Yeni Üyelik
36.
Bölüm

36. Bölüm

@ebrumelek

Keyifli okumalar

"Ewan" diyen sese doğru döndüm. Karşımdaki kız oldukça zarif hareketlerle bana doğru yürümeye başladı. Sinirlenerek bakışlarımı masadaki aptal işlere çevirdim.

"El, burada ne işin var?" Diye sordum sert sesimle yazı yazmaya devam ederek. Çalışma masasında Dougal'ın bıraktığı bazı yazışmalarla ilgileniyordum. Bu sırada El, bir anda kucağıma oturarak bacaklarını iki yana açmıştı bile. Üzerinde neredeyse kıyafeti yoktu ve çıplak bacakları ortadaydı. Göğüslerini burnuma doğru sokarak bana doğru eğildi ve dudaklarını yaklaştırdı. Kafamı yana çevirerek beni öpmesini engelledim ve kolunu tutarak onu kucağımdan kaldırdım.

"Kes şunu!" Yüzünde şaşkınlığın izleri vardı.

"Seni özledim Ewan" diyen kız, ellerini benden kurtarmaya ve tekrar kucağıma gelmeye çalışıyordu. Ayağa kalktığımda, aramıza belli bir mesafe de koymuştum. El, benim ne sevgilim, ne söz verdiğim bir kızdı. Arada birlikte eğlenirdik hepsi bu.

"Odamdan çık El, bir daha izinsiz girmeni istemiyorum" sert sesimle El irkildi ve yerdeki pelerinini alarak üzerine örttü. Yüzüne bakmadım ama ağladı ağlayacak gibi olduğunu fark etmiştim. Kadınlara karşı hiçbir zaman pislik gibi davranmadım. Onların istemediği hiçbir şeyi yapmadım, zorlamadım ve kimseye gelecek sözü de vermedim.

"Benden sıkıldın mı?" Diye sordu titrek bir sesle.

"Saygısızlığa tahammülüm yok, ben seni çağırmadan odama izinsiz giremezsin, hemen çık" dediğimde elime masanın üzerindeki dolu kadehi alarak kafama dikledim. Bir yanım El'i odadan yollama diyordu çünkü gerçekten uzun zamandır kadınsızdım. Belki üzerimdeki bu sinirli havada böylece geçerdi. Ancak bunu istemiyordum.

"Beni çağırmayalı uzun zaman oldu Ewan. Başka biri mi var hayatında? Artık iyileştin de" şaşkınca ona doğru döndüm. Sahi, ben yaralıydım ve bu süreçte yanımda olan tek kadın Melek'ti. Boş bardağı tekrar masanın üzerine koyarak El'in cesaretini içten içe takdir ettim.

"Bu seni ilgilendirmez. Bir daha odama gelme!" El bu sözün üzerinde titrek bir nefes alarak odadan çıkmıştı. Tekrar çalışma masama oturup yarım kalan mektubu bitirmeye uğraştım ama cümleleri kafamda toparlayamıyordum. En sonunda bitirdiğim mektubu katlayarak zarflardan birine koydum ve Dougal'ın mührünü bastırarak kapattım. Ayağa kalkıp odadan hızla çıktım. Arthur'u bulmam gerekiyordu.

Arthur'un odasına doğru ilerlediğimde kapıyı direkt açacakken bir an kendime gelip durdum ve kapıyı tıklattım. Geçen sene evlendiğine hâlâ alışamamıştım ve artık karısıyla paylaştığı odaya direkt giremezdim. Ağır ağır yaklaşan ayak sesleri ile kapı aralandığında, Arthur'un bandajlı burnu gözüktü. Keyfim yerine gelirken gelen gülme isteğimi bastırarak geri çekildim ve Arthur'un dışarıya çıkmasını bekledim. Kapı tekrar kapandığında, hışırtı seslerinden Arthur'un üzerini giyindiğini anlayarak beklemeye devam ettim. Karısından ayrılamamış olacak ki bana oldukça uzun gelen bir zaman diliminden sonra

Arthur dışarıya çıktı.

"Gel benimle" diyerek yürümeye başladığımda, arkamdan homurdandığını duyarak keyifle gülümsedim tabii o bunu görmedi. Arthur'u sinir etmek çok hoşuma gidiyordu.

"Bu saatte acil bir durum mu?" Diye sordu ama yanıtlamadan Dougal'ın çalışma odasının önüne kadar geldim. Cevap alamadığı için daha da sinirlendiğini, arada kalın sesiyle çıkarttığı homurtular ve sertçe attığı adımlardan anlıyordum.

Sonunda Arthur'a döndüğümde, yüzünde saf öfkeyi gördüm.

"Bu zarfı haberciye vermen gerekiyor" diyerek elimdeki zarfı uzattığımda, Arthur zarfa sanki ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu.

