Yeni Üyelik
50.
Bölüm

50. Bölüm

@ebrumelek

Dougal

Savaşçılarım savaş düzeni alarak arkamda dizilmişlerdi.

En önde atımın üzerinde, elimde kılıcımla karşıdaki bizim iki katımız kadar gözüken İngiliz'lere bakıyordum.

Jakobits, tarafsız bölgelerden biriydi. Klan beyi, hem kralla hem de bizimle yakındı. İki büyük tepeden oluşan bu meydanda biz bir tepede, İngiliz'ler diğer tepede konumlanmıştı. Aşağıdaki düzlükte savaş olacaktı.

Kral, ortada gözükmüyordu. Ordu komutanı benim gibi en önde yanında iki şövalye ile birlikte at üzerinde duruyordu.

Sanırım bu isyan hareketinde kral geri planda tutuyordu kendini.

Tıpkı bir korkak gibi...

Sürprizimi beğenmesini umuyordum.

Olduğumuz tepenin arka kısmında gözükmeyen Venedik'li askerler işaretimi bekliyordu. Onların bize katılmasıyla sayımız kralın ordusunu üçe katlayacaktı.

Tek sıkıntı vardı,

Venedik kralı bizim için asker gönderirken bir şartı vardı.

Çıkartmak istediğim kralın gayrimeşru oğlu yerine, benim kral olmamı istiyordu.

Böylece kızlarından birini de benimle evlendirerek kraliçe yapmayı umuyordu.

Gücü elbette severdim, herkes gibi...

Ancak ben hırslarımın kurbanı olamayacak kadar aklı çalışan bir adamdım.

Şu an ki mevkiim ve konumum bana fazlasıyla yetiyordu. Tüm gücümü halkımın huzuru için kullanıyordum. Benim klan beyi olduğum günden beri topraklarımda asla ciddi bir suç işlenmemişti. Hırsızlığın, gaspın, tecavüzün yaygın olduğu topraklarda ciddi yaptırımlar uygulayarak bunu bitirdim. Öyle bir hâle geldi ki artık insanlar akıllarından suç işlemeyi geçirse dahi korkudan ecel terleri döküyorlardı.

Venedik kralına cevabımı elbette vererek bunu istemediğimi söyledim. Oradan elim boş döneceğim ve yeni bir plan bulacağım diye düşünürken, kral beni durdurup 'teklifimi kabul ettiğini ancak ona borçlu kalacağımı unutmamamı' söyledi. Buna itiraz etmeden kabul ettiğimde tek düşünebildiğim, İngiliz kralı Billy'nin karşısında Venedik ordusunu görünce yüzünün alacağı şekliydi.

Ve şimdi, burada savaş meydanında, gözlerim Billy'i arıyordu.

Öndeki şövalyelerin beyaz bayrak ile atlarını biraz daha öne sürmelerini izlerken, kendi bayrağımı açarak tek başıma karşılarına doğru yürüdüm. Aramızda belli mesafe bırakarak konuşacak kadar yakınlaştığımızda, soldaki şövalyenin taktığı koca zırhtan çıkan boğuk sesini duydum.

"Bu yaptığın yanlış Dougal. Krala isyan çıkartmak hainliktir. Eğer şimdi geri dönerseniz yüce kralım sizi affedip evlerinizden olmamanızı sağlayacak"

Dimdik karşılarında dururken kafamı hafif yan eğerek arkalarında kalan orduya kısaca göz attım.

"Yüce dediğin kralın sizin için savaşmayı seçmemiş anlaşılan" yüzümde alaylı gülümsemem olsa da karşımdaki şövalyelerin birbirine baktığını yakalayıp onların da bu durumdan hoşlanmadığını anladım.

"Burada hepiniz öleceksiniz. Sayınız bizim yarımız kadar bile yok. Yüce kralımın sizden daha önemli meşguliyetleri var."

Tekrar yüce kralım sözcüğünü kullandığı için yere tükürüp ters bakışlarımı şövalyeye diktim. Kralının işlediği tek suç İskoçya'yı küçümsemek değildi. Buraya her geldiğinde sapkın zevk anlayışı ile genç kızlara yaptıklarını biliyordum. Onu gebertecektim ama önce o çok sevdiği tahtını elinden alacaktım. Oğlu, savaştan pek anlamasa da kafası çalışan ve iyi kalpli bir gençti. Kral o olacaktı.

Şövalyelere ters bakarken atımı geri sürerek savaşçılarımın yanına ilerledim. Arthur, amcam ve Ewan en başta beni bekliyorlardı.

Onlar gibi karşımdaki orduya bakarak, "Hadi bitirelim şu işi" diye mırıldandım.

🌿

Tuğra

Tam 1 hafta olmuştu Dougal'lar gideli. Bu isyanı kazandıklarını bildiğim için içim biraz rahattı ancak önümüzdeki günlerde gerçekleşecek sorunlar için bir çözüm bulmalıydım.

Bildiklerimi kimseyle paylaşamıyordum. En yakınım Emir'e bile açıklayamazdım çünkü Dougal'ın yaşaması için yapacağım her hamleme engel olurdu.

Odama kapanmış aklımdaki olayları düşüncelerimde bir sıraya oturtmaya çalışarak günlerimi geçiriyordum. Bizimkiler ara sıra yanıma uğrasa da isyan hareketi için endişelendiğimden böyle kendimi depresyona soktuğumu düşünüyorlardı. Haksız da sayılmazlardı, buradan gitmeden ardımda ölü bir Dougal bırakmak istemiyordum.

Ben, kendi zamanıma gittiğimde elbet çoktan ölmüş olacaktı ancak henüz çok gençti. Önünde uzun yıllar olması, evlenmesi ve çocukları olması gerekiyordu. Oğlunu klanın yeni beyi olarak yetiştirmesi gerekiyordu!

Alana'dan istediğim bir defter ve mürekkepli kalemle, odamdaki masanın sandalyesine oturdum. Boş defteri masaya koyarak kalemi mürekkebe batırdım. İlk sayfasına alfabeyi sırayla aşağıya doğru yazarak yanlarına iki nokta koydum. Düşünerek kafamı yukarı kaldırdığımda, en uygun olacak olanın sayılar olduğunu düşünerek, 29 harften her birinin karşısına 29 tane sayı yazmaya başladım.

