Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@ebrumelek

Yemekten sonra odama çıkmıştım. Zaman hiç geçmiyordu burada. Odamın penceresi talim yaptıkları alana bakıyordu. Hava kararmıştı ama Dougal birkaç askerle aşağıda yumruklarını konuşturuyorlardı. Diğer askerler etraflarında toplanmış destek verircesine tezahürat yaparak eğleniyorlardı. Gaz lambasına benzeyen şeylerle ateş yakmış ve etrafa dizmişlerdi. Böylece ışık kaynağı da oluyordu. Bakışlarımı Dougal'a çevirdim. Altında kilti dışında kıyafeti yoktu. Çok değişik biriydi. Filmlerde gördüğüm Viking savaşçılar tarzı bir tipe sahipti ama o kasların her biri emekle yapılmış olduğu çok belliydi. Zaten bu dönemde protein tozu yada estetik ne gezerdi ki. Bronz teni, ışıkta daha çok parlayan yemyeşil gözleri, alnının bitiminden ince ince örülmeye başlanan siyah, omuzlara kadar gelen saçlarıyla ve vücudundaki birçok kılıç izleriyle çok korkunç görünüyordu. Terlemiş bedeni ateş ışığının altında parlıyordu. Rakibine hiç acımadan art arda yumruk atıyor. Karşıdaki adam da iyi direniyor ve karşılık da veriyordu. Ancak dövüş hareketlerini incelediğimde, çok zayıf olduklarını fark ettim. Hiçbir teknik kullanmadan bodoslama dalıyorlardı. Güçlü savaşçılar oldukları için bir yumrukla bile öldürme etkisine sahip olabilirlerdi ama karşılarında teknik bilen bir dövüşçüye karşı hiç şansları yoktu. Kılıç, ok konusunda uzman olabilirlerdi ama bu kalede yenemeyeceğim bir savaşçı olduğunu düşünmüyordum. Dougal dahil.


Ona bakarken, kafasını kaldırıp karanlık odama baktı. Tülün arkasından görülmediğime emindim ama bakışları direkt gözlerimdeydi. Gözleri sapsarı duruyor, alev ışığında parlıyordu. Bakışlarımı ilk çekerek ona kaybetmeyecektim. Yalan söylediğimi anlamışlardı ama yine de bana zarar verip hesap sormamışlardı. Benimle ilgili büyük planları olmalıydı ama ne?


Bu plan ne bilmiyorum ama asla öğrenemeyecektim, çünkü yarın buradan gidiyordum!


🌿


Hakkari, 2026


"Çıkabilirsiniz asker" diyen yarbay Mehmet ile, odasından çıktık. Göktürk komutanım, Yusuf abi, Kadir abi ve bendeniz Emir. Canımız ciğerimiz, gözbebeğimiz biricik kardeşimiz Tuğra'yı kaybetmiştik. Kampı resmen yok edip geriye kalanları incelerken, Tuğra'ya ulaşamamıştık. Göktürk komutanım peşinden ben ve Kadir abiyi yollamıştı. Mağarayı incelemiş ama yarasalardan başka hiçbir şey bulamamıştık. Mağara dümdüz ilerliyor ve başka hiçbir yere sapmadan sonunda yarasalara çıkıyordu. Arka çıkışı da yoktu. Ne Tuğra'ya ne Abdi şerefsizine dair bir iz bulamamıştık. Göktürk komutanıma mağarada olmadığını söylediğimizde deliye dönmüş, kendisi de gidip bakmıştı. Daha sonra çevreyi incelemiş ve kaçırıldığına kanaat getirmiştik ama ben emin değildim. Tuğra ne kadar deli dolu da olsa kendi başına asla iş yapmazdı. Bu işte başka bir şey vardı ama ne? Hepimiz şu an üzüntüden ayakta zor duruyorduk çünkü tek bir iz bile yoktu. Kuş olup uymuştu bu kız sanki. Cesedini her bulamadığımızda, umutla doluyor, sağ salim karşımızda görememenin de üzüntüsünü aynı anda yaşıyorduk. Ancak ne yapacak ne edecek onu bulacaktık.


İçeriye bilişimden bir asker girerek Göktürk komutanıma tekmil verdi ve aldığı izinle konuşmaya başladı.


"Komutanım istediğiniz şeyleri araştırdım. Bakmanız lazım" dediğinde tüm tim birlikte Göktürk komutanımın yanına gelmiştik.


"Sağ ol asker çıkabilirsin" diyen komutanım, bize kısaca bir bakış attı. Günde 5 posta bizi kalaylayan adamın şu an üzüntü ve stresten bize kızacak hali dahi yoktu.


"O ne komutanım?" Diye merakla sordum. Bir iz mi bulmuştu yoksa?


"Tuğra'nın kaybolduğu bölgeyi araştırttım" diyerek raporu incelemeye başladı. İnceledikçe kaşları çatılmaya başlamıştı.


"Ne yazıyor komutanım" diye soran Kadir abiye cevap dahi vermeden hızlı hızlı okumaya devam ediyordu. Göz bebekleri çok hızlı bir şekilde yazıların üstünden geçiyordu.


"Bu çok ilginç işte!" Diyerek bize döndü.


"Onur Işık ismi tanıdık geldi mi?" Diye devam etti. Sorusuyla kaşlarımı çatmıştım. Efsane olmuş bir askerdi Onur komutan. Tüm halk tarafından ismi bilinir, başarıları dilden dile konuşulurdu. Daha doğrusu kaybı ardından medyada çok ses getirmişti. Albay Onur Işık... hiçbir yerde ne ölüsü ne dirisi bulunamamıştı. Neredeyse 10 sene olmuştu, hala unutulmamıştı.


