Yeni Üyelik
42.
Bölüm

42. Bölüm

@ebrumelek

-2016-

Parmaklarım piyanonun üzerinde süzülürken, eğitmenim Rose'un bakışlarından sonunda memnun olduğunu görebiliyordum. Parçanın ikinci nakaratını geçerken, mutluluktan kalbim hızla atmaya başlamıştı. Sonunda hep takıldığım notaları geçmeyi başarıp güzel bir iş çıkartıyordum. Üç katlı olan evimizde piyano derslerim olduğu vakitlerde annem kimseye ses yaptırmıyor ve benim çaldığım notalardan çıkan sesin tüm evde duyulabilmesini sağlıyordu. Böylece yaptığım her hatayı da bizzat kendisi de duyuyor ve piyano derslerimin sayısını sürekli arttırıyordu.

Ben piyano çalmaktan nefret ediyordum. Tıpkı diğer özel derslerime karşı olduğu gibi.

Haftanın 7 günü saat 06.00'da uyanmak zorundaydım. Kahvaltının ardından at biniciliği ile ilk dersim başlardı. Dersim bittikten sonra saat 09.00'da okulum başlardı. Okul 15.00'de bittiğinde, dil derslerime giderdim. Henüz 14 yaşında olmama rağmen küçük yaştan beri aldığım eğitim ve yurt dışına uzun gezilerimiz sonucu tam 2 dili konuşup anlayabiliyordum. Şimdi de akşam vakitlerinde piyano eğitimi alıyordum.

En basit yaptığım notalara gelince ânın heyecanına kapılıp parmaklarım gereğinden çok hızlandı ve notayı kaçırdım. Panik duygusu beni ele geçirdiğinde, peşi sıra gelen tüm notalar da bundan nasibini aldığı an Nina'nın kırık Türkçesiyle sert sesini duydum.

"Nayn Tugra nayn, yine hata, yine hata" utançtan kafam önüme eğilmişti. Annem yine hata yaptığımı duymuştu kesin diye düşünürken, kapıda annemi görüp gelen gözyaşlarımı geri göndermeye çalıştım. Onu çok seviyordum ve üzmek istemiyordum ama gerçekten piyanodan nefret ediyordum.

"Siz çıkabilirsiniz" diyerek soğuk bakışlarını Nina'ya çevirdiği an, eğitmenim alelacele odadan çıkmaya hazırlandı. Annemin bakışlarından birçok insan çekinse de ben içindeki şefkati ve sevgi dolu kadını çok iyi biliyordum.

"Olmuyor efendim hiç yeteneği yok" dediğini duydum eğitmenimin ancak kafamı kaldırıp bakamıyordum bile. Annemi hayal kırıklığına uğratmıştım.

"Size çıkabilirsiniz dedim!" diyen annem ile eğitmenim daha fazla bir şey söylemeden odadan çıkmıştı. Şimdi annemle yalnız kalmıştık.

Yavaş ve emin adımlarla tam yanıma gelip eğitmenimin kalktığı tabureye oturdu. Elini uzatıp çeneme koydu ve kafamı yukarıya kaldırdı.

"Zorlandığının farkındayım kızım ama bu derslerin hepsi senin ileride kariyerin ve kişisel gelişimin için oldukça önemli olduğunu biliyorsun. Sen, sıradan bir insan değilsin. Yaşamın da sıradan olmayacak. Bunun için elimden gelen her şeyi yaparak senin kendini geliştirmeni sağlamaya çalışıyorum." Annemin sözlerinden sonra daha çok ağlama isteği gelerek gözümden bir damla yaş düştü.

Tekrar kafamı eğmeye çalışırken, "Ama anne piyanoyu sevemiyorum" dedim. Annem çeneme baskı uygulayıp kafamı eğmemi önledi.

"Sakın başını eğme Tuğra. Sen ileride koskoca bir şirketin sahibi olacaksın. Tüm dünya seni tanıyacak ve yerinde olmayı çoğu kadın isteyecek, benim güzel kızım" diyerek bana sarıldı. Sarılmasını kısa tutup tekrar bana bakmaya başladı.

"Pekala, piyano dersleri an itibariyle rafa kalkmıştır" sevinçten çığlık atmamak için kendimi zor tuttuğumda, annemin ifadesi de gülümsemeye yakındı.

