@ebrumelek
|
Keyifli okumalar "Kılıcı tutarken onun varlığını unutacaksın" hızla havada sallayarak rüzgar sesi çıkarttığı kılıcı tekrar havaya kaldırdı. "Dik açıyla karşındakine saldırırsan, ölürsün" elinde bir kere çevirip gözlerime bakmaya devam etti. El hareketleri hayranlık uyandıracak kadar çok doğaldı. "Kılıcı, kolunda bir uzantı gibi düşüneceksin. O senin bir parçan olacak." Bana hafifçe hamle yaparken belimi bükerek geriye doğru eğildim ve hamlesinden kaçabildim. Dudağının kenarını kıvırarak beni boydan boya süzerken eski halime gelerek dik durdum. "Çeviksin, hızlısın ve çok zekisin. Bıçak kullanıyormuş gibi düşünürsen çok daha kolay olur." "Çok ağır Dougal. Bıçak kadar rahat hissettirmiyor." Elimde tuttuğum kılıcı diğer elime geçirirken alışkın olmadığım bu silaha hayranlıkla bakıyordum. "Pratik yaptıkça bileğin alışacak" kafamı salladığımda bacaklarımı omuz hizamda açarak kılıcı sağ elime geri aldım ve yerinde duramayan Dougal'ın hareketlerini takip ettim. Bir sağa bir sola gidiyor, kılıcı benden tarafta tutuyordu ve vücudunu arka planda bırakıyordu. Hareketleri sinsice ve planlıcaydı. "Şimdi bana kılıcınla dokunmaya çalış" Kaşlarımı tekrar kaldırıp elimdeki keskin kılıca baktım. "Emin misin ilk defa elime almıyorum. Acemi olsam da çok adam doğradım" sözlerim üzerine derinden gelen bir sesle kahkaha atan Dougal ile ileride bizi izleyen Kylie ve Cora ayaklandı. Cora, bizden tarafa yürümeye başladığında üzerimdeki elbiseye iğrenç bakışlar atıyordu. Dougal'ın gülmesi bitince ben de sırıtarak ona döndüm. "Ben uyarayım da!" "Eğer elindeki kılıçla bana dokunursan bir dilek hakkın olacak." Tek kaşımı kaldırdığımda, Cora daha da yaklaşmıştı. "Ya dokunamazsam?" Bu sözüme tekrar sırıtan adamla gözlerimi süzerek bakışlarımı yere indirdim. "Eğer bana dokunamazsan ben kazanırım ve benim bir dilek hakkım olur. Ancak doğduğundan beri kılıç kullanan birine karşı fazla şansın yok." Dougal bunu söylerken bakışları bir süre dudaklarımda oyalanınca aklıma dün olanlar gelip yanaklarım adeta kızardı. Bunu farkeden Dougal'da boğazını temizleyerek birkaç kere dudaklarını ıslattı. Dün birbirimize resmen aşk itirafı yapmıştık ve ardından dakikalar boyunca öpüşmüştük. İşler çığırından çıkmaya başlayarak el ve beden temasları devreye girince Dougal benden ayrılarak ileri gitmeyeceğini belli etmiş ve odadan çıkmak için uzaklamıştı. Ardından ondan daha önce duymadığım küfürleri sessizce mırıldanıp odadan çıkıp gitmişti. Bu onurlu hareketleri benim nezdimde ona karşı daha da iyi duygular beslememe sebep olmuştu. Heyecandan gece uyuyamamıştım. Öncesinde Alana ve Melek odama gelip beni sorguya çekmişti ve aramızda bazı şeyler başladığını itiraf etmiştim. Zaten belli de oluyordu. Alana sevinçten boynuma sarılmış Melek ise gideceğimizi bildiği için kafası karışarak oldukça durgunlaşmış ve beni sessizce dinlemişti. Sabah kahvaltı için Dougal beni odamdan almaya gelmiş ve büyük salona birlikte inmiştik. Kylie bana yemek boyunca laf atsa da Dougal ile gizli gizli bakışmaya çalışmaktan pek umurumda olmamıştı. "Dougal, yardımına ihtiyacım var biraz gelir misin?" Duyduğum tiz sesle Cora'nın yanımıza geldiğini anladım ancak ona dönüp bakmadım bile. Dougal, kafasını yana çevirip tekrar bana dönerek, "Oradan önemli bir işim olduğu belli olmuyor mu?" Dediğinde alt dudağımı ısırıp kafamı ayaklarıma indirmiştim. Durup durup öyle bir söz söylüyordu ki kalbimde kanatlar açıyordu. "Ama bu önemli!" Israr eden Cora'ya bıkkın bir bakışla dönerek gözlerimi devirdim. Gerçekten amacını çok belli ediyordu ve bu ısrarcı halleri hoş durmuyordu. "Ewan'a söyle o zaman. Ya da bul birini işte" Dougal, duruşunu ayarlayarak "Hazır mısın?" Diye bana sorduğunda kafamı sallayarak kılıcımı havaya kaldırdım. Irkilir gibi olan Cora, birkaç adım geri atarak kılıçtan oldukça uzaklaşmıştı. Tek yapmam gereken Dougal'ı yenmekti. Kafama doğru güçlü bir darbeyle gelen kılıcı bloke edip, Dougal'ın dizine tekmeyi geçirerek kendimden uzaklaştırdım. Hamleme gülümseyerek karşılık verdiğinde beklemeden ben saldırıya geçtim. Kılıcı savurduğumda tutuşum güçlü olsa da bilek hareketlerim çok iyi değildi. Onu yenmek için kılıçtan çok daha fazlası gerekliydi ve ne gerekiyorsa kullanacaktım. "Bu şekilde saldırırsan sol tarafını zayıf tutmuş olursun. Her zaman vücudunu geride tutmalı ve hiç açık vermemelisin" Dougal bir yandan da bana bildiklerini anlatıyordu. Kafamı sallayarak dediği gibi vücudumu düzelttim ve ona tekrar saldırdım. Bu defa Dougal hızla arkama geçip eğilerek baldırıma hızlı ve sert bir tekme indirmişti. Tam kalçamın altına