Yeni Üyelik
51.
Bölüm

51. Bölüm

@ebrumelek

Dougal

"Dàghall Mclenan'a,

Bana kızgın olduğunu biliyorum, kızma.

Edward'ın öleceğini sana söylemediğim için ihanete uğramış gibi hissediyorsun, hissetme.

Bildiklerimin yükünü omuzumda taşıyorum. Edward'ın öleceğini sana söylesem dengeleri bozarak belki de senin ve herkesin ölümüne sebep olabilirdim. Bunu asla yapamam.

Dünyadaki dengeler için bu kadar büyük bir kumar oynayamazdım.

Gideceğim için kırgın olduğunu da biliyorum, olma.

Ben buraya ait değilim. Hiç olmadım. Kaderin bir oyunuyla kendimi senin yanında buldum ama bu kısa süreli bir rüya olmak zorunda.

Sana hissettiğim her şey gerçek Dougal. Gerçek ve öyle çok yoğun ki... burada sevdiklerim var, herkesi çok seviyorum. Burada kendimi evimde gibi hissediyorum ama...

Ama’dan sonrası kesin kararlar Dougal. Ne olursa olsun benim bir sorumluluğum var, bekleyenlerim var. Onları yüzüstü bırakamam. Buradaki kardeşlerimi tek gönderemem. Emir'i yalnız bırakamam.

Bunu yapmak zorunda olduğum için beni affet ve unut...

Bu, seni başkalarına tercih ediyorum demek değil. Bu bir tercih değil Dougal. Kalbimin sahibi sensin artık ve bu ölene kadar böyle devam edecek. Quany'nin yaptığını yaparak aşkım için sorumluluklarımdan vazgeçemem...

Unutma ki seni her zaman çok seveceğim. Belki seninle son kez görüştük. Bunu yazarken düşündüğüm tek şey keşke bende bir fotoğrafın olsaydı. Buradan giderken timimle olan resmimi odanda bırakıp sana emanet edeceğim. En azından sende benim bir fotoğrafım kalsın.

(Olayları ve kim olduklarını hatırlayamıyorum ama pusuya düşürülüp önce sen, ardından tüm isyancıları tek tek öldüreceklerini biliyorum.)

Zamanda değişiklik yapmak uğruna sana bunu söylüyorum. Buna cesaret edebilmemin tek sebebi yaşamanı istemem. Lütfen söylediğim bilgiyi göz ardı etme ve yaşa...

Kendine dikkat et Dougal, ölmeni istemiyorum, dikkatli ol ve kimseye güvenme. Kendi zamanıma gittiğimde seni araştıracağım ve orada ölmemeni dileyeceğim.

Senden istediğim yegane şey yaşaman. Mutlu olman, baba olman.

Yaşlı halinle yatağında uyurken ölmen...

Seni seven, Tuğra Duman."

***

Atımın üzerinde yavaşça giderken elimdeki mektubu ikinci kere okuyordum. Giriş kısmında ismimi, kendi dilimdeki telaffuz edildiği gibi yazmıştı. Tuğra'nın ismimi telaffuz etmesi bile tüm tüylerimi diken diken yapıp kalbimi coştururken, şimdi onu bırakıp gidiyordum.

O beni bırakıp gidiyor desem daha doğru olurdu gerçi değil mi?

Onu zorlayamazdım, sadece gitmesin istiyordum. Ben onun istediği her şeyi yapardım yeter ki gitmesindi.

Ancak o mantığını kullanmak zorundaydı değil mi?

Ona çok kızgındım, çok...

Ama şimdiden bile deli gibi özlemiştim.

Ömrümü onsuz nasıl geçirecektim?

Nasıl bir adam olacaktım?

Benden ölmememi istemişti. Tüm kurallarını siktir edip bana gelecek ile ilgili bilgi vermişti. Tek istediği hayatta kalmamdı.

Peki ne uğruna?

Hayatta kalsam bile onsuz nasıl devam edebilirdim ki?

Tüm atlılara seslenip geri dönmemek için gözlerimi uzunca kapatıp derin derin nefesler aldım. Kendimi geri dönmemek için zor tutuyordum ama ona zorbalıkta yapamazdım.

Hayatım için tüm kartlar dağıtılmıştı. Önümde bir sürü yol vardı. Tuğra'nın söylediği gerçekleşen geleceğimdi ve ben bu gelecekte ölüyordum.

O zaman ben de başka seçenekler ortaya çıkarırdım...

Hem hayatta kalacağım, hem hayatı sikip atacağım.

***

Tuğra

Aylar sonra...

Hayatım boyunca kalbimle mantığımı hep aynı yönde tutmuştum. Ne bir ileri ne geri.

Düşüncelerim ne istiyorsa kalbimde onu istemişti ve elde etmiştim, başarmıştım. Ben hep başarırdım.

Bu zamana kadar böyle sanıyordum...

Hayatımda zenginliğin en zirvesini de görmüştüm, yoksulluğun en dibini de. Aile sevgisini fazlasıyla da yaşamıştım, kendimi öz ailemi delice merak ederken de bulmuştum.

Hayatta her şeyi hep uçlarda yaşamıştım. Asla ortası olmamıştı.

Ancak kesinlikle aşk acısı çekmemiştim.

Kimseye kalbimi bu şekilde açmamıştım.

Hiçbir erkek için gözyaşı dökmemiştim.

Dougal, kaleden gittiği gün odama çıktığımda bile gözyaşı dökmemiştim.

Yatağımın üzerinde yeni boyandığı belli olan beyaz zambak maketi ve yanındaki canlı zambak çiçeklerini görene kadar...

Her renklerdi.

Kokuları odaya dolmuştu. Yaşadıklarımın ağırlığı basit birkaç çiçek yüzünden patlama noktasına ulaşmıştı. Hıçkırarak kapının önünde yere çöküp saatlerce ağlamıştım.

Bu duygular hiç bana göre değildi.

O günden sonra bir daha gözyaşı dökmedim ama kalbimin kanamasına da engel olamadım.

***

"Tuğra hazır mısın?" Melek'in buruk sesiyle üzerimdeki elbisemi son kez kontrol ettim. Geldiğimden beri saçlarım o kadar uzamıştı ki artık belimi bile geçiyordu. Dougal'ın bana hediye ettiği en son maket çiçeğini ise hep yanımda taşıyordum. Alanna'nın yardımıyla maketin üzerinde delik açarak broş haline getirmiş ve elbiselerime takmadan dışarıya çıkmaz olmuştum. Belki de onun yokluğuyla böyle başa çıkıyordum.

Dougal...

Onlardan ayda bir mutlaka haber geliyordu. Dougal, herkese mektup gönderiyordu. Bana özellikle bir mektup henüz gelmemişti ama Alanna'ya sık sık beni sorduğunu biliyordum.

Durumlar şimdilik iyi gözüküyordu. Planları aynı şekilde ilerliyordu. Birçok asilzade onları destekliyordu.