"Tabii komutanım unutulur mu, da ne alaka?" Diye sordu Yusuf abi.


"Onur Işık ile Tuğra'nın kaybolduğu yer aynı!" Dediğinde başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibi hissettim. Ya Tuğra'yı bir daha asla bulamazsak, ya onu bir daha hiç göremezsem?


"Komutanım izin verin tekrar oraya gidelim. İyice arayalım" dedim.


"Mağaranın her yanına baktık Emir. Esir düştüğü çok belli, Tuğra akıllı kızdır. Yarbay araştırma görevi için başka bir timi görevlendirmiş. Merak etmeyin ne yapıp ne edip, bizim de arama görevine katılmamız için izin alacağım" dediğinde az da olsa rahatladığımı hissettim. O an belki bir şeyi kaçırmış olabilirdik. Tuğra'yı çok az bile tanıyorsam, kaçırıldığına dair mutlaka bir iz bırakırdı.


🌿


Sabah gün doğarken gözlerimi açmama rağmen, kalede hayat çoktan başlamıştı. Buranın havası o kadar temizdi ki, insan erkenden uyanıyordu. Kalede bir tane büyük sarkaçlı saat vardı. Onun dışında bütün halk zaman kavramını güneşin konumuna göre yapıyor hatta Alanna'dan duyduğum kadarıyla erken kalkmaları gerekirse bol su içerek yatıyorlardı. İlk başta bunu garip bulsam da, tuvaletleri yüzünden uyanmak zorunda kalmaları çok mantıklı bir hareket gelmişti. İngiltere ve Almanya'da ise üst düzey aristokratlar ile kral ve kraliçelerde saat kullanımı olurdu. Saat, takı veya mücevher görevi görürdü. Kısacası benim su geçirmeyen indirimden aldığım kol saatim, bu zamanda en değerli mücevher görevi görüyordu. Tabii bendeki kadar gelişmişi dünyada yoktu.


Odamın kapısı hafif tıklatıldığında, Alanna ve dünkü pembe elbiseli kız birlikte odaya girdiler.


"Güzel günler Tuggra, erken uyanıyorsun demek" diyerek tüm neşesini odama saçmıştı ela gözleri ışıldayan kız. Ona kısa sürede kanım kaynamıştı.


"Evet hep erken kalkarım" diye ona gülümsedim. Pembe elbiseli kız, elindeki su kovasını kenara bıraktı. O kadar ağır şeyi nasıl taşımıştı o kız?


"Ben de seni uyandırmaya gelmiştim. Bir de banyo ayarladım. Bugün terzi gelecek çok meşgul olacağız" Alanna konuşurken sanki şiir okuyor gibiydi.


"Alanna, daha önce de söylemiştim verdiğin elbiseler çok güzel. Yenisine gerek yok kendimi çok mahcup hissediyorum"


"Tuggra ben seni çok sevdim. Senin için içimden gelerek bir hediye vereceğim lütfen kabul et" diyerek ellerini önünde birleştiren kıza gülümsedim. Buradan bugün gidecektim ve Alanna'yı hayal kırıklığına uğratacaktım.


"Banyoya gerek yok" diyerek konuyu değiştirdim. Elbise teklifini kabul etmek de istemiyordum, onu kırmakta.


"Birazdan saat 7 olacak, kahvaltıya geç kalmayalım" diye devam ettiğimde, Alanna hızla bana döndü.


"Saatin kaç olduğunu nasıl anladın Tuggra" ahh pot kırmıştım.


"Şey ben tahmin ettim" diye kıvırmaya çalıştım. Alanna çok tatlı bir kız olmasına rağmen çokta zekiydi.


"O halde iyi tahmin, 15 dakika kaldı kahvaltıya. Bence banyo için vaktin var. Hadi biz suyu hazırlarken sen üstünü çıkart. O esnada odaya pembe elbiseli kız bir kova su daha getirmişti. Kız bugün sarı renkli elbise giymişti ama benim aklımda pembe elbiseli kız olarak kalmıştı.


"Tamam o halde" diye pes ederek elbisemi çıkartmaya başladım. Göbeğimdeki zambak dövmesini nasıl açıklayacaktım şimdi?


"Alanna arkanızı döner misiniz utanıyorum ben" dedim. Halbuki asla utanmazdım. İçtima sırasında kaç tane erkeğin içinde şort atlet spor yapmışlığım vardı. Alanna anlayışla kafasını sallayıp arkasını döndüğünde, diğer kızı da takip ederek elbiseyi aşağıya bırakıp kendimi kuvvetin içine attım ve göbeğimi suya gömdüm. Küvet kısa olduğu için dizlerim havada kalmıştı.


"Dönebilirsiniz"


Pembe elbiseli kız eline bir bez alarak yanıma yaklaştı. Yıkanmamda yardımcı olmak için yaklaştığını fark ederek onu durdurdum.


"Bana ver, ben bir leydi değilim kendim yıkanabilirim" dedim ama bunu söylerken tebessüm etmeyi de ihmal etmedim. Kız dediklerimi anlamadığı için Alanna'ya baktı. O da kendi dillerinde çevirip kızı odadan gönderdi.


Elimdeki bezle kollarımı ve vücudumu hızla ovalayıp bir an önce küvetten çıkmak için acele ettim.


