@ebrumelek
|
Zor da olsa baya mesafe katetmiştik. Yol boyunca ormandaki ağaçlar o kadar uzundu ki, ağaçların bitim yerleriyle gökyüzünün mavisi adeta gözükmüyordu. Ufak bir yokuş indiğimizde buradaki çalılıkların temizlendiğini fark ettim. Sanki birileri gelip özellikle yol açmış gibilerdi. Böylece Brad'in bahsettiği Mcarty'nin kalesine yaklaştığımızı anladım. Yol olarak kullanıldığını tahmin ettiğim yerden uzak durarak çalıların arasından zorda olsa Rob ile ilerlemeye devam ettik. Bu arada gözüm sürekli etrafta hem çevreyi kontrol ediyor hem de Rob için güvenli bir yer arıyordum. Kaçtığımızı şimdiye çoktan anlamaları gerekirdi ancak ne gelen vardı ne giden. Bu düşünce aklımı kurcalarken bir şeylerin ters gittiğini anladım ancak bu terslik bizim işimize geldiği için çokta üzerinde durmak istemedim. Tek isteğim bu lanet yerden bir an önce defolup gitmekti. "Merak etme sadece dayan" tarzı sözcükler söyleyerek Rob'u ayık tutmaya çalışıyordum çünkü arada bir üzerime ağırlık bindirerek bana bilincinin gittiğini hatırlatıyordu. Konuşmaya güç bulduğu anlarda ise tek söylediği "Beni bırak" oluyordu. Şimdiye kadar dayanması bile bence bir müziceydi ve o bunu yaparak benimle birlikte yürüyordu. Bizim zamanımızda olsa bu adam şimdiye hastanede kontrol altında tutulurdu. Bu zamandaki insanların geneli mi fazlasıyla dayanıklı ve güçlüydüler yoksa Rob mu böyleydi bilemiyordum. Düşünceler ve Rob'u ayık tutma çabalarım sonucu baya bir yol gittiğimizde, ileride duyduğum bağırış ve kılıç sesleriyle olduğum yerde anında durup dikleştim. 200 metre ilerimizde, yol hizasında bir arbede vardı. Sessizce Rob'u yere bırakarak derin bir nefes aldım ve yavaş adımlarla seslere doğru yaklaşmaya başladım. Rob'a destek olurken vücudumun çoğu yeri uyuşmuş ve feci bir şekilde ağrıyordu ama şu an hissettiğim adrenalin sebebiyle hiçbir ağrım beni zorlamıyordu. Geniş bir çalılığın arkasında eğilerek hafifçe araladığımda, ileride, tam karşımda gördüğüm manzarayla adeta küçük dilimi yutarak gülümsememe engel olamadım. Dougal gelmişti... DOUGAL Karşımda gördüğüm kaleden yıllar önce ayrılırken hissettiğim tek duygu hayal kırıklığıydı. Karımın ve dostumun ihaneti ile büyük yeminler ederek babamın beni kovduğu evime boynum bükük dönmüştüm. Ancak şimdi, yıllar sonra buraya yeminimi bozarak dimdik bir şekilde tekrar adım atıyordum. Connor'un bana karşı yaptığı her kötülüğe sessiz kalmış, ufak karşılıklar vererek adeta ona, onu umursamadığımı anlatmıştım. Connor'un her yaptığı olayda bir üzerine çıkarak daha da kötüleşmesi ise ona olan umursamaz tavrımdı. Karşılık göremedikçe deliriyor, delirdikçe canımı yakmanın bir başka yolunu arıyordu. Hiçbir şey onun ayağına tekrar gelmemi gerektirmemişti. Bu yaptığına kadar. Affedilemezdi, karşılığını öyle büyük alacaktı ki karşıma dünyanın tüm krallarını dahi getirse, kılıcımın tadına zevkle baktıracaktım. Connor'un bu defa kellesini alacaktım... "Deh" diye bağırarak savaşçılarımla aramı hayli açarak kalenin kapısına son hız ilerledim. Emir ve Melek neredeydi bilmiyorum. Onları en son gördüğümde Arthur'a bir takım savaşçılarla geride kalıp arkamızdan gelen Mcarty'lileri halletmelerini söylerkendi. Arthur ve bir bölük savaşçım