona sesleniyordu. Arkadaşını üzerinden ittirdiği an karanlıklar içinde beni görünce korkudan gözlerini büyüttü. O sesini çıkartamadan çenesine sağlam yumruk atarak onun da bayılmasını sağladım. Çene; aslında yakın dövüşte en ölümcül bölgelerden biriydi. Güçlü bir darbeyle dili yuvarlanarak geriye kaçabilir ve solunumu tıkayarak kişiyi öldürebilirdi. Onları öylece bırakarak kuzeyde nöbet tutan son üç kişiye ilerledim ama Emir ve Melek benden önce davranıp üçünü de etkisiz hale getirmişlerdi bile. Yerdeki adamlardan birinin karnında saplı duran bıçağı çıkartan Emir'le göz göze geldik. Gözlerini devirdiğinde, adamı öldürmeye mecbur kaldığını anladım ve ses çıkartmadan at arabasına doğru ilerledim.
At arabasının yanına geldiğimde, derin bir nefes alarak beremi boynuma indirdim. Kapıyı bir anda açtığımda, içeride mavi tonlarında bol kumaş yığını karşıma çıktı. Kaşlarımı çatarak kumaş yığınlarında dolaşan bakışlarım en sonunda başını yaslamış uyuyan kıza takıldı. Kıyafeti o kadar kat ve kabarık kumaştandı ki bununla bırak uyumayı, nasıl yürüdüğünü düşünerek kıza bakmaya devam ettim. İrkilerek uyanan kız, beni gördüğü an çığlık atacakken elimle ağzını kapattım. Boğuk sesi, sessiz ortamda epey yoğun duyuluyordu.
"Şşş sessiz ol" dedim ama kız çırpınmaya ve elimin altında bağırmaya çalışmaya devam ediyordu.
"Bak senin hayatını kurtarıyoruz burada bağırma" diye sertçe konuştuğumda, çırpınmaları biraz da olsa azalmaya başlamıştı ama bedeni zangır zangır titriyordu.
"Sana zarar vermeyeceğim, sadece konuşmak istiyorum. Elimi çekeceğim ama bağırmayacaksın" dememle kızın çırpınışları tamamen durmuştu. Göz göze geldiğimizde uyarır bakışlar attım ve elimi ağzından çektim.
"Lütfen beni öldürme. Ne istersen veririm param var. Bana bir zarar verme ne olur" titreyerek söylediği sözlerde kızın aksanı dikkatimi çekmişti. Ben İngilizceyi ana dilim gibi konuştuğum halde şu zamandaki aksan çok farklıydı.
"Paranı istemiyorum. Sessiz olacaksın ve benimle geleceksin. Yoksa sana zarar vermek zorunda kalırım" kızın yüz hatlarını net seçemiyordum karanlıktan ama ses tonu aşırı inceydi.
"Lütfen beni bırak" dedi sesi titremeye devam ederek. Arkamda hissettiğim hareketlilikle omzumun üzerinden baktım. Emir sabırsızca yerinde kımıldıyordu. Kızı korkutmayayım diye düşünmüştüm ama vaktimiz yoktu.
"Hemen aşağıya in" diyerek kolundan tutarak kızı çekiştirdim. Mecbur aşağıya inen kızın korku dolu bakışları bu sefer Emir ve Melek'e odaklıydı. Yerde uyuyor gibi baygın yatan askerlere bakarak ağlamaya başladı.
"Merak etme yaşıyorlar. Hadi yürü" diyerek tepenin olduğu yere doğru kızı adeta ittirerek yürüttüm. Taşıdım desem daha doğru olur. Kız ağlasa da korkudan direnemiyordu çünkü kaçabileceği bir yer yoktu. Sarkan iplerden birini kendime bağlayarak kızı kucağıma aldım. Kumaş yığınları yüzünden tutmam zor olsa da kavrayabilmiştim. Kız, ne yapmaya çalıştığımı anlamadığı için bana direndi. Birkaç sert uyarıdan sonra ayaklarımı duvarda tutarak kendimi yukarı çekince, kız korkudan bu sefer kendisi bana sarılmıştı. Tek elimle ipten tutunarak yukarıya çıktım. Emir'in kurduğu düzenek sayesinde üçümüz de birbirimize bağlıydık. Bu yüzden ikimizi birden iple yukarıya çekmek için güç kullanmama gerek yoktu. Sadece üçümüz de birbirimizin hizasını bozmadan yukarıya tırmanmamız gerekiyordu. Dağcıların sık kullandığı bu sistem, helikopterlerin inemediği bölgelerde oldukça işimize yarıyordu.
En tepeye kadar çıktığımızda, önce Emir yukarıya çıkarak elini bana uzattı ve ahtapot gibi bana yapışmış kızı benden alarak yere bıraktı. Ardından Melek ile yere ayak bastığımızda, bizi şokla bekleyen Royce'u gördüm.
"Gelinini getirdim, artık gidelim" dediğimde Rob çoktan atları hazırlamaya başlamıştı bile ama o bile şaşkın görünüyordu. Yüzünde seçebildiğim bir diğer duygu ise hayranlıktı. Bu adam ağzımdan çıkan her cümleyi yerine getirmek için zamanla yarışıyordu adeta. Beni gerçekten lideri olarak benimsemesi beni mutlu etse de bir taraftan üzüyordu çünkü 11 ay sonra ölüm haberimi alacaktı. Rob'u bu kısa sürede gerçekten sevmiştim.
"Hadi hepiniz delisiniz ve oradan atladınız. Yukarıya nasıl bu kadar çabuk çıktınız. Üstelik kızı da almışsınız?"
"Royce, burada oturup bunları gerçekten anlatmamı istiyorsan bana uyar" dediğimde bana ikinci bir kafam varmış gibi bakıyordu. Ne yapayım kendi istemişti isterse oturup düzenek sistemini anlatabilirdim.
"Gerçekten sen delisin. Dougal'ın deli olduğunu düşünürdüm oysaki tanrı beni affetsin" Rob'un getirdiği atlara da tuhaf bakışlar atan Royce, pes ederek ayağa kalkmıştı. Kız bile korkudan sesini çıkartmıyordu. Sadece arada hıçkırarak titremeye devam ediyordu. Onu daha fazla korkutmamak için daha nazik davranmaya karar vermiştim. Sonuçta bir suçu yoktu.
"Kız benimle" diyerek atıma doğru yöneldim ve kızın binmesini bekledim. Kız ata binmediği için sinirlenen Royce, yanımıza gelerek kızı bir anda kucağına aldı ve atın üzerine oturttu. Küçük bir çığlık eşliğinde ata sıkı sıkı tutunan kız, ata binerken bacaklarını bir tarafa toplayarak binmişti. Ben de hızlıca arkasına binerek bacaklarımı iki yana açarak Rob'un peşine takıldım.

Loading...
0%