"Tuggra, kızmazsan bir şey soracağım?"


"Neden kızayım sor Alanna" diyerek durulama işlemine geçtim.


"Bacakların çok pürüzsüz, kolların da öyle. Ben ne kadar çam sakızıyla almaya çalışsam da sürekli tüylerim çıkıyor. Sen ne kullanıyorsun?" Alanna konuşurken sesi diğer konuşmalarının aksine kısık çıkmıştı. Utanarak sorduğu belli oluyordu. Ben kendi zamanımda lazer epilasyon yaptırıp komple tüylerden kurtulmuştum.


"Alanna benim hiç çıkmıyor" dedim.


"Nasıl hiç çıkmıyor? Hiçbir yerde mi çıkmıyor?" Diye şokla bacaklarıma bakmaya devam ediyordu.


"Evet, bebekken annem özel bir macunu bedenime sürmüş ve bir daha hiç tüylerim çıkmamış. O macunun tarifini de bir şifacıdan almış ben de bilmiyorum" hayatımda bundan daha saçma bir şey duymamıştım. İnandı mı diye yüzüne baktığımda inanmış görünüyordu. Kendime içimden bir tokat atarak bakışlarımı su dolu kovaya çevirdim. Dövme için de yalan bulmama gerek yoktu çünkü bugün gidiyordum.


"Gerçekten çok ilginçmiş. Senin adına çok sevindim ben çok rahatsızım bu durumdan."


"Arkanı döner misin kalkacağım" dediğimde hemen arkasını dönmüştü. Hızla kuvvetten çıkıp üzerimi bir bezle sardım ve paravanın arkasına ilerledim. Hızla üstümü giyinip saçlarımı bezle kurutmaya başladım.


"Gel saçlarını öreyim" diyen Alanna'nın yanına gittim. Alanna yatağa oturmuştu. Ben de önünde oturup saçlarımı örmesini bekledim. Alnımdan başlayıp ince ince örüyordu ve eli çok hızlıydı. 5 dakika içinde tüm saçımı 2 parça örgüyle örüp ayağa kalkmıştı. Örme sırasında da saçlarıma yine iltifat etmişti ama nasıl bu renk yaptın diye sormamıştı. Sadece 'siz Osmanlı kadınları çok farklısınız' demişti.


"Hadi gidebiliriz" diye eski neşesine döndüğünde, ben de ayağa kalkmıştım. Birlikte odadan çıkarak alt kattaki salona indik. Yine akşam ki gibi tüm masalar kurulmuş hep birlikte kahvaltı yapıyorlardı. Kahvaltı esnasında herkes çok mutlu ve gülümsüyordu. Bizim odaya girmemizle, yine kısa süreli bir sessizlik oluştu. Üzerimdeki bakışlar normaldi çünkü ben buraya ait değildim. Onlar da yabancılara karşı pek sıcak değillerdi.


"Günaydın abi, günaydın Evan" diyen Alanna ile bakışlarımı onlara çevirdim. Dougal, üzerinde toprak rengi keten tarzı bir gömlek giymişti. Gömleğin göğüs kısmı hasır ipiyle bağlanmıştı. Kollarını direklerine kadar kıvırmış, yine örgülü saçlarıyla masada oturuyordu. Örgülerimiz resmen aynı olmuştu. Bu adam acaba saçlarını hiç salıyor muydu?


"Günaydın elma şekeri" diyen Evan'a, Alanna otuz ki diş sırıttı ve masaya oturduk. Kahvaltıda protein ağırlıklı besleniyorlardı, diğer öğünler gibi et yine vardı.


"Bugün neler yapacaksınız?" Diye sordu Dougal. Alanna, çatalını bırakarak kafasındaki planı anlatmaya başladı.


"Bugünkü planımız terziyle abi. Sanırım işimiz akşama kadar sürer" Dougal kafasını sallayarak onu onayladı ve cevap vermedi. Evan'ın bana arada kaçamak bakışlarını yakalıyordum. Bugün Alanna'yı ikna ederek bir şekilde dışarı çıkacak, o mağaraya geri dönecektim.


Kahvaltı bittiğinde herkes dağılmaya, işinin başına gitmeye başladı.


"Biraz bahçede yürüyüş yapalım mı Tuggra" diyen Alanna'ya gülümsedim. Evan'ın kahkahasıyla aynı anda ona döndük.


"Elma şekeri, Tuggra değil Tuğra" diyerek vurguladı Evan. Telaffuzu Dougal kadar net olmasa da iyiydi.


"Ya ben söyleyemiyorum kusura bakma Tugg, Tuggra" diyen Alanna'ya ben de gülümsedim.


"Sorun değil Alanna, istediğin gibi seslen" dediğimde Alanna'nın yine gözleri parladı.


"O zaman sana Mil diyebilir miyim?" Dediğinde Evan daha da gülmeye başladı. Dougal hâlâ mahkeme duvarı gibi suratla bakıyordu. Adamda kesin botoks var hiç mi mimiği oynamaz.


"O ne demek?" Dedim anlamadığımı belli eden ifademle.


"Mil, bal demek bizim dilimizde. Saçların ve gözlerin bal rengi olduğu için sana Mil demek istiyorum" dediğinde hafif gülümseyerek onu onayladım. Alanna ise sevinçle yine ellerini çırptı. Küçük bir kız çocuğu gibi seviniyordu.


"Hadi o zaman çıkalım bahçeye. Hava bugün çok güzel Mil" diyerek ayağa kalkıp kolumdan tuttu ve beni kaldırdı. Masadakilere baş selamı vererek ben de kalktım ve bahçeye yürümeye başladık.