"Ancak, tarih derslerine başlayacağız"

"Annee ne tarihi? Okulda zaten öğreniyorum"

"Gerçekten yeteneğini bulana kadar her alanı deneyeceğiz," annem buna inanıyor gibi söylemişti ama ben hiç inanmıyordum. Bence benim bir yeteneğim yoktu.

Pes ederek "tamam" dedim. Zaten piyanoya göre her şey çok daha iyidir. Hem ben tarihi de severdim, bu dersi seveceğe benziyordum.

Aradan geçen birkaç ayda, annemin söylediği gibi tarih derslerine de başlamıştım. Hocamla ilk tanıştığımda, oldukça şaşırmıştım çünkü o bir öğretmen değildi. İsmi Niko olan bu genç adamın annesi İngiliz, babası Türk'tü. İngiltere'de dogduğunu ve uzun yıllar yaşadığını, orada bir kütüphanede çalıştığını söylemişti. Artık Türkiye'de yaşamaya başlamıştı ve iş aradığı vakit bizi bulmuştu.

Niko bana tarih anlatırken o kadar akışına kaptırıyordum ki kendimi, zaman nasıl geçiyor anlamıyordum bile. Derslerde anlatılan olaylardan çok daha dedikodulu ve ilginç şeylerden bahsediyordu. Sürekli soru sorarak onu sıksam da hiç üşenmeden hikaye anlatır gibi anlatıyordu. Ben savaşların tarihleri, sonuçları, savaş sonunda yapılan ateşkes antlaşmaların uzun uzun sıkıcı maddelerinden çok savaşın sebepleri, kazanma taktikleri, ilginç bir olay, kralların nasıl öldükleri, öldüğünde yerine kim, neden geçtiği gibi şeyler daha ilgimi çekiyordu. Niko ise beni artık çözdüğü için öncelikli olarak bildiği efsaneleri ve kulaktan kulağa gelen olayları anlatıyordu.

"Attan düşerek mi ölmüş?" Niko ile yine derslerimizden birindeydik. Onu annemle konuşurken duymuştum. Anneme benimle alakalı güzel sözler söylemiş ve tarihin alt bilim dalları için de eğitim almamı, başarılı olabileceğimi söylemişti. Tabii annem bu habere çok sevinmişti çünkü kendi eski bir arkeologdu. Babam izin vermediği için artık çalışmıyordu ve annemin benim üzerimdeki baskısı da bu sebeptendi. Bir erkeğin boyundurluğuna girmeyip kendi ayaklarımın üzerinde durmam için.

"Evet Tuğra attan düşerek."

"Bildiğin?" Dediğimde Niko kocaman bir kahkaha attı.

"Yani sen o kadar savaş yap, saraydaki kadınları birbirine düşür. İspanya'yı Büyük Biritanya krallığına bağla, İskoçya'da ki klan beylerinde çıkan isyanlarla uğraş sonra gel attan düşerek öl. William'a da yazık" dedim ve kafamı iki yana sallayıp devam ettim. "Hayat çok değişik" sözlerimle Niko kahkahasını durduramıyordu artık.

"En zorlandığı kısım kesinlikle saraydaki kadınlardır eminim ki" gülmelerinin arasından konuşmuştu ve burnuma hafif bir fiske vurmuştu.

"Bence en zorlandığı kesinlikle isyanlardır. Adını unuttum bir klan beyi vardı, onun yaptığı hamleyi bir daha anlatsana. Kral bunu öğrendiği anı gerçekten görmek isterdim, çok zekiceydi," dedim bende gülümseyerek. Nico’nun daha önce anlattığı, akademik kitaplarda yazmadığını söylediği -ki bence kesinlikle yazması gerekirdi- olayı anlatmaya başladı...

🌿

"Hazır mısın?" Diye fısıldadım Rob'a. Onu kapının kenarındaki duvara yaslamıştım. Bir elim kapının kolundaydı ve birazdan çok tehlikeli bir hamle yapmam gerekiyordu, kapıyı açıp koridordaki adamları öldürmek... Ancak elimde tel toka dışında hiçbir şey yoktu.

"Hazırım" diyen Rob öksürünce, gözlerimi kapatıp açtım ve içimden besmele çekerek kapıyı açtım.

