@ebrumelek
|
EMİR Bir atın üzerinde, bir ordu kadar adamla dört nala, yemyeşil ormanda ilerliyorduk. Tam yanımda tam teçhizat hazırlanmış Melek'e baktığımda, tüm dikkatinin yolda olduğunu gördüm. Sırtıma astığım keskin nişancım Bora-12 nin, yanımda olan tüm mermilerini almıştım. Tuğra'nın hafif makineli silahını ise göğsüme doğru asmıştım. Tüm ceplerim bıçaklarla doluydu ve ben yine de huzursuzdum. Bir an önce kardeşimi bulmam gerekiyordu. Onu bulup o lanet mağaraya gidecek ve geri dönmek için gerekirse o aptal taşları kıracaktım. Burada artık bir dakika bile durmak istemiyordum. Dougal'ın sürünün en başında son sürat atını sürdüğünü görebiliyordum. Ona da çok kızgındım, klanının birkaç kilometre çevresinden kardeşimi alıp nasıl götürebiliyorlardı? Bunun hesabını verecekti ama önce Tuğra'ya odaklanmak zorundaydım. Bulduğum her fırsatta Melek bana at binmeyi öğretmişti ve şu an tek başıma atı sürebiliyordum. Hep aynı at üzerinde çalıştığım için, at da bana alışmıştı. Hızımı arttırarak yanından geçtiğim adamlara bakmadan Dougal'a doğru ilerledim ve tam yanında atımı sürmeye devam ettim. Kafasını dahi çevirmeden sert bakışlarla tam karşısına bakıyordu. "Onu kendi klanına götüreceklerini nereden biliyoruz?" Diye sordum sesimi biraz yükselterek. Dougal, cevap vermedi. Beremin ve boyunluğumun altından sesim boğuk çıksa da beni duyduğuna emindim. Bir şeyler düşünüp planlıyor gibi duruyordu. "Şu casusunuz, ondan yeni bilgi gelmedi mi?" Diye sordum bu seferde. Bana acilen bir şeyleri açıklaması gerekiyordu ama Dougal'ın konuşmaya niyeti yok gibiydi. Tek yaptığı boyanmış korkunç suratıyla sadece karşısına bakmaktı. Büyümüş gözbebekleri öfkeyle yanıyordu. Ancak beni bir an önce tatmin edecek cevaplar vermesi gerekiyordu. Benim kardeşim neredeydi? "Onu bulana kadar karşıma çıkan herkes buna pişman olacak" dediğinde tekrar ona döndüm. Arkamızda ilerleyen Dougal'ın ordusundan da çıt çıkmıyor, herkes yapacağı işe odaklanmış gözüküyordu. "Biz Melek'le kendi başımıza hareket edeceğiz. Senin emrin altına gireceğimizi sakın düşünme. Kardeşimi bulup alacağız. Sen de bizim karşımıza çıkmasan iyi edersin" atımın yönünü değiştirerek onunla aramı açtım. Kısa bir süre tek başıma ordudan ayrı ilerlediğimde, arkadan bana hızla yaklaşan bir atlı fak ettim. Kısa bir an dönerek, gelenin Melek olduğunu anladım. "Doğru yere gittiklerine emin miyiz?" Melek'in sesiyle kenarda uzanmış koca bir ağaç dalına çarpmaktan son anda kurtulup okkalı bir küfür savurdum. "Lanet olsun ilk defa ne yapacağımı bilmiyorum Melek. Biz planlı programlı hareket ederiz, doğaçlama yapmak komutanların işi. Ben bu konuyla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum" "Şu an komuta sende Emir, ağzından çıkan her şeyi yapmaya hazırım. Sen bunu başarabilirsin. Tuğra benim de artık kız kardeşim gibi. Onu bulacağımıza inancım tam" "İnşallah çok geç kalmayız" diyerek içimdeki düşünceyi dışarıya vurdum. Tuğra'nın o kadar barbarın arasında sağ salim olmasını umut ederek... TUĞRA Kapının