🌿


"O giderken kafasıyla yaptığı hareket ne değdi Dougal?" Diyen Evan'a dönmemiştim. Bakışlarım giden kızlardaydı.


"Selam verdi kendince" dedim kafam karışmış bir halde. Bu kızın her hareketi çok tuhaftı. Yalan konusunda iyiydi ama dikkat çekme konusunda çok kötüydü.


"Connor'un adamı olduğuna hâlâ emin misin abi?" Dediğinde ben de bunu sorgulamaya başladım. Connor'un gönderdiği casuslar, genelde beni etkilemeye çalışır ve çok zarif olurlardı. Bu kızda zariflik denen şey yoktu. Ayrıca saçları, bakışları, hareketleri çok çok farklıydı.


"Yakında çıkar kokusu" diyerek ayağa kalktım ve eğitim alanına yürüdüm.


🌿


Alanna'yla yürüyüş sırasında etrafı iyice gözlüyor, gizli bir çıkış kapısı arıyordum. Ancak kale öyle güzel korunuyordu ki, ufak bir kör nokta dahi yoktu. Bu kaleden gizli gizli değilde başka bir şekilde çıkmam gerekecekti.


"Alanna, kalenin dışında ne var?" Diye sordum.


"Kuzey yönünde orman var. Ormanın sonunda Hons klanı var bizim dost klanımız. Güney kısımda deniz var" kalenin konumu güzeldi. Önüne dost birliği, arkasına denizi almıştı.


"Peki o ormana gidebilir miyim? Yanlış anlama bizim ülkemizde böylesine orman yok o yüzden çok merak ediyorum" yine yalanlara başlamıştım.


"Belli bir yere kadar orman Mclenan yani bizim klanımıza ait. Abim savaşçılarıyla genelde avlanmaya ormana giderler. Benim belli bir yere kadar gitmeme izin var. İstersen terzi gelene kadar bir göz atalım" dediğinde sevinçten kalbim hızlı atmaya başladı.


"Hemen gidebilir miyiz?" Dediğimde Alanna kafasını sallayarak beni onayladı.


"Dediğim gibi benim bir sınırım var. O sınırı geçemeyiz. Bir sürü böğürtlen ve çilek dalları var, ben bir sepet getireyim gitmişken toplarız. Sen bekle" diyen Alanna koşarak kaleye ilerlemeye başlamıştı. Benim eşyalarımı almam gerekiyordu. Alanna'nın arkasından ben de kaleye koştum ve hızla merdivenleri çıktım. Odama girip yatağın altına eğildim ve tahtayı kaldırarak içinden eşyalarımı alarak göğsümden içeriye sıkıştırdım. Silahım sığmadığı için onu alt iç çamaşırımın kenarına takarak hazırdım. Elbise bol olduğu için belli olmuyordu. Kamuflajım ve mataram mecbur burada kalacaktı ama yapacak bir şey yoktu. Sonunda kendi dünyama gidebilecektim.


Geldiğim gibi hızla aşağıya indiğimde, mutfaktan biriyle konuşarak çıkan Alanna'yı gördüm. Ona kendimi göstermeden hızlı adımlarla bahçeye çıktım ve sanki Alanna'yı bekliyormuş gibi beklemeye başladım. Etrafımdaki insanların bakışları umurumda değildi çünkü gidiyordum. Sonunda...


"Mutfakta Kyla ile sohbete daldım çok bekletmedim değil mi?" Diyen Alanna'nın elinde iki hasırdan sepet vardı. Birini bana uzatırken kafamı olumsuz anlamda salladım.


"Sorun değil gidelim mi?" Dediğimde birlikte kale kapısına yürümeye başladık. İnanamıyorum, bu kadar kolay olacağını hiç düşünmemiştim!


Kaleden çıktığımızda, orman yoluna girerek ilerledik. Ormanın derinlerine daldığımızda, dümdüz ilerlemeye başladık. Bu yolları gelirken gördüğüm için dönüşte zorluk çekmeyecektim. Mağaraya çok yol vardı ama ulaşabilirdim. Alanna'nın söylediği böğürtlen ve çilekleri bulunca neşeyle toplamaya başladık. Ellerimiz, dudaklarımız hep kıpkırmızı ve mosmor olmuştu ama çok keyifliydi. Meyvenin tatları ise harikaydı. Böğürtleni yuttuğumda ağzımda kalan o tadın geçmesini hiç istememiştim. Bir süre daha meyve toplayıp dinlenmek için bir ağacın altına oturmuştuk. Artık gitme vakti gelmişti.


"Alanna, şey benim tuvaletim geldi" dedim utanan bir yüzle.


"Hadi hemen kalk gidelim kaleye"


"Ben kaleye kadar dayanabileceğimi düşünmüyorum" diyerek bakışlarımı kaçırdım. Alanna ise etrafına bakmaya başladı. Bu kızı gerçekten çok sevmiştim ve böyle kandırdığım için içim hiç rahat değildi.


"Tamam ileriye yap o zaman Mil, ben bakmıyorum sorun olmaz" deyip gülümseyen kızla, sepetimi yanına bırakarak ayağa kalktım. İçimden bu tatlı kıza sarılmak gelse de, son bir kez yüzüne bakarak arka tarafa ilerledim.