Gideli aylar olmuştu.

Haftaya gidiş vaktimiz doluyordu...

Bugün ise bizimkilerle mağaranın yakınlarına giderek keşif yapacaktık. Gitmeden önce bir aksilik olsun istemiyorduk. Klanda da bir sorun yoktu. Dougal'ın yokluğunda Ewan iyi idare ediyordu. Ben genelde kalede durmuyor tüm günümü köylülerle geçiriyordum. Çocuklarla oyunlar oynuyor, kadınlara yardım ediyordum ve kalan savaşçılarla eğitimlerimiz devam ediyordu.

Ewan, Melek ile bana kılıç kullanmayı öğretmişti. Bunu Dougal yapacaktı ama maalesef olmamıştı. Bol vaktimizi bu şekilde değerlendirmek istemiştik ve sonuç olarak iyi kılıç kullanabiliyorduk artık. Emir, keskin nişancı olduğu için alışkanlıktan olmalı ki ok atmayı öğrenmek istemişti ve ona da Rob yardımcı olmuştu. Meğer bizim Rob ok ustası çıkmıştı. Değişik hareketleri ve şekilleri vardı. Ok ve yayı eline aldığı zaman sanki hayatının anlamını bulmuş gibi davranıyordu. Havalı hareketleri ile başta beni olmak üzere herkesi oldukça şaşırtmıştı. Yayını gerdirip okunu havaya atıyor ve istediği noktaya isabet ettirerek yere düşürüyordu. Emir, ağzı açık ona bakakaldığında uzun zamandır ilk defa gülümsemiştim. Ardından ok atmayı öğrenmek için günlerce Rob'un dibinden ayrılmamıştı. Emir'in ısrarlarına daha fazla dayanamayarak temel bilgileri öğretmişti.

"Hazırım" dediğimde kapımı açarak odadan çıktım. Alanna ve Ewan bize eşlik edecekti. Zaten keşif gezisi olacaktı. Bahçeye Melek ile indiğimizde hepsi hazır bekliyordu. Emir ise sırtına astığı yayı ile oldukça havalı ve heyecanlı duruyordu.

"Sonunda" dediğinde Alanna ile kalenin dış kapısına yürümeye başlamışlardı. Ewan'ın, alıcı gözleri çoktan Melek hanıma yoğunlaşmışken ben de Emir'lerin peşine takılıp arkamda onları yalnız bırakmıştım.

***

"Bu mağaraya yıllardır ayak basılmamış gibi" Ewan'ın sözleriyle bakışlarımı mağaranın girişinde biriken dikenli dallardan ayıramadım. Öyle uzun ve yoğunlardı ki mağaranın giriş kısmı kapanmış gözüküyordu. Halbuki ben geleli daha bir sene olacaktı ve ondan sonra da arkadaşlarım gelmişti. İlk geldiğim gün mağaradaki değişim aklıma gelince kaşlarımı çattım. O gün de sıra dışı bir şekilde mağara dallar arasına gizlenmişti.

"Mağara ben büyülüyüm diye bağırıyor resmen" Emir'in sözlerine cevap gecikmedi Melek'ten.

"Yapma amaa, burada bir büyü mü var sence. Tamamen bilime dayalı bir durum olduğuna bahse girerim. Bilirsin dünyanın çekirdeği, bilinmeyenleri, gizemlerinin hepsinin bilimle bir açıklaması muhakkak olmalıdır. Büyü diye bir şey olamaz!" Emir kahkahaya yakın gülümseyerek, "neredeyse bir senedir nerede olduğunun farkında mısın acaba? Büyü yok diyor bir de te Allah'ım. Dünyanın merkezine yolculuk filmini hiç izlemedin mi?" Dilini damağına vurarak cık cıkladığında, mağaranın giriş kapısındaki dalları komando bıçağımla kesmeye başlamıştım. Bir yandan da onları dinliyordum.

"Geleceğe dönüş, kelebek etkisi gibi filmlerde var Emir ama onlar sadece film, gerçek değil. Burada yaşanan bilimsel bir şey bence. Tuğra sen ne yapıyorsun?" Son cümleyi bana söylediğinde işimi yapmaya devam ediyordum.

"İçeriye giriyorum Melek. Bakalım yol hâlâ kapalı mı. Belki açıktır şansımızı deneyelim." Sözlerimle arkamı döndüğümde, Melek ve Ewan'ın bakıştığını fark ettim. Tekrar önüme dönerek mağaradan içeriye adımımı attım.

El fenerimi yakarak sol elimde tutarken mağarada yürümeye devam ettim. Giriş kısmına yakın yerdeki insan iskeletlerini görünce durdum ve önümdeki kemiklere baktım. Hemen arkamdan hepsi mağaraya girmişti ve Emir'ler de kendi el fenerleri yakmıştı.

"Burada biri ölmüş" Ewan'ın tespitiyle küçümser bir ses çıkartan Emir, "Hadi canım söylemesen anlamazdık" diye dalga geçerek birkaç adımla yanıma gelmişti.

"Ayy iskelet mi ben korkarım" Alanna'nın sözleriyle Melek elini onun omuzuna koyarak kendine yakın tutmuştu. Mağara aşırı derecede kasvetliydi ve Abdi'nin cesedi durumu daha vahim gösteriyordu.

"Onu tanıyorum" dediğimde Emir'in bakışları hızla bana döndü.

"Buraya gelirken kovaladığım terörist, Abdi K."

"Nee, bu Abdi mi? Ulan Abdi ben senin yedi ceddini...."

"Buraya bir operasyon sırasında gelmiştim. Bu adamı yakalamaktı görevim" dedim Ewan ve Alanna'yı aydınlatmak amaçlı.

"Eh, görev başarılı desene" Ewan'ın sözleriyle bakışlarımı iskeletten ayırıp koridorda yürümeye devam ettim.

Her şey aynıydı, rutubet kokusunun yoğunluğu bile...

İki odalı açıklığa geldiğimde koridorları tekrar dinledim. Sol taraftan gitmem gerekiyordu biliyorum ama yine de dinledim. Su sesi gelen sol kısımdan içeriye adım attığımda, daralan yolda herkes peşimden tek sıra halinde yürüyordu.

"Çok dar burası nefes alamıyorum" Ewan'ın sitemleriyle koridorun sonuna kadar en önde ilerledim.

En sonunda karşıma çıkan düz duvara kadar.

Yol hâlâ kapalıydı...

"Yol kapalı, geri dönüyoruz" diye seslendiğimde, en arkadaki Ewan'ın söylenmeleri ile zorla arkasını döndüğünü fark ettim. Birkaç dakika boyunca adam dar koridorda arkasını dönmekte uğraşmıştı. En sonunda başarmış olacak ki arkamdaki Emir ilerlemeye başlayınca ben de ilerleyerek mağaranın çıkışına doğru ilerledik .

Mağaradan çıktığımızda Emir derince oflayarak ağaçlardan birine tekme attı.