sesini tekrar duyduğumda oturduğum koltuktan hızla kalktım. Connor'un yanındaki kızıl saçlı, adının Bill olduğunu öğrendiğim adam içeriye girdi. Zayıf, kısa boylu, masum yüzlü bu kızıl adamın elinde bir tepsi, tepsinin üzerinde de yiyecekler vardı. Savaşçı olamayacak kadar antrenmansız gözüküyordu. Bana doğru yürüyerek tepsiyi tam sağ tarafımda kalan masaya bıraktı. Bunları bana hiç bakmadan yapmıştı. Anlaşılan beni bir tehdit olarak görmüyordu. "Arkadaşımı ne zaman göreceğim?" Diyerek dikkatini çektim. Masanın üzerine tepsiyi koyduktan sonra, usulca bana doğru döndü. Yüzü tamamen ifadesiz bu adamın bakışları direkt saçlarıma düşmüştü. "Birkaç dakika sonra getirecekler leydim" dedi kibar bir şekilde. "Bak, beni burada zorla tutuyorlar. Ben bir klanın varisiyim ve bu yaptıkları yüzünden ülkede karışıklık çıkabilir. Kral, Mcarty'li olan herkesi düşman ilan edebilir. Klanının karışmasını istiyor musun?" "Efendimin yaptıklarından sonra Dougal Mclenan ve klanı hain ilan edilecek leydim. Siz bunları düşünmeyin ve yemeğinizi yiyin, sonuçta birkaç saat içinde bu klanın hanımı olacaksınız. Sağlığınızın bozulmasını istemeyiz" dedi kirli kıyafetlerimi süzerek. "Yaverinizi gördükten hemen sonra düğün hazırlıklarınız başlayacak" diye ekleyerek kapıya doğru yürüdü ve odadan dışarıya çıktı. Benim bu odadan bir an önce çıkmam gerekiyordu. Yanımda hep taşıdığım dikiş tutmaz komando bıçağımı almışlardı. Aradan geçen dakikaların ardından, tepsiye dönüp bakmamıştım bile. Midemdeki açlığı dahi hissetmiyordum çünkü adrenalin tam gaz damarlarıma yayılmıştı. Tüm odayı karıştırmıştım ama kapının kilidini açacak bir şeyler bulamamıştım. Volta atarak beklemeye devam ettim. Pencereden gördüğüm kadarıyla, bahçedeki adamların sayısı da sürekli artıyordu. Kapımın tekrar açılmasıyla, 4 tane adam önlerinde yüzü gözü kan içinde Rob'la içeriye girdi. Rob'un iki koluna girmişlerdi ve onu adeta sürükleyerek getiriyorlardı. İşte bu hiç ama hiç iyi değildi. Gözlerinden biri şişerek kapanmış, dudağı patlamış ve yanaklarında yakında moraracağı belli olan kızarıklıklar vardı. Omuzuna öylesine bir bandaj sarılmıştı ama kontrol dahi edilmediğine emindim. Onu öldürmemeye çalışarak ağzından laf almaya uğraşmışa benziyorlardı. "Bizi yalnız bırakın!" Dedim Rob'dan bakışlarımı çekmeden. "Sadece 2 dakikanız var. Kapı açık kalacak" diyen adam, diğerleriyle birlikte kapının önüne çıkmıştı. Rob'un kollarını bıraktıkları an yere kapaklanmasıyla hızla ona doğru atıldım. "İyi misin?" Diyerek onu ayağa kaldırmaya çalıştım. Rob, duvardan da destek alarak ayağa kalktı. Kenardaki sandalyeyi tutarak tam yanına getirdim ve oturmasını sağladım. "Ben iyiyim leydim, özür dilerim" "Rob, konuşarak kendini yorma" diyerek omuzundakini sıyırdım ve yarasını incelemeye başladım. Rob'un inleme sesiyle dikkatimi yaraya verdim. Çok kötü görünüyordu. Kanama dursa da yaranın etrafı fena kızarmıştı. "Bir şeyler ye" diyerek tepsideki ekmeği aldım ve tekrar Rob'un önünde diz çökerek bir lokmayı ağzına