"Buralar uygun değil Alanna, biraz daha ileriye gidiyorum" diyerek ona seslendiğimde, hıhı diye mırıldandığını duydum. Arkamı ve etrafımı kontrol ederek bir anda koşmaya başladım. Askeri dürtülerim anında devreye girmiş, sessiz ve hızlı bir şekilde ormanın derinliklerine ilerliyordum. Koşarken, eteğimi toplayıp dizlerimde tutuyor, koşmak için hızımı arttırıyordum. Hatırladığım yolları aşarak, neredeyse bir saat boyunca koştum. 'Alanna çoktan yokluğumu fark etmiş ve kaleye giderek durumu bildirmiştir' diye düşünüp, son hız mağaraya ilerledim. Ateş yaktığım yere gelince, kısa bir an duraksayıp tekrar koştum ve mağaraya ulaştım.


Mağaranın önünde durduğumda, içimi bir huzur kapladı. Evime gidiş yolu burasıydı. Birazdan operasyon yaptığımız yere sınır dışına çıkacak, oradan bir şekilde ülkeme gidecektim. Mağaranın girişindeki otlara baktım. Sanki buraya yıllardır kimse girip çıkmamış gibiydi. Bu nasıl bir şeydi böyle? Büyü yada efsun muydu? Hayatım boyunca böyle şeylere asla inanmamış biriydim ben. Şimdi bu yaşadıklarım neydi? Ben ki korkusuz Tuğra Duman, bu yeni dünyadan korkmuştum. Çıplak elle düşman arasına dalar yine korkmazdım ama mantığımın almadığı olaylar beni korkuturdu.


Mağaraya ilerleyip otları komando bıçağımla tek hamlede kesip içeriye girdim. Fenerimi yakarak ağzımın içine aldım ve ilerlemeye başladım. Mağarada hiç ses yoktu. Kenardaki iskeletler gözüme çarptı. Abdi'yi öldürdüğüm yerdeki insan kemikleri, sanırım ona aitti. Bedeninin hızla yok olması ise aradaki zaman farkından olmalıydı. İlerlemeye devam ettiğimde Mağaranın da derinlerine inmiştim. Örümcek ağları, küçük böcekler ben adım attıkça kaçışıyordu. İlerideki küçük açıklığı görüp oraya yöneldim. Dar koridora gelince, yüzümde istemsiz tebessüm oluştu. Kenardaki duvarda, ilk geldiğimde gördüğüm harita tarzı çizime bakarak ilerlemeye devam ettim. Oradaki havuzu bulursam diğer tarafa çıkabilirdim.


Yol bitiminde beni iki farklı koridor karşılaması gerekiyordu. Ben doğal havuzun olduğu odadan buraya gelmiştim. Ancak yol bitiminde, karşıma tek bir oda çıkınca kaşlarımı çattım. Bir yanlışlık vardı. Havuzun olduğu kısım sanki kapanmış ve bir duvarla örtülmüş gibiydi. Duvara elimi koyarak bir çıkıntı aradım ama hiçbir şey yoktu. Duvara sertçe vurarak küfür etmeye başladım. Diğer kısımdan gelmediğime çok emindim ama mecbur gidiş yolum bir tek orasıydı. Havuzun olduğu duvardan ayrılıp, açık kısma ilerledim ve küçülüp içeriye girdim. Daha da dar, havasız bir koridordu burası. İleride yarasa olduğunu düşündüğüm kanat sesleri geliyordu. Yanlış yol diye bas bas bağırıyordu tüm kalbim ama gidecek başka yol yoktu. Sanki biri gelip havuza giden yola duvar örerek kapatmıştı. O halde ben nasıl gelmiştim?


Koridor genişlediğinde, fenerimi tavana tutmamla, büyük bir gürültü koptu ve tavandaki bir sürü yarasa rahatsız olup üzerime uçmaya başladılar. Lanet olsun odada başka çıkış yoktu. Geri dönerek geldiğim yolu koşmaya başladım. Yarasalar arkamdan gelerek sırtıma, kafama vuruyorlardı. Hızla koşarak geldiğim yolları geri koştum ve büyük koridora geldim. Arkamdan gelen yarasalar yarı yarıya azalmıştı ama hâlâ varlardı. Lanet olası mağaradan bir çıkış yoktu. Bunu araştırmam gerekiyordu, geldiğim günle alakalı bir durum olabilirdi. Mağaranın dışına çıkan yere geldiğimde kendimi hızla ormana attım. Resmen uçmuş ve yere yüz üstü düşmüştüm. Yerde acıyla inleyip kendimi yana attığımda, sırtımın ve kollarımın kanadığını fark ettim. Ancak ormanda bir tuhaflık vardı sanki izleniyordum.


Kafamı kaldırıp karşıma baktığımda, ileride ağacın altına oturmuş, tek dizini kaldırıp diğerini uzatmış, elindeki bıçakla bir dala şekil veren Dougal'ı gördüm.


"Küçük kız! Başladığımız yere geri döndük" Diye tüyler ürpertici sesle konuşan Dougal, bana bakmadan konuşmuştu. İşte şimdi sıçmıştık!


"Açıklaman için 5 saniyen var Tuğra!" Diyen adam hâlâ bana bakmıyordu. Elindeki bıçakla tahtada yaptığı işleme titizlikle devam ediyordu. Sanırım şu an beni korkutmaya çalışıyordu.


"Açıklanacak bir şey yok. Ormanda kayboldum" dedim ve yattığım yerden kalkarak ayakta beklemeye başladım. Etrafa göz attığımda, sesini tekrar duydum.


