Yeni Üyelik
46.
Bölüm

46. Bölüm

@ebrumelek

Toparlanıp klandan ayrılmamız 10 dakika sürmüştü. Kral bizden önce atına binerek uzaklaşmış, Dougal ardından uzun uzun bakmıştı. Bana yandan bakış atarak kendi atının yanına gitmiş ve savaşçılarına sadece "eve dönüyoruz" diye seslenmişti. Ardından ortadan kaybolmuştu.

"Öldüm meraktan kızım öldüm" diyen Emir, bana sarılarak alnıma öpücük kondurmuştu. Ondan ayrılıp Melek'le de sarıldığımda, üzerlerindeki kamuflaja bakarak gülümsemiş "Ne o, operasyona mı gidiyorsunuz" diye kendimce dalga geçmiştim. Emir "hiç komik değil salak" diyerek saçımı çekmiş ve albayın yanına gitmişti.

"Melek, ilaç kutusu yanında mı?" Diye sordum klandan çıkıp orman yoluna girdiğimizde. Rob, o otlarla asla iyileşemezdi.

"Evet neden? Yaran mı var?" telaşla konuşan Melek'e kafamı sallayıp "Rob yaralı, iltihap kapmış" dedim. Melek endişeye kapılan bakışları etrafta gezinmişti.

"Yolumuzun üzerinde Arthur'a emanet ettim. Antibiyotik yeterince vardı değil mi?" Melek kafasını onaylar anlamda sallayınca derince ohladım.

"3 kişiye yetecek kadar var. Normalde bu kadar yanımda taşımazdım ama seni bulmak için çıktığımız operasyonda iki tim olacağımız için sorumlu komutanım fazladan almamı emretmişti"

"Buna da şükür. Bir an önce hızlanıp Rob'a yetişelim" Melek benimle aynı anda atını hızlandırarak önlere doğru ilerledik. Dougal hâlâ ortada yoktu ve nedense bu durum canımı sıkmıştı. Ön sıralarda Arthur'u gördüğümde onların da önünde tek başına at süren Dougal'ı fark ettim. Aramızdaki mesafeye rağmen sanki ona baktığımı anlamış gibi bir anda arkasını dönerek göz göze gelmiştik. Gülümsediğini görünce yakalanmanın verdiği utangaçlıkla bakışlarımı kaçırıp Arthur'un yanına doğru ilerlemiştim.

Arthur'un yanına geldiğimizde ön tarafına oturttuğu Rob'u gördüm. Gözleri kapalı, vücudu terden parlak hâle gelmişti. Arthur'a durmasının işaretini verdiğimde atını yavaşça durdurdu. Melek Rob'un yanına giderek durumunu kontrol etmeye başladı. Nabzına, göz bebeklerine ve ateşini kabaca incelediğinde kafasını bana çevirip iki yana salladı. Ardından Arthur'a onu indirmesini söyleyerek kendi de atından indi. İlk yardım çantasını açarak antibiyotik şişesi ve şırıngayı ortaya çıkararak Rob'un omuzundaki bandajı çıkarttı.

Yarası daha da kötü olmuş gözüküyordu. Solüsyonla yarayı temizlemeye başlayarak otun ne olduğunu sordu. Arthur, tereddütle Melek'e baksa da çevreyi kontrol ediyordu. Bizim durmamızla bir grup savaşçı bizimle dursa da çoğunluk önde ilerlemeye devam ediyordu. Melek temizlediği yaraya son kez bakarak etrafına kısaca göz gezdirdi. İğne yaparken birisinin görmemesi gerekiyordu. Arthur'la göz göze geldiğimizde imâmı anlamış gibi yakındaki savaşçıları bizden uzaklaştırdı. Melek cam şişedeki antibiyotiği şırıngaya çekerek Rob'un koluna enjekte etti.

"O nedir?" Arthur'un sorusuyla yaraya bakmaya devam ettim.

"Sıvı hale getirilmiş bir ilaç" Cevap veren Melek'le Arthur bana kısa bir bakış attı. Gözlerimi kapatıp açtığımda sanki benim onayımla rahatlamış gibi duruyordu. Yarayı temiz bir bandajla kapatan Melek, ayağa kalkarak bana döndü.