"Beni bunun için mi çağırdın?" Diye sakin bir sesle sorduğunda, kaşlarımı çatarak kafamla onayladım ama Arthur'un zarfa bakışı değişmemişti.

"Bir sorun mu var?" Dedim zarfa bakışlarını kast ederek.

"Sorun mu?" Dedi ardından yüksek sesle "Sorun muu?" Diye bağırdığında, kaşlarım çatılı bir şekilde bakmaya devam ettim. Bu kadar abartıp kızacağı ne vardı ki?

"Karımın yanından bu saatte beni aptal bir zarfı iletmem için mi kaldırdın yani?" Diye bağırdığında, meseleyi anlayarak gülmeye başladım. Tabii ya zamanlamam kötüydü demek ki.

"Kusura bakma, ben senin, anlarsın ya, ne zaman müsait olduğunu tahmin edemem elbette ama bana önceden iletirs..." cümlem yarım kaldığında Arthur'dan sağlam bir yumruk yedim. Arthur'la uğraşmayı gerçekten sevdiğim için ona bilerek takılıyordum. Tabii ki karısıyla aralarındaki ilişkiye zerre ilgi duymuyordum ki karısına sonsuz saygı duyuyordum. Sonuçta Arthur gibi bir ayıyla evlenmişti ama mutluydular. Gülmeye devam ederken Arthur'un bana bir daha vuracağını anlayıp iki elimi de havaya kaldırdım.

"Tamam şaka yaptım" dediğimde Arthur burnundan nefes almaya ve vermeye başladı. Burnundaki bandajı düzeltmeye çalıştığında gelen gülme isteğimi bu sefer bastırdım. Tekrar yumruk yememe gerek yoktu.

Mektubu Arthur'dan alarak hızla cebime koyarken ekledim. İş başa düşmüştü.

"Bunu ben götürürüm sen devam et, yani şeye" son cümlemi söylerken yürümeye de başlamıştım ve aramızda hatırı sayılır bir mesafe bırakmıştım. Tabii Arthur öfkeyle bana doğru atıldığında, yine "şaka tamam" diye bağırmıştım ve gülerek merdivenlere yöneldiğimde, Arthur'un sesini duydum.

"Bu çapkın ve umursamaz hallerinin sökmeyeceği kadınını bulduğunda, asıl şaka neymiş o zaman anlayacaksın ve ben senin karşına geçip aynı senin gibi güleceğim" Arthur'un saçmalıklarını dinlerken yüzümdeki gülümseme de silindi. Ben kimseye bağlı kalmazdım. Bunu istemediğimden değil, bir ara çok istemiş ve denemiştim. Ancak kadınlara uzun süre asla bağlı kalamıyor, anlatıldığı gibi sürekli onları görmek ve konuşmak istemiyordum, sıkılıyordum. Hiç aşık olmamıştım ve bu duygunun ne olduğunu bile bilmiyordum. Senelerce aşka inanmış ve aramış olsam da sonunda bulamayacağıma ikna olarak vazgeçmiş ve ânı yaşamaya karar vermiştim. Aşka inancım da böylece başlamadan bitmişti. İlişki yaşadığım kadınların da genç kız olmamasına dikkat ediyor, dul olanları ise tercih ediyordum. Kimseye bir söz vermeden karşılıklı çıkarlar sonucu hayatıma devam ediyordum.

O Melek denilen şifacı ve asker, aynı zamanda bu dünyaya ait olmayan kıza karşı içimde farklı duygular oluşmuştu ama bu sadece merak ve hayranlıktı. O, tanıdığım en ilginç insandı. Tuğra da ilgi çekici bir kadın olmasına rağmen onunla zamanımın tümünü geçirmek istemiyordum.

O baskın sırasında beni korumak için önüme atıldığını, yaralı olsam da görebilmiştim. Gelen ikinci kılıç darbesini, kendi kılıcıyla beceriksiz bir şekilde savuşturmuştu. Kendime geldikten sonra Arthur gibi o kadına da takılmak hoşuma gitmişti çünkü diğer kadınların yapmadığı bir şekilde amacı beni yatağa atmak değildi ve yakışıklılığımdan asla etkilenmiyordu. Bu da bende ona takılma isteğini arttırıyordu. Ölüme en yakın olduğum o zamanda gözlerimi ilk açtığımda, Melek'in telaşlı yüzüyle karşılaşmıştım. Bu birkaç kere tekrarlandığında, onu yaralı bilincimle bir peri kızı sanarak öpmüştüm ve daha sonra hatırlamadım diye düşündürtmüştüm. O şaşkın halini hatırlayınca daha sonra onu tekrar öpmüştüm ve bu defa oldukça kendimdeydim, yaram iyileşmişti. Melek, bu öpücükten sonra El ile beni konuşurken görmüştü ve o günden sonra bana düşman kesilmişti. Halbuki El'e beni rahat bırakmasını söylüyordum.