uzattım. Rob, kafasını yan çevirerek yemek istememişti. "Leydim, buradan gitmeniz gerek. Bunu yapabileceğinizi biliyorum. Fırsatını bulduğunuz an, kaçın" sözlerini duyunca elimi uzatarak ekmeği zorla ağzına soktum. "Buradan birlikte gideceğiz. Bir şeyler yiyerek güç topla" "Leydim sanırım ayağımı kırdılar, yürüyemem" dediğinde bakışlarım bu sefer ayaklarına döndü. Pantolonunun paçasını yukarıya sıyırınca, bileğinde koca bir şişlik gördüm. Piçler. Elimle şişliği incelemeye başladım. Her dokunmamda Rob inliyor ve dişlerini sıkıyordu. Dediği gibi gerçekten de kırığa benziyordu. Kafamdaki planları çöpe atarak yeni bir şeyler düşünmeye çalıştım. "Seni nerede tutuyorlar?" Dedim Pantolonunun paçasını düzelterek. Arada da kapıdaki adamları kontrol ediyordum ve sesimi oldukça kısık tutmaya çalışıyordum. "Bir alt katta, aşağıya inip sola dönünce koridorun en sonunda" "Ben yanına gelene kadar gücünü toplamaya çalış. Buradan birlikte gideceğiz, ben arkamda kimseyi bırakmam" "Tuğra!" Diye sertçe konuşan Rob, bana ilk defa adımla seslenmişti. "Benimle zaman harcama, bir adım bile atamam" "Şşş," dedim kapıyı tekrar kontrol ederek, "Bana güven" dediğimde yarasını dikkatle sarmaya başladım. O kadar bol sarmışlardı ki sanki mikrop kapacağını tahmin ederek ölüme terk etmişler gibiydi. Tabii ağzından bilgi alana kadar yaşatmak için oku çıkartmışlardı. "Bu kadar yeterli" diyerek tok ayak sesleriyle odaya dalan adamlara ters ters bakıp atağa fırladım. "Yarası kötü durumda bana alkole benzer bir şeyler verin" diye bağırdım. "Onun için yapacağın bir şey yok leydi" diyen arkada duran adamlardan biri, diğerlerine verdiği işaretle Rob'u ayağa kaldırdılar ve odadan yine taşıyarak çıkarttılar. Tekrar pencereye yaklaştığımda, bahçenin bir bölgesinde kalabalığın toplandığını gördüm. Connor'u uzaktan seçtiğimde, yanındaki birkaç adamla bir şeyler konuşuyordu ve herkes oldukça telaşlı gözüküyordu. O esnada kapıların açılmasıyla, uzun mızraklara sahip, çelikten zırhlarla şövalyeleri andıran atlılar gözükünce gözlerimi kocaman açtım. Bu gelenler kraliyet şövalyeleriydi. Zırhlı şövalyelerin yüzleri dahi zırhtan gözükmüyordu. Tam ortalarında bir at tek başına geliyordu ve o adamın yüzündeki zırh biraz daha açıktı. Siyah saçlı, beyaz tenli olduğunu seçebildiğim adam sanırım, İngiltere kralıydı. Öndeki bayraklı zırhlılar, atlarını sanki bir merasim sunar gibi durdurduğunda, Connor öne çıktı ve kafasını eğerek krala selam verdi. Kral, atın üzerinde selamına cevap dahi vermeden aşağıya indiğinde, yanındakilerden biri koşarak kalın bir kürkü kralın sırtına yerleştirmişti. Kral, çevreye gelişigüzel göz attığında, benim odamın kapısı aynı anda açılmıştı. Hemen arkamı dönerek gelene baktım. 