vurduğu için kaba etim çok acımamıştı ancak dengemi bozmuştu. Çevik bir hareketle arkamı dönerek Dougal'la yüz yüze geldim. Boştaki elimle baldırımı tutuyordum ve onun bakışları elime inmişti. Kesin moraracak diye düşünürken onun dalgınlığından faydalanıp kılıcı elimde ters çevirerek kabzasının ucuyla Dougal'ın karnına geçirip iki adım geri gitmesini sağladım. Etrafta gezen birçok insan etrafımıza yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı, buna savaşçılar da dahildi. Kalabalık arasında tezahüratlar, bağırıp-ulumalar ve alkışlar yükseliyordu. Karnını tutarak gözlerime baktığında kafasını yana eğmiş yine gülümsüyordu. "Kılıç dersini sonraya bırakmaya ne dersin? Teke tek, hemen-şimdi burada. Yere ilk düşen kazanır?" Doğrulan Dougal'dan gelen öneriyle kılıcı yan çevirip uzağa atmıştım. Üzerimde bir pantolon ve uzun bir gömlek vardı. Gömlek kalçalarımı kapattığı için rahat hareket edebiliyordum. Kafamı sağa sola yatırıp kıtlatarak sadist bir ifadeyle gülümsedim. "Karizman çizilirse karışmam" kaşlarını çattığında yaptığım deyimi anlamamış gibiydi. "Yani seni yenersem rezil olursun" açıklayarak gömleğimin kollarını katlarken, kurduğum cümleyle söylemek istediğimi anladığında o da benim gibi kafasını yana sertçe yatırıp çıtlatırken ayaklarımdan gözlerime kadar vücudumu süzmeye de başladı. "Ben sana çoktan yenildim!" Cümlesinin ne anlama geldiğini düşünmeye fırsat bile kalmadan üzerime koştuğunda, havada yumruğunu görerek kendimi sola atıp kendi etrafımda bir tur dönerek yumruğundan kaçtım. Bana dönemeden arkadan dizine tekmeyi geçirip tek dizinin yere düşmesine sebep oldum. Alkış ve naralar yükseldiğinde Dougal kalabalığa kısa bir an göz attı ve anında savaşçıların çığlıkları kesildi. Sertleşen yüz hatları ile doğrulup bana döndüğünde yüzümde rakibimi sinir etmek için takındığım gülümsemem vardı. "Fazla çeviksin" memnun bir ifadeyle mırıldandığında tekrar üzerime gelerek saldırı yapmakta kararlı olduğunu gösteriyordu. Aslında bana gerçek bir yumruk atsa kesin bayılırdım çünkü Dougal'ın kollarındaki kaslar neredeyse benim bir baldırımdan bile daha genişti. Bana yaptığı hamlelerden kaçırarak dokunmasına engel olduğumda savaşçıların sesleri de tekrar yükselmeye başlamıştı. Açık açık sinir olan Dougal'a acımasız davranıp resmen oynuyordum. Üzerindeki gömleğin yakalarından tutarak tek hamlede ikiye ayırdığında şaşkınlıktan gözlerimi büyütüp öylece kalakalmıştım. Etrafta bizi izleyen kızların kıkırdamaları ve erkeklerin bağırışları ile sinirlenerek Dougal'a ters ters baktığımda umurunda değil gibi gözüküyordu. Burnundan hızlı hızlı soluklanırken, alnında biriken terler şakaklarına damlıyor oradan yolunu izleyerek boynuna ilerliyorlardı. Göğsündeki kılıç izleri terden parlıyor ve kırmızı duruyordu. Boğazımı temizleyerek bakışlarımı zorla ondan ayırmaya çalışırken yine dudağı kıvrılarak kafasını yana eğdi. "Ama bana karşı şansın yok" diye devam eden Dougal'a tekrar döndüğümde bakışlarını gözlerinde tutmaya çalışıyordum. Duruşumu ayarlayarak ona cevabını verdiğimde bu defa ilk saldıran olmak isteyerek üzerine adeta uçtum. Göğsüne sağlam bir yumruk indirecekken elimi tutan Dougal, bileğimi çevirerek inlememe sebep oldu. Zaten amacım da ona bu kadar yaklaşabilmekti. Bileğimi çevirirken dizine hızla basıp yerden yükseldim. Havadayken kafamı geriye çekerek alnına sağlam bir kafa indirdiğimde kalabalıktan ooo diye bir nida kopmuştu. Geriye sendeleyen Dougal alnını tutarak beklemeden karşılık vererek bana tekme salladığında yine hamlesinden kaçarak beline yumruk atmıştım. Şu ana kadar bileğimi çevirmek dışında bana dokunamamıştı. Savunma ağırlıklı hareket ediyor fırsat bulduğumda hızlı bir hamle yapıyordum. Dougal artık oldukça yorulmuştu ve yoruldukça da öfkeleniyordu. "Hep böyle kaçak mı dövüşürsün? Bundan daha iyisini yaptığını biliyorum, saldır Tuğra?" Sinirli sesiyle yine gıcık bir şekilde gülümseyerek ona baktım. Gövdesine bakmamaya çalışıyordum çünkü o kadar yakışıklı duruyordu ki dikkatim daha fazla dağılsın istemiyordum. "Aramızdaki farkı görüyor musun Büyük Dougal? Ben daha başlamadım. Nefes nefese bile değilim. Sen de sanki az önce denizden çıkmış gibisin" güler tonda konuştuğumda Dougal yine üzerime gelerek bir anda iki elimi tek eliyle yakaladı. Gülerken bu hamleyi beklemediğim için bocalayarak gülümsemem yüzümde dondu. Tek elinde tuttuğu ellerimi havaya kaldırarak diğer eliyle de ensemden kavrayıp beni sabit tuttu ancak boş durmayıp dizimle ona tekme atmaya çalışıyordum. Dizleriyle de ayaklarımı kilitlemişti. Göğsünden damlayan terlerden biri yanağıma