Kafamdan salladığım bu sayılardan A harfine karşılık 5, B harfine karşılık 12, C harfine 3... şeklinde tüm harfleri kodladım. Z harfine kadar karışık sayı öbeği yazdıktan sonra kalemi sayfadan ayırarak yaptığım kodlamaya kısaca bir bakış attım. Biraz zor olacaktı ancak önlem de almam gerekiyordu.

Yazdığım ilk sayfayı defterde belli olmayacak şekilde yırtarak kenara ayırdım ve defterdeki ilk sayfaya Tuğra Duman yazarak altına aklımdaki tüm bildiklerimi yazmaya başladım.

Yazıyı günlük şeklinde tutuyordum ve yazarken her harf için kodladığım sayıları kullanıyordum. İlk sayfa bittikten sonra defterde sadece karışık sayılardan oluşan bir yazı vardı. Elimdeki açıklamalı kağıdı olmayan kimse, şifreyi kıramazdı ve bu demek oluyordu ki bu defter burada kalsa dahi okunamazdı.

***

6 haziran 1700

Kıdemli başçavuş Tuğra Duman,

Buraya gelişimiz üzerinden tam 3 buçuk ay geçti. Önce ben ardından tim arkadaşım Astsubay kıdemli çavuş Emir Yonca ve Jandarma Özel Harekat askeri çavuş- majör Melek Türkmen, bu topraklara geldiler.

Öğrendiğimiz kadarıyla bizi buraya getiren mağara her sene belli günde paradoks vazifesi görüyor ve geçmiş ile gelecek arasındaki perde şeffaflaşıyor. Arkadaşlarım geldikleri gün için kanlı ay tutulması olduğunu belirtmişlerdi.

Yine de mağaranın gizemi hâlâ bir sır.

Tek umudumuz geldiğiniz günün ertesi yılında, yine aynı gün kapının tekrar açılabileceği...

8 buçuk ay boyunca yaşadıklarımı bu deftere not edeceğim ve giderken yanımda götüreceğini umut ediyorum.

Bu zamanda İskoçya topraklarında Mclenan klanı topraklarında yaşıyoruz. Buranın klan beyi sırrımızı biliyor ve bizi korumaya söz verdi. Diğer klanlar tarafından dikkat çekmeden hayatımıza devam etmekse, bu pek mümkün olmuyor. Kurt klanı lideri albay Onur Işık yani bilinen adıyla Quany Kurt. 2016 yılında çıktığı bir operasyonda bizim gibi bu zamana gelmişti. Burada yaşayarak Kurt klanını oluşturmuştur ve beni de herkese gayrimeşru kızı olarak tanıtmıştır.

Bildiğim tarihi olaylardan ilkini şu an yaşıyorum. Ünlü Jakobits isyanı...

Olduğumuz klanın reisi, bu isyanın komutanı ve ortaya çıkaranı. Kral William'ı Jakobits meydanında büyük bir darbe indirerek yeniyor. Venediklileri kimsenin nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde tarafına çekerek galibiyeti alıyor.

Ben bu yazıları yazarken, şu an Jakobits alanında savaşmaya gidiliyor. Galibiyeti biliyorum.

Dougal Mclenan, kral William'ı hezimete uğratacak...

***

Geçen 2 günün ardından kalenin bahçesinde dolaşırken kafamda bazı planları da oturtmuştum.

Emir, Melek, ve Alanna karşımda yerde oturmuş, Emir'in anlattığı bir hikayeye kahkaha atıyorlardı. Emir, onlara izlediği filmleri ve dizileri sanki kendi uydurmuş gibi anlatıp duruyordu. Melek ile göz göze geldiğimizde bana bıyık altından gülümseyerek baktı.

"Bence, en sonunda katil kızın ikiziymiş" dediğimde Emir'le en son izlediğimiz gerilim filminin sonunu söyledim. Cümlesi yarım kalan Emir, sinirle bana dönerek ardından Alanna'ya döndü tekrar. Alanna, hayranlıkla Emir'i dinliyordu.


"Arkadaş sana film anlatıyor da" diye devam etti kahkaha atarak Melek.


"Ulan bir saattir sen de gülmüyor musun bana hain" sinirle konuşan Emir, Melek'e parlamıştı.

"Napayım tatlı tatlı anlatıyordun kıyamadım" Melek Emir'in yanından anında uzaklaşıp Alanna'nın yanına oturmuştu. Ancak Alanna'nın sesiyle tüm bakışlar ona döndü.

"Film ve dizi ne demek?" Haydaa, gel de şimdi anlat.

Emir'e 'hadi' diye ima ederek Alanna'yı işaret ettim. Film konusunu o açtığına göre açıklamakta ona düşecekti.

"Yani televizyondan izliyoruz. Biri yazıyor, biri yönetiyor birileri de oynuyor işte" harika bir açıklama cidden.

"Anladım," dedi Alanna ve devam etti.

"Peki televizyon ne?" Melek kahkaha atarak Emir'e baktı ve alkışlamaya başladı onu. Emir, derin bir nefes alarak alnına kadar uzadığını sandığı saçlarını üfledi. Buraya geldiğinde sıfır numaraydı ve biraz uzamıştı ama kesinlikle alnına değmiyordu. Sanki saçları beline kadar uzamış muamelesi yapıyordu.

"Bak şimdi ben açıklayayım," diyerek Melek konuya dahil oldu. Alanna, merak ve ilgiyle onu dinlemeye başladı.