3 tane kadın, asık suratla odaya girmişti. En arkada girenin elinde kırık beyaz bir elbise vardı. Bana bakarak Galce uzun cümleler kurmaya başladıklarında, söylediklerinden 'acele et' 'aptal' gibi kelimeleri seçebilmiştim. Az çok bu dili anlamaya başladığımı henüz kimseye söylememiştim, Alana dili anlamamda yardımcı oluyordu. Kadınlardan biri yanıma gelerek kolumdan tuttu ve beni kaldırıp sandalyeye doğru yürüttü. Burada çalışan olduklarını anladığım için ses çıkarmadan onlara uydum ve işlerini bir an önce bitirmelerini bekledim. Onlar gittiği an buradan biz de gidiyorduk, Rob ile birlikte. Kadınlardan biri saçlarımı çözerek model vermeye başladı. Bu saçmalık bir an önce bitsin diye dedikleri hiçbir şeye itiraz etmedim ve yönlendirmelerine uydum. Elbiseyi de giydikten sonra, kadınlardan biri yanağıma bir tokat patlatınca afallayarak kadına döndüm. Yine kendi dilinde nefes almadan konuşan kadın, tam elini kaldırmış bir tokat daha atacakken elini tutarak büktüm. Kadının acı dolu çığlığı ile elini biraz daha sıkarak uzun süre o eli kullanamayacağından emin oldum. Elini iterek bıraktığımda, kadın sağlam eliyle sıktığım elini tuttu ve ağlamaya başladı. Diğer kadınlar da onun yanına giderek bana sanırım hiç hoşlanmayacağım şeyler saydırıp odadan çıktılar. Kadınların çıkmasıyla koşarak pencereye gittim. Bahçedeki kalabalık artık çok daha fazlaydı ve buna kralın şövalyeleri de eklenmişti. Elbisenin eteği uzundu ama dar değildi bu da hareket etmemde sorun çıkartmayacaktı. Hemen saçımı yapan kadınların getirdiği malzemelerden arakladığım tel tokayla odanın kapısına yürüdüm ve kilidi açmaya çalıştım. Birkaç dakikalık denemenin ardından gelen klik sesiyle kilidi açmıştım. Usulca kapıyı açarak koridora göz gezdirdim. Koridorun boş olduğunu görüp sessiz ama seri hareketlerle koridora adım attım. Merdivenlere yöneldiğimde, zırhlı bir adamın yukarıya doğru çıktığını görüp kendimi hızla yan tarafa attım ve bir kolonun dibine girdim. Gelen, kralın askerlerinden biriydi çünkü tüm vücuduna çelik zırhtan giymişti. Adam, merdivenlerden çıktığı an yan tarafında kaldığım için beni fark etmemişti, edebilirdi de çünkü üzerimde beyaz bir gelinlikten bozma elbiseyle duruyordum. Adam, son basamağı attığı an arkadan ayağına tekme atarak kolumu boynuna sardım ve sıkarak onu boğmaya başladım. Elinde kafası için taktığı zırhı tutan adamın, zırh elinden fırlayarak koridora yuvarlanmış ve çok ses çıkartmıştı. Direnen ve kolumdan kurtulmaya çalışan adamın boynunu daha çok sıkarak nefesini kestiğimde, tüm vücudu gevşeyerek kendini yere bıraktı. Oda kapılarından birine yaklaşarak önce kulağımı kapıya dayadım. İçeriden ses gelmediğini anlayınca, kapıyı yavaşça açarak içeriye göz gezdirdim. Boş bir misafir odasına benziyordu. Büyük kapılı dolabı görüp kapağını açtım ve tekrar koridora dönüp adamın kollarından tutarak yerde onu odaya doğru sürüklemeye başladım. Odaya girdiğimizde, adamı zorla çekerek dolabın önüne bıraktım. Hemen üzerindeki zırhı çıkararak kenara koydum ve yüzümü buruşturarak adamın pantolonunu çıkarttım. Üzerindeki kılıcı alarak pantolonun paçalarını göz kararı kestim ve kendi boyuma göre ayarladım. Elbisenin eteğini belime kadar toplayarak pantolonu giydim. Bol gelen beline de kemeri takarak fazladan delik açtığımda belime tam oturtabilmiştim. Zırhı