Tuğra'nın kaleye gelişiyle Dougal ile birlikte adeta sarsılmıştık. Onun Connor'un casusu olduğunu düşünerek yeni bir entrikanın içerisinde olduğumuzu düşünmüş ancak işlerin bambaşka olduğu ortaya çıkmıştı. Melek ve Emir'in gelişi hepimize ikinci bir sürpriz olmuştu. O mağara, insanları gelecekten buraya taşıyarak mistik bir olay yaratmıştı. Geri dönmeyi beklerken burada yaşamaları gerekiyordu ve onlar sandığımdan daha iyi uyum sağlamışlardı. Türk olduklarını söylediklerinde oldukça şaşırmıştım çünkü hiçbiri Osmanlı insanlarına benzemiyorlardı. Başları açık ve erkek gibi adam döven bu kadınlar, eğitim ile klanın en güçlü savaşçılarının saygısını anında kazanmışlardı. Emir ise korumacı olmasının yanı sıra gördüğüm en dürüst insanlardan biriydi. Biraz da dedikoducu.

Dougal ile bebekliğimizden beri birlikte büyümüştük. Babam, Dougal'ın babasının sağ kolu olarak klanda önemli bir görevdeydi. Bu yüzden çocukluğum çok rahat geçti. Alanna ve Dougal'la kardeş gibiydik hep. Dougal ile yakınlığımız ve keskin zekam sayesinde birçok tehlikeyi birlikte atlattık. Mclenan klanının, İskoçya'da en büyük toprağa sahip klan olması tamamen Dougal sayesinde oldu. Bu yüzden düşmanımız da hatırı sayılır kadar çok.

Babam ve Dougal'ın babasının vefatından sonra, Dougal klanda büyük değişiklikler yaptı. Bunlardan ilki, klandaki köyü, kaleye yakın olarak taşımaktı. İnsanların yaşadığı evler yıkılarak kalenin arkasındaki büyük alanda köy evleri inşaa ettirdi ve halkın da surların içinde olmasını sağladı. Buna insanlar anlam veremedi çünkü Mclenan klanı, konum olarak zaten çok güvenliydi. Arkası sonsuz bir deniz olduğu için savunma konusunda diğer klanlara göre avantajlıydık. Connor dışında düşmanımız da yoktu ama klanın güçlenmesi ve büyümesi yüzünden, insanlar buraya hakim olmak için Connor'la çeşitli anlaşmalar yaparak bize karşı birleştiler. Ancak bizim planlarımız halkımızın ve İskoçya'nın refahı ve özgürlüğü içindi. İskoçyalı kralın hamlelerini beğenmiyorduk ve İngiltere'den bağımsız bir ülke olmayı hedefliyorduk. Kral ise ülkemizi küçük düşürerek eski kraliçenin yalakalığını yapıyordu. Dougal ve amcamın bu yüzden büyük isyan planları vardı. Dougal, gördüğüm en akıllı adam ve iyi bir liderdi.

Bahçeye indiğimde gökyüzündeki dolunay sayesinde çevrede karanlık hakim değildi. Derin bir nefes alarak nöbet tutanları kontrol etmeye ve haberciyi aramaya başladım. Mektubu verdikten sonra gidip uyusam iyi olacaktı ama yatağa girdiğimde aklıma gelen Melek yüzünden uyumak bile istemiyordum. O kızın yaptıkları mucize gibiydi. Asker olmasının yanı sıra harika bir şifacıydı. Kendi zamanlarından yanında getirdiği şifa aletleri ise görülmemiş şeylerdi. Uzun beyaz silindir, ucu iğne gibi olan aletin içine koyduğu sıvıyı koluma batırarak ilacı vücuduma vermişti ve tüm ağrılarım hemen kesilmişti. Sıvının ne olduğunu sorduğumda ise anlattıklarından gram bir şey anlamamıştım. Sanırım bazı bitkileri sıvı hale getirmenin yolunu bulmuşlardı. Açıkçası onların zamanını çok merak etmiştim. Bu düşüncemi Dougal ile paylaştığımda, Dougal'ın merak ettiği tek şey ülkenin sonunun nasıl olduğuydu. Amcama birkaç kere bunu sormuş, amcam İskoçya tarihini pek bilmediğini söylemişti. Tuğra'ya da sorması gerektiğini söylemiştim ama bilmediğini düşünerek sormamıştı. Anladığım kadarıyla onlar, aşırı milliyetçi bir ülkeden geliyorlardı ve kendi tarihlerini iyi biliyorlardı. Osmanlı'dan değiliz dediklerinde, dünyanın hakimi olan imparatorluğun, tarihin belli bir döneminde zorlu bir süreçten geçtiğini kendi kendime idrak etmiştim. Hâlâ Türk'lere ait bir ülke olduğuna göre gerçekten savaşçı bir milletlerdi ki dünyada yer edinmişlerdi. Zaten bunu onlara bakarak bile rahatça anlayabilirdim.