"Büyük bir kutu düşün, önünde ekran var. Diyelim biz şu an burada oturuyoruz ve Tuğra'nın elinde bir kamera var. Kamera, Tuğra'da önceden gördüğün resim gibi anlık görüntü çekiyor. Buna video da dahil. Video ise mesela bizim şu anki konuşmamızı çekiyor ve kaydediyor. Yani Tuğra şu an bizi kameradan videoya çekerse, daha sonra o anları açıp izleyebiliyoruz. Bu videoları çektiklerinde televizyondan izleyebiliyoruz." Melek'in cümlesi devam ederken, Emir'in gözlerini ayırmadan Alanna'yı izlediğini fark ettim. Alanna şaşırdığında kaşlarını kaldırıyor, gülümsediğinde Emir'de farkında olmadan hafif tebessüm ediyordu. Melek cümlesini bitirince Emir, Melek'i taklit ederek yavaş yavaş ellerini kaldırarak onu alkışladı.

"Bravo Melek çok güzel özetledin."

"Yani siz televizyon denilen kutudan başkalarının anlık videolarını mı izliyorsunuz?"

"Pek sayılmaz," söze girerek devam ettim.

"Bu işi yapanlar tiyatro gibi sahne oluşturuyorlar ve ezberledikleri karakterin cümleleri ile oynuyorlar aslında ve bizim izlediğimiz film, dizi de böyle oluşuyor."

"Hee tiyatro gibi yani şimdi anladım" Alanna'nın heyecanla çıkan yüksek sesi ile Emir yine farkında olmadan tebessüm etmişti.

"Yani az önce anlamamış mıydın aşk olsun Alanna" Melek'in küskünce kollarını göğsünde bağlamasıyla Alanna yine dudağını ısırdı. Ne zaman bir şeyi anlamasa veya meraklı olsa bu hareketi yapıyordu. Anında Emir'e döndüğümde yanaklarının kızarıp kafasını başka yöne çevirdiğini yakaladım. Bak sen bizim Emir'e. İş bana gelince sorgu memuru kesiliyor kendisi olunca sır küpü mübarek.

"Nerede takıldın Alanna?" Diye sordum. Alanna, tatlı bir ifade takınarak Melek'in göğsündeki kollarını çözdü ve onun beline sarıldı.

"Neden aşk olsun dedin niye aşk olacak anlamadım?" Alanna'nın masumane sorusu sırasında kaçamak bakışları Emir'e gidip geliyordu. Demek Emir'in duyguları karşılıksız değildi.

"O bir deyim canım."

Melek ve Alanna arasında sohbet devam ederken aklım sürekli Dougal ve albaydaydı. Biliyordum ama yine de merak ediyordum. Buraya gelmemiz bir şekilde farklılık yarattıysa, ya yanlış bir şey olursa diye içim içimi yiyordu.

Artık gelmesini istiyordum.

***

Akşam yemeğine yakın kalenin dış kapısı yakınlarında tek başıma dolaşıyordum. Gözüm yolda kalmıştı resmen, keşke ben de onlarla gitseydim diye düşünüp duruyordum. Kalenin büyük kapısı her açıldığında ve içeriye insanlar girip çıkarken, kaleye geliş yolunu gözlüyordum. Nöbet bekleyen askerler benim varlığım yüzünden gergin duruyorlardı. Kenarda kesilmiş bir ağaç kütüğüne oturup ellerimi başımın üzerine koyarak beklemeye devam ettim.

Bugün de gelmeyeceklerdi anlaşılan.

Nöbet değişimine yakın yeni gelen savaşçılardan birinin elinde büyük bir tepsi vardı. İlk benim yanıma geldiğinde bakırdan bardağı alıp bana uzattı.

"Hanımım buyurun."

Bir savaşçıya, bir elindeki bardağa baktım.

"Fiona sizin için hazırladı bunu seviyormuşsunuz. Ben de merak ettiğim için tadına baktım gerçekten çok güzelmiş. İsmi neydi bunun?" Hepsi Dougal'ı beklediğimin farkındaydı ve bana oldukça rahat hissettirmeye çalışıyorlardı.

Bardağı alıp kokladığımda bunun çay olduğunu anlayıp tebessüm ettim.

"Çay bu" dedim bardağı elime alırken. "Siyah çay" diye devam ederek bir yudum içtim. Şekersizdi ve biraz acıydı ama yine de bu soğukta iyi gelmişti. Bizim askeriyedeki Kadir abinin demlediği çay burnumda tütüyordu. İskoçya'da sanırım yaz mevsimi yaşanmıyordu çünkü hava hâlâ buz gibiydi. Fiona çayı iyi düşünmüştü.

"Gerçekten farklı ve çok güzelmiş hanımım. Ben görevime gideyim bir emriniz olursa seslenin yeter." Adını hatırlayamadığım savaşçı uzaklaşırken çayımdan bir yudum daha aldım ve burnumdan derin bir nefes verdim.

Bir süre daha orada oturup gelene gidene bakınırken kale binasından çıkan Kylie ve Cora'yı gördüm. Cora sanki bir prenses gibi süzülerek yürüyordu. Kol kola girmiş bahçede bir şey konuşarak yürüyorlardı ve beni fark etmemişlerdi. Gerçi mesafe olarak da aramızda epey vardı. Uzaktan onları izlemeye devam ettim.

Bahçede top oynayan küçük çocuklardan biri topa hızla vurarak Cora'nın elbisesinin eteğine hızla çarptırdı ve elbisesi biraz kirlendi. Anında çığlık atan Cora ile çocuklar karınca gibi sağa sola kaçışarak kaybolmuştu bile. Kylie, Cora'nın elinden tutup elbisesindeki kire baktı ve yüzünü buruşturup kızgın gözleriyle bahçeyi taradı. O esnada onunla göz göze geldiğimizde Kylie sanki topu atan benmişim gibi bana bakıyordu. Cora, ağlıyor gibi bağırıp duruyor ve 'en sevdiğim elbisem' gibi sözlerle çığlıklar atıyordu. Kylie, elini Cora'nın omuzuna koyarak ona bir şeyler fısıldadı ve söylediği sözler ile Cora biraz daha sakinleşti. Ardından Cora'nın da ölümcül bakışları bana yönelince ikisi de hızla bana doğru gelmeye başladılar.

Cora ve Kylie'nin benim tarafıma yürüdüğünü gören 3-4 metre ötemdeki nöbet tutan savaşçılar, kendi aralarındaki sohbeti bırakarak onlardan tarafa dönmüş ve sanki gardını almışlar gibi duruşa geçtiler. Elleri arkalarında mahalle ağası gibi duran etekli savaşçılara bakarken gülmeme engel olamadan sırıttım. Gerçekten hem komik hem korkutucu duruyorlardı.