deyince yakınlığımızın farkına vararak daha da debelenip durdum. Terlese bile o kadar güzel kokuyordu ki az önce banyo yaptığı belli oluyordu. Değişik aroması olan bu sabunu Fiona'ya sormaya karar vererek ayağına sertçe bastım. Ancak karşılık olarak homurdanma ile ensemdeki parmakları sertleşti. Kafamı yönlendirerek yüz yüze gelmemizi sağladığında "kapana kısıldın ben kazandım" diye mırıldandı. Etrafımızdaki çemberde alkışlar ve 'Dougal' naraları atan sesler duyuyordum ama beni öyle bir kilitlemişti ki hareket ederek kafamı onlara çeviremiyordum. Dougal, ona bakmamı sağlayacak şekilde güçlü tutuyordu başımı. Bakışları gözlerim ve dudaklarım arasında bir süre gidip gelince istemsiz benim de bakışlarım parlak dudaklarına kaydı. Kendimi ona doğru itince bunu anlayan Dougal'ın yüzünde şaşkın bir ifade oluştu ancak yaklaşmama da izin verdi. Neredeyse öpüşecek kadar yakınlaşınca kalabalıktaki sesler artık uğultu gibi gelmeye başlamıştı. Erkeklerin kurt gibi uluduklarını anlayabiliyordum. Vücudunun gevşediğini hissettiğim Dougal'ın dudaklarına bakmaya devam ederek fısıldadım. "Bunun için üzgünüm" Ne demek istediğimi, erkekliğine yediği darbeyle anlayıp acıyla bağırdığında ayağına acımadan çelme de takarak onu yere düşürdüm. Dougal yere düştüğü an etraftaki sesler kesilmişti. Artık kimseden çıt çıkmıyordu. Elini erkekliğinden çeken Dougal'ın bakışları bana odaklıydı. Yavaşça yerden kalkarak beni baştan aşağıya birkaç kez süzdü. Ayağımdan saçlarıma kadar çıkıyor, tekrar aşağıya iniyordu. Sanki beni ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu. Sevimli olduğunu tahmin ettiğim bir gülümsemeyle bakmaya çalışsam da etraftaki insanlardan çıt çıkmaması tedirgin olmamı sağlamıştı. Galiba ayvayı yemiştim! Beni süzmeye devam ederek bir adım attı. Ardından bir adım daha. Yüzü ifadesizdi ve bu beni daha çok korkutuyordu. En sonunda tam dibimde durduğunda çok hızlı nefes alıyordu. Önümde yavaşça eğildiğinde elimi tutarak yavaşça dudaklarına götürdü ve çok nazik bir buse kondurdu. Elimi bırakmadan havaya kaldırırken kendisi de yavaşça ayağa kalkmıştı. Bakışları benden ayrılıp etraftaki savaşçılarına döndü. "Galibiyet için leydiyi tebrik ediyorum ve hepinizin şahitliğinde önünde tekrar eğiliyorum" Sözleri bittiğinde bana dönerek önümde yine eğildi. Söyleyecek bir kelime bile bulamamıştım. Bu kadar abartmaya ne gerek vardı ki şimdi? Dougal'ın ayağa kalkmasıyla alkış ve bağırmalar tekrar yükseldi. Savaşçıların saygınlığını zaten kazanmışım ama Dougal'ı yenerek bunu kat be kat arttırmıştım sanırım. "Ödül olarak isteğin emrimdir" kulağıma fısıldadığında kokusuyla tekrar gözlerimi kapattım. "Şu an bir isteğim yok. Bu hakkımı ertelemek istiyorum" "Hmm" diye ses çıkartırken, yakınlığımızdan dolayı artık dengem şaşıyordu. Dougal ses tonu beni her defasında bozguna uğratıyordu. Gözlerine baktığımda, yeşil irislerinin etrafındaki koyu halka oldukça büyüyerek yeşillerini kaplamıştı. "Hadi gidelim buradan" Şu an sesi normalden daha kalın çıkıyordu. Öpüşürken olan tondu bu. Dudaklarımı ıslatma isteği duyarak kafamı salladım. Elimden tekrar tutan Dougal, insanların ne düşüneceğine umursamadan benimle yürümeye başladı ve insanların arasından el ele çıktık. Üzerinde hâlâ bir şey yoktu ve kalabalık arasında Cora denilen kız da vardı. "Üzerini kapatır mısın?" Resmen kahkaha atan Dougal'a komik bir şey mi var gibisinden bakmaya çalışmıştım ama ona döndüğüm an memeleri ile göz göze gelip dudağımı ısırdım. Bana ne oluyordu böyle ya? Gülmesi devam ederken birinden örtüye benzer bir şey alıp üzerine geçirdi ve gelip yine elimi tuttu. "Halkın burada, elimi tutman yanlış anlaşılabilir" gülmesini kesmişti ama yüz ifadesi hala muzipti. "Bir şey derlerse kadınımın kıskanç biri olduğunu itiraf ederim." "Ne?" Yine gülümsediğinde birkaç insanın gülümseyen Dougal'a şaşkınca baktığını yakaladım. "Bilerek yaptığınız bir şeydi değil mi?" Tam karşımıza gelip konuşan Ewan'ın sesini duyunca, aramızdaki konuşma kesilmişti. Ne demek istediğini anlamadan ona bön bön baktım çünkü aklımda hâlâ kadınım kelimesi vardı. "Hayır, Tuğra beni gerçekten de yendi." Ewan'ın şaşkın ve biraz da korkuyla olan bakışlarını vücudumda hissettiğimde rahatsızca ona diktim gözlerimi. "Ne oluyor?" Bir ben yenerdim bir Dougal, ne vardı ki bunda sanki? "Dougal övünmemek için söylememiş olabilir ama dünyada onu henüz kimse yenemedi. Yüzlerce kişi meydan okudu. Bahar şenliklerini de bu meydan okumalardan bunaldığımız için ortaya çıkarttık. En azından yılın belli bir döneminde meydan okuma kabul edecektik" Ewan'ın açıklamasıyla ağzım bir