"Ya o gün açılmazsa?" Diye söyleniyordu.

"Her gün hazırlıklı gelip kontrol edeceğiz. Gidecekmişiz gibi yapacağız. Elbet açılacak sabırlı ol" dedim elimi omzuna koyarak.

"O zaman kaleye dönüyoruz" Ewan'a bakarak kafamı salladım.

"Rob'u zor ikna ederek geldik, peşimize takıldı. Yalan uydurana kadar canım çıktı" atlara binerken Ewan'ın sesiyle ona döndüm. Rob'a gerçekleri hâlâ anlatmamıştım ama bugün anlatmayı planlıyordum. Onu gerçekten önemsiyordum ve sır saklayarak yalan söylemek istemiyordum. Gittiğimde beni ölü sanmasını istemiyordum. Rob, o günden sonra bana fazla bağlıydı. Öldüğümü düşünürse bu yüzden kendini suçlayarak ömrünü geçirecekti, Tuğra'yı koruyamadım diye.

"Onu bana bırak" dediğimde atıma binerek kaleye doğru hep birlikte ilerledik.

***

Onu öyle özlemiştim ki...

Ne zaman bu kadar tutulmuştum bilmiyorum.

Bu bir aşk hikayesi olmamalıydı. Bu benim evime dönüş hikayem olmalıydı.

Bu saçma sapan bir gizem olmalıydı...

Çoktan ölmüş bir adam için acı çekiyordum. Sırf o istedi diye klanında işleri yoluna sokmaya çalışıyordum, belgeleri, mülkleri ve insanlarıyla ilgileniyordum.

Buraya o kadar alışmıştım ki sanki doğdum doğalı kendimi buradaymış gibi hissediyordum. Eski hayatım, izlediğim tuhaf bir filmmiş gibi geliyordu. Tüm yaşadıklarım, benim hayatım değilmiş gibiydi.

Böyle olmamalıydı.

Düşünceleri kafamdan kovmamı sağlayan Rob'un hissettiğim varlığıydı. Gölgem gibiydi Rob. Kendini belli etmek istemeden uzaktan bile olsa her zaman beni göz hapsine alıyordu. Tabii ki nerede olursa olsun üzerimdeki bakışlarını fark ediyordum. Tek düşündüğü benim güvenliğimdi, biliyorum. Bunu bir keresinde açık açık söylemişti. "Senin sayende hayattayım. Yaşama amacım senin güvenliğin artık" demişti. Buna itiraz ettiğimde de takibini artık gizli yapmaya başlamıştı.

Daha önce yapmadığım gibi beni izlediğini fark ettiğimi belli ederek bakışlarımı tam gözlerine çevirdim. Rob, kalabalık sokakta ve aradaki mesafeye rağmen onu nasıl gördüğümü anlamadan birkaç adım atıp saklandığı yerden çıktı. Her zaman varlığının farkında olsam da belli etmediğim için o gizli takip ettiğini sanıyordu.

"Tuğra" dedi sanki o da beni yeni fark etmiş gibi. Tek kaşımı kaldırıp ona gülümsediğimde bakışlarını kaçırarak yoldan geçerek alışveriş yapan insanlara çevirdi gözlerini. Bulunduğumuz yer pazar yeriydi.

"Vaktin varsa konuşabilir miyiz?" Dediğimde hızla kafasını bana çevirdi. Çatık, kalın kaşları, uzun kirpikleriyle örtülüyordu. Hayatımda onunki kadar uzun bir kirpik görmemiştim.

Ondan onay beklemeden yürümeye başlayıp pazar alanından uzaklaştım. Emir'lerle hep oturduğumuz tepeye doğru ilerlerken, Rob bir adım arkamda beni takip ediyordu. Ona her şeyi anlatacaktım, güveniyordum. Yarın kontrol için gittiğimizde mağara kapısını açık görebilirdik ve anlatmak için vaktim olmayabilirdi. Tahmini bir haftamız kaldığını bilsem de ne olacağını bilmediğimiz için her gün hazırlıklı bir şekilde mağaraya gidecektik.

Bu işi şimdi bitirip rahatlayacak, arkamda perişan bir adam daha bırakmayacaktım. Vefa ve can borcu yüzünden yokluğumda Rob'u düşünmek bile istemiyordum.

Deniz manzarası gözüken yerde durup bakışlarımı hırçın denize çevirdim. Havada keskin bir soğuk, üzerimde kalın, hakiki bir kürk vardı. Kış gelmişti artık.

"Biliyor musun, buraya gelmeden önce deniz görmeyeli 6 sene olmuştu." Rob'un bakışları denizde değil bendeydi. Kayalara vuran dalga seslerini dinlerken tuzlu denizin kokusunu içime çektim.

"Hiç gemi gördün mü?" Konuşmayacağını biliyordum çünkü gereksiz konuşmazdı. Konuya onu çekebilmek için soru soruyordum. Kafasını olumsuz anlamda salladığında, bedenimi tamamen ona çevirip yüz yüze geldim.

"Ben çok gördüm, çok bindim" Rob'un yüzünde meraklı bir ifade oluşmuştu ama dudaklarını bile oynatmıyordu. Soru sormasının veya konuşmasının üstüne vazife olmadığını düşünüyordu, öyle yetişmişti.

"Sence gelecek nasıl olur Rob? Mesela 300 yıl sonrası." Yandaki kayaya oturmak için yürüdüğümde, Rob hızlı bir hamleyle üzerindeki pelerini çıkartıp kayanın üzerine örttü taşa oturmamam için. Gülümseyerek pelerininin üzerine oturduğumda elimle ona da oturmasını işaret ettim. Karşıdaki kayaya otururken, "Bunu neden soruyorsun Tuğra?" Diye sormuştu.

"Biz gidiyoruz Rob." Keskin bir nefes bırakıp gözlerine baktım. Kaşlarını çatarak sözlerimi sorguluyordu.

"İngiltere'ye mi gidiyoruz?" Dediğinde ellerini dizlerine koyarak öne doğru gelmişti.

"Rob, bunu söylemesi çok zor. Biz buraya çok uzaktan, yanlışlıkla geldik. Ben aslında Quany'nin kızı değilim. Burada süremizin dolmasına günler kaldı. Evimize gideceğiz, Melek ve Emir ile birlikte" tek nefeste konuşmuştum.

"Quany'in kızı değil misin? O zaman neden öyle söyledi?" Sanırım Osmanlı'ya gideceğimizi sanıyordu.

"Hayır değilim. Biz Türk'üz, Quany de öyle. O yüzden bize yardım etti. Biz" durdum ve gözlerine bakarak "gelecekten geliyoruz" dedim. Rob yerinde dikleşerek uzun uzun suratıma baktı ve onu tanıdığımdan beri ilk defa gülümsedi.