Yanıma tamamen yaklaşan Kylie ve Cora'nın, gülümsediğimi görünce kaşları daha da çatıldı.

"Görüyorsun teyze bu halimle dalga geçiyor sana odaya çıkalım demiştim" diye ağlamaklı tonda konuşan Cora'ya inanamayarak baktım. Onunla dalga geçtiğimi sanmıştı gerçekten de.

"Size gülmüyorum" kestirip atarak bakışlarımı onlardan çevirip kafamı tamamen diğer yöne döndürdüm. Ancak gitmemekte ısrar ederek hâlâ başımda bekliyorlardı.

"Amacını biliyorum" Kylie'nin sesini duyduğumda kafamı tekrar onlara çevirmeden olduğum gibi durmaya devam ettim. Benim nezdimde sizinle konuşmak istemiyorum gidin başımdan duruşuydu bu ama anlayana ne âlâ.

"Önce geldin hakkımız olan toprağın üzerine kondun şimdi de yeğenimi nişanlısından ayırmaya çalışıyorsun." Bu cümleyle kafamı onlara doğru yavaşça döndürüp yine yavaşça ayağa kalktım. Benim ağır çekimde ayağa kalkmamla, ileride bekleyen savaşçı nöbetçiler de birkaç adım bize yaklaşmıştı.

Tek kaşımı kaldırarak Kylie'nin gözlerinin içine baktım. Boyu benden hafif kısaydı ama bakışları oldukça sert ve ateş kıvılcımları çıkartır cinstendi. Fakat aynı kıvılcımlar benim gözlerimden de fışkırıyordu.

Yanında teyzesi olduğu için daha bir özgüvenli duran Cora'ya bakmadan Kylie'ye bir adım daha yaklaştım.

"Gerçekten," bir adım daha attım. "Kendinizi böyle daha ne kadar kandıracaksınız?" Tam dibinde durduğumda burnundan sinirle nefes veriyordu. Hafif tebessüm ederek içimdeki kıskançlık tohumlarını bastırmaya çalıştım ancak hiç susmuyorlardı.

"Dougal ve ben birlikteyiz. Onunla," diyerek bakmadan Cora'yı işaret ettim. "Hiçbir zaman nişanlanmadılar. Bunun aralarında konusu bile geçmedi. Kendinizi böyle hayallere çok kaptırmayın" cümlem bittiği an birkaç adım geriye atıp kütüğün üstüne tekrar oturdum. Kylie'nin suratı sinirden kıpkırmızıydı. Ben Cora için hırslı bir kız ve hırslı insanlar her zaman tehlikelidir diye düşünüyordum ancak şimdi görüyordum ki Cora bir piyondu. Teyzesi tarafından yönlendirilen bir piyon.

Albay, bu kadına gerçekten aşık mıydı yani? Ülkesini, kendi zamanını ardında bırakacak kadar mı yoğundu duyguları? Böyle özel meseleleri onunla konuşacak kadar samimi olmadığımız için soramıyordum çünkü aramızdaki resmiliği hep korumuştuk. Yine de aşırı merak ediyordum.

"Sen bir cadısın. Savaştan geldiklerinde bunu göreceğiz. Dougal ve Cora evlenirken de böyle rahat konuşabilecek misin acaba? Yürü kızım." Son sözünü söyleyip bana arkalarını döndükleri an hızla uzaklaşmaya başlamışlardı. Oturduğum yerden gidişlerini izledim. Zaten kafamdaki olaylar kazan gibiydi. Onları düşünerek harcayacak boş bir beynim yoktu.

Bana çay getiren savaşçı ile göz göze geldiğimizde ona kafamı sallayıp sıkıntı olmadığını belli ettim. Benden öğrendiği şekilde o da kafasını bir kere eğdiğinde hafif tebessüm ettim. Hava da iyice soğumuştu en iyisi gidip biraz Rob'u ziyarete etmeliydim.

Ayağa kalkıp üzerimdeki kürke iyice sarılarak kale binasına yöneldim. Cora ve Kylie gittiği an çocuklar tekrar ortaya çıkıp oyunlarına devam etmişlerdi. Yanlarından geçerken attıkları top benden tarafa gelince, koşarak topu ayağımla yakaladım ve ilerideki çocuğa şut çekerek fırlattım. Oynadıkları futbol değildi, sadece topu birbirlerine paslıyorlardı. Büyük çocuklardan biri ooo diye bağırarak bana gülümsediğinde öndeki dişlerinin eksik olduğunu görüp ben de gülümsedim. Rob'u ziyaret, bir süre bekleyebilirdi.

Kalede mutfağa ilerleyerek bulduğum somon ekmekleri bahçede gördüğüm çocukların sayısı kadar keserek aralarını açıp hazırladım. Ekmeklerin arasına bulduğum kurumuş et, peynir, zeytin, domatesi dilimleyerek ekledim ve tost makinesi olsa keşke diye düşünüp sıkıca kapattım. Fiona mutfakta değildi ve içeriye girdiğim an çalışan tüm kızlar bana gülümseyerek karşılık vermişti. Burada olmam artık onlar için normal gelmeye başlamıştı. İlk geldiğim günler mutfağa girdiğimde bana uzaylı görmüş gibi bakıyorlardı. Fiona'dan öğrendiğim kadarıyla leydiler asla mutfağa girmezdi.

Ekmekleri tepsiye dizdim. Bulduğum bir güğüm ısıtılmış sütü de alarak bakır boş bardakları da tepsiye dizerek mutfaktan ellerim dolu ayrıldım. Bahçeye çıkarken gördüğüm savaşçılar yanıma koşarak bana yardım etmeye çalışmış ancak onları durdurarak yoluma devam etmiştim. Sanırım onlara gitmeden Dougal tembihlemişti çünkü nereye dönsem bir savaşçı ile karşılaşıyordum.