Kapının tam önünde bekleyen iki adama, başımla içeriye gelmelerini işaret ettim. İkisi önce birbirine, ardından koridorun diğer bölgelerinde bekleyen diğer kişilere bakış atarak içeriye girdiler. İkisi de Rob'u ayakta görünce bir terslik olduğunu sezmiş gibi elleri bellerindeki kılıca gitmişti. Arkadaki adamın bileğine yapışıp damarına baskı uygulayıp bükerek, kılıcını öndeki adama sapladım. Bu adamlar çok kuvvetli oldukları için bitirici ataklar ile güç dengesini sağlıyordum. Bileğini ters açıyla tutmaya devam ederek erkekliğine dizimi geçirerek hızlı bir hamleyle kılıcını kapıp boynuna soktuğumda etten çıkan kanın fışkırma sesi, boş odada bardak kırılmış etkisi yaratmıştı.

Koridorda 4 kişi daha kalmıştı.

Tekrar kapıya yaklaşıp aynı tongayı denemek için iki kişiye daha işaret verecektim ki kapı birden açılıp dördü birden içeriye daldı.

Gördükleri manzaraya ilk başta afallayan adamlar hızla kılıçlarını çekmişlerdi. Elimdeki kılıcı beceriksizce tutup kılıç dersleri almayı geciktirdiğim için kendime söverek, yerdeki diğer kılıcı ayağımla Rob'a ittirdim. Rob'un tam önünde durarak kılıcı alması için süre tanıdım ve gelen ilk darbeyi eğilerek karşıladım. Rob saldıramasa bile kendisini koruması için kılıç gerekebilirdi. Eğildiğim an kılıçla adamın ayağındaki deride büyük bir kesik açarak belinde gözüme kestirdiğim hançerini çektim. Bu benim için daha iyiydi. Kılıcı yere atarak hançeri adamın kalbine sokarken üzerime gelen diğer adama da tekme atabilmiştim. Buradan sağ çıkarsam yemin ederim ki tavuk kesecektim.

Adamlardan birinin Rob'a yöneldiğini fark ettiğimde, tekme yiyen adam yerden kalkmaya, kalan diğeri de beni öldürmeye çalışıyordu. Rob'un o halde bile kendini korumaya çalışıp karşılık verdiğini fark edip rahat bir nefes aldım. Bu hareketleri kaçış yolumuzda bize ters tepki olarak geri dönecekti çünkü her harekette yarası daha kötü oluyordu. Hızlı olmalıydım.


Elimi çabuk tutarak boynumu esnettim ve hançeri bir diğer elim gibi kullanıp, eğilip kalkarak iki adamın da işini bitirdim. Rob, duvara yaslanmış, tek yaptığı gelen kılıç darbelerine karşı elindeki kılıçla kalkan yapmaktı. Hareket dahi edemiyordu. Karşısındaki adam kılıcını dik bir açıyla tutarak Rob'a saplamayı düşündüğü an elimdeki hançeri fırlatıp adamın tam ensesine sapladım. Yere yığılan adamın ardından Rob görüş açıma da girmişti.

"Bana artık leydim demezsin diye umuyorum, hadi" diyerek kolunun altına girip ona destek oldum. Adama sapladığım kılıcı da önceden çekerek üzerindeki kanını kıyafetine silip temizlemiş ve yanıma almıştım elbette. Birlikte kapıdan çıktığımızda, Rob inlemekten nefes dahi alamıyordu. Koridorda hızlı adımlarla yürümeye çalışarak hiç bilmediğim bu yerden çıkmanın yolunu aradım. Bahçeye çıktığım an yüzde dört başarı oranına sahip planım hazırdı. Normalde bahçeye kadar dayanabilirsek bana yeterdi ama şimdi etrafta gezinen şövalyeler yüzünden bu pek mümkün görünmüyordu.

Sahi, ben küçükken şövalyelere o kadar hayranlık duyardım ki hep hayallerimde bir şövalyeyle evlenmek isterdim. Şimdi ise gerçek anlamda şövalye öldürüyordum. Hayat sahiden de çok ilginçti.

Koridorun sonuna kadar yürüdüğümüzde, aralık olan kapıdan dışarıya baktım. Kapı, başka bir büyük hole açılıyordu ve holde dolaşan insanlar vardı. Kadınların hepsi aynı tip elbiseden giyinmiş ellerinde tepsi taşıyorlardı. Connor'un savaşçıları da holün belli yerlerinde dikilmiş bekliyorlardı. Sanırım çıkış kapısına yakındık. Ne yapacağımı düşünürken, Rob'un uzun inleme sesiyle üzerindeki kıyafetin daha çok kana bulandığını fark ettim. Kabak gibi ortaya bu halde çıkamazdık. Bu yüzden kapıdan uzaklaşıp koridora geri döndüm. Zaten koskoca koridorda iki oda kapısı vardı. Biri Rob'u tuttuklarıydı, diğer kapıdan içeriye göz atmak istiyordum. Belki bir penceresi olabilirdi.