Gülüşü gerçekten güzeldi. Dişleri de bembeyazdı. Şaşkınlıkla suratına bakarken yüzümü de ciddi tutmaya çalışıyordum ama onu ilk defa gülerken gördüğüm için benim de gülümseme isteğim oluşmuştu.

"Ben 15 mayıs 2002 yılında dünyaya geldim. 2026 yılında bir operasyon sırasında kuzeydeki ormanda bulunan mağaradan yanlışlıkla buraya geldim." Rob'un gülümsemesi, yüzümdeki ciddiliği görünce yavaş yavaş silinmişti.

"Ve şimdide 1 yıl dolmak üzere. Mağaradan geçiş kapısının bir hafta içinde açılacağını düşünüyoruz. Yani evimize gidebileceğiz." Durduk ve söylediklerimin etki etmesi için durup gözlerine baktım.

"Oda mağarasından mı bahsediyorsun?" Rob'un sesiyle çatılan kaşlarım aynı anda olmuştu. O mağaranın bir ismi yoktu ki. Albay ve Dougal aylarca araştırmıştı.

"İsmini bilmiyorum. Nehir yolundan kuzeye döndüğünde karşına çıkan mağara" Ayrıca söylediklerim içinde takıldığı tek yerin 'gelecek' kelimesi olması gerekirken Rob mağaraya takılmıştı.

"Evet, sen de o masalı duydun ve bana şaka mı yapıyorsun Tuğra?" Rob çok sinirli ve gergin gözüküyordu şimdide. Ayağa kalkarak yanına yürüdüm ve tam yanında eğilip sol elimi dizine koydum. Dizini hızlı hızlı sallıyordu.

"Ne masalı Rob? Biz çok araştırdık ve hakkında öğrendiğimiz tek şey deli olarak bilinen bir adamın yıllar önceki sözleri oldu. Senede bir kere kapının açıldığını söylediği yazıya ulaştı Quany. Biz de bu yazı yüzünden bir senedir bekliyoruz zaten." Hızlı hızlı konuşmuştum.

"Quany'den önceki reis beni bulduğunda küçük bir çocuktum." Söze başladığında pür dikkat onu dinliyordum.

"Benim gibi bir sürü çocuk vardı. Ailemiz ve kalacak yerimiz yoktu. Bizi İngiltere'ye götürüp orada çalıştırmak için kaçırmışlardı. Reis bizi kurtarana kadar onların yanında aylarca eziyet görmüştük." Derin bir nefes alarak devam etti.

"İçlerinden biri, bize daha iyi davranırdı. Herkes uyurken gizli gizli bayatlamış kuru ekmek verirdi ve hikayeler anlatırdı. Hark topraklarında büyük bir orman olduğuna dair bir hikaye anlattı. Söylediğine göre zamanında 9 tane rahip orada iğrenç bir şekilde katledilmiş ancak bir tanesi kaçarak mağaralardan birine girmiş ve uzak diyarlara gitmiş. Girdiği mağara, oda mağarasıymış." Brad'i ailesine teslim etmek için gittiğimiz ormandan bahsediyordu. Rob, bana keskin gözlerle bakarak devam etti.

"O adam bize oda mağarasının sadece bir tane olmadığını ve Mclenan topraklarında da olduğunu söyledi. Eğer oradan geçip o mağaraya girersek bu dünyadan kurtulabilirmişiz ama bu çok tehlikeliymiş. Kendimizi devlerin veya ejderhaların yaşadığı ülkelerde de bulabilirmişiz. Adam, her gece hikayeye devam edip bize yemek veriyor ve yaralarımızı tedavi ediyordu." Tekrar durup derin bir nefes alarak bakışlarını yere çevirdi.

"Bu oda mağarasını bilen kişi sayısı çok azmış. Kimseye söylemememiz için her gece tembih ediyordu. O mağaraya girip başka diyarlara gidenler, silinirler demişti. Ay, güneşi göremezse mağara kapısı açılır dedi. O yaşımda oda mağarası benim için kurtuluş yoluydu. O adam aslında bize hayatta kalmamız için umut aşılıyordu."

"Peki o adama ne oldu?" Diye sordum. Ayın güneşi görememesi bu zamanda belki anlaşılmasa bile bunun ay tutulması olduğu çok belliydi. Emir'lerin geldiği gün, ay tutulması vardı ama benim geldiğim gün böyle bir tutulma olmamıştı. Haritacı olduğum için tüm hava raporlarına kadar incelemiştim operasyondan önce.

"Reis bizi kurtarmaya geldiğinde onu ve diğerlerini öldürüp bizi kurtardı. Savaşçı olarak yetiştirdi. Onun vefatından sonra klanı Quany'e bıraktı ve sadakatimde artık ona oldu."

Ay tutulmasını hesaplayabilirsek buradan gitmemiz daha net bir gün olurdu ama artık önemli değildi. Geldiğimizden beri bir kere bile ay tutulması olmamıştı. Birkaç güne dediğimiz gibi kapı açılacaktı.

"Yani siz oda mağarasından mı geldiğinizi söylüyorsunuz? Bu bir masal ve gerçek değil Tuğra!"

"Yaşadıklarım gerçek Rob, o mağara geleceğe açılıyor. Dönüşte kendi zamanımıza gideceğimizi tahmin ediyoruz, geldiğimiz gibi. Quany ve Dougal'ın da haberi var. Herkes bizi öldü bilecek."

***

Kamuflajımın üzerine elbiselerden birini giyerek Dougal'ın bıraktığı zambak maketini elbiseme iğneyle tutturup odadan çıktım. Bir torbaya tüm eşyalarımı koymuştum. Timimle olan resmimi Dougal'a yazdığım gibi onun odasında saklamıştım. Alanna'ya kol saatimi, Rob'a da komando bıçağımı hediye etmiştim. Ayrıca üzerinde ismimin yazdığı mataramı yine Dougal'ın odasında dolabının en arkasına saklamıştım.

Bugün Alanna'lar da bizimle mağaraya kadar gelecek, orada vedalaşacaktık. Ardından biz mağaraya girip kapının açılıp açılmadığına bakacaktık. Bugün de o gün değilse geri dönüp bizi bekleyen arkadaşlarımızla klana geri dönecektik. 1 saat bizi dışarıda bekleyeceklerdi.

Dün, kimse farkında olmasa da herkesle vedalaşmıştım kendimce. Fiona'ya içimden geldiğini söyleyerek sarılmıştım. Melek, Ewan ile sürekli dip dibeydi ve oldukça üzgün gözüküyordu. Ewan pek konuşmuyor klanın işlerini bile savsaklıyordu artık.

Rob, onunla dün konuşmamızdan sonra ortadan kaybolmuştu. Onu yemekte ve kahvaltıda görememiştim.

Ahırlara yaklaştığımda herkesin çoktan gelmiş olduğunu gördüm. Emir ve Melek'in de ellerinde bezden torbalar vardı benim gibi. Alanna'nın gözleri ağlamaktan şişmiş Melek'in koluna tutunuyordu. Ewan, Melek'i izliyordu ve en arkada atın üzerinde Rob vardı. Demek gelmişti.