Top oynayan çocuklar çılgınca koşarak eğleniyorlardı. Hepsinin üstü başı kir içindeydi ama oldukça mutlu duruyorlardı. Bağırış ve çığlık sesleri yankılanan bahçede herkes günlük işlerini yaparken beni görenler selam vermekten de geri durmuyordu.

"Yemek molası" diye bağırıp çocukların dikkatini çektim. Elimdeki tepsiyi çimenlerin üzerine koyarak ben de yere çöktüm ve bağdaş kurarak oturdum. Yağmur yağmasa da çimenler biraz nemliydi ama umurumda olmadı. Yanıma yaklaşan çocuklar ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi bir bana bir tepsiye bakıyorlardı.

Ekmeklerin birini alıp en yakınımdaki çocuğa uzattım. Önce bir tereddüte düşse de daha küçük olduğu için muhakeme edemeden uzanıp ekmeği aldı ve hızla ısırdı. Epey acıkmış olmalıydılar.

Tüm ekmekleri dağıtıp güğümdeki ılık sütü bakır bardakları dökerek çocuklara uzattım. Ön dişleri eksik olan çocuk gülerek yan dişiyle ısırıp ekmeğini yiyordu. Onun bu tatlı haline kahkaha atarak son kalan ekmeği de kendim alıp bir güzel oturup yedim.

"Abla sen topa çok güzel vurdun oyun biliyor musun?" Çocuklardan birinin sorusuna başka çocuk cevap verdi.

"Ne ablası leydim diyeceksin" ikisine de gülümseyerek "abla diyebilirsiniz bana" dedim.

"Ve oyun biliyorum ismi maç ama benim bildiğim oyun sizin oynadığınızdan farklı olabilir. Siz nasıl oynuyorsunuz?" Bu cümleyle çocukların adeta gözleri ışıldamıştı.

"Ama leydiler oyun bilmez ki bizi kandırıyorsun" en küçüklerinden çıkan sesle çocuğa döndüm. Cılız, kısa boylu bir çocuktu ama en az 5 yaşında vardı bence.

"Ekmeklerinizi bitirin de göstereyim. Yenilirseniz ağlamak yok ama!" En son konuşan çocuğun burnuna işaret parmağımla dokunup sözlerimi bitirdiğimde, arkadaşları ona kıkırdadı.

Çocuklar yemeklerini bir güzel yediklerinde onları hayranlıkla izledim. Benim zamanımda aileler çocuklarına yemek yedirmede hep zorlanırlardı bunu sosyal medyada çok kez görüyordum. Buradaki insanlar teknolojiden ve bilimden uzaktı. Kale çok güvenliğiydi çünkü herkes birbirini tanıyordu. Çocuklar özgürce gezip oynayabiliyorlardı.

Çocuklarla biraz daha sohbet ederek birlikte bir saate yakın top oynadık. Onlara futbol, yakar top ve voleybol oynattım ve onlardan da kendi oyunlarını öğrendim. Burada geçirdiğim en eğlenceli zamanlarından biriydi ve bunu daha sık yapmayı düşünerek yanlarından ayrıldım. Kalenin içine girdiğimde doğruca Rob'un odasına yöneldim. Artık kendindeydi ve kalede gezmeye de başlamıştı.

"Seni tembel odada mısın hâlâ" gülümseyerek odasına girdiğimde Melek'in onun yarasını kontrol ettiğini gördüm. Rob, yatağında oturuyor, Melek'te bandajını kapatıyordu.

"Tembel değilim leydi Melek zorla odada tutuyor" Rob'un hayıflanmalarını dinlerken Melek'le göz göze gelip gülüşmüştük.

"Bahane bulma sen sevdin bu yatma işini" yanlarına yaklaşarak yatağın diğer tarafına oturup elimi Rob'un elinin üzerine koydum.

"Üşümüşsün Tuğra" dediğinde gülümseyerek iki elimle elini tutup sıcak elleri ile ısınmaya çalıştım. Gerçekten dışarıda donmuştum. İnverness'in soğuğuna hâlâ alışamamıştım.

"Isındım bile" Bana artık leydim demiyordu bu da bir şeydi.

"Reislerden haber var mı?" Sorduğu soruyla durgunlaşarak gülümsemem yavaş yavaş soldu. Rob'un sorusuyla Melek'in de yüzü düşmüştü.

Kafamı iki yana sallayarak "sağ gelecekler merak etme daha yeni gittiler" dedim. Buna inanıyordum ama yine de bir sıkıntı çıkma ihtimali beni içten içe yiyordu. Dougal'ın Venedik kralını nasıl ikna ettiğini açıkçası bilmiyordum. Böyle bir bilgiyi okusaydım bile aklımda kalmamıştı çünkü çok ayrıntıydı. Olayları giriş, gelişme ve sonuç olarak çok net biliyordum ancak elbette eksik bilgilerim de vardı.

"O isyana gitmemende Büyük Dougal'ı nasıl ikna ettiğini merak ediyorum. Kesin sen de gidersin diyordum" Rob beni artık gerçekten tanımaya başlamıştı. Tekrar tebessüm ettiğimde Melek tek kaşını kaldırarak bana bakıyordu.

"Gitmeyi teklif etmedim. Onların bu isyanı kazanacaklarını düşünüyorum."

"Tuğra, oraya giden sadece benim klanım Kurt ile Mclenan. Ne olursa olsun kralın askerlerinin yarısı kadar bile değiller. Açıkçası senin kadar onlara güvensem de hesap ortada. Dougal'ın bir planı olacağını umuyorum" oldukça umutsuz konuşan Rob dahil kimsenin Venedik olayını bilmediğini hatırlayıp umut verircesine tekrar gülümsedim.

"Merak etme Rob. Sıkıntı olmayacak."

"Bildiğin bir şey mi var Tuğra?" Söze şüpheli bir ses tonuyla giren Melek'le bakışlarım ona döndü.

"Yani, gitmeden Dougal sana bir şey mi söyledi?" Cümlesine devam ettiğinde rahatlayarak kafamı iki yana salladım.