"İyi olacak daha kötülerini görmüştüm" içimi rahatlatmaya çalıştığını biliyordum. Arthur'un Rob'u ata bindirmesinde yardım etmesini izlerken Melek'e cevap verdim.

"Benim yüzümden yaralandı. Onu korumak için elimden geleni yapmaya çalıştım Melek ama olmadı. Ölebilirdi."

"Evet ama ölmedi. Kendini bu yüzden suçlama sen onu oradan tek başına çıkarttın Tuğra. Sahi kaleden yaralı bir adamla nasıl kaçmayı başardın?"

"Yardım aldım diyelim" giden Arthur'un atın peşinden kendi atımın yularını tuttum. Aklıma tekrar gelen sembolle gözlerimi kapatıp açtım.

Çok fazla şeyi üst üste yaşamıştım. Yalnız kalıp olayları düşünüp sindirmek için zamana ihtiyacım vardı.

***

Kaleye giden zaman boyunca tüm vücudum bitkinlikten isyan ediyordu. Kaç saattir uykusuz olan bedenim, tanıdığım insanları gördüğüm an rahatlayarak kendini yorgunluğa bırakmıştı. Rob'un aldığı ilk antibiyotikten sonra ateşi çok hızlı bir şekilde düşerek savaşçıları oldukça şaşırtmıştı. Yol boyunca kendinde olmasa da savaşçılar onun ne kadar güçlü bir adam olduğu ve ölümden böyle döndüğü için Tanrı'nın onu sevdiğini savunuyorlardı. Bu görüşler boyunca aslında iyileşmesinin sebebinin Melek'in yaptığı iğne olduğunu anlayan Arthur'un şüpheli bakışlarını üzerimizde hissediyordum.

Royce'un topraklarına girdiğimiz an tüm savaşçıların gözle görülür bir şekilde rahatlamaları ile Dougal mola emri verdi. Resmen yola çıktığımız saatler boyunca hiç mola vermemiştik ve Emir'in neredeyse ağlamak üzere olduğunu görüp gülmeme engel olamamıştım. Bu zamandaki yaşam hiç ona uygun değildi çünkü ne kadar asker olsa da Emir sivil hayatında konfor ve teknolojiyi seven biriydi. Albayla saatlerdir olan konuşmaları da bu molayla bitmiş oldu ve atından inerek direkt yanımıza doğru yürüdü. Dougal, bana uzak bir yerde adamlarının kamp alanı kurmasında yardım ediyor, albay ise Rob'un yanına gitmiş onu kontrol ediyordu.

"Silahlar hakkında soru sordular mı?" Emir yanıma geldiği an beni sorguya çekeceğini biliyordum çünkü yolculuk sırasında olayı özetle anlatmıştım. Emir ayrıntı isteyecekti. O beni sıkboğaz etmeden ben soru sormalıyım diye düşünmem, benim suçum değildi. Sıra asla bana gelmezdi çünkü.

"Sormayan bir kişi kaldı mı desen daha doğru olur. İnanabiliyor musun silahı görüp şaşırarak inceleyenlerden ziyade kahkaha atanlar bile oldu" Emir şikayet eder gibi konuşunca Melek hafif kahkaha atmıştı.

"Nasıl yani?" Dedim kaşlarımı çatarak.

"Bir erkek gibi kılıç almalısın evlat o demiri bir yerine sokarlar" savaşçılardan birinin taklidini yaparak sesini kalınlaştıran Emir'le durumu anlayarak ben de hafif gülmüştüm.

"Dua etsinler de mermim sayılı yoksa bu demiri kim sokuyor gösterirdim onlara" Emir'in sinirli hâlleri bana moral olurken yaşadığım tüm streste uçup gitmişti sanki. Gözlerim sürekli Dougal'a kaysa da Connor'un kalesindeki hâlinden eser olmaması moralimi bozmuştu. Sanki ben yokmuşum gibi beni görmezden geliyor ve bu durum aşırı canımı sıkıyordu. Hayır yani ne olmuştu ki bir anda anlamamıştım.

"Silahları boşuna aldınız" Emir'e odaklanarak aklımdan Dougal'ı attım.