da en son alarak üzerime geçirdiğimde, adamı yine zorla çekiştirerek dolabın içine soktum. Koridora tekrar adım attığımda, az önce adamın yere düşürdüğü kafa zırhını alarak başımdan geçirdim. Tepesi sivri olan bu çelikten zırh ile sadece gözlerim gözüküyordu ve bu benim için güzel bir durumdu. Kılıcı da belimdeki kemerin kayışına aşarak merdivenden inmeye başladım. Bir alt kata indiğimde, Rob'un tarifini hatırlayarak sola döndüm ve koridorun adam kaynadığını görüp içimden sağlam bir küfür mırıldandım. Hiç istifimi bozmadan Rob'u tuttukları son odaya doğru yürürken, tüm bakışlar da bana dönmüştü. Burada bekleyen adamlar kilt giydiği için onların Connor'un adamı olduğunu anlamıştım. Rob'u tuttukları odayı bulmak için aslında aramama bile gerek yoktu çünkü kapının önünde iki kişi bekliyorlardı. Koridorda doluydu. İşte bu gerçekten gururumu kırdı. Benim odamın kapısında bekleyen birini geçtim, koridor bile bomboştu. Burada gördükleri tek tehlikenin Rob olduğunu düşünmeleri gerçekten gülmeme sebep olmuştu. Yahu adam yaralıydı be! "İzniniz var mı efendim?" diye soran kapının önündeki adamlardan birine bakışlarımı çevirdim. Konuşursam kadın olduğumu anlarlardı ve bir kadın burada asla İngiliz şövalyesi olamazdı. Cevap vermeden elimi kapının koluma uzatıp tuttum. Adamlar, bana karşı temkinliydi ama ben kralın şövalyesi olduğum için burada söz sahibiydim, yani bence öyle olması gerekiyordu. "Efendim, odaya girmeniz için bilgi gelmedi" diye başka bir adam konuştuğunda boğazımı sertçe temizleyerek adamın tam dibine doğru yürüdüm ve tehditkar bakışlarla bakmaya başladım. Bakışlarını kaçırarak bir adım geri attığında, zırhın altında gülümseyerek kapının kolunu indirdim ve açarak içeriye girdim. Girdim girmesine de, buradan birlikte nasıl çıkacaktık bakalım. Burası hiçbir mobilyası olmayan boş bir odaydı. Pencerelere tahtalar çakılarak içeriye güneş ışığının girmesi de engellenmişti. Yerde bir köşede oturan Rob, sırtını duvara yaslamış ve kırık olan bacağını uzatmıştı. Odanın diğer kısmında ise küçük bir kova vardı ve bu kovanın ne işe yaradığı gelen idrar kokusundan anlaşılıyordu. "Şimdide İngiliz bir köpek mi gönderdiler?" Diye mırıldanan Rob gerçekten kötü gözüküyordu. Alnından damlayan boncuk boncuk terler bana yarasını daha da kötüleştiğini gösteriyordu. İnşallah ateşi çıkmamıştır diyerek tam dibine kadar girdim ve elimi alnına bastırdım. Hareketimle irkilen ve kendini beklemediğim bir güçle geri çeken Rob'un alnı cayır cayır yanıyordu. "Benim" dediğimde Rob'un gözleri kocaman açılmış şokla bana bakıyordu. "Destek al benden, gidiyoruz" diyerek kolunu tutup omzuma sardım ve onu ayağa kaldırmak için yukarıya çektim. Ancak Rob, ağırlığını aşağıya vererek ayağa kalkmayınca bakışlarım ona döndü. "Leydim beni unutun, size ayak bağı olurum. Siz gidin benim için Quany birilerini yollar" "Benim buradan gittiğimi anladıkları an seni öldürürler! Ya benimle gelirsin ya da ben de gitmem, karar senin" diyerek cevabını bekledim. "Bizi yakalayacaklar