geride kaldıktan sonra Emir ve Melek'te adeta sırra kadem basmıştı. Karşımdaki kapının geçmem için açılmasıyla, içimde olan öfkem katlanarak arttı çünkü Connor şerefsizi yine oyun peşindeydi. İçeri girmemizi istediğine göre bizden korkmadığını açıkça belli ediyordu. Açılan kapıya son hız sürerken, yanda bekleyen Connor'un askerlerini hızla kılıcımla biçtim. Adamlar, Connor'dan saldırma emri almamış olmalılardı ki daha elleri kabzalarına gitmeden kendilerini kanlar içinde yerde bulmuşlardı. En son kılıcımla kestiğim adamdan fışkıran kan yüzüme sıçrayarak tek gözümün görüşünü engellemişti. Tam ardımdan içeriye giren gururlu savaşçılarım da benim gibi karşılarına çıkan herkesi öldürmeye başlayınca, kalenin meydanı savaş alanına dönmüştü. Atımdan inmiyor, kimi görürsem kılıçtan geçiriyor ve etrafta o alçağı arıyordum. Tabii her zaman yaptığı gibi savaş esnasında korkakça saklanıyor ve ortaya çıkmıyordu. İşte aramızdaki en büyük fark buydu. Ben, bir savaş sırasında savaşçılarımdan önde gider ve ilk darbeyi karşılardım. Geride durup ordumu yönetmektense, onlarla bir olup çarpışmanın direkt içine girerdim. "Tuğra?" Diye bağırarak etrafta o şerefsizi aradım ve yanıma yaklaşmaya çalışan herkesi püskürttüm. Connor'un adamlarının cansız bedenlerinden süzülen kan, zemini kırmızıya boyamıştı ve buna rağmen hâlâ ortaya çıkmıyordu. Savaş son hızıyla devam ederken, ana binanın kapısının açıldığını duyarak kafamı kapıya çevirdim. İngiliz kralı 5 şövalyesiyle birlikte kapıda gözüktüğünde ise tehlikeli bir gülümsemeyle ona baktım. Gerçekten Billy'i buraya çağırmıştı. Demek oyunu buydu. Connor, Connor, kralın bile benden çekindiğini anlamayacak kadar kibirli ve körsün. İngiltere'de krala III. William deseler de İskoçya'da Billy ismini kullanırdık. Arkalarından yüzünde memnun olmayan bir ifadeyle çıkan Connor'u görüp, dudağımdaki gülümseme daha da tehlikeli bir hâl aldı. Kral'ın arkasına saklandığını sanıyordu, oysa ki onu benim elimden kimse alamazdı. "Dougal Mclenan, bu ziyareti neye borçluyuz?" Diye seslenen kral Billy’nin gözünde korkuyu da çok iyi hissetmiştim. Benden öyle çok korkuyordu ki sırf bu sebeple arasını benimle iyi tutmaya çalıştığını ikimizde biliyorduk. O Britanya'nın kralı olsa da İskoçya'da söz sahibi bendim. Topraklarım ve dostlarım oldukça fazla olduğu için karşımdaki bu kral bozuntusu, ülkemizde söz geçirebilmek için beni yanında tutmaya çalışıyordu. Yönetmek için bunu yapmasını anlayabilirdim ancak bu kral, ülkemizi hiç düşünmüyor karısı Mary'nin eteklerine sığınıyordu. Görev adı altında ortadan kayboluyor ve İskoç düşmanı karısı ülkeyi yönetmeye çalışarak benim halkıma zulmediyorlardı. Billy'nin tahttan çekilip yerine İskoç destekçisi gayrimeşru oğlu James Fransis'in geçmesi için hazırlıklarımız son hızıyla sürüyordu. Ancak Mary, kocasının ihanetini sindiremiyor ve James'in tahtı almaması için elinden geleni yapıyordu. Aldığım son duyumlarıma göre kraliçe tahtın varisinin kız kardeşi Anne'e geçmesini talep etmişti. "Tuğra nerede?" Diye bağırdım gözlerimi Connor'dan ayırmadan. Connor normalde alaycı bir ifadeyle karşımda durması gerekirdi ancak yüzü oldukça endişeli gözüküyordu. Arkamızda artan seslerle ve bana doğru