"Senin götürüldüğünü öğrenince elimize geçen her şeyi aldık" diyen Melek'in de üzerinde kendi taramalısı hariç benim taramalım da vardı. Gerçekten ellerine geçen her şeyi almışlardı. Bizimkilerle konuşurken kamp alanı da kurulup 4 tane büyük ateş yakılmıştı. Savaşçılardan bir grup avlanmak için ayrılınca diğerleri kendi aralarında zafer kutlaması yapmaya başlamıştı. Albay hâlâ Rob'un yanındaydı ve ona su içirmeye çalışıyordu. Geç kalmamıştık ve o iyi olacak gibiydi. İlk dozda bile ilaç etkisini göstermişti.

Dougal, önünde durduğumuz ateşin tam karşısına geçip oturunca az önce rahatlayan bedenim tekrar gerildi. Ancak bu gerilimin sebebi korku ya da başka bir olumsuz duygu değildi. Safi heyecan yüzünden kaskatı olmuştum.

Hava da yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Tam karşıma oturan Dougal ile kısa bir an göz göze geldik. Yüzünde 3 aydır görmediğim kadar gülümseme eksik olmuyordu sanki. Suratsız, nemrut, sinir bozucu olan adamın içine sanki Romeo kaçmıştı. Yolculuğa çıktığımızdan beri benden kaçan hâllerini aklıma getirerek kaşlarımı çatarak bakışlarımı ondan ayırdım. Evet, böyle düşünsem benim için çok daha hayırlı olacaktı. Dougal akıllı biriydi ve böyle uzak durmasının ikimiz için daha hayırlı olacağını anladığı kesindi. Yakında buradan gidecektim ve aramızda dostluk dışında bir durum olmaması çok daha iyiydi. Onu düşünmekten vazgeçip Emir'e kulak verdim. Melek'e 'kral gördük lan harbi harbi kral' diye bir şeyler anlatıyordu..

"Harbi harbi kraldı ama hiç hayallerimdeki gibi değildi. Göbeğini gördün mü? Acaba ayakkabılarını nasıl giyiyor?" Melek'in sözleriyle kahkahama engel olamadım. Güldüğüm esnada Dougal ile tekrar göz göze geldik. Elinde yine meşhur bıçağı ve bir dal parçası vardı. Dilini dudağında gezdirerek gülümsemesini saklamadan beni izliyordu. Utanarak tekrar bakışlarımı kaçırdım. Bu sefer ben onu bakarken yakalamıştım ama bakışını kaçıran yine bendim!

"Melek, sen nasıl bir kral hayal ediyordun da hüsrana uğradın acaba? Ayrıca ben kral olsam ayakkabımı giydirsin diye uşak tutardım kızım." Bizimkilerin atışmasını izlerken tebessüm etmeden de duramıyorum ki. Dougal'a bakmayacağım diye kendime telkin veriyordum. Savaşçılardan biri yanımıza gelip, bize su uzatınca Emir matarasını gösterip reddetti. Bunu Melek ile atışmasını hiç kesmeden yapmıştı. Onum bu hâllerine gülmeye devam ederken, bana döndü.

"Sen bilirsin Tuğra, bu kral neler yapıyor? Nasıl ölüyor?" Emir'in sorusuyla bakışlarım istemsiz Dougal'a döndü. O da soruyu duymuş ve elindeki işi bırakarak merakla bana bakıyordu. Ona kralın kafayı İskoç beylerine taktığını ve bu uğurda savaş başlatmaya hazır olduğunu, yine bu uğurda öleceğini ve binlerce İskoçyalıyı öldüreceğini nasıl anlatabilirdim ki?

Boğazımı temizleyerek tekrar Emir'e döndüm. Bakışlarımdan bir şeyler bildiğimi ve bu şeylerin iyi şeyler olmadığını anlayan Emir, yutkunarak kısa bir ân Dougal'a bakış attı. Dougal, yanan kamp ateşinin yansıması altında, altın renginde gözüken yeşil gözlerini benden ayırmadan cevabımı bekliyordu.

"Bilmiyorum" dedim kısık sesle ve konuyu değiştirmek için Melek'e baktım. Ancak Dougal'ın sesi ile bakışlarım yine ona döndü.

"Sana zarar verdi mi?" Beklemediğim yerden gelen soru ile afallamamı kontrol altına alarak yüzüme hafif tebessüm eklemeyi başardım.

"Hayır ama onlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim" cevabımla ortamdaki gerginlik azalırken bizimkiler de rahatlayarak benden bakışlarını çekmişlerdi. Dougal'ın ise yüzünde gururlu ifade o kadar netti ki.

"Kral senden korkuyor mu?" Emir'in sorusuyla tekrar aynı konuya döndüğümüzü anlayarak onun matarasını alıp birkaç yudum su içtim. Dougal, ben su içene kadar bekledi ve gözleri en son matarada takılı kaldı. Emir'in matarasını onun yanına geri koyduğumda dahi kaşları çatık mataraya bakıyordu.

"Hey, mataramı öldürmeye çalışıyorsan seni uyarıyorum!" Alayla karışık konuşan Emir'e, Melek yine tebessüm etmişti. Sözleri ile bakışları mataradan ayrılan Dougal bu sefer Emir'e, 'ne diyorsun sen?' der gibi bakmıştı. Mataraya bakarken başka bir şey düşündüğü çok belliydi ve bir ân dalıp gitmişti sanki.

"Benden herkes korkar, onunla çıkar ilişkimiz vardı. Bu günden sonra o da kalmadı. Bundan sonra ne olacağını ben de bilmiyorum, umurumda da değil" baya da mütevazi olan Dougal aslında doğruyu söylüyordu. Kendinin farkında bir liderdi ve binlerce kişiyi ardından ilerletebilecek potansiyele sahipti. Kralın ondan korkmaması için hiçbir sebep yoktu. Güç, korkuyu da getirirdi ve kral ne kadar güçlü olsa da tahttaki hakkını karısının sayesinde elde ettiği için asiller arasında hükümdarlığını onaylamaz düşünceler olduğunu biliyordum. İskoçya'yı tamamen elde ederek onlara kendini ispatlamak istiyordu. İskoçya'yı almayı Connor ile hedeflese de Dougal onun tüm planlarını bozmuştu.

"Yanındaki şövalyelerinin hayatlarında gerçek bir savaş görmediklerine eminim" Benimle aynı tespiti yapan Melek ile şaşkınca ona baktım. Aynı şeyi düşündüğümüzü anlamıştı.

"Tuğra, bir günlük yolumuz kaldı. Biraz dinlensen iyi olur" Dougal'ın sesiyle tekrar göz göze geldik. Biraz uyusam gerçekten de fena olmazdı çünkü hareketlerimde bile yavaşlama başlamıştı. Kendimi bitkin hissediyordum. Etrafı inceleyerek uyumak içi uygun bir yer aradım. İleride büyük bir kayalık görünce ayağa kalkarak "Dougal haklı, avdan dönüp yemek piştiğinde beni uyandırırsınız" diyerek kayaya doğru ilerledim. Arkamdan Dougal'ın delici bakışlarını hissetsem de dönüp bakmamayı başardım. Uykusuz da olsam yolculuk sırasında yediğim kuru ekmek ve peynir midemi hiç memnun etmemişti. Yemek için uyanabilirdim ve öyle yapacaktım.

"Tuğra kalk, Nusret'in atasını buldum" uykuyla uyanıklık arasında duyduğum Emir'in sesiyle gözlerimi açtım. Eğlenen bakışlarını bir yere sabitlemiş izliyordu.

"Ne diyorsun yine" homurdanarak oturur pozisyona geldiğimde Emir'in bakışlarını takip ettim. Kamp ateşinin başında büyük bir et pişirmişler, eti dilimleyerek herkese bölüştürüyorlardı.

"Ne eti o?" Gözlerimi ovarak kaslarımı esnettim. Ne eti olduğunu sormuştum ama o kadar açtım ki kokusu şimdiden ağzımı sulandırmıştı.

"Şu taraftaki domuz, Dougal biz yemiyoruz diye gidip geyik avladı. Bizim için olan et şuradaki" gösterdiği ateş alanına baktığımda Dougal'ın kollarını katlamış bir şekilde, pişmiş geyik etini dilimlediğini gördüm. Bıçağı çok güzel kullanıyordu ve keskin olan bıçağı sanki bir kağıdı kesiyormuş gibi kolay hareket ediyordu. Onu gizlice süzmek istememiştim ama gözlerimi hareketlerinden ayıramıyordum. Yaptığı işe odaklanmıştı. Ayırdığı parçaları büyük yaprakların üzerine koyuyor, başka biri onları alıp insanlara dağıtıyordu.