"Sakın aklından kaçmak geçmesin. Şu an etrafımız savaşçılarım tarafından sarılı" dediğinde ben zaten etrafımızdaki adamları fark etmiştim. Ona bunu söylemeden, koluma kısa bir bakış atarak sessiz kaldım. Baya kanıyordu. Sırtım da çok acıyordu.


"Buna inanmamı mı bekliyorsun yani" diye devam ederek, en sonunda bana bakan adamın sesi son derece sakin çıkıyordu. Koluma kısa bir bakış atarak gözlerime bakmaya başladı. Derin bir nefes alarak verdim ve ne diyeceğimi düşünmeye başladım. En sonunda karar verdiğimde, bakışlarımı ona dikerek konuştum.


"Burada benim için değerli bir şeyi kaybettim. Onu bulmam gerekiyordu ve buldum da. Size söylesem izin vermezsiniz diye düşünüp gizli geldim" diyerek elimi göğsümün ortasına getirdim. Dougal dikkatle hareketlerimi inceliyordu. Elim göğsüme gittiği an, bakışları alaycı bir tavıra büründü.


"Ne yani, şimdide kadınlığını mı kullanacaksın? Ben de bu işe yaramaz küçük kız, hele senin gibi biriyle asla yaramaz" diyerek elindeki işe geri döndü. Sanırım artık bu adamı öldürmeyi planlıyordum. Söyledikleriyle içime dolan sinir öyle büyüktü ki, her şeyi boş verip bu adamı ve etrafı çeviren tüm adamları öldürme dürtüm aklımı çeliyordu. Ancak bunu yapamazdım çünkü bu mağaraya ihtiyacım vardı. Mağara da ne yazık ki bu adamın topraklarındaydı.


Göğsüme sakladığım eşyalar arasından kol saatimi aradım. Kol saatimi bulup dışarıya çıkardım. O esnada biraz ileri tarafa yere düşmüş el fenerime gözüm takıldı. Saati elimde tuttuğumda, Dougal tekrar bana bakmıştı. Elimdeki metal renkli saate bakarak kaşlarını çattı. El fenerinden gözümü hızla ayırıp ona doğru ilerledim. Ona doğru yürürken, o da yavaşça ayağa kalkmış, bıçağını elinde tehlikeli bir biçimde çeviriyordu. Beni korkutup konuşturtmaya çalışıyordu aklınca. Korkmadan ona doğru yürüyüp tam karşısında durdum ve saatimi ona uzattım. Dougal, kaşları çatık bir şekilde elimdeki saati aldı ve inceleme başladı. Saatin üretim tarihi yazmıyordu ama içerisinde gün, ve ayın hangi günü olduğu yazıyordu.


"Bu da nesi?" Diyen adam, saatin her tarafını dikkatle inceliyordu.


"Dayım bir mucittir. O bundan sadece 1 tane üretip bana hediye etti. Eşi benzeri yoktur. Bunu aramak için buraya gelmiştim" diyerek inandırıcı olduğuna emin olduğum şekilde masum rolüne girdim. Dougal saatin arkasına önüne her yerine bakarak anlamaya çalışıyordu.


"Latin harfleri yazıyor burada" dediğinde, Osmanlı'da yazı tipinin, Latin harfleri olmadığını bildiğini anladım. Yine yalan söylediğimi düşünüyordu kesin.


"Dayımın bu saatte neden Latin harflerini kullandığını bilmiyorum" dediğimde bu saati çaldığımı falan düşündüğünü de anladım. Bana inanmıyordu. Zaten söylediğim yalanda saçmaydı. Neden Osmanlı'da bir mucit ürettiği saate Latin harfleri işlerdi ki?


"Bu saat gerçekten bana ait Dougal" dediğimde, bakışlarını saatten ayırıp bana baktı. Yüzüme öyle dikkatli bakıyordu ki, kafasında bir şeyleri ölçüp tartıyordu. Ara sıra saçlarıma bakarak sarı tutamlara göz gezdiriyordu.


"Nereden geldin, kime çalışıyorsun bilmiyorum ama Osmanlı'dan olmadığına eminim. Neden böyle bir yalan söylediğini de bilmiyorum. Bildiğim tek şey söylediklerinin hepsi yalan. Kaleye dönüyoruz, sorgulanacaksın!" diyerek etrafa kısaca baktığında, saklandıkları yerden çıkan adamları bize yaklaştı. Şu an bir direniş gösteremezdim. Bilmediğim bu dünyada başımı derde sokup mağaraya giden yolumu engellemek istemiyordum. Yanıma gelen askerler içinde Evan olduğunu da gördüm. Bana bu sefer ciddi bir ifadeyle bakıyordu. Yaklaşıp kollarımı tutarak beni yürütmeye başladı. Arkamda kalan Dougal ise yere düşürdüğüm fenerimi görüp aldı ve elinde çevirmeye başladı. Bakışları bana döndüğünde, yüzünde anlam veremediğim bir ifade oluşmuştu. Evan beni çekiştirerek ileride bağlı atlara götürüp bindirdi. Kendisi de arkama binince, onunla temas etmemeye özen göstererek öne kaydım. Diğer adamlar ve Dougal da atına binmiş, kaleye dönüş yolculuğu başlamıştı. Yolculuk sırasında kimseden ses çıkmamış, son hızla kaleye varmıştık.