balık gibi açılmıştı. Biliyordum zaten ancak olayın bu kadar ciddi olduğunu düşünmemiştim. "Benim seni yenmem sorun olacak mı şimdi?" Sanırım yine Dougal'a zarar verecek bir şey olmuştu. "Hayır," elimi sıkarak " Sadece bir kadın tarafından yenilgiye uğramam insanları bir süre şaşkınlığa çevirecek" diye devam etti. "Ve, bir kadına yenilen Dougal, artık gücünü kaybetmiş diye düşünülüp insanlar meydan okumak için klanımıza akın edecek" diye tamamladı Ewan cümlesini. "Bunu bilmiyordum!" adeta parlayarak sesimi yükselttiğimde Dougal elimin üzerini baş parmağıyla okşamıştı. "Uzun zamandır bana meydan okuyan çıkmıyordu. Günlerimize renk katacaklar" umursamazca söylediği sözler ile beynimde bazı temeller sarsıldı. Bazen unutuyordum ama ben artık Türkiye'de askeri birlikte değildim. Burada önüme geleni yenemezdim. Hele bir klan reisini hiç yenmemeliydim. Zamanlar arası fark yüzünden insanların ilgisini çekiyordum ve bu ilgi şu anlık iyi anlamda olsa da gelecekte çok düşman kazandırırdı. Adımlarımı dikkatli atmalıydım artık. 🌿 Brad ilk geldiği günden sonra odasından hiç çıkmamıştı. Yemekten sonra onunla konuşmak için odasına uğramıştım ancak uyuyordu. Ertesi gün kahvaltıya yine inmeyince merak ederek tekrar odasına gitmiştim ancak orada değildi. Oradan çıkıp Rob'u ziyarete gitmiştim. Kendine gelmiş odasında yemek yiyordu. "Teşekkür ederim" demişti sadece. Onu orada bırakmam için yalvarsa da dinlememiştim. Sonuç olarak bugün burada sağlıklıydı ve durumu da iyiye gidiyordu. Akşam yemeğine az bir süre kala bahçeye inip dolaşmak istemiştim. Dougal bu aralar çok yoğun çalışıyordu ve zamanının tümünü çalışma odasında geçiriyordu. En son bahçede antreman yaptığımız günden beri konuşamamıştık. Bahçede devriye gezenler dışında pek kimse yoktu çünkü insanlar ya evlerinde ya da dinleniyordu. Her zaman gidip oturduğum deniz manzaralı tepeye çıktığımda, ileride denizi izleyen Brad'i gördüm. Sanırım benimle yalnız kalıp kendi hakkında daha fazla açıklama yapmamak için kaçıyordu ve yarın gidecekti. "Selam" bilerek selam verdiğimde kafasını çevirip bana baktı. "Aleyküm selam" dedi hafif gülümseyerek. Tam yanına giderek taşın üzerine oturdum. "Demek müslümansın. Nerelisin?" "İskoç'um" anında cevap verdiğinde gülümsememe engel olamadım. "Dış görünüşün İskoç ancak kanında başka millet var" Aslında emin değildim yinede ısrar ederek sorarcasına yüzüne baktım. "Pekala beni yakaladın. Babam Osmanlı İmparatorluğundan. Annem İskoç" şaşırsam da belli etmeden gülümsedim. "Yarın gidecek olmana üzülüyorum. Doğru düzgün sohbet edemedik ve iyiliğinin karşılığını tam veremedim" Ben denize bakarak dalgaları izlesem de Brad'in bakışları benim üzerimdeydi. "Belki bir gün tekrar karşılaşırız." Ona dönerek "Sana bir şey sorabilir miyim?" Açıkça soracaktım çünkü bir daha onu görmeyecektim. "Tabii leydim" kahverengi küçük gözleri vardı ve merakla ışıldıyordu. "O sembolün anlamı tam olarak nedir?" Boynuna bakarak konuştuğumda rahatsız olarak eli boynuna gitti. Şu an bronş ortada değildi ve gözüküp gözükmediğini istemsiz kontrol etmişti. Gergin olması bir şeyler sakladığının kesin göstergesi olsa da merakımı daha da kamçılamıştı. "Sadece öylesine bir çizim leydim" onun öylesine bir çizim olmadığını bilecek kadar araştırmıştım. Hiçbir araştırmam beni İskoçya'ya ulaştırmamıştı. "Yanlış anlama ben sanata düşkün biriyim. Böyle değişik yazı ve resimler her zaman ilgimi çeker. Söylemezsen bundan sonraki hayatımda geceleri uyuyamam" şakaya vurarak güldüğümde o hâlâ gergin duruyordu. "Ailesel bir çizim leydim. Fazlası yok. Umarım artık geceleri rahat uyursunuz" Benim gibi işi dalgaya alarak gülümsediğinde, ben artık gülmüyordum. "Yarın ailene kavuşacağın için mutluyum Brad, iyi geceler" daha fazla bilgi alamayacağımı anlayarak ayağa kalktım. Karşılık alınca kaleye doğru yürüdüm. *** Sabah gözlerimi güneşin doğuşuyla açıp kamuflajlarımı giyindim. Ceplerine bıçağım ve beylik tabancamı koyarak üzerine bol bir elbise geçirdim. Saçlarımı balık sırtı ördüm ve elime bir bez çanta alarak odadan dışarıya çıktım. Çoğunluk hâlâ uyusa da güne başlayan çok insan vardı. Mutfağa uğrayıp birkaç parça ekmek ve kurutulmuş et alarak bez çantaya doldurup bahçeye çıktım. Beni görenler selam verip yanımdan geçip gidiyordu. Bahçeye çıktığımda ahırın önüne giderek tahta bir banka oturup beklemeye başladım. Kısa süre sonra kaleden sert adımlarla çıkan Dougal'ı gördüm. Sağa sola bakıp gözleri direkt beni buldu. Yüz ifadesi kızgın gibi olsa da yanıma yaklaştıkça ifadesi yumuşuyordu. "Sabah Arthur odama dalarak senin ahırlarda hazır bir şekilde