Uzun bir süre Rob'la bakışırken herkes atlarına da binmeye başlamıştı. Bakışlarımı ayırıp kendi atıma bindim ve keşif gezisi adı altında kaleden çıktık.

Mağaraya giden yol boyunca sessizlik hakimdi. Arada Alanna burnunu çekiyordu. Rob, atını hızlı bir hareketle yanıma getirdi.

"Büyük Dougal'a nasıl baktığını görüyorum leydim, onun da sana. Gerçekten o burada değilken gidecek misin?" Demek yine resmileşerek leydi olmuştuk.

"Gideceğimi ve kararımdan dönmeyeceğimi çok iyi biliyor" dedim duygusuz çıkartmaya çalıştığım ses tonumla. Halbuki içimde fırtınalar kopuyordu. Onu bir kez daha görebilmeyi çok istiyordum.

Aklıma takılan çok büyük bir sorun vardı. Rob'un anlattıklarında söylediği "O mağaraya girip başka diyarlara gidenler, silinirler" Sözleriydi. Silinir derken ne demek istiyordu?

***

Mağaranın önüne geldiğimizde hava oldukça kapalıydı. Esen sert rüzgarla üzerimdeki uzun eteğin uçlarını tutarak atımdan indim. Havada olduğu gibi herkesin üzerinde de bir kasvet havası vardı. Gitmeyi en çok isteyen Emir bile sıkıntılı duruyordu. Gözleri sürekli etrafta dolaşıyor, Alanna'ya bakmaktan özellikle kaçınıyor gibiydi.

Dün gelip mağaranın önündeki dikenleri kessek bile sanki hiçbir şey yapmamışız gibi mağaranın girişi yine dikenlerle kaplanmıştı. Giriş kapısına uzun uzun bakarak ormandan gelen sesleri dinledim. Ayak seslerimiz dışında hiçbir ses yoktu. Rob'un mağaraya bakarken gözlerinde açık açık korku vardı. Sanırım küçükken dinlediği masaldan hâlâ ürperiyor ve o günlerini hatırlıyordu.

"Yolun sonuna geldik sanırım. Eğer giderseniz orada dikkatli olun" Ewan'ın sözleri hepimize yönelik olsa da bakışları Melek'teydi. Gözleri dolmuş Melek kafasını aşağı yukarı sallayarak elindeki bıçağının kabzasını sıkarak elini yumruk şekline getirdi. İlk yardım çantasını burada bırakmıştı.

"Sizi tanıdığım için çok mutluyum. Lütfen dikkatli olun ve bizi hiç unutmayın." Alanna ağlayarak bana sarıldığında ona karşılık vererek kollarımı iki yana açtım. İçim öyle acıyordu ki kalbimde eksiklik hissediyordum. Dougal'ı son bir kez daha görmek istemiştim ama o burada olsaydı asla o mağaradan içeriye giremeyeceğimi de biliyordum. Belki böylesi çok daha iyi olmuştu.

"Siz de kendinize dikkat edin, bizi unutmayın. Hep mutlu ol Alanna." Alanna'dan zor da olsa ayrılıp Ewan'a yöneldim. Onunla çok samimiyetimiz olmasa da benim için önemli insanlar arasında yer almıştı.

"Klan sana emanet." Dedim sarılmadan. Elini uzatıp omuzuma koyduğunda bana bir adımla yaklaşıp fısıldayarak konuştu.

"Tuğra, emin misin? O, sensiz çok kötü olacak. Kararınızı bir daha düşünemez misiniz?" Sözleri bittiğinde benden uzaklaşıp gözlerime bakmadan önce bakışları Alanna ile sarılan Melek'e kaymıştı. Ardından bana döndüğünde büyük bir beklentiye bakıyordu.

Kafamı iki yana sallayıp onu reddettim ve ağlamamak için kendimi sıktım. Dougal'dan bahsedilmesi bile beni bir çıkmaza sürüklüyordu.

"Bunu affetmez Tuğra!" Dedi son bir umut. Bir adım geriye atıp Ewan'dan uzaklaşıp, "giderken, buradan gideceğimi zaten biliyordu. Beni o zaman sildi Ewan." Ewan, kararımdan dönmeyeceğimi anladığında sıkıntılı bir nefes vererek Emir'e yaklaştı.

"Seninle ilk karşılaştığımızda yıldızımız uyuşmasa da ne kadar mert biri olduğunu gördüm. Onlar sana emanet. Gitmek için can attığınız yerde size mutluluklar." Ewan kırgınca konuşsa da Emir umursamadan kafasını sallayıp el sıkıştılar.

Rob'a baktığımda onun bakışları zaten bendeydi. İki koca adım atarak yanıma geldiğinde dizlerini yere koyarak başını önüne eğdi. Sırtından çıkarttığı kılıcını toprağa sapladığında çıkan sesle gözlerim yoğun bir şekilde doldu ve birkaç damla istemsiz döküldü. Hızla yaşları silerek Rob'u dikkatle dinledim.

"Dikkatli ol Tuğra." Dizlerinin üzerinde sadakatini belli ederken söylediği kısa veda sözleri ile burnumu hafif çekerek başımı dikleştirdim. Elimi onun omzuna koyarak hafif sıktım ve arkamı dönüp hızla mağaraya girdim.

Mağaranın içinde bir süre Melek'in gelmesini beklerken Emir yanımdan geçerek dar koridora girmişti bile. Adım sesleriyle Melek'in geldiğini anlayıp yürümeye başladım. Koridorları sessizce aşındırıp yaklaşık 15 dakika boyunca ilerledik. Yolun sonuna geldiğimizde yine karşımızdaki kapının duvar ile kapalı olduğunu görünce Emir okkalı bir küfür savurdu.

Bu gün de değildi...

Sessizce geldiğimiz gibi tekrar geri dönüp mağaradan çıkış yoluna ilerledik. Melek'in muallakta olduğunu biliyordum benim gibi. Hem çok gitmek istiyor hem hiç istemiyordu.

Mağaradan ilk çıkan Melek oldu. Arkadaşlarımız hâlâ orada bizi bekliyordu. Ewan Melek'i görünce rahatlamış bir nefes bıraktı.

"Yol kapalıydı." Dedi Melek. Alanna, tebessüm ederek hızla gelip bana sarıldı. Emir sinirle atına ilerlerken, gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. Hava kararmıştı ve açık bir hava vardı.

***

Ertesi gün yine dünkü gibi hazırlanıp mağaraya gelmiştik. Bunu her gün tekrarlamak ve sonuç olarak eli boş dönmek can sıkıcı olsa da elimizden bir şey gelmiyordu. Rob, Alanna ve Ewan yine yanımızdaydı. Diğer günlerin aksine bugün iki saat önce yola çıkmıştık. Oraya gidip kamp kuracak ve birkaç kere mağarayı kontrol edecektik. Bu fikri Emir vermişti.