"Sadece hislerim Melek. Neyse ben gideyim yemek yedim zaten siz de yemeğe inin." Yataktan kalkarak kapıya doğru yürümeye başladım. Melek'te ayağa kalkmıştı.

"Tuğra" beni kapının orada durdurduğunda bakışlarım Melek'e döndü. Arkamdan beni hafif ittirerek kapıdan çıkıp ardımızdan kapıyı kapattık ve koridorda yalnız kaldık.

"O Kylie ve Cora'ya hiç güvenmiyorum dikkatli olmalıyız. Erkekler gittiğinden beri sanki kalenin hanımları gibi davranıyorlar. Herkese dünyayı dar ediyorlar" Türkçe konuşmuştu.

"İnan son endişem bile değiller Melek. İnsanlara ne yapıyorlar ki?" Günlerdir sadece bilgilerimi düşünerek defterime geçirmekle, geri kalan zamanımda da Dougal'ı beklemekle geçirdiğim için olaylardan bi’ haberdim.

"Fiona anlattı. Mutfakta terör estiriyorlarmış. Bir tane kıza yıkanmış bulaşıkları baştan yıkatmışlar. Tüm çalışanlara, kendileri için hanımım diye hitap ettiriyorlarmış. Burada hanımım kelimesi kalenin reisinin eşine söylenen bir söz biliyorsun. Eşi yoksa annesi veya kadın kardeşlere hitap şekli. Kylie'ye belki albayın nişanlısı olduğu için böyle denilebilir ancak Cora herkese Dougal ile döndüklerinde evleneceklerini söyleyip kaledeki tüm güzel kızları zorbalıyormuş. Çalışanlardan bir kız onları konuşurken duymuş. Senin için 'o pislikten kurtulamadık ama bir yolunu bulacağız' şeklinde plan yapıyorlarmış."

"Bir bok yapamazlar onlar." Gerçekten endişeleneceğim son insandılar.

"Kızım bunlar bizim zamanımızdaki kadınlara benzemezler. Ben şahsen Muhteşem Yüzyıl'ı iki kere bitirmiş biri olarak bile bunların entrikasını anlamam bak." Bir anda kahkaha patlattığımda Melek'te benimle aynı anda koptu.

"Emir'e benzedim ben iyice değil mi? Sen de fark ettin?" Kendi kendine yaptığı tespitle daha çok güldüm. İlk tanıştığımda donuk, sessiz, sert kız gitmiş yerine Emir'in kız versiyonu gelmişti resmen.

"Kopya kopya" dedim gülmelerimin arasından.

"Ya valla öldürecem onu yeminle. Ağzıma lafları takıyor akşama kadar dizi film bu ne ya" tekrar gülerken "ama yine de dikkatli ol Tuğra bak güç için adam zehirler bunlar." Dediğinde arkamızdan Emir'in sesiyle ona döndük.

"Benden mi bahsediyorsunuz?" Emir'in hızla koridoru aşındırıp yanımıza gelmesiyle gülmemiz daha da artmıştı.

"Senden bahsettiğimizi de nerenden uydurdun?" Tam yanımıza gelip iki koluyla omuzumuza sarılıp merdivenlere yönlendirmişti bizi.

"E zehir diyordunuz?"

"Zehirle sen ne alaka Emir?" Dalga geçerek kurduğum cümleyle Emir alınır gibi bir bakış attı.

"Yasak elmayı anlatıyordum ya bugün Melek'e. Oradaki bir karakter sürekli zehirliyordu herkesi."

"Senden bahsetmiyorduk" merdivenleri inmeye başlamıştık. Sanırım Emir bizi yemek salonuna götürüyordu ama ben yemeğe katılmayacaktım ki.

"Kimi zehirliyoruz o zaman. Dougal? Ewan?" İkimiz de aynı anda Emir'in koluna tokadı yapıştırıp yürümeye devam ettik.

"Alanna olur mu?" Diye sordu Melek tek kaşını kaldırarak. Emir'in vücudu anında gerilip dikleşti. Zaten Dougal'la uyuyup herkesin bizi bastığı günden beri geceleri uyumak için odama gelmiyordu da.

"Ne alakası var canım ne zehiri. Siz de ne çirkef kızlarsınız." Kaşlarını çatıp korkutucu yapmaya çalıştığı yüzüyle bize bakınca yemek salonunun kapısının önüne de gelmiştik.

"Ya ben yemek yemeyecektim odamda işim vardı" diyerek Emir'in kolunu omzundan attım.

"Ne işin vardı acaba çok merak ediyorum?" Ellerini iki beline koyarak çirkef bir tonda konuştuğunda gözlerimi açık açık devirdim.

"Ya sanane Allah Allah."

"Gören de oturup yeni çıkan bir dizinin tüm sezonunu bitirecek sanır. Geç yemeğe çabuk zaten gitmek için gün sayıyorum bir an önce gece olsun da uyuyalım." Emir'in sitemiyle uzun zamandır onunla yalnız kalıp dertleşemediğim kafama dank etti. Emir burada olmayı asla sevmiyordu. Bunu da kendi zamanımızdaki özlediği şeyleri sürekli anlatarak belli ediyordu. Dizi ve filme takmıştı bu ara zaten.

"Merak etme az kaldı" buruk bir şekilde konuşan Melek ile içimde bir şeyler yerle bir oldu. Biz burada asla kalıcı olmamalıydık. Dougal'a kendimi çok kaptırmamalıyım diyordum ancak bunun için de çok geçti.

Ben ne olursa olsun kardeşlerimi alıp buradan gidecektim zaten ama geldiğim kız olarak asla geri dönemeyecektim artık. Kalbimi burada bırakacaktım. Tek umudum ise Dougal'ın hayatına mutlu olarak devam etmesi olacaktı.

***

1 ay geçmişti. Dougal'lar gideli geçen zaman tam 32 gündü.

İnsanlar merakla konuşup duruyordu. Venedik olayını hâlâ kimse bilmediği ve haberde gelmediği için her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi kralın esiri olduklarını. Kimi kralı öldürdüklerini. Kimi hâlâ savaşın sürdüğünü...