beklediğini haber verdi" sorgulayıcı sesiyle elimdeki bez çantaya bakıyordu. "Brad bugün ailesiyle buluşacak. Ona eşlik edeceğim." "Haber vermeden mi gidecektin? Nereye gideceğini biliyor musun peki? Belki dünyanın bir ucuna gidecek Tuğra" Öfkeyle bağırdığında etrafa bakarak birilerinin bizi duyup duymadığını kontrol ettim. "Gidip geleceğim hemen. Çok uzağa gideceğini sanmıyorum." "Onu burada misafir ederek borcunu ödedin Tuğra." "Ona iki can borcum var Dougal. Sağ salim gittiğinden emin olmalıyım" Derin bir nefes aldığında omuzlarını düşürerek yanıma gelip elimden nazikçe tuttu. Gözlerime kısaca baktıktan sonra bir şey demeden derin nefesler alarak arkasını dönünce, olduğum yerde kalakaldım. Yürüyerek kaleye doğru hızla uzaklaştığında ise sadece arkasından bakakalmıştım. Aradan yaklaşık yarım saat geçtiğinde bahçede artık kalabalık olmaya başlamıştı. Brad'in ne zaman geleceğini bilmediğimden erkenden gelip beklemiştim ama şimdi bu kararımdan pişman olmuştum bile. Çantamdan çıkardığım ekmeğin birazını yerken birinin saçlarıma dokunmasıyla irkilip kafamı çevirdim. Dougal, binici kıyafetlerini giymiş arkamda duruyordu. Oraya ne zaman geçmişti? Soru dolu bakışlarımı görüp bankta yanıma oturdu. Tek kaşımı kaldırıp bakmaya devam ederken "Seni yalnız göndermeyeceğim" diye mırıldandı. "Gelmene gerek yok akşama geleceğim" desem de ikna edemeyeceğimi biliyordum. Çantama uzanıp içinden ekmek çıkartıp yemeye başladığında ise gülümsedim. "Erzak yol içindi" Bunu söylerken elimde ekmek parçası kemiriyordum. Gülümseyen Dougal kendi ekmeğini hızla bitirip elimdekini çektiğinde sinirle yüzüne baktım. Şu an resmen ahırın kapısının önünde oturup kuru ekmekle kahvaltı yapıyorduk. Yemek salonunda kalabalığın ve bazı kötü bakışların altında çeşit çeşit yemeklerdense, bu kahvaltımız oldukça hoşuma gitmişti. Dougal, bez çantamda olan bütün ekmekleri bitirip kuru etleri de tüketince, boş çantayı tekrar doldurmak için ayağa kalktığım ancak kolumdan nazikçe tutup beni durdurdu. "Erzak işini ben hallettim. Bak arkadaşın geliyor" kalenin yan tarafından gelen Brad'i işaret ettiğinde vaktin geldiğini de anladım. Brad, ahırın önünde Dougal ve beni oturmuş görünce şaşkınca biraz duraksadı. Ardından tekrar yürümeye devam edip yanımıza kadar geldi. "Leydim, vedalaşmak için odanıza uğradım ama sizi bulamamıştım. Demek buradaydınız." "Seni ailene teslim ederken vedalaşırız Brad" gülümseyerek konuştuğumda Dougal savaşçılardan birinin yanına gitmiş ondan bir torba almıştı. Yanımıza geri gelmeden ahırdan kendi atına yönelip bana da beyaz bir atı hazırlatmıştı. "Buna gerek yok leydim lütfen zahmet etmeyin" Brad birlikte gitmemizi reddetse de içimden bir ses onu ailesine teslim etmemi söylüyordu. Yalnız bırakmak istemiyorum çünkü gerçekten ona büyük bir iyilik borçluydum. "Bizi düşünme hazırsan yola çıkalım" Bu sözümün üzerine daha fazla bir şey diyemeden onun için hazırlatılan ata binerek kaleden üçümüz birlikte çıktık. Giderken bizimkilere bir şey demediğim için dönüşte büyük bir fırça yiyecektim. 🌿 Kaleden çıkıp saatlerce ilerledik. Dougal ile sohbet ederek gülüşsekte, Brad gergin duruyordu ve sohbetimize arada bir katılıyordu. Gözleri sürekli etrafı tarıyor, yolları inceleyerek yönümüzü belirliyordu. Royce Boyd yani dost klanın topraklarına girdiğimizde eşi Victoria ile düğünden sonra hiç karşılaşmadığımızı fark ettim. Müsait bir zamanda ya onları kaleye çağıracaktım ya da ben Dougal'la ziyarete gidecektim. Arada kısa molalar vererek Royce'un topraklarından çıktığımızda Dougal'ın dediğine göre anlaşmada olmadığı bir klanın topraklarına girmiştik. Batıya doğru oldukça indiğimizde, sağ tarafımızda harika gözüken bir nehir kalıyordu. Nehir boyunca ilerleyip kayaların büyük olduğu yol üzerinde at sürmeye devam ettik. Yol boyunca bana sıcak ve tatlı hissettiren Dougal'dan eser kalmayıp yerini sert ve korkutucu bir ifadeye bürümüştü. Brad'in ise sessiz telaşı hâlâ devam ediyordu. Gözümü çevreden ayırmadan at sürerken, yol bizi ormanın içine götürmeye başlamıştı. Nehir sapağından ayrılıp geniş yapraklı ağaçların arasından tek kişilik yolda sırayla ilerlemeye başladık. Bu bölge oldukça soğuktu ve bu soğuk insanı yakan bir soğuktu. Her nefes verişimde çıkan buharla kollarımı birbirine sürterek ısınmaya çalıştım. Üzerimde Dougal'ın kürklerinden biri olmasına rağmen içim ürpermeye devam ediyordu. Üçümüzden de ses çıkmadan atı yürüterek ilerliyorduk. Ormanın derinliklerine indikçe sis de her yeri kaplamaya başlamıştı. Korku filmlerindeki ormanlara benziyordu ve benim işim dağ taş olduğu için böyle bir