Konsantrasyonunu bozmadan dilimleme işlemine devam eden Dougal, eti keserken dudakları hafifçe kıvrıldı. Gülümsemeye benzer bu ifade ile etleri parçalamaya devam edince neye güldüğünü anlamak için ben de ete baktım ama gülünecek bir durum gözükmüyordu. Tekrar Dougal'a döndüğümde, onun zaten bana baktığını anladım. Gülümsemesi hâlâ yüzündeydi ve eliyle eti işaret etti.

Yine ve yine yakalandık.

"Senin ona baktığının farkında olduğu için gülüyor kızım sazan mısın sen? Ah ah ben olmasam halin nice olur" Emir'in sözleriyle utancımdan kıpkırmızı oldum.

"Ne saçmalıyorsun sen be" çemkirerek ayağa kalkınca Emir'de peşimden ziyafete doğru yürümeye başladı. Başka bir şey konuşmadan Dougal'ın yanına oturana kadar o beni izlemişti. Tam yanına oturduğum ân, derin bir nefes alarak eti kesme işlemine geri dönüp bakışlarını çekebilmişti.

Önündeki eti dilimleyerek kemikli kısmı Emir'e uzattı. Tek eliyle eti tutan Emir, direkt ete yumulup yemeye başladı. Dougal, sanki çok önemli bir iş yapıyormuş gibi etin en butlu olan kısmını ince ve düzgün şeritler halinde keserek, Emir'inkine kıyasla daha büyük bir parçayı genişçe bir yaprağın üzerine koydu. Yaprak kısmından tutarak havaya kaldırdığında dahi bakışlarını yaptığı işten ayırmayan Dougal sinirimi bozmaya başlamıştı artık. Zaten yolculuk yorucuydu, yoğun bakışları ile kalbimi de oldukça yoruyordu.

Taa ki yaprağın kenarına minik, mor bir çiçek koyana kadar, sinir olduğumu düşünüyordum.

Şaşkınca minik çiçeğe bakakaldım.

Çiçek öyle küçüktü ki yaprağın arasında kimse dikkat etmezdi ama kalbimin uğultusu yüzünden sanki herkes fark edecekmiş gibi hissederek kısaca etrafa göz gezdirdim. Emir'i kontrol ettiğimde yağlı ağzıyla etinden kocaman bir ısırık aldığını görüp tekrar çiçeğe baktım. İşaret parmağımı çiçeğin üzerinde gezdirip bakışlarımı yavaşça Dougal'a çevirdim. Sanki çiçekten haberi yokmuş gibi büyük etten rastgele kopardığı bir parçayı ısırarak yemeye başlamıştı ama yüzündeki muzip gülümseme yerli yerindeydi.

Bu adam sahi neydi?

Korku salan, acımasız, merhametsiz, şefkatli, merhametli, iyi dinleyici, düşünceli, romantik?

"Teşekkür ederim" diye fısıldadım çiçeği alıp cebime koyarken. Kimse görmeden saklamam gerek diye düşündüm. Çiçeği aldığımı gören Dougal sanki beni öpecek gibi bakıyordu bu defa. Ona daha fazla bakmaya dayanamayarak, yemeğe gömülüp yemem lazımdı ancak bir utanma gelmişti bana. Nazikçe yiyesim geliyordu.

"Zambak bulamadım" duyduğum sesle kibarca ısırdığım minik lokma boğazıma kaçarak öksürmeye başladım. Bana daha öncede çiçek vermişti aslında ama hep maket haldeydiler. Bu verdiği ilk gerçek çiçekti.

Ya zambak? Niye özelikle zambağı belirtmişti?

"Böyle özel bir bilgiyi Alana kimseye söylemez sanıyordum ama aslında zambağın benim için bir önemi yoktu. Görev sırasında zorla yapılan bir şeydi. Seçmem istenince aklıma gelen ilk çiçek zambak olduğu için öyle yapıldı. Bana bu yüzden zambak vermek zorunda değilsin" cümlemin ortasında Emir'in yanımızdan kalktığını fark etmiştim. Cümlemi bitirdiğim an ise Dougal'ın yüzünde saf şaşkınlığı görüp duraksadım.