yaklaşan kalabalığı hissettiğimde, bakışlarımı Connor'dan ayırıp arkama döndüm. Arkamda bıraktığım arbede bitmiş, onurlu savaşçılarım benden bir emir bekler pozisyonda duruyor, amcam ise kendi klan savaşçılarıyla kaleye girmiş ve dimdik bir şekilde bana doğru ilerliyordu. Onu gören kral, şövalyelerine kısa bakışlar atarak tedirgince yerinde kıpırdandı. "Dougal, Quany, neler oluyor dostlar? Düşmanlık yapsanız da Connor'un düğününü bu şekilde basmanız doğru mu?" Duyduğum sözler yüzünden gözümün önüne inen perdeyle, atımdan öyle hızlı atladım ki hareketime geç kalan Connor'un adamları beni fark edememişlerdi bile. Connor'un tam önüne giderek sağlam bir yumruk indirip kılıcımı boynuna tutarak ona doğru eğildim. Arkamda bana doğrultulmuş kılıçları fark ediyor, hiç birini umursamıyordum. "O, nerede?" Baskın bir sesle Connor'un kulağına bağırdığımda, acı bir şekilde gülmeye başladı. Boynuna tuttuğum kılıcı daha da bastırarak kanamasını sağladım ancak korkudan gülmeye ara veren Connor'u şimdi burada öldürmek için saniyeleri sayıyordum. "Savaşçısını da alıp kaleden kaçmışlar. Nasıl başardı bilmiyorum ama istersen tüm kaleyi gidip ara yoklar." yüzündeki ifade gerçekten şaşkın bir adama aitti ama birazdan ölü bir adam olacaktı. Artık Connor'un nefesleri tükenmişti. Tam kılıcı sertçe boğazına bastıracağım an kalenin ana kapısından çıkan siyahlar içindeki ikili gözüme çarptı. Emir ve Melek... Kalenin içinden çıktıkları an, tam arkalarındaki kişileri fark eden kral, korkuyla bir adım geri atmıştı. Şimdi amcama arkası dönük duruyordu. Şövalyeleri onun önüne geçerek Emir ve Melek'e kılıç doğrultmuşlardı. "Tuğra ve Rob hiçbir yerde yok!" Diyen Emir, şövalyeleri tehlike olarak görmemişti bile. Kısa bir an bakıp bakışlarını tekrar bana çevirmişti. Bu Emir'i de gittikçe daha çok sevmeye başlamıştım. Kılıcımı Connor'un boynuna biraz daha bastırdım. "Dougal, beni kendine düşman etmeden önce burada neler olduğunu lütfen açıklayın!" Diye titrek sesle konuşan krala, amcam cevap verdi. "Neler olduğunu söyleyeyim kral hazretleri, bu adam benim kızımı zorla kaçırdı. Görüyorum ki onunla zorla evlenmeye kalkışmış. Evlilik gerçekleşti mi?" Amcamın sesiyle ellerim öfkeyle titremeye başladı. Benim umurumda olmayan bir sorunun cevabını bekliyorduk. Bu evlilik gerçekleşse bile kabul etmeyecektim. Çünkü damat birazdan geberecekti. "Gerçekleşmedi!" Duyduğum sesle kılıcı tuttuğum elim ânında gevşeyerek arkamı döndüm. Benim gibi herkes merakla arkasını döndüğünde kahverengi bir atın üzerinde, üstünde şövalye zırhı giymiş Tuğra geliyordu. Benim için sesler o an kesildi. Zaman sanki durdu. Atın üzerinde yorgun bir yüzle bana doğru gelen kadının, farklı renklerde tutamlara sahip saçları rüzgarla savruluyor, savrulan bazı tutamları dudaklarına teğet geçerek yanlara savruluyordu. Arkasındaki manzara kanla kaplanmış toprak zemin ve cesetler olsa da, Tuğra dünyayı bulanıklaştırarak sadece kendisini görünür kılıyordu. Omuzlarını dimdik hale getirerek ve hafifte tebessüm ederek tam yanıma kadar atını sürdü. Ona bakmaya öyle odaklanmıştım ki ellerimin altında tuttuğum Connor'un aciz bedeninin bile bir önemi kalmamıştı. Kıpırdadığı an Connor'u hatırlamıştım. Tuğra, sağ salimdi, bana bakıyor, bana doğru geliyor ve hafif tebessüm ediyordu. Tuğra, o kadar savaşçının arasında dahi hayatta kalabilecek güçte bir kadındı. Yanılmıştım ve yanıldığım için o kadar memnundum ki. O, gelmiş geçmiş en güzel kadındı ve tam şu an karşımdaydı. Ne yanımdaki adamlar, ne en büyük düşmanım, ne de Britanya'nın kralı umurumda değildi. TUĞRA Arkasına saklandığım çalılığı araladığımda, Arthur ve savaşçılardan bazılarını Connor'un adamlarıyla kılıç kılıca çarpışırken görüp gülümsememe engel olamadım. Melek'te kesin buradaydı ve Rob'un durumuna bakabilirdi. Hızla ayağa kalkarak Arthur'a arkadan kılıcını saplamaya hazırlanan adama elimdeki hançeri fırlattığımda, hançer direkt boynuna saplanarak etkisiz hale getirmişti. Bu hançer fırlatma işinde de bugün epey ustalaşmıştım anlaşılan. Karşısındaki adama son darbeyi vuran Arthur, arkasındaki hareketlilikle hızla dönmüş ve kanlar içinde yerde yatan adama bakarak etrafta göz gezdirmişti. İşte o an, onunla göz göze geldik. Gözlerindeki bariz şaşkınlık ve sevinci görünce, bu insanlara bu kısa zamanda nasıl bağlandığımı sorguladım. Sanki hepsiyle yıllardır tanışıyor gibiydim. Arthur büyüttüğü gözleriyle yanıma gelip hızla vücudumu süzdü. "Tanrılara şükür leydim" "Rob'un durumu kötü bir an önce tedavi edilmesi lazım" Arthur duyduğu cümleyle kısa bir an arkasındaki savaş meydanına baktı. Connor'un adamları sayıca epey azalmışlardı. Tekrar bana döndüğünde "Reisim sizi almak için kaleye baskına gitti. Burayı temizledik zaten Rob'u da yanımızda getirdiğimiz şifacımıza gösterelim." Demek Dougal benim için kaleye baskına gitmişti. Kral orada olduğu için başı belaya girer miydi acaba? "Şifacıyı hemen getir, Rob ileride" diyerek elimle Rob'u bıraktığım yeri işaret ettim. Arthur geri dönerek Mclenan savaşçılarına birkaç emir verdi ve atına binerek gözden kayboldu. Birkaç dakika içinde atının arkasında daha önce kalede gördüğüm şifacının çırağı olan genç çocukla birlikte geldiler. Melek bu çocukla çok ters düşüyordu. Rob'un yanına ilerlediğimde, şifacı çocuk hemen Rob'un yanına gelerek diz çöküp yarasını inceledi. Yarasına koyduğum otun ne olduğunu sordu. Damar otu deyince yüzünde memnun bir ifade gördüm. Söylediğine göre bu ot iyi gelebilirmiş ve yarasını iyice temizleyip dikerek kapatması yeterli olacakmış. Bundan sonrası Rob'un iradesine kalmış. İdarelik bir şeyler yapsın zaten Melek'e antibiyotik tedavisi yaptıracaktım. "Arthur, siz Rob ile ilgilenin ben Mcarty kalesine gidiyorum" Arthur söylediklerimle ayağa kalkıp yanıma geldi. "Burada sağlam savaşçıları Rob ile bırakıp sizinle geliyorum efendim" itiraz kabul etmeyen bir sesle söyledikleriyle kafamı olumlu anlamda salladım. "Bana bir at verin hemen yola çıkalım" sözümü duyan biri, kahverengi bir atı bana doğru getirmişti. Rob'a göz atıp atın üzerine bindim ve elimle yelesini okşadım. Arthur dahil yedi kişi daha atın üzerine binince hep birlikte kaçtığım kaleye doğru yola çıktık. Kalenin kapısına vardığımızda tüm zeminin kan ile yıkandığını gördüm. Dougal geçtiği yerde ölüm saçmıştı. Etrafa göz atarak Emir ve Melek'i aradım. Bulamadığımda onların gizlice kalenin içine girdiklerini tahmin ettim. Büyük ihtimal şu an içeride gizlice