ormanda kendimi rahatsız hissetmiştim. Yine de başımı dik tutarak sislerin ilerisini görmeye çalışarak gözlerimi dört açmaya gayret ediyordum. Ormanın derinliklerine geldikçe önde ilerleyen Dougal'ın atı huysuzlanmaya ve birkaç kere şaha kalkmaya başlamıştı. Atını sakinleştirmeye çalışan Dougal ile Brad ve ben de durmuştum. Bizim atlarımızda da huysuzluk vardı, bu yeri hiç sevmemişlerdi ama Dougal'ın devasa atı kadar sert tepki göstermemişlerdi. "Neler oluyor" endişeyle atını biraz daha sakinleştirmeyi başarmış Dougal'a baktım. "Atım da benim gibi bu lanet yeri sevmiyor" sert bakışlarını Brad'e diktiğinde ben de ona döndüm. O da oldukça gergindi, hâlâ. "Burası neresi?" Neredeyse 3 metre ötemdeki Dougal'ı bile göremeyeceğim kadar yoğun sis vardı. Etrafta derin sessizlik vardı. Ormanın içine girdiğimizden beri bir tane kuş sesi duymamıştım. Yönümü belirlemiştim belirlenmesine ama bu ormanda hoşuma gitmeyen çok şey vardı. "Dokuzların bölgesi" Brad'in sözleriyle tek kaşımı kaldırarak devam etmesini istedim. "Bu salak bir efsane. İnandığını söyleme çocuk!" Dougal sözlerinden sonra daha iyi gözüken atıyla ilerlemeye de başlamıştı. "Dokuzları görenler olduğu bir efsane değil," dedi ters bir şekilde Brad. "Efsaneler her zaman ilgimi çeker. Bunun ne olduğunu bana da anlatır mısınız?" Dougal anlatmaya niyetli değildi ve konudan da yerden de hiç hoşlanmamıştı. Yolculuk sırasında Brad'in yönlendirmesi ile ilerlediğimiz için gideceğimiz yeri de bilmiyorduk. Haliyle Dougal şu an sinir küpü vaziyetteydi. "Çok eski zamanlarda ülkelerde sapkınlık artmış. Kadınlara çocuklara şiddet, tecavüz fazlalaşmış. Erkeklerin erkeklerle ilişki kurarak dine küfür etmesi, insanların acımasızlaşması ve adaletsizliği her yerdeymiş. Köleliğin çok fazla olması ve köle pazarlarında yaşanan haksızlıklara göz yumuluyormuş. Bunlara dönemin kralı izin veriyormuş ve kralın da sapkın zevkleri varmış. O dönem 9 tane rahip çarmıha gerilerek bir gece boyunca işkence görmüş. Parmakları tek tek kesilmiş, dilleri kesilmiş ve akbabaların ziyafeti olmaları için güneşin altında canlı bekletilmişler. Ertesi gün hâlâ hayatta olan rahiplerin derilerini yüzmüşler. Bunu yapan insanların sebebi ise işledikleri günahlara rahiplerin ses çıkartmasıymış." Dehşetle gözlerimi açarak Dougal'a baktım. Hikayeyi biliyor ve inanmıyor gibi duruyordu. Neden inanmadığını düşünürken Brad'in sesini tekrar duydum. "Ancak kimsenin fark etmediği bir gerçek varmış. Öldürülen dokuz rahipten biri gerçek rahip değilmiş. Rahip yerine onun yardımcısını almışlar. Gerçek kayıp rahibin en son görüldüğü yerin bu ormanda bir mağara olduğunu söylemişler. O mağaraya girip rahibi arayan kimse sağ çıkamamış. Ardından mağara lanetli olarak düşünülmüş ve içine gireni yuttuğu için kapatılmış. Çarmıhlar tam bu ormanda kurulduğu için gece olunca insanlar evlerine uyumaya gitmişler. Ertesi gün buraya tekrar geldiklerinde, çarmıhtaki ölen 8 rahibin cesedinin ortadan kaybolduğunu görmüşler. Bunu görenler şaşkınca etrafa bakarken bir gürültü kopmuş ve her yere devasa ateş topları yağmaya başlamış. İnsanlar ateşin saldırısıyla canlı canlı yanmaya başlamış ve rahibi öldüren herkes ölmüş. Bu ateş ilahi bir güç ile gelmiş. Aradan geçen yıllarda insanlar bu ormana gelmeye korkmuşlar. Buraya gelebilenler ise geçmiş yıllarda ölen 9 rahibi kanlı canlı gördüğüne yeminler edince bu bölgenin ismi lanetli dokuzlar olarak kalmış." Vay be güzel bir efsaneymiş. "Anlattığın her şey doğru oğlum ancak yanlış olan bir şey vardı" Duyduğumuz yabancı sesle atımı hızla durdurup bıçağımı elime alarak etrafa baktım. Sislerin içinden siyah, büyük bir cüppe tarzı kıyafet giymiş bir kadın ve bir erkek bize doğru yaklaşıyordu. Yaşlarından ve Brad'e özlemle bakışlarından onların aradığımız kişiler olduğunu anladığımda, bıçağımda duran elimi gevşetip Dougal ile göz göze geldim. "Anne, baba!" diyerek atından bir çocuk gibi atlayan Brad'in, bütün gün üzerinde olan gerginliği de bir çırpıda geçmiş gibi duruyordu. Onu ailesine kavuşturmanın sevinciyle onlara bakarak burukça gülümsedim. Dougal atıyla yanıma yaklaşarak benim gibi kavuşma anını izliyordu. Onlar uzun uzun yılların hasretini giderirken, erkek olanla göz göze geldik. Bakışları öyle sevgi ve minnet doluydu ki gözleri yaşlarla ıslanmıştı. Kim bilir evladına kaç yıldır hasrettiler. Brad, uzun yıllar Connor'un esiriydi. Erkek olanın bakışları benden ayrılmadan saçlarımı ve yüz hatlarımı süzdü. Bakışları meraklı bir ifadeden çok sanki bir tanıdığını uzun zaman sonra tesadüfen görmüşsün gibi şaşırmış duruyordu. Bana bakarken gözleri araştırır