ve sizi kaçmaya çalıştığınız için öldürecekler, lütfen leydim gidin" "Geliyor musun yoksa çığlık atarak herkesi buraya mı toplayayım?" Son kozumu oynayarak endişeli bakışlarla ona bakmaya başladım. Bıkkın bir nefes veren Rob, cevabını ayağa kalkarak vermişti. Kolu omuzumda kapıya doğru yürürken, sıkıntılı ayağının üzerine basmamaya dikkat ediyordu. Bu yüzden sekerek yürüyordu. Ateşi çıktığı için üşümesi ve titremesi işimizi zorlaştırsa da bir an önce gidersek Melek'in ilk yardım çantasındaki sakladığımız antibiyotiklerden verebilirdim. Asıl soru, buradan birlikte çıkabilecek miydik? DOUGAL Ufukta Mcarty toprakları gözüktüğünde, yorgun olan atımın kafasını usulca okşayarak son hız sürmeye devam ettim. Savaşçılarım da hiç mola vermeden ve seslerini dahi çıkartmadan beni takip etmişlerdi. Emir ve Melek ise bizimle gelmiş ancak bizden bağımsız hareket edeceklerini söylemişlerdi. Açıkçası umurumda değildi çünkü gözümün tek gördüğü önüme çıkan her canlıyı yok ederek Tuğra'ya ulaşmaktı. Connor'un kale düzenini iyi bildiğim için halkını ayrı bir bölgede konumlandırdığını da biliyordum. Tuğra'yı ise kendi kalesinde tuttuğuna emindim. "Büyük Dougal, tüm dost klanlara istediğiniz gibi haber yolladık" Tüm yandaşlarıma Mcarty topraklarında yapacağımız bozgunda destek vermelerini istemiştim. Connor'un bana yaptığı her şeyi, bir şekilde sindirmiştim ama buna affım asla olmayacaktı. Arthur bilgiyi verdikten sonra sessizce atını yanımda sürmeye başladı. Klanın büyük kapısına yaklaştığımızda, kalenin etrafından gelen sesleri duydum. İşgal borazanı öttürülmüştü. Kale şu an tam karşımdayken, ani bir hamleyle atımı şahlandırarak tam sol tarafa çevirdim ve kalenin kapısına varmadan sol yönde ilerlemeye başladım. Kendi savaşçılarım dahil kaledeki Connor'un savaşçılarının bile bu hareketime şaşırdığını hissedebiliyordum. Benim dönüşümle, arkamdaki cesur adamlarımın da pesimden geldiğini bilerek son hız Gölgeyi sürmeye devam ettim. Surlardan uzaklaşmaya başladığımızda, peşimize takılan Mcarty adamları ile benim savaşçılarım ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. "Efendim?" Diyen Arthur'a döndüm. "Bırakın peşimizden gelsinler. Şu tepeyi aştıktan sonra durup arkamızdakilerden kurtulacağız" "Kaleyi geçtik efendim?" "Biliyorum Arthur! Leydiyi orada tutmuyor" Arthur neden bahsettiğimi anlayarak kafasını salladı. Connor Emily ile yani eski karımla evlendiğinde, babasının da sahip olduğu büyük kalede yaşıyordu. Emily'nin ortadan kaybolmasından sonra hırsına yenik düşerek kalenin tam doğusunda yeni bir kale inşaa ettirerek orada yaşamaya başlamıştı. Bunun sebebini herkese güç gösterisi olduğunu düşündürtmüştü. O, iki kaleye sahip bir klan lideriydi ancak işin gerçeğini en iyi ben biliyordum. Connor, Emily'nin hatıralarını görmeye katlanamadığı için kaleyi olduğu gibi bırakıp yeni bir kaleye yerleşmişti. Tuğra'yı da, eski kalede tuttuğuna adım gibi emindim. Şimdi, geride kalan tek şey, o kaleyi onun başına yıkarak benim olanı geri almaktı... |
0% |