"Sen bekle, diğer odaya göz atacağım" diyerek Rob'u destek alması için duvara yasladım. Kapının kulpunu tutarak aşağıya indirdim ama kapı kilitliydi. Kaşlarımı çatarak cebimdeki tel tokayı çıkartıp kapının kilidini açmaya çalıştım. Değişik olan kilidi açamadığımda, sinirle hançeri kapının aralığına takarak aşağıya sertçe çektim ve kapının kilidi kırıldı. Zaten kapılar ve kilit türleri çokta profesyonel değildi büyük ihtimal kilidi panikten açamamıştım.

Araladığım kapıdan hançerimi öne doğru uzatarak etrafı inceledim. Yine Rob'un odasının aynısı bir odayla karşılaştım, camlara yine tahta çakılmıştı. Rutubet ve idrar kokusunun daha yoğun olduğunu anlayıp nefesimi tuttum ve içeriye göz attım. Yerde biri yatıyordu. Sırtı bana dönük olduğu için cinsiyeti hakkında tahminde bulunamıyordum. Uzun, kirli, yer yer yırtık ve kan lekeleri kurumuş, kahverengi dizlerine kadar uzun bir cüppe vardı üzerinde. Arkamdaki Rob'a kısa bir bakış atarak odanın içini taradım ancak bir çıkış yolu yoktu. Arkamı dönüp geri gidecekken, yerde yatan kişinin sesini duydum.

"Boşuna yemek getirmeyin yemeyeceğim," genç bir adama ait bu ses ile bakışlarım tekrar ona döndü.

"İsabet olmuş" diye mırıldanarak geri döndüm ve kapının eşiğine geldiğim an arkamda hareketlilik sezerek tekrar arkamı döndüm. Yerdeki adam ayağa kalkmış şaşkın bakışlarla bana bakıyordu. Suratını iyi benzetmişlerdi.

"Bir şövalye, hemde kadın?" Sorduğu soruya cevap vermeden kapısını açık bırakarak koridora adım attım ve Rob'a doğru yürüdüm. Kolunu yavaşça kaldırarak altına girdim. Ateşi daha da artmıştı ve bu hiç ama hiç iyi değildi. Elimi çabuk tutup bu lanet yerden bir an önce kurtulmalıydık. Maalesef o koridora çıkarak önüme geleni gebertmem ve kaçtığımızı resmen ilan etmem gerekiyordu. Tek olsam bir şekilde halledebilirdim ama yaralı bir adamla ilerlemek oldukça zor olacaktı.

Tekrar hole çıkan kapıya geldiğimizde, arkamda az önceki genç adamın fısıltısını duydum.

"O kapıdan çıktığınız an kafanızı uçururlar" Onu dinlemeden kapıya doğru yürümeye devam ettiğimde, arkadan bize yaklaştığını fark ederek boşta kalan elimdeki hançeri arkaya tutarak yandan ona baktım.

"Bu lanet koridordan başka çıkış yok. Burada durup gelmelerini mi bekleyelim?"

"Siz şu an nerede olduğunuzun farkında mısınız acaba? Mcarty kalesinde İngiliz kadın bir şövalye ve yanında yaralı Kurt klanı askeri. Beni kurtarmak için gelmediğinizi tahmin ediyorum?"

"Rob o kapıyı açacağım, dayanabilir misin?" Diye sordum arkadan konuşan genç adama cevap vermeden ve onu takmadan. Kapısını açıp onu oradan çıkartmıştık sonuçta. İyi hırpalanmış olmasına rağmen çenesi gayet sağlam duruyordu. Kapısını açmıştım geri kalanda kendi başının çaresine baksın bir zahmet.

"Yapabilirim sanırım Tuğra" diye mırıldandı Rob ancak buradan ikimizin sağ bir şekilde çıkması çok düşük bir ihtimaldi. Rob, gerçekten çok ama çok kötüydü.