"Efendi Ewan" diyerek karanlığın içinden bir anda ortaya çıkan adama döndüm.

"Bill, burada ne işin var, bir sorun mu var?" Bill bizim Connor'un klanındaki casusumuzdu. Her zaman köylü kıyafetleri ile gezen bu zayıf adam kimsenin dikkatini çekmezdi ama beceri konusunda ondan iyisini görmemiştim. Onu küçükken Dougal ile bir av sırasında bulmuş ve kaleye getirerek karnını doyurup yatacak bir yatak vermiştik. O günden beri bu kızıl saçlı adamdan kurtulamamıştık. Connor'un klanına bile girerek casusluk yapmıştı. Connor'un halkı genelde kızıl saç rengine sahip olduğu için onun bizim adamımız olduğunu kimse anlamamıştı.

"Connor'dan bilgi getirdim" dediğinde yürümeye başlayarak kimsenin bizi göremeyeceği ıssız bir köşeye geçtim. Bizim klanda dahi Bill'i kimse tanımazdı.

"Kapıdaki nöbetçiler uyuyor muydu? İçeriye nasıl girdin?" Diye sordum sinirlenerek. Bill içeriye girebiliyorsa bu adamların orada beklemesine ne gerek vardı tanrı aşkına!

"Kimse uyumuyordu. Ayrıca belirtmeliyim ki bayaa dikkatliler. Ancak beni tanıyorsunuz, aşamayacağım hiçbir kapı yok" Bill bunu böbürlenerek değil de sanki bir gerçeği dile getiriyormuş gibi söylemişti.

"Bilgiyi söyle ve dikkat çekmeden git" baya misafirperverdim değil mi?

"Kalenizde bir leydi yaşıyormuş, Quany Kurt'un kızı. Connor'un öğrendiğine göre Dougal bu kızla yakından ilgileniyormuş, yeni hedefi o leydi!" Dediğinde sinirden ellerimin titrediğini hissettim. Evet, Dougal farkında olmasa da Tuğra'ya karşı çok farklıydı. Onun yanında bakışları ve hareketleri yumuşuyordu ve tanıdığım acımasız adamdan eser kalmıyordu. Hatta odasında bir düzine saçma bir çiçek maketi bulmuştum. Dougal genelde anlamsız şekillerde maket yapardı ve Tuğra'yı tanıdıktan sonra yine farkında olmadan sürekli çiçek maketi yapmaya başlamıştı.

"Connor bu bilgiyi nasıl öğrendi?" Sinirlendiğim konu buydu.

"Efendim korkarım ki kalede bir muhbir var. Ayrıca Connor, kendi kalesinde de muhbir olduğunu düşünerek herkesi sorguya çekti ve ortalığı ayağa kaldırdı."

"Şu an karşımda olduğuna göre yakalanmadın?" Dedim soru sorarak.

"Beni tanıyorsunuz efendim" Bu adamdaki özgüvende kimsede yoktu.

"İlk hamlesini öğrenebildin mi?" Diye sordum bir umut.

"Size leydiyi kaçıracakmış gibi düşündürecek. Şu sıralarda Connor'un bir adamı leydi ile irtibat kurarak hedefin ona yöneldiğini belli edecek. Connor, size bunu düşündürüp arkadan vuracak"

"Başka ne biliyorsun?" Dedim etrafımıza göz atarak.

"Stoville kontunun kızı ile evlenemedi ancak kızın babası anlaşmaya uyarak askerlerini ona vermeyi kabul etti" işte bunu beklemiyordum. Tanrı aşkına bu kızın babası salak mıydı?

"Ne demek askeri gücü Connor'a verecek? Kızı Boyd'la evlendi!"

"Efendim, Connor kızı geri alacağını söylemiş. Stoville kontunu tehdit etti. Kontun gönderdiği habercinin kafasını keserek adama geri yolladı. Anlaşmaya uyması için tehdit etti. Klanda herkes kontun kızıyla yakında evleneceğini konuşuyor"

Bu adam nasıl bir manyaktı böyle? Kontun kızı şu an Royce ile düğün töreni yapıyordu.

"Dougal ve diğerleri düğündeler. Onlar geldiklerinde bunları ileteceğim" dedim. Bill, kafasını eğerek selam verdi ve karanlıkta geri geri yürüyerek benden uzaklaştı.


Loading...
0%