Dougal, Venedik kralını mektupla ayarlasa dahi savaşçılarıyla birlikte önce onunla buluşması gerekiyordu. Onu yüz yüze ikna edecek ardından Jakobits meydanında bir yerleşke kuracaklardı. Burada günlerce sürecek saldırı planları ile işleyişi belirleyeceklerdi. Her isyan veya savaş planlanarak yapılırdı ve 1 ay olan bu süre aslında az bile sayılırdı. Bir günde git savaş-yen ve gel elbette olmayacaktı. Yine de her gün uyandığımda kendime "Bugün artık gelmeleri gerekiyor" diye telkin vererek kalenin dış kapısındaki kütüğümün üzerine muhakkak oturur ve beklerdim. Savaşçılar bile orada oturmama alışmışlardı. Bu bende bir âdet gibi olmuştu. Ardından odama çıkıp defterime şifreli günlük şeklinde rapor yazardım. Bu raporlara Dougal'a olan özlemim de eklenerek satırlara dökülürdü. Alana, Rob ve Fiona'yı da uzun uzun anlatmıştım. Kardeşlerim Melek ve Emir için de oldukça çok sayfada yer açmıştım. Defter artık neredeyse yarılamıştı.

***

35. Günün sabahında gözlerimi umutsuzluk maskesiyle açtım. Onu gerçekten çok özlemiştim. İçimdeki merak ve korku da artık ayyuka çıkarak beni esir almaya başlamıştı. Kendimi bile sorgular olmuştum artık. Ya bildiklerim yanlışsa. Ya Niko yanılarak atlattıysa ve aklımda olaylar hep yanlış kaldıysa?

Geçen günlerde günlük rutinlerime köylüleri ziyaret etmeyi de eklemiştim. Artık köylü kadınları da tanımaya başlamıştım. Hatta bir kadın bana süt sağmayı öğretmişti. Bir başka evde koyun yüzlerine sopayla vurarak yastık, yorgan yapmıştık. Et kurutmayı ve buranın kendine özgü yemeklerinin yapımını bile öğrenmiştim.

Kylie ve Cora bu sürede üzerime çok oynamaya başlamışlardı. Yemek sırasında bilerek beni kışkırtmaya çalışıyorlardı ancak onları kale bile almıyordum. Benim bu umursamaz tavrım ile daha da kışkırtıcı olmaya başlamışlardı ve sabrımın taşacağı son damlayı bekliyordum.

Şu an yemek masasında onlar da vardı ve yemeği bana zehir etmek isteyerek her zaman yaptıkları gibi Dougal ile ilgili konuşuyorlardı. Yemeklere sırf savaşçılar, Alana ve çalışanlar kendini yalnız hissetmesin diye katılıyordum ama Allah biliyor ya onların yüzünü görmeye bile tahammülüm kalmamıştı.

Ortamda her zaman olduğu gibi konuyu dönüp dolaştırıp Dougal'a getirmelerine sinir olsam da onları ciddiye almamaya gayret ediyordum. Ancak bugün, diğer günlerden farklı olarak herkesin içinde Dougal ile düğün planlarından bahsediyorlardı.

"İngiltere'de yeni çıkan kumaşlardan alırız kızım. Kapıları ve masaları süslemek için bu senenin rengi limon sarısını kullanırız. Hem İngiltere'ye gitmişken amcamı da ziyaret ederim" Kylie'nin cümlesiyle yine her zaman olduğu gibi savaşçıların kaçamak bakışları bana dönmüştü. Tepkimi bekliyorlardı ama ben sabırlı bir insandım. Taa ki bu cümleye kadar.

Kaşığımı sertçe masaya vurarak Kylie'nin sözünü kestim. Bakışları bana dönen Kylie, yüzünde beni sinir etmenin zafer kazanmış alevleri ile bakıyordu. Sinsi gülümsemesi yüzüne yerleşmiş olsa da benim bakışlarım saf öfkeye hakimdi.

"Dougal İngilizlerle savaşa gitti. Siz ikiniz onun topraklarında misafir olmanıza rağmen İngiliz sempatizesi yapıyorsunuz. Hiç mi saygınız yok sizin? Yediğiniz o kaptaki yemekler Dougal'ın. Yemeğini yediğiniz bir adamın arkasından planlar ve hayaller kurmaya utanmıyor musunuz? Bir de İngiltere kumaşı diyorsunuz hâlâ. Farkında mısınız, İngiliz'ler tarafından Dougal ve Quany öldürülebilir?" Yüksek ve sert çıkan sesimle tüm yemek salonunda ölüm sessizliği oluşmuştu. Birkaç savaşçı sandalyesini sertçe itekleyerek ayağa kalkıp gelip benim arkamda dimdik durarak bakışlarını onlara çevirdiler. Bir hareketimle onları salondan yaka paça atacak gibi duruyorlardı. Kylie'nin de Cora'nın da sinsi gülümsemesi solmuş, yerini korku almıştı.

"Liderinizin nişanlısına, hanımınıza mı dik dik bakıyorsunuz? Burada durup bu hadsiz kızı çıkartmanız gerekirken üstelik?" Kylie, bana çay getiren adama hitaben konuşunca adam cevap vermeden dik dik bakmaya devam etti.

"Ne nişanlısı Kylie? Buradaki insanlar liderleri nişanlı olsa bilmezler mi? Algı yapıyorsunuz ama kimse aptal değil. Sizden bir daha o kelimeyi duymayacağım yoksa kendinizi kapının önünde bulursunuz. Kurt klanı lideri şu an da benim. Orada da barındırmam sizi. Misafirliğinizi bilip ona göre davranın." diyerek kaşığımı elime aldığımda arkamda bekleyen savaşçılar da çekilip yerlerine geçtiler.

Kaşığımı çorbaya daldırıp, "ayrıca bir daha çalışanlara bir laf dediğinizi duymayacağım. Odanız, yemek salonu ve bahçe dışında her yer size yasak." Çorbadan bir kaşık aldığımda Alanna bana minnetle bakıyordu. Alanna, arada panter olsa da bu kadınların hakkından gelemiyordu.