"Hey leydi şövalye? Yolunuz buraya nasıl düştü bilmiyorum ama kapımı açmanızın karşılığında size başka bir çıkış gösterebilirim. Sanırım bir an önce yola çıkmazsanız arkadaşın pek dayanamayacak" sinirle arkamı dönüp konuşan genç adama baktım. Yaşı 18'den bile büyük değildi. Burada esir tutulmak için ne yapmış olabilirdi ki?

"Ne tarafta?" Diye sordum çünkü koskoca koridorda sadece iki oda vardı. Birinde Rob, diğerinde bu adamı tutuyorlardı.

"Size güvenmiyorum baştan söyleyeyim. Çıkış yolunu gösterdiğim an yollarımız ayrılacak, gelin benimle" diyen adam Rob'un olduğu odanın en sonunda kalan duvara doğru yürüyüp duvardaki çıkık duran taşlarda bir şeyler aramaya başladı. Rob'u daha fazla yürütmemek için olduğum yerde beklemeye karar verdim çünkü bu adamın deli olduğunu düşünüyordum. Duvara tıklatıp duruyordu. Benim kendi planım olan hole çıkmamız hâlâ geçerliydi. Adam, en son yere yakın bir taşa parmağıyla bir şeyler yaparak çıt diye bir ses çıkmasını sağladı ve gülümseyerek taşı kendine doğru çekti. Kaldırım taşlarına benzer boyuttaki taşı eline aldığı an diğer eliyle duvarı ittirerek kapı olmasını sağladı. Şokla gözlerimi açtığımda o yöne doğru yürümeye başlamıştık bile. Bunu nasıl yapmıştı? Daha doğru soru, bu adam orada bir geçit olduğunu nasıl biliyordu?

"Sen kimsin?" Dedim geçitin önüne geldiğimiz an, adam içeriye girerek karanlıkta kaybolmuştu bile.

"Orada dikilmeyin gelin, merdiven var dikkat edin" içeri girdiğimizde karşımızda aşağıya inen dar bir merdiven vardı. Duvarı alçaktı ve Rob'un hafif eğilmesi gerekecekti. Genç adam, duvardan girdiğimiz yeri sanki hiç açılmamış gibi kapattı. Şimdi her yer karanlıktı ve adım atacak zemini bile göremiyordum. Az önce gördüğüm kadarıyla tahmin ederek adim atıyordum. Önümde hâlâ merdiven olduğunu anlayarak adımlarımı dikkatli atarak aşağıya inmeye devam ettim. Tam 147 merdiven indiğimizde, bodrum kat tarzı bir yere geldiğimizi anladım ama hala her yer karanlıktı.

"İsmim Edward, bu kalede doğup büyüdüm" eklediği sözlerle şaşırdım ama zemini yoklayarak adım atarak bodrumda ilerlemeye de başladım. Rob, hiç konuşmuyor ve kalan tüm gücünü yürümeye harcıyordu. Kendinde pek olduğunu da düşünmüyordum.

"Seni neden oraya kapattılar peki?"

"Fazla meraklısın İngiliz," neden herkes ilk başta İngiliz olduğumu sanıyordu ki? Hah doğru üzerimde şövalye kıyafeti var!

"Merak değil tedbir diyelim" Onu düzeltme gereği duymamıştım.

"Connor'a ne yaptınız bilmiyorum ama eğer yakalanırsanız bilin ki acıması yoktur" sesine doğru adım atıp karanlıkta ilerliyordum. En son adım sesleri durduğunda, bir şeyler karıştırarak ses yapmaya başladı. Dışarıdan duvarın ardında bağırış ve koşturma sesleri de başlamıştı. Ses oldukça yukarıdan geliyordu.

"Bizi fark ettiler, bu tarafa gelin" sesine doğru biraz daha yaklaştığımda, bir şeyin üzerine çıkmıştı. Demirin itilmesi ile oluşan gıcırtı sesini duyduğumda, "şömine" diyerek nerede olduğunu belli etti.

"Şöminenin arkasındaki demirden bir tünel açılıyor. Biraz küçük ama arkadaşın eğilerek sığabilir" elimle kapısını açtığı tünelin içini yoklayıp boyutunu ölçüm. Rob bu yarayla geçemezdi buradan.

"Onun durumu kötü." Derin bir nefes sesi duyduğumda genç adam yerinden hareket etti ve "Tamam onu benim sırtıma ver, sen de arkamızdan ayaklarını tutarak yükün bir kısmını üstlen. Biraz uzun sürecek ama o tünelin sonu ormana, klanın dışına çıkıyor.