Kalenin büyük kapısı açılıp içeriye girdiğimizde, Alanna'yı bahçede endişeyle beklerken gördüm. Beni görüp yüzü gülse de, bakışları pusluydu. Hiç kimseye değil ama o kıza karşı içimde huzursuzluk vardı. Alanna, iyi olduğumu görüp arkasını dönerek kaleye gidince, yüreğime öküz oturmuş gibi hissettim. Evan, atı durdurup beni aşağıya indirdi. Kaledeki insanların meraklı bakışları bu sefer daha yoğun bir şekildeydi. Evan kolumdan tutarak beni kalenin içine yönlendirip, daha önce girmediğim bir odaya soktu. Direnmiyor, uyum sağlıyordum. Odanın kapısını kapatıp hasırdan eşyaları kenara çektiğinde, duvarda başka bir kapı daha olduğunu gördüm. Evan, o kapıyı da açarak içeri girmem için beni hafif ittirdi. Sert davranmıyordu ama davranışları emir verir cinstendi. Kapının girişinden başlayan merdiven aşağıya doğru iniyordu. Yavaş yavaş merdivenleri inmeye başladım. Evan tam arkamdan geliyordu. Kenarda duvara sabitlenmiş yanan meşaleler ile her yer net gözüküyordu. Burası hücre tipi bir yerdi. 2 tane demirden hücre, hücrelerin içinde bir tabure, bir küçük kova vardı. Kova sanırım tuvalet içindi. Evan, demir kapıyı açarak içeri girmemi bekledi.


"Evan ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama ben hain, hırsız yada başka bir şey değilim. Sizinle bir alakam yok. O eşyalar da gerçekten bana ait. Onları almaya gitmiştim"


"Araştıracağız Tuğra ama sana hemen güvenmemizi bekleme. Sana burada misafir gibi davrandık, soframıza oturttuk ama bizi yanılttın. Dediğin gibi seninde hain yada casus çıkmamanı diliyorum" diyerek gözleriyle içeriyi işaret etti. Omuzlarımı düşürerek içeriye girdiğimde, demir kapıyı ardımdan kapatıp kilitledi.


"Alanna seni gerçekten çok sevmişti. Onu üzdüğün için sana çok kızgınım Tuğra. Kendini aklamaya bak" diyerek hücreden ayrıldı.


Oflayarak kendimi yere attım. Omzumdaki kanama durmuştu, mikrop kapmazdı inşallah. Hücreye göz gezdirdiğimde, fare pislikleri olsa da yerde samanlar da vardı. İlk defa bu kadar lüks bir hücrede kalıyordum. Meşaleler sayesinde ışıkta vardı daha ne olsun. Hiçbiri üzerimi aramamıştı. Şu an yanımda bir silah, bir komando bıçağı vardı. Göğsümdeki fotoğrafı çıkartıp timime gülümseyerek baktım. Şu an ne yapıyorlardı acaba? Yokluğumda kesin deliye dönmüşlerdir. Emir inşallah bir delilik yapmaz diye düşünüp fotoğraf karesine öpücük bıraktım.


Eski yerine koyduğum fotoğraftan sonra yerde uzanmaya başladım. Yer, samanla kaplı olduğu için yumuşaktı da. Bence kalenin asıl hücresi burası değildi çünkü burası oldukça konforluydu. Dougal gibi korkunç bir savaşçının, işkence çektirmeden esirlerini bırakacağını düşünmüyordum. Bir kadın olduğum için daha nazik davranıyorlardı. Hatta belki şu an burada korkudan bayıldığımı falan düşünüyor olmalıydılar. Kimse gelmeden biraz kestirsem iyi olacaktı. Gözlerimi kapatıp kendimi karanlığa bıraktım.


🌿


Gelen ayak sesiyle hızla gözlerimi açtım. Kıpırdamadan gelen kişiyi görmek için baktım. Eteği olan biri geliyordu. Yavaş yavaş bedeni de gözükünce, gelen kişinin Alanna olduğunu anlayıp yerimde dikleşip oturdum. Alanna, ağladığı belli olan gözleriyle bana bakıyordu. Ben de üzüntülü bir ifadeyle ona bakarak ayağa kalktım ve demirlere yaklaştım. Ona aslında güveniyordum ama mecbur yalan söylemek zorunda kalmıştım, hiç istemesem de.


"Abim casus olduğunu söyledi" diyerek söze girdiğinde, düz ifadeyle ona bakmaya devam ettim. Haklıydım, casus olduğumu düşünüyorlardı. Belki de İngiliz olduğuma emindiler.


"Ben casus değilim Alanna. Evet söylemek zorunda kaldığım yalanlar var ama gerçekten casus falan değilim." Dediğimde bana inanmayacağına emindim.


"O zaman neden yalan söyledin Tuggra? Sakladığın şey ne?"


"Bunu söyleyemem ama yalan söylemeye mecbur kaldım Alanna. İlk başta ben de neler olduğunu anlayamadım ve aklıma ilk gelenleri söyledim. Bak gerçekten casus değilim bilgi verdiğim kimse yok!"


"Buna ben inansam bile abim asla inanmıyor Tuggra. Öğrendiğim kadarıyla seni araştırmış ve babanın yani Mustafa Yörük diye İngiltere'ye gelen bir tüccar kaydına ulaşamamış. Söylediğin her şey yalan Tuğra. Sen kimsin? Abim sorgulamak için yanına gelecek ama sonuç ne olursa olsun ona yalan söylediğin için seni öldürtecek. O kendisine yapılan bir yanlışı asla affetmez" bir şekilde buradan kaçsam bile nereye gidecektim. Osmanlı'ya bir şekilde ulaşabilirdim belki ama benim derdim o mağaraya gidip kendi zamanıma dönmenin bir yolunu bulmaktı. Geri gidemedikten sonra, vatanım için savaşamadıktan sonra Osmanlı'da yaşamanın ne anlamı vardı. Sorgudan sonra duruma göre buradan kaçıp kaçmamaya karar verecektim. Pisi pisine ölümü de bekleyemezdim sonuçta. Derin bir nefesi içime doldurup dışarı verdim ve kararlı bakışlarımı Alanna'ya çevirdim.