beni arıyorlardı. Cesetlerin yanından geçerken kalede hiç ses çıkmıyordu. Biraz daha yürüyüp açık kapıdan geçtiğimizde durumun burada daha beter olduğunu gördüm ama yerde bir tane bile Mclenan savaşçısı cesedi yoktu. Arthur da benim gibi yerde bir arkadaşı var mı diye arıyordu. Sessizliğin hakim olduğu kalede, Dougal'ın gür sesi yankılandı. Benim nerede olduğumu öyle kudretli bir ses tonuyla bağırarak söylüyordu ki kendi dilinde konuşsa bile dediğini anlayabilmiştim. İleride görüş açımıza giren kalabalığa göz attığımda, albay ve Dougal, klanı resmen ablukaya almışlardı. Tam ortalarında muhafızların arkasında bekleyen kralı görünce gözlerimi büyüttüm. Kral korkuyor gibiydi ve ben hayatımda ilk defa bir kralı yakından görecektim. Kalenin kapısı açılıp siyahlar içinde Türk bayrağı armalı kardeşlerim gözüküp beni bulamadıklarını söylediğinde, Dougal elindeki kılıcı bastırarak Connor'un boynunun daha da kanamasını sağladı. Bizim geldiğimizi hâlâ fark etmemişlerdi ve Dougal gerçekten her an Connor'u öldürebilecek gibi duruyordu. Connor'un yüzünde bütün gün gördüğüm alaycı ifadesi kaybolmuş, yerini endişe ve korku almıştı. Kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Kral arada söze giriyor, Dougal'ın öfkeyle omuzları kasılıp gevşiyordu. Onu ilk gördüğüm günkü gibi tüm vücudunu boyamış ve sanki bir yabani gibi gözüküyordu. Tehditkar, korkutucu ve tehlikeli. Bana çiçek maketi veren adam, o çiçeğin taç yapraklarını özenle tek tek işleyen adam, yaptığım her hareketi her sözü pür dikkat dinleyen adamdı o. Şu an karşımda gördüğüm ise içindeki tüm karanlığı ortaya çıkarıp buraya kadar gelmişti. Geride bıraktığı yıkımla bile ne kadar gözünün döndüğü belli oluyordu. Peki ama neden? "Gerçekleşmedi!" Diye bağırdım albayın sözlerini duyduktan sonra. Evlilik konusu açıldığı an Dougal'ın tüm yüzü öyle bir kızarmıştı ki boyalardan ve mesafeden bile belli oluyordu. Boynunda bir tane damar belirginleşip sanki bağırıyormuş gibi şişip ortaya çıkmıştı. Connor'un işini bitireceğini anladığım an sesimi duyurarak varlığımı belli ettim. Sesimi duyduğunda, kılıcı tuttuğu eli gevşedi. Gözümü Dougal'dan ayırmıyordum. Eli gevşese bile Connor'u bırakmayan koca dev, bana doğru dönerek aramızdaki mesafeye rağmen öyle bir bakıyordu ki, ona yaklaştıkça aramızda görünmez bir bağ oluşuyordu ve bu bağ görünmese bile ben somut olarak dokunabilecekmiş gibi hissediyordum. Yaklaştıkça kalbim ve soluklarım hızlanıyor, dilimle sürekli dudaklarımı ıslatma ihtiyacı hissediyordum. Rüzgarın savurduğu saçlarım nemlenen dudaklarıma yapışınca, Dougal'la göz kontağım bozularak kardeşlerime hızla göz attım. İkisi de oldukça rahatlamış ve iyi gözüküyorlardı. Emir, krala merakla bakıp Melek'in koluna koluyla hafifçe vurarak bir şeyler söylüyordu. Dudağımdaki saçım başka bir rüzgarla geriye savrularak yüzümü ortaya çıkardığında, Dougal'a da artık çok yaklaşmış ve tekrar onun yeşil gözlerine bakmıştım. O benden gözünü ayırmıyordu ve benim gibi göğsünün hızla inip kalktığını, yüzünde bir rahatlama ifadesi olduğunu gördüğümde kendi soluklarım daha da hızlandı. Heyecanlanmıştım. Dougal buraya amcasının emanetini korumaya gelmemişti. O gerçekten de benim için gelmişti... |
0% |