"Bu kadar şeyi nereden biliyorsun?" Hafif bir gülme sesi ile kaşlarımı çattım. Buradaki çalışan çoğu kişinin hatta kimsenin bu gizli tünelleri bilmediğine emindim.

"Dediğim gibi bu kalede doğup büyüdüm, hadi vakit kaybetmeyelim" diyerek koluma dokundu ve Rob'a uzandı. Elini hafif ittirerek Rob'un tam önüne geçtim ve kollarından tutarak onu sırtıma aldım. Onu ben taşıyacaktım. Bize yardım etse bile kimseye güvenmiyordum.

"Sen bir kadınsın onu taşıyamazsın aklını mı kaçırdın?" Şaşkın sesini duyup onun önden geçmesi için bekledim. Tanımadığım bir adama sırtımı dönecek kadar salak değildim.

"Daha ağırını taşımıştım, önden buyur" Rob gerçekten ağır bir adamdı, çok çok ağır hemde. Yine de zorlanarak da olsa önden hafif çömelerek yürüyen adama uyum sağladım. Aslında boyum gereği sadece yürüyerekte geçebilirdim ama sırtımdaki Rob'un kafasını çarpmaması için hafif eğilmiştim.

"Yolunuz bu kaleye nasıl düştü merak ediyorum" Bu aralar hayatım sürekli dar tünellerde geçiyordu. En son böyle bir tünelden geçtiğimde kendimi yüzlerce yıl öncesinde İskoçya'da bulmuştum. Bu tünelin bir yüzyıl daha geriye çıkmamasını ümit ederek düşünceleri kafamdan kovdum.

"Hep böyle meraklı mısın?" Alnımdan akan terlerin omuzuma damladığını hissediyordum. Duvarlar hafif nemliydi ve lağım kokusu vardı.

"Meraklı kişiliğim sayesinde hayatınız kurtuluyor"

"Fazla merak... neyse" dedim kendi dilimde fısıldayarak. Önde giden genç adamın duraksadığını anladım adım seslerinin kesilmesinden.

"Bu hangi dildi?"

"Türkçe, yürümeye devam et!" Genç adam tekrar yürümeye başladığında, uzun tünelin sonuna yaklaştığımızı da hissediyordum. Karanlık yine aynıydı ama koku daha hafiflemiş gibiydi.

"Geldik." Öndeki adam durduğunda, büyük bir ses ile bir kapıyı gıcırdayarak açtı ve gün ışığı içeriye doldu. Önden dışarıya adım attığında, tekrar bize dönerek inmemiz için elini uzatmıştı. Elini tutmadan bir basamak yükseklikte olan tünelden aşağıya atladığımda Rob'un hafif inlediğini duyup etrafımı kolaçan ettim. Rob'u dikkatle yere bırakırken genç adam onun omuzundan tutup yardım etmişti. Yere oturan Rob soluklanıp elini yarasına bastırmıştı. Yarası fena kanamaya başlayınca korkudan kafamda unuttuğum zırhı hızlıca çıkarıp attım ve üzerimdeki zırhı açarak elbisenin -gelinliğin- alt kumaşını uzunca yırttım. Kanla kaplanmış eski bezi çıkarıp yırttığım kumaşla yarayı sıkıca sardım.

"Güzel bir kadın şövalye? Öleceğimi düşündüğüm zamanlarda bile kimsenin göremeyeceği ilginçlikleri görmek nasıl bir şans?" Yan tarafta ayakta dikilip konuşan genç adama bakmadan Rob'un yarasını kontrol ederek etrafa göz gezdirdim. Olduğumuz ormanda çalılar o kadar sık ve büyüktü ki benim zamanımda böyle bir orman görmek adeta mucizeydi. İncelemem bittiğinde yönümü de belirlemiştim. Geldiğimiz yön kuzeyden olduğu için kuzeye gidersek bir şekilde Royce veya Dougal'ın topraklarına ulaşabilirdik. Tabii öncesinde bir at bulmam gerekiyordu.

En sonunda kafamı genç adama çevirdiğimde gün ışığında yüzünün daha da kötü olduğunu gördüm. Az önceki söylediklerine cevap vermeden kaşlarımı çattığımda, zevzekliği ile ilgilenmediğimi belli ederek ayağa kalktım.