"Alanna, bu kısa sürede seni gerçekten çok sevdim. Sana bir daha asla yalan söylemek istemiyorum. Şimdi sana anlatacağım şeye belki inanmayacak, belki bana deli diyeceksin ama şu saniyeden itibaren sana tamamıyla dürüst olacağım" diyerek ellerimle güç alırcasına demirlere sıkı sıkı tutundum. Alara, meraklı bir ifadeyle bana bakıyordu.


"Ne anlatacaksın bilmiyorum ama abimi seni öldürme kararından hiçbir şey vazgeçirmeyecek Tuggra, o yalanı affetmez"


"Abinin ne düşündüğü umurumda değil. Ben o ormana, evime geri dönebilmek için gittim Alanna."


"Ne demek evine geri dönmek? Hons klanından olsan seni tanırdık Tuggra" dediğinde, ormanın diğer tarafındaki dost klanlarından bahsettiğini anladım.


"Ben 2002 yılında dünyaya geldim Alanna. Askerim ben. 2026 yılında bir görev sırasında o mağaraya kaçan düşmanın peşinden gittim ve mağaranın dışına çıktığımda sizin ormanda buldum kendimi. O kıyafetlerim, her şeyim kendi zamanıma ait" dediğimde Alanna önce dümdüz bir suratla bakmaya, ardından hafif tebessüm etmeye başladı.


"Tuggra, lütfen beni artık kandırma. Casusum desen bile daha az üzülürdüm." Diyerek hayal kırıklığı ifadesiyle arkasını döndü. İki adım atmıştı ki seslendim.


"Kanıtlayabilirim!"


Söylediğim sözle, Alanna arkasını döndü. Gözleri hayal kırıklığı sebebiyle dolmuştu. Elimi göğsüme götürerek timimle resmimizi çıkartıp ona doğru çevirdim. Alanna, tekrar bana doğru yaklaştı ve dikkatle resme bakmaya başladı. Resimde; timim ile birlikte bir kebapçıda masada oturmuş poz veriyorduk. Hepimiz sivildik. Kadir abi, Yusuf abi ve Göktürk komutanım gömlek giymişti. Emir siyah düz bir tişört, ben de beyaz bir crop, omuzumda kot ceketim vardı. Hepimiz de kot pantolon giyinmiştik.


"Tuggra, bu nasıl bir çizim böyle?" Dediğinde henüz renkli fotoğraf makinelerinin olmadığı aklıma geldi. Belki siyah beyaz bile icat edilmemişti, emin değilim.


"Bu çizim değil Alanna. Fotoğraf makinesi diye bir aletle çekildi bu. Her an'ı bu şekilde ölümsüzleştirebiliyorsun benim zamanımda" dediğimde Alanna hâlâ şaşkınlıkla resme bakıyordu. Gözleri şaşkınlıktan yuvalarından çıkacak gibiydi. Göğsümden çıkardığım sinema biletini de uzattım. Türk Dili, Latin alfabesi olduğu için sayıları bilirdi.


"Sinema diye bir şey var. Hareketli fotoğraf gibi düşün. Film diyoruz ve gidip izliyoruz. Bu kağıtta da gittiğim bir filmin belgesi. Tarihine bak!" Diyerek yazan tarihi gösterdim. '10.08.2024' yazıyordu.


"Sen 2026 yılı demiştin, burada 2024 yazıyor!"


"2024 yılında gitmiştik çünkü. Ekibimle gittiğimiz ilk film diye hatıra olarak saklamıştım" dediğimde Alanna bakışlarını kağıttan çevirdi. Bir süre sessiz kalan kızda, ne neşe ne enerji kalmıştı.


"Bu anlattıklarını sindirmem için zaman gerekiyor Tuggra. Sana inansam bile abim bunlara asla inanmaz. Hiçbir şekilde kurtuluşun yok üzgünüm" dediğinde gözünden bir damla yaşta akmıştı.


"Abin neden hâlâ sorgu için gelmedi?" Diye sordum.


"Kaleye amcamın geleceği haberini aldı birkaç saat önce. Birazdan amcam burada olacak hazırlıklarla ilgileniyor. Onu ağırlayıp gece yarısı gibi sorgu için gelebilir. Bu arada yemek yedin mi?"


"En son seninle böğürtlen yemiştim" diyerek gülümsedim.


"Tamam ben yemek işini birazdan halletmeye çalışacağım. Gece yarısına kadar rahat olursun merak etme. Abim konusunda da sakın altta kalma Tuggra. Abim karşısında ağlanmasına çok uyuz olur. Sana daha çok bilenmesin" dediğinde ona tekrar gülümsemiştim.


"Benim artık gitmem lazım. Seni bir daha görmeye gelmeye çalışacağım" diyerek hızlı bir şekilde merdivenlere yönelip uzaklaştı. Alanna'ya, doğruyu söylemekle iyi mi yapmıştım kötü mü bilmiyorum ama öleceksem de gideceksem de o kızın doğruları bilmesini istemiştim.


.


Loading...
0%