"Buna inanamıyorum!" Alanna'nın sesiyle mağaranın önündeki sarmaşıklara şokla baktım. Üzerlerindeki dikenler sanki dün hiç kesmemişiz gibiydi. Bu gerçekten mantık dışı bir durumdu.

Hep birlikte çadırları tam mağaranın girişine kurduk. Sürekli klana gidip gelmektense böylesi daha mantıklı olmuştu. Her şey hallolunca mağaraya gidip kontrol ettik ama yine elimiz boş geri çıktık.

***

Yaktığımız ateşin başında otururken herkes bir sohbet halindeydi. Klandan getirdiğimiz eti pişirip yemeye başlamıştık. Hava sanki daha da soğumuş gibiydi ve kar yağıyor gibi hissettiriyordu. Halbuki İnverness'e henüz kar yağışı düşmemişti bile.

Yemekleri yedikten sonra dinlenmek için çadırlara çekilmiştik. Saat çok geç olmuştu ve sohbet ederken zaman hızlı geçmişti. Melek ve Alanna ile aynı çadırı paylaşıp birlikte uyuyacaktık. Dougal'ı düşünmemeye çalışsam da kalbim onu arıyordu. Gelmesini hem çok istiyor hem hiç istemiyordum.

***

Sabah kahvaltıyı yaptıktan sonra Ewan ve Melek ortadan kaybolmuştu. Alanna ve Rob atları beslemek için uzaklaşmıştı. Emir dünden kalma eti yerken yanımda oturuyordu.

"Bugün hava bir tuhaf fark ettin mi?" Bakışlarımı gökyüzüne çıkardığımda gökyüzünde hafif bir kızıllık olduğunu gördüm.

"Sanırım kar sonunda yağacak." Dedim bıçağımla toprakta şekiller çizerken.

"Telefonum yanımda olsa keşke. Ay tutulması yazardım ve anında günü saati çıkardı internetten."

"Telefonun yanında olsa bile İnternete nasıl bağlanacaktın Emir. Bekliyoruz işte."

"Sen gideceğin için kızgın mısın? Kalmak mı istiyorsun?" Yine aynı konulara başlamıştık anlaşılan.

"Offf" diyerek ayağa kalkıp ormana doğru ilerledim. Emir de ayağa kalkmış sert adımlarla söylene söylene arkamdan yürüyordu.

"Bana baksana cevap vermeden nereye kaçıyorsun?" Hızımı arttırıp ormanın içine girerek yol boyunca ilerledim. Tuvalete gidecektim izin verirse ama o ortalığı ayağa kaldırıp bas bas bağırarak geliyordu.

"Müsaade edersen ihtiyacımı gidereceğim Emir" dedim sert çıkan bir tonda. Emir, durmamış hâlâ arkamdan gelmeye devam ediyordu. Biraz daha ilerleyip kamp yerinden yeterince uzaklaştığımda arkamı dönerek Emir'e kötü kötü baktım.

"Senin ne zaman tuvaletin gelse başımıza bir iş geliyor biliyorsun. Hadi git yap ben bakmıyorum yakınında kalayım."

"Alt tarafı bir tuvalet ne olabilir ki? Hem Mclenan'dayız Emir."

"Ali abinin kamyonunu aldığımız günü hatırlıyor musun?" Dediğinde hatırladıklarım ile kendimi tutamayıp kahkaha attım. Gerginliğimiz anında dağıtmıştı. İşte bizim arkadaşlığımız tam olarak böyleydi.

Emir, bir gün kamyon sürmeye heves edince, Ali abinin kamyonunu istemiştik. Hesapta Emir bey kamyon sürmeye öğrensin diye ıssız ve işlek olmayan bir orman yoluna gitmiştik. Göktürk komutanım, Yusuf ile Kadir abi de bizi yalnız bırakmamıştı.

Başlarda sürüş iyi gidiyordu ama kamyon kullandığı için Emir oldukça panik olmuştu. Göktürk komutanım onu sakinleştirdiği için tek şeritli yolda gecenin köründe güzel güzel giderken, ben bir anda tuvaletim geldi diye bağırmıştım. Emir'le tuvaletim geldi diye ağız dalaşına girince, "acele et durdur arabayı" diye bağırmıştım. Aslında gıcıklık için biraz abartmıştım ama Emir'in panik yaparak direksiyon hakimiyetini kaybetmesini hesaba katamamıştım. Sağa sola yalpalattığı kamyonu ormanın içine sokmuştu. Göktürk komutanımın müdahalesi ile ağaca çarpmaktan son anda kurtulmuş ama ardından büyük bir çamura saplanmaktan kaçamamıştık. Kamyon durduğu an ikimiz arasında büyük bir kavga çıkmıştı ve bildiğiniz Emir'le çocuk gibi kavga etmiştik. Bizim arabadaki sert hareketlerimiz ile kamyon batağa iyice girince Göktürk komutanımın büyük gazabıyla karşılaşmıştı. Altıma kaçırmak üzere olduğum için koşarak kendimi ormana atarak kavgayı bitirmiştim ama o gece sabaha kadar o ıssız yoldan ayrılamamıştık. Telefonlar dahi çekmediği için kimseyi yardıma da çağıramamıştık. Sabaha karşı Göktürk komutanım ceza olarak Emir ile bizi telefon çekene kadar yaya yollayıp iki saat yürütmüştü.

"Abartma suç senindi." Emir'den uzaklaşıp bir ağacın arkasına ilerledim ve ihtiyacımı giderdim.

"Tamam orada suç benim diyelim, peki senin tuvaletin yüzünden uçak kaçırmamız?" Abartıyordu gerçekten. Ayağa kalkıp üzerimi düzelttiğimde gözlerimi de devirmiştim. Bir kere ben tuvalete gidecektim ama Emir açı yemek için beni sıraya sokarak vaktimi çalmıştı.

"O da senin yüzünden!" Emir görüş açıma girdiğinde ona doğru yürüyordum.

"Daha çok var Tuğra hanım. Senin en olmadık yerlerde tuvaletin geliyor ve ne zaman tuvaletin gelse başımıza bir olay geliyor. İnan 'tuvaletim geldi' dediğin an ben ufak bir tırsıyorum."

"Saçmaladın iyice!" Diyerek koluna tokat attım. Emir hızla kolunu çekip kaşlarını çattı.

"Eve gidince güzel bir spaya gidek mi?" Yürümeye başladığımızda kamp alanına doğru ilerliyorduk.

"Olur" dedim ifadesiz bir yüzle. Emir konuşmaya devam ederek gitmek istediği yerleri sıralıyordu. Nefes almadan konuşurken kaşlarımı çatarak hızımı oldukça düşürdüm hatta durduğumda Emir, "bowlinge bile gitmezsem namerdim" diyordu.