"Oradan çıkmamızda yardım ettiğin için sağ ol" sıcak bir tebessüm sunarak kısa bir an etrafına baktı ve ardından tekrar bana döndü.

"Arkadaşının yarası için damar otu bulmanı tavsiye ederim. Şanslısınız ki ormanın bu kısmında sayısı oldukça fazla. Gideceğiniz yere kadar sizi idare eder" söyledikleri ile içimde umut filizleri yeşermişti. Gözlerimin parladığını fark eden genç adam "bir şey değil" diye ekleyerek arkasını döndü ve tam yürümeye başlayacağı sıra ona seslendim.

"Bu damar otu nasıl bir şeye benziyor?" Gerçekten hayatımda böyle bir bitki ismi ilk defa duyuyordum. Tekrar arkasını dönen genç adam, bugün ikinci defa hayatımızı kurtararak kendisine borçlanmamı sağlamıştı. Elini çenesine koyduğunda bana tanıdık gelen bu hareketi irdelemeden kafasını sağa sola çevirerek çimenleri inceledi.

"İsterseniz sizin için biraz bulabilirim?" Soru sorarken çimenlerde göz gezdirmeye de devam ediyordu.

"Bunu yaparsan minnettar kalırım" sözlerimle kısa bir an bana bakarak aramaya geri döndü. Yanımda uzanan Rob'un ateşini sürekli kontrol ederek elimden hiç bir şey gelmeden öylece bekledim. Bu kadar basit bir durum için bile insanın elinin kolunun bağlanması o kadar kötüydü ki basit bir antibiyotikle bir günde kendine gelebilirdi ama bu lanet zamanda bırak antibiyotiği daha bakterinin varlığı bile keşfedilmemişti. Yarasını az önce sararken iltihap kaptığına emin olmuştum.

Elinde bitki tomarıyla bize doğru yaklaşan genç adamı fark ettiğimde, Rob'un üzerindeki gömleği çıkarmakla meşguldüm. Ateşi daha da şiddetlendiği için elimden gelen tek şey buydu. Genç adam, bitkileri yere koyarak bir taş buldu ve ezmeye başladı. Hiç hijyenik olmayan bu durum içime sinmese de yapacağım başka bir şey yoktu.

"Yarasını açabilirsin" sözleriyle omuzundaki sardığım bandajı yavaşça açtım. Genç adam hemen yerdeki bitkileri toparlayıp yaraya eliyle sürecekken elini aniden tuttum.

"Bu ot iyi gelir eminsin değil mi?" Ses tonum tehditvari çıkmıştı. Hafif tebessüm eden ismini bilmediğim genç adam, elini elimden kurtarıp kendine geri çekti ve ezdiği ottan biraz alıp dudağının kenarındaki yarasına sürdü. Kendi yarasına otu sürdüğünü görüp rahatlayarak derin bir nefes aldım ve Rob'un önünden çekilerek sürmesi için ona yer açtım.

Omuzuyla işi bitince geride kalanlardan Rob'un yüzündeki yaralara yaydı. Ardından kendi yüzündeki diğer yaralara da biraz sürerek "işte bitti" dedi ve ellerini pantolonuna sildi. Derin bir nefes çekerek yarayı tekrar kapatarak Rob'un kapanan gözlerine baktım. Nabzı çok hızlıydı, terliyordu ve su gibi terliyordu. Aşırı su kaybettiği için bir an önce su bulmam gerekiyordu.

"Brad," Benim gibi ayağa kalkan genç adamın sesini duyduğumda minnettar bir ifadeyle ona baktım. İlk başta Edward diyerek sahte isim kullanmıştı. Bu adamı ömrüm boyunca asla unutmayacaktım.

"Tuğra" onun gibi elimi uzatarak elini tuttum ve hızla geri çektim. Bir anda gözlerim adamın yakasına kayınca, gün ışığında parlayan metal renkte büyük broşu dikkatimi çekti. Bir madalyon gibiydi ve içinde bir sembol vardı.

Ben, önceden bu sembolü görmüştüm. Hatta ben bu sembolü çok görmüştüm. Merakla incelediğim, uğruna sayfalarca ansiklopedi karıştırdığım, meraktan kütüphanede sabahladığım günleri asla unutamazdım.

"Bu sembol?" Dedim şoka uğramış çıkan sesimle. Brad eğilip broşunu tutarak hafif tebessüm etti.