gibi sürekli yüzümün hatları arasında gidip geliyordu. Bakışları Dougal'a değdiğinde, saygıyla eğilerek ona selam verdi. Elbette herkes gibi Dougal'ı tanıyordu. "Büyük savaşçı, klanlar beyi Dougal. Oğlumun bana sağ salim gelmesini sağladığınız için size borcumu asla ödeyemem." "Borcunuz bana değil leydi Tuğra'ya" adamın bakışları tekrar bana döndüğünde, Brad'den ayrılan kadında bana gülümseyerek bakarak yerlere kadar eğilmeye başlamıştı. Adamın selam şekli ile kadının selam şekli arasında uçurum kadar fark vardı. Adam, sadece başını hafif eğerek selamlamıştı Dougal'ı. "Tuğra?" Şaşkınca çıkan ses Brad'in babasından gelmişti. "Tuğra imza demek. Osmanlı'da insanlara padişah imzasının ismini verdiklerini bilmiyordum." Küçümser bir ifadeyle sormamıştı çünkü bakışları hâlâ araştırır gibiydi. Brad, babasının Osmanlı'dan olduğunu dün akşam söylemişti bana. İsmim yüzünden şüphelenmesi çok normaldi. "Ailem öyle uygun görmüşler. Oğlunuz ile kavuştuğunuz için mutluyum. Ona can borcum vardı ve artık ödeştik," dedim. "Her şey için teşekkür ederim size" diye mırıldandı Brad bize dönerek. "Osmanlı'da hangi şehirde yaşıyordunuz? Sizi daha önce görmüş gibiyim" duyduğum soruyla atımın üzerinde dikleştim. "Konstantiniyye" Dougal'ın delici bakışları adama kitlenmişti. En ufak bir pürüzde saldırıya hazır vaziyette bekliyordu. Uzun uzun bakmaya devam eden Brad'in babasının bakışları yavaş yavaş hafif bir tebessüme dönerek kafasını sallamıştı. "Çok güzel şehirdir leydi Tuğra. Başınız sıkıştığında beni bulmak isterseniz bu ormana gelin ve "dokuzlar" diye seslenin. Elimden gelen her yardım sizin için yapılacaktır. Burada hoş karşılanacaksınız" cümlesi bitip ailesiyle bize arkasını dönüp yürüyen Brad'in babasına sislerin içinde kaybolmadan son kez seslendim. "Hikayede yanlış olduğunu söylemiştiniz?" Gür çıkan sesimle duraksadığında arkası bize dönükten konuşmaya başladı. "O insanlar bu ormanda ilahi güç yüzünden yanmadı. Dağın patlayacağı güne denk gelmeleri acı bir tesadüftü sadece. Halk bunu anlata anlata kulaktan kulağa yanlış aktarıldı ve gizemli bir efsane ortaya çıktı." son sözlerini söyleyip sisin içine karıştıklarında Dougal'ın homurdanmaları ile ona döndüm. "Dağın patlamasıymış" diye mırıldanmıştı. *** Onlara arkamızı dönerek geldiğimiz yoldan nehire doğru sessizce ilerlerken, yolun sonu da artık gözükmeye başlamıştı. Dar yoldan mümkün olduğundan daha hızlı çıkmaya çalışarak yemek molası vermeyi hedefledim. Orman yolundan ilk ben çıktığımda Dougal derin nefes alıp arkamdan gelerek dışarı çıktı tekrar kayalıkların olduğu patikaya girdik. O ormandan çıktığımız için rahat bir nefes almıştım. "Hay lanet orman" diye mırıldandığında arkamızda kalan ormana dönüp bir bakış attım. Dışarıdan bakıldığında yemyeşil bir orman gibi görünsede iç kısmı son derece tüyler ürperticiydi. Ormanın arka kısmında kalan büyük dağa dikkat kesildiğimde dağın yamaçlarındaki koyu renkte kayalar dikkatimi çekti. "Şuradaki büyük dağın ne olduğunu biliyor musun?" Dougal'a sorduğum soruyla onun bakışları da benim gibi dağa çevrildi. Kafasını iki yana sallarken, "dağ işte" dedi. "Üzerine bastığımız bu yer kabuğunun altında magma bulunur. Hamur gibi olan magma yeryüzünün bazı noktalarından yeryüzüne püskürtülür. Magmanın çıktığı yerlere yanardağ ismini veririz. Bu dağ, bir yanardağ. O efsanede halkın ölümüne sebep olan gerçekten de bir ateş tufanıymış ancak sebebi bu yanardağ." "Sen kendi zamanında asker olduğuna emin misin?" Dougal'ın sorusuyla gülümseyerek atın üzerinde yol boyunca ilerlemeye devam ettim. "Çocuk yaşta tüm insanların eğitim görmesi zorunludur benim zamanımda. Birçok bilim dalı öğretilir ve yetişkin yaşa geldiklerinde kendi mesleğimizi seçmemiz beklenir." "Ve savaşta kılıç kullanılmaz." Dougal hâlâ bunun şaşkınlığını yaşıyordu ve bir türlü inanamıyordu. "Elbette kılıç kullanılmaz. Ancak keşke kılıç kullanılsa dediğimiz birçok silah türü var. Bizde gördüğün silahlar dışında çok büyük çaplı yıkım getiren bombalar var. Atom bombaları bir bölgede patladığı zaman, o bölgede olan canlıların yaşama ihtimali hiç yoktur. Buna sadece insanlar da dahil değil. Tüm bitki ve hayvan topluluğu da yok olur ve bu uzun yıllar sürer. O bölgede dedesi zamanında atom bombası patlayan bir insanın vücudunda hâlâ tahribatla doğabilir." "İnsanlar daha acımasız olmayı öğrenmişler. Bu anlattığın olay bir vahşet" "İnsan hakları kanun olarak görülse de acımasızlığın boyutu da göz ardı edilemez ölçüde" dedim yola bakmaya devam ederek. Nehrin manzarası gerçekten çok güzeldi ve sanki Dougal'la burada buluşup gezinmeye çıkmışız