Cümlem bitince apar topar yemek salonundan kalkan kadınların arkasından bakmadım bile. Aslında insanların arasında rencide etmek istememiştim ama gerçekten hadlerini çok aşmışlardı. Adam İngilizlerle savaşa gitmiş bunlar gelmiş İngiliz kumaşı alalım gidip bir de amcamı görürüz falan diyorlar. Ayrıca Kylie'nin amcasının orada yaşadığını da bilmiyordum.

***

37. Gündü...

Bu gün artık gelmeleri için dua etmeye başlamıştım. Günlerim sanki önceden tasarlanmış bir tiyatro oyunu gibi geçiyordu. Her gün, zamanımı bir şekilde geçirerek onların geleceği güne ulaşmayı ümit ediyordum.

Fiona ile değişik bir meyveden yemek yapacaktık. Meyvelerden yemek tuhaf gelse de, biz de bazı bölgelerde yapıldığını duymuştum ama burada da yapıldığını bilmiyordum. Mesela eskiden bir asker arkadaşın annesi memleketten taflan diye bir meyve göndermişti ve arkadaş o meyveden harika bir yemek yapıldığını söylemişti. Duyduğumda çok şaşırmıştım ancak aynı öneriyi dün Fiona ile de konuşmuştuk.

Kiraza benzer bir meyvenin yemeğini yapacaktık.

Cora ve Kylie, o günden sonra yemeğe pek inmiyorlardı. Odalarından da pek çıkmıyorlardı. Açıkçası pek umurumda da değillerdi. Tek düşündüğüm şey kendimi dizginleyerek o Jakobits meydanına gitmemeye çalışmaktı. Bu düşüncemi Rob ile paylaşmıştım. Bana bunun benim için bile uçuk bir fikir olduğunu söylemişti ve ardından gitmemem için bir ton konuşma yapmıştı. En sonunda "eğer gitmeye karar verirsen peşinden bu tam iyileşmemiş halimle gelirim" demişti. Son kozu sayesinde fikrimi geçici olarak iptal etmiştim ancak bu sabah bu düşünce beni yine dürtüp duruyordu.

Onunla gitmediğim için deli gibi pişmandım.

Kafamı dağıtmak için mutfağa inmeye başladım. Merdivenlerin sonuna geldiğim an yüksek çıkan gürültüyle, merdivenlerin basamağında donup kaldım.

Borazanlar ötmüştü!...

Koridorda koşturmaca sesleri ile herkes bahçeye akın ediyordu.

Bir kez öttürülen borazan klandan birileri, iki kez öttürülen borazan ticaret yapma izni, üç kez öttürülen borazan ise düşman demekti.

Borazan bir kez öttürülmüştü...

Ayaklarıma gelen güçle koşarak kendimi bahçeye attım.

O kadar kalabalıktı ki giderken asla bu sayıda değillerdi.

Askeri forma tarzı kıyafet giymiş adamlar, klan savaşçılarının içine karışmıştı.

Kalabalık arasında "Çok yaşa Dougal" nidaları atılıyordu. Bu, Mclenan klanının sloganıydı ve iyiye işaretti.

Gözlerim hızla Dougal'ı aradı ama hiçbir yerde yoktu.

Ewan'ı gördüğümde koşarak atının önüne kadar ilerledim. Üzerinde kurumuş kan lekeleri vardı ve dizi gelişigüzel sarılmıştı. Yüz ifadesine bakınca derin bir kesik olmadığı belli oluyordu.

"O nerede?" Bir çırpıda sorduğum soru ile Ewan gülümseyerek kafasıyla arka tarafı işaret etti. Bakışlarım arkasına düştüğünde kalenin kapısıyla karşılaştım. Demek daha içeriye girmemişti.

Koşarak kalenin dış kapısına ulaştım. Atların arasından geçiyor, onları ürkütüyordum ama umurumda değildi. İçeri giren savaşçılar hâlâ sürdüğü için dışarı çıkmam biraz zor olmuştu.

Dışarı çıktığım an tepenin aşağısında kalan yokuş yolda Dougal'ın siyah atını gördüm.

Ardından, ağaçların yapraklarını bile gölgede bırakan parlak yeşil gözlerini...

Onun gözleri de benimle buluştuğunda, yanında zırhlı olan adamla konuşmayı bırakarak atını yokuş yukarıya, bana doğru sürdü.

İçimden geçirdiğim tek şey, çok şükürdü...

Gidiş tarihimize 7 buçuk ay kalmıştı!

Bu 7 buçuk ay içinde Dougal'a, yanında getirdiği Venedik kralının, onun arkasından çevirdiği işi anlatacak ve onu ölümden kurtaracaktım.

Sonra gönlüm bir nebze de olsa rahat bir şekilde gidecektim.

Ancak bu 7 buçuk ay içinde, ortalığı hiç olmayacak kadar karıştırıp, dünyanın dengelerini altüst ederek arkamda güçlü bir kral yaratacağımı bilemeden!

7 buçuk ay içinde, ölümle defalarca burun buruna geleceğimi bilemeden!

Yine bu süre içinde, çok sevdiğim ve güvendiğim birinden büyük bir darbe yiyeceğimi bilemeden!

Kendi zamanıma gittiğimde, orayı eskisi gibi bulamayacağımı bilemeden...

Çok şükür diye düşündüm ve Dougal'ın bana doğru gelmesini izledim.

Artık kendime itiraf ediyordum. Ben ona aşık olmuştum. Aşık olduğum adamın bana olan aşkını bilerek, tüm kalbimle bana gelişini izledim.

Aramızdaki en imkânı olan şey, kalplerimizin bir olması diye düşünürüz değil mi?

Ancak öyle bir an gelir ki iki kişi birbirine derin sevgi ve aşk hissi bağı duysalar bile hayatın oyunu yüzünden kalpleri birbirine uzak kalır.

Bir türlü birlikte olamazlar!

İmkansızlıklar, oldurulabilecek durumda değil bizim hikayemizde. İki taraftan birinin taviz vermesi gerekir ancak biliyorum ki ikimiz de taviz veremeyiz!

Ben, biteceğini bile bile ona sarılmak için bekliyorum...

❤️


Loading...
0%