"Çok güzel bir şekil değil mi? Annemin çizimi, bir aile arması bu" hâlâ şaşkınca broşuna bakıyor ve aklımda deli gibi araştırdığım günleri düşünüyordum. Bunu, burada şimdi mi bulacaktım?

"Hangi tarafa gideceksiniz?" Etrafa bakarak söyledikleriyle ben de bakışlarımı boynundan çekerek etrafa kısa bir bakış attım. Bu sembol işini daha sonra düşünecek ve gerekirse araştırmak için daha uygun bir zamanda gelip Brad'i bulacaktım. Gelirken kuzeyden gelmiştik, o tarafa gidersek Royce Boyd'un klanı veya Dougal'ın klanı karşımıza çıkacaktı. Elimle arkasında kalan yönü işaret ettiğimde hızla arkasını dönüp tekrar bana bakmıştı.

"O yönde ilerlerken dikkatli olun. Mcarty'in iki kalesi vardır diğer kale kuzeyde kalıyor. Yolunuza giderken diğer kalenin yakınlarından geçmeniz gerekecek."

"Neden bize yardım ediyorsun? Bizi tanımıyorsun bile?" Kaşlarımı çatarak sorduğum soruyla Brad yine hafif tebessüm etmişti.

"Kimsin sen?"

"Çünkü Connor'dan nefret ediyorum ve onun istemediği şeyleri yapmak beni keyiflendiriyor. Gördüğün gibi bu uğurda bir İngiliz’e bile yardım edebilirim" son sorumu duymazdan gelmişti. Kısa bir an arkamı dönerek Rob'u kontrol ettim. Göğüsü hızla kalkıp iniyordu. Onun için yapabileceğim tek şey, onu güvenli bir yer bulup saklamak ve tek başıma Connor'un diğer kalesine giderek yiyecek, su ve bir at çalarak gelip Rob'u sakladığım yerden geri alarak son hız klana sürmekti. Bence planım gayet iyiydi, tek sıkıntı ben bunları yaparken yırtıcı bir hayvanın Rob'u bulmamasını ummaktı.

"Yardımların için minnettarım, Brad. Son olarak," dedim Rob'a doğru ilerleyip onu ayağa kaldırmaya çalışırken, "üzülme, bir İngiliz'e yardım etmedin. Ben Türküm ve bu yaptığın iyiliğin karşılığını bir gün sana elbet vereceğime inanıyorum. Biz Türk'ler kimseye borçlu kalmayız."

"Az önce kaçarken söylediğin kelimelerin Türk dili değildi?" Hesapçı bakışlarla sorarken yalanımı arıyor gibi gözlerini kısmıştı.

Türk dilini bilmesine mi yoksa Türk dediğimde anlamasına mı şaşırmalıydım?

Ona cevap vermeden bakışlarımı kaçırdım. Bu hareketimle kaşlarını çatarak hafif tebessüm etti. Ancak bu tebessüm hiç sıcak değildi.

“İskoçya’da bir Türkün beni kurtaracağına asla inanmazdım. Babam bunu duyunca aklını oynatacak.” Kendi kendine konuşur gibi gökyüzüne bakmıştı.

Dişlerimi sıkıp Rob'un kolunu omuzuma atıp ilerlemeye devam ettim. O esnada Brad'in gözleri Rob'un kiltine çevrilmişti. Sanki bir aydınlanma yaşamış gibi hızla kafasını kaldırıp benimle göz göze geldi.

"Bu yaralı adam Kurt klanından. Kurt klanının varisinin bir Osmanlı leydisi olduğunu duymuştum. Demek doğruymuş, sen osun?" Acaba haberler nasıl bu kadar hızlı yayılıyordu? Uzun süre boyunca tutsak olan bir adam bile bu haberi duymuştu. Sadece kafamı sallayarak onu onayladım ve yürüyerek yanından geçip ilerledim.

Kıs bir an durup ardımda kalan Brad’e baktım. Onun sandığının aksine bizi kurtaran oydu. Rob yaralanmasa ben tek başıma zaten her türlü buradan kurtulurdum ancak Brad’in sayesinde Rob’u kurtarabilmiştim. Ona borçlanmıştım.

“Sen Brad,” dedim göz göze geldiğimizde. “Bundan sonra Kurt ve Mclenan klanında hoş karşılanacaksın" diyerek aramızda hatırı sayılır mesafe açtım ve Rob'u saklayabileceğim uygun bir yer aramaya başladım.


Loading...
0%