gibi hissediyordum. "Peki neden hâlâ oraya geri dönmek istiyorsun. Anlattığına göre özlenebilir bir yer değil!" Bir süre sessiz kalıp nehirdeki akıntıları izledim. Cümleye başlamadan önce Dougal'a bakarak göz göze geldim. "Orada bir görevim var, beni arayan görev arkadaşlarım var. Göktürk komutanım, Yusuf abi ve Kadir abi şu an ne haldedirler düşünmek bile istemiyorum. Önce ben ardından Emir ortadan yok oldu. Askerlik hayatlarını bile tehlikeye atarak bizi arıyorlardır eminim. O bölgede Onur Işık'ın yani Quany'in kaybolması tüm ülkede ses getirmişken yıllar sonra aynı timden iki arkadaş ve bir JÖH askeri daha kayboluyor. İnsanların ve devletin merakını düşünebiliyor musun? Ailem bile berbat bir haldedir" son cümlede kısılan sesimle bakışlarımı atın yelesine çevirdim. Yan tarafımdaki hareketlilik ile Dougal benim atımın iplerinden tutarak durdurdu. Büyük eli belime dokununca bakışlarım ona döndü. Atını tamamen benim atıma yaklaştırmış, belime tutunarak kafasını bana eğmişti. "Biliyorum Tuğra. Gitme istiyorum benim yanımda kal istiyorum. Gidecek olduğun düşüncesi beni deli ediyor" nefesleri hızlandığında kalbime oturan üzüntüyle gözlerimde biriken yaşları zorla geri gönderdim. "Yola devam edelim" aramıza mesafe koyarak kafamı geri çektiğimde atımın iplerinden tutarak tekrar hareket etmeye başlamıştım. Sessizce arkamda bir süre kalan Dougal, birkaç dakika sonra tekrar yürümeye başladığında, artık konuşmadan ilerliyorduk. Sadece tek bir mola vererek sessiz ve gergin bir yolculuktan sonra nihayet kale yoluna girmiştik. Kaleye gelmemizi yaklaşık 15 dakika kalmıştı. Aramızdaki sessizlik, Dougal'ın yan tarafımda ilerleyen atını durdurmasıyla son buldu. Ona döndüğümde o zaten bana bakıyordu. "3 gün sonra kaleden gideceğiz" Verdiği bilgiyle kaşlarımı çatarak söylediğini anlamaya çalıştım. "Nereye?" "Biliyor musun bu soruyu İskoçya topraklarında bana kimse soramaz" dudağının yan kısmını kıvırıp tebessüm ederken sözüne devam etti. "Kral Billy ile işimizi bitireceğiz. Tam 3 gün sonra her şey bitecek Tuğra" ayrıntı vermeden anlatıyordu ama ben olacak her şeyi ayrıntılarıyla biliyordum. Kafamı salladığımda bu kadar kısa sürede hazırlıkları nasıl bitirdiğini düşündüm. Atımı sürmeye devam ederken bir cevapta vermemiştim. "Nasıl diye sormayacak mısın?" Arkamdan duyduğum sesle ilerlemeye devam ederken, "Sadece canlı bir şekilde geri dön!" Diye seslenip atımı dört nala hızlandırdım ve onu arkamda bırakarak kaleye ilerledim. 🌿 3 gün geçmişti. Dougal bir ordu toplayarak isyana gitmişti. Bu ordunun sadece Mclenan savaşçılarıyla sınırlı kalmadığını biliyordum. Giden savaşçılar bile plandan haberdar değildi ve tek olacaklarını sanıyorlardı. Kral bile öyle sanıyordu... Dougal, Venedik'le gizli bir görüşme yaparak ondan söz almıştı. Tahminime göre bunu bilen sadece Dougal kendisi, albay ve Ewan'dı. Kral William'ı büyük bir sürpriz bekliyordu. Jakobits meydanındaki büyük isyan... Binlerce insan ölecekti ancak durduramazdım. Kral, karşısında Venedik'li askerleri görünce sarayına kaçacaktı. Halkın gözünde saygısını yitirecekti. Saraydaki soylular dedikodular yaparak kralın yeteneklerini sorgulayacaktı. Dougal, soy ismini tüm dünyaya duyuracaktı. İsyanı kazanıyordu. Ancak büyük bir sıkıntı vardı... Dougal, kralı devirip yerine gayrimeşru oğlunu çıkartmayı planlıyordu. Böylece İskoç sempatizanı yeni kral ile İskoçya refah içinde yaşayacaktı. Dougal, güç peşinde koşan bir lider değildi. Tek istediği insanlarının İngiliz'ler tarafından ikinci sınıf insan muamelesi görmesini engellemekti. Dougal, Venedikliler tarafından sırtından bıçaklanacaktı çünkü kralın yerine çıkartmak istediği piç oğlu onlar tarafından sırtına aldığı bir kılıç ile öldürülecekti. Bu olaydan sonra işler Dougal için de iyi gitmeyecekti çünkü elinde başka bir kral adayı yoktu. William, Venedik'e İskoç topraklarını vadederek kendi tarafına çekecekti ve böylece Dougal'ı öldüreceklerdi. Dougal'ın ölümünden kısa süre sonra kral, şövalyeleriyle sınırda gezerken ismi belirsiz Jakobits isyanı savaşçıları tarafından öldürülecekti ancak bu bir söylentiden ibaret kalacaktı. Resmi kayıtlarda ise atından düşerek öldü diye bilinecekti. En azından tarih hocam Niko'ya göre durum bundan ibaretti. Basit, sıradan bir tarihi hikaye daha... Fakat ben artık basit, gülüşerek dinlediğim o hikayeyi şu an yaşıyordum. O Jakobits isyanı savaşçılarının lideri için korkuyla, deli gibi atan kalbimle birlikte. Tarihi baştan mı yazacaktım yoksa tarih mi olacaktım? Bu işin sonunda, dünya nasıl bir yer haline gelecekti? Nereleri etkileyecekti? ♥️ |
0% |