"Şhhh" sesimle susup benim gibi ormana çevirdi bakışlarını. Bize doğru her koldan yaklaşan insanlar vardı. Oldukça da kalabalıklardı. Bunu fark eden Emir, küfür savurarak bakışlarını kısa bir an bana çevirdi.

"Yine senin suçun demeyeceksin herhalde değil mi?" Kılıcımı hızla çıkartıp Emir'le sırt sırta verdik. Görüş açımızı girenler, Mclenan'lı insanlar değillerdi.

Üzerlerinde gümüş renginde pelerinleri vardı ve ben böyle renkte bir üniforma burada ilk defa görüyordum.

Bu insanlar kimdi?

***

"Rahat dur yoksa arkadaşının gırtlağını keserim" saçımı öyle bir çekiyordu ki yarısının elinde kaldığına emindim. Emir'in gözlerine baktığımda saf öfkeyle karşılaştım. Bu sözleri Emir'e söylemişti saçımı çeken gümüş renkteki pelerinli adam.

Etrafımızı sardıklarında oldukça uzun süre karşılık vermiş ve yarısından çoğunu etkisiz hale getirmiştik ama ikimizin de üzerine bir anda çullandıklarında yakalanmıştık. Amaçları bizi öldürmek değil yakalamaktı.

Emir'e gözlerimle sakin olmasını anlatmaya çalıştım ama kızgın bir boğa gibiydi. Üstüne gelen 4 adamı savuştururken arkadan kafasına vuran kişiyle yakalanmıştı o. Şu an az önce dayak yiyen kişiler onu tutup benim gibi bağlamaya çalışıyordu.

"Ebenin..." yediği sert yumrukla cümlesinin devamını getiremeyen Emir'e bakarken gözlerimi yummuştum.

"Siz kimsiniz? “Sert sözlerimle yüzüme tokadı geçiren adama dişlerimi sıkarak baktım. İlk seni öldürecektim!

"İskoçya kralı adına tutuklusunuz!" Duyduğum sözle direnmeyi anında keserek, büyüttüğüm gözlerle konuşan pelerinli adama baktım.

"İskoçya'da bir kral yok" demeyi başarabildim ama adamın yüzü son derece ciddiydi.

"Artık var, yürüyün İngiliz'ler" yüzü kan içinde olan Emir'i sürükleyerek, beni de şaşkınlığımdan faydalanıp kollarımdan tutarak çimenlerin arasından ilerlettiler, kamp alanının ters istikametine doğru.

Her yerimi bağlayıp atlara bindirildiğimizde Royce Boyd'un klanının yoluna doğru ilerliyorduk. Karşı koymaya çalışsam da arkamdaki adam sert vücuduyla kıpırdamamamı sağlıyordu. Royce'un topraklarına girene kadar Emir hem Türkçe hem İngilizce küfürler etmeye devam etti. Sürekli yumruk ve tokat yiyor ama konuşmaya devam ediyordu. En sonunda onun ağzını bağladılar.

Uzaktan seçilen ormanın içindeki çadırlar burada bir ordu olduğunu gösteriyordu. Her yer gümüş pelerinli asker kaynıyordu ve sanki bir savaşa gider gibi bekliyorlardı. Büyük bir kamp alanı kurulmuştu ormanın içinde. İskoçya kralı da kimdi? Birisi Dougal'a karşı ayaklanıp İskoçya'da kendini kral mı ilan etmişti. Orduyu nasıl bulmuştu ki?

Askerlerin içine girdiğimizde herkes bize bakıyordu. Atı, büyük çadırın önüne kadar ilerlettiklerinde çadırın önünde iki muhafız bekliyordu. Arkamdaki adam atından inip beni de aşağıya bir çuval gibi indirince yine Emir'i kontrol ettim. O da attan indirilmişti. Adam koluma girerek çadırın önüne beni adeta sürükledi ve muhafızlara geçmek için izin istediğini, kaçak İngiliz bulduğunu söyledi. Muhafızlar kenara çekilince büyük çadıra adeta ittirilerek girdim.

Küçük bir koltukta oturan adamla göz göze gelince şokla gözlerim büyüdü. Onun burada ne işi vardı? İskoçya kralı olayı ne alakaydı?

Onun da yüzünde beni görmenin şaşkınlığı vardı. Koltuğundan yavaşça kalkarak yanıma kadar ilerledi ve yüzümdeki yaraları kontrol ederek beni getiren adama dikti bakışlarını.

"Efendim bu kaçak İngiliz'leri Mclenan topraklarında bulduk." Cümlesi biter bitmez adama sağlam bir yumruk da inmişti.

Yumruğu atan ve o koltukta gördüğüm kişi Royce Boyd'du.

Dougal'ın yakın dostu ve İngiliz krallığı için aday olunan kişi.

"Geri zekâlı herifler siz kimi getirdiğinizi biliyor musunuz? Alın şunları hücreye kapatın" muhafızlar hızla gelip Emir ve beni getiren adamları yaka paça dışarıya çıkardılar. Kalan bir muhafız üzerimdeki bağları çözmeye başladı.

"İskoç kralı mısın yani? Neler oluyor?" Dedim şaşkınca çıkan sesimle. Emir, ağzındaki banttan kurtulmuş yürüyerek Royce'un tahtına ilerlemiş ve yanda bulunan sürahiyi kafasına dikmişti. Bunu yaparken Royce'un tahtına da oturmuştu. Royce onu önemsemeden ellerini omzuma koydu.

"Ortalık çok karıştı Tuğra. Buraya karım Victoria'yı almaya geldim. Dougal size her şeyi anlatan mektup göndermişti ama sanırım henüz ulaşmamış. İngiltere'de yeni bir savaşın eşiğine kadar geldik. Ben İngiltere tahtına oturdum ve aldığım ilk karar İskoçya'nın bağımsız bir ülke olduğunu içeren yasayı yürürlüğe koymak oldu. Dougal'ı İskoçya kralı ilan ettim."

"Nee?" Dememle Emir'de içtiği suyu ağzından püskürtmüştü. Ayağa kalkarak yanımıza koştu ve merakla Royce'un yüzüne bakmaya başladı.

"Böyle bir plan yoktu? O nerede?" Dedim.

"O hâlâ İngiltere'de. Vekilim olarak onu bıraktım çünkü asilzadelerin yarısıyla ben ilgilenemiyorum. Benim oraya gitmemle o buraya geri dönecek. Sizi buraya getiren askerler Dougal'ın paralı askerleri. Kusura bakmayın sizi tanımıyorlar. İsyancı İngiliz'lerin büyük bir kısmı İskoçya'ya kaçtı. Sizi de kaçak olanlardan sandılar, sanırım kendi dilinizde konuşurken duymuş olabilirler."

Öğrendiklerimin şokundan çıkamıyordum.

Dougal artık İskoçya kralıydı. Ölmesi gerekirken benim yüzümden tarih hiç olmadığı kadar değişmişti...