"Neden bahsediyorsun Tuğra" hafif aksanlı sesi her Tuğra dediğinde, ismim kulağıma daha hoş geliyordu sanki. Kafamı iki yana sallayarak gözlerine odaklandım. Meraklı bir parıltı vardı bakışlarında.

"Dövme?" diyerek tek kaşımı karnımın olduğu kısmıma işaret edince Dougal'ın da bakışları birkaç saniye oraya kaymıştı. Şimdi yüzünde daha da fazla meraklı bir ifade vardı. Anlamamıştı!

Bilmiyordu!

"Alana, benimle ilgili 'zambaklı dövme' sözcüğü içeren bir şey anlatmadı değil mi?" Yaşadığım aydınlanma ile kırdığım pota içimden küfür ederken utançtan oturduğum yerde küçülmüştüm sanki.

"Alana iyi sır tutar. Benim sırlarımı kimseye anlatmadığı gibi senin sırrını da bana anlatmaz" Alana'nın sır tuttuğunu tabii ki bilip pat diye lafa atlamamam lazımdı. Ben git gide Emir'e mi benziyordum acaba?

"Tabii ki" utanarak elimdeki eti kenara koydum. "Sen nokta atışı yapınca belki geldiğim ilk zamanlar bahsetmiş olabilir diye düşündüm"

"Beni aydınlatmak ister misin leydim?" Bu bir sorudan ziyade, kurtuluşun yok anlat demekti.

"Dövme gördün mü hiç?" Konuya girebilecek en güzel şekilde girerek üstünkörü anlatmaya karar verdim.

"Daha önce bir adamın, sivri uçlu bir kemikle derisini delerek içini boyadığını daha sonra o delikleri ipek ipliği ile dikerek küçülttüğünü görmüştüm, sorduğun buysa?" Buruşan yüzüme keyifle bakan Dougal, kenara koyduğum etten bir parça kopararak ağzıma doğru uzatmıştı. Onun elinden yemek laf getirebileceği için uzanıp elindeki lokmayı alıp ağzıma atmıştım. Yüz ifadesi aynı duran Dougal, tüm bu süre boyunca bakışlarını gözlerimden ayırmamıştı. Çok samimi olan bu hareket ile rahatsızca yerimde kıpırdandım.

"Evet o dediğin gibi ancak bizim zamanımızda daha kaliteli aletlerle yapılıyor. Kemikten daha az acı verici olduğuna eminim. Tüm dünyada yaygın bir kültürdür."

"Ve konumuzla alakası?" Hiç beklemeden cevap verdi.

"Bende de bir tane var."

"Sende bir zambak dövmesi mi var?" Konuları birleştiren Dougal'a kafamı salladığımda şaşkın ifadesi tekrar geri gelmişti.

"Görmek isterim, iznin olursa" söylediği son sözle bir anda ayağa fırlayarak büyüttüğüm gözlerimi Dougal'dan kaçırdım. Sözlerinin kötü bir anlama geldiğini düşünen Dougal'da benim gibi ayağa kalkarak bakışlarını üzerimde tuttu.

"Üzgünüm leydim sizin zamanınızı bilmediğim için dövmeyi görmenin kötü bir durum olduğunu kestiremedim. Size saygısızlık yapmak gibi bir niyetim yoktu" tamamen yanlış anlamıştı ve doğrusunu nasıl anlatacağımı bilemiyordum. En iyisi doğrudan söyleyip kaçmak diye düşündüm çünkü bu konuyu albay ile konuşursa, dövme göstermenin ayıp bir durum olmadığını anlar ve beni yalancı sanabilirdi.

"Hayır yanlış anladın. Dövme göstermek ayıp değil, ki insanlar bunu göstermek için yapar zaten. Sıkıntı olan kısım bendeki dövmenin vücudumda olan konumu. O, uygun bir bölgede değil" Hızlı hızlı ağzımdan çıkan sözler ile bir insan ne kadar utanabilirse çarpı on utandığımı hissettim. Dougal, tokat yemiş gibi irkilerek gözlerini gözlerimden çekmeden kafasını bir kere salladı ve tekrar yerine oturdu. Daha fazla yüzüne bakamayacaktım.

"Yemek için teşekkürler lordum" diyerek yerde bıraktığım yemeği hızlıca alarak önüme bile bakmadan uzaklaştım. Heyecanlandığım için kendimi daha sonra dövecektim.

.


Loading...
0%