***

Royce'un ormanda kurduğu birlikten ayrılmıştık. Bize iki tane at vererek yanımızda eşlik etmesi için askerler vermişti ama askerleri kabul etmeden yola çıkmıştık. Royce bana "gümüş pelerinlilerin kraliçeleri olacaksın yakında, ne kadar korunmaya ihtiyacın olmasa da sana eşlik etsinler" demişti. Karşılık olarak yabancı topraklarda olmadığımızı ve yanımızda asker istemediğimizi söylemiştim. Etrafta gezen kaçaklar için de bizi uyarmıştı ve kamp alanından ayrılmıştık.

Ortadan kaybolduğumuz için Melek ve diğerleri bizi oldukça merak etmiş olmalıydılar. Yanlarına gidince Dougal'ın kral olduğu haberini bizden duyacaklardı.

Yol boyunca Emir'in konuşmalarını dinliyordum. O bile tarihte İskoçya'nın İngiltere'ye bağlı olduğunu biliyordu. Dougal'ın krallığını ilan etmesiyle bir takım yanlışlıklar olduğunu farkeden Emir, kamp alanına gidene kadar beynimin etini yemişti. Ona Dougal'ı uyardığımı elbette söylememiştim. Benim uyarımla iki kat daha dikkatli olup ona kurulan pusuyu önlemiş olmalıydı. Ancak hayatında daha fazla güç istemediğini bildiğim halde neden böle bir şey yapmıştı ki?

Royce'un yanında uzun süre vakit geçirdiğimiz için hava da kararmaya başlamıştı. Atı daha da hızlandırdığımızda kamp alanına oldukça yaklaşmıştık.

"Gerçekten hâlâ inanamıyorum Tuğra. Ortalığın babasını ağlattık. Ne yaptık da zamanı böyle değiştirebildik aklım almıyor." Sesi korku dolu çıkıyordu. Açıkçası ben de çok korkuyordum. Gideceğimiz yer geldiğimiz gibi olmayabilirdi.

"Hızlan Emir" bir süre daha ilerlemeye devam ederken kamp alanına da çok yaklaşmıştık. Emir'in yüksek çıkan sesiyle bakışlarım ona döndü.

"Gökyüzüne bak lanet olsun!" Kafamı kaldırıp yıldızlarla kaplı gökyüzüne baktığımda gördüğüm şeyle gözlerim kocaman açıldı.

Ay tutulması başlamak üzere gibiydi. Ayın rengi kırmızıya dönmüştü ve oldukça büyüktü.

İkimizde konuşmadan birkaç dakika içinde mağaranın önüne geldik. Atlarımızdan hızlı bir şekilde inerken etrafta kimse gözükmüyordu. Kamp alanı bıraktığımız gibiydi ancak Melek ve diğerleri burada değildi. Çok vaktimiz yoktu bu yüzden acele etmeliydik.

"Melek!" Emir'in seslenmesi ile ileride duyduğum ayak sesine çevirdim bakışlarımı. Rob, hızlı adımlarla bize doğru geliyor ve bizi gördüğü için rahatlamış gibi duruyordu.

"Ay tutulması başlamak üzere nerede Melek?" Dedim hızlı bir şekilde. Bu arada Emir çadıra girip kendi bez torbası ile benim torbamı da almıştı. Torbaların içinde çoğunlukla silahlarımız vardı.

"Sizi aramaya çıktık. Sizi ararken ormanda mutfakta çalışan Fiona ve birkaç kişiyi gördük. İngiltere'den önemli bir elçinin geldiğini söyleyince hep birlikte klana gittiler. Ben sizi aramak için geri döndüm. Leydi Melek size gittiği için üzgün olduğunu söyledi. Eğer bu gece gidebilirlerse beni beklemesinler dedi" Rob'un sözlerini dinlerken gözlerim sonuna kadar açılmıştı.

Ne yani Melek vaz mı geçmişti gelmekten?

Emir okkalı küfürlerini bitirince koluma dokundu. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda tutulmanın başladığını görüp gözlerimi yumdum.

"Gitme vakti Rob" Emir'in sesiyle Rob'a beklemediği bir anda sarılıp ikimizi de şoka uğrattım. O şaşkınlığını yaşarken anın paniğine de kapılmıştım. Evet günlerdir gitmek için hazırlanıyorduk ama Melek olmadan nasıl gidecektik?

"Emir, Melek yok!" Desem de Emir kolumu tutup beni mağaraya doğru hafif çekiştirdi. Kolunu benden çekerek mağaraya doğru birkaç adımla yaklaşarak tam girişinin önünde durdu ve bıçağıyla yeniden oluşan sarmaşıkları kesmeye başladı.

"O kararını verdi Tuğra. Sen gelmek istiyor musun çünkü ben hemen buradan gidiyorum!" Sarmaşıkları keserken kafamı çevirip bir kez daha Rob'a baktığımda, arkasındaki ilerideki ağaçlarda bir parlaklık görüp Rob'u kolundan tutup hızla yere eğdim. Beklemediği hamleyle bana karşı koyamayan yere düşen Rob ile yerde yatarken abi bir hamleyle yan taraftaki ağacın arkasına çektim kendimi. Emir'de kendini kenardaki bir ağacın arkasına siper etmişti. Orada birileri vardı ve az önce Rob'a bıçağa benzer bir şey fırlatmıştı karanlıkta seçememiştim ok da olabilirdi.

"Siz kimsiniz?" Diye bağırdım İskoç Gaelce'si konuşarak. Karanlıkta kalan silüetler yavaş yavaş öne doğru gelmeye başladığında bugün gördüğüm gri pelerinli askerleri gördüm yine ama bunlar farklı kişilerdi. O kadar kalabalıklardı ki 200 kişiye yakın olmalılardı.

Dougal mı gelmişti yoksa?

Hafifçe arkamı kontrol ettiğimde mağaraya yaklaşık 5 adım uzaklıkta olduğumuzu anladım. Emir, mağaranın neredeyse dibindeydi ve bir adım atsa içeriye girebilirdi. Tekrar pelerinli askerlere döndüğümde gözlerim Dougal'ı aradı ama onun yerine bambaşka birini gördüm.

Burada olmasını hiç beklemediğim birini.

Fiona...

Atlardan birinin üzerine binmiş ve gözlerini bana dikmişti. Emir arkadan yine küfür edip "ah Fiona sen miydin ödümü kopardın" diyerek bir adım dışarıya atmıştı ki Fiona'nın sol elini kaldırmasıyla Emir'in olduğu yere doğru sağındaki asker yayını gerdirdiğini yakalayıp, "kafanı çıkarma Emir!" Diye bağırdım. Hızlı refleksleri sayesinde oku kafaya yemekten milimlerle kurtulan Emir, tekrar bir küfür ederek bağırmıştı.

"Neler oluyor?" Diye tüm gücümle bağırdım Fiona'ya bakmaya devam ederek. Bir yandan oku olan adamı kontrol ediyordum ama o da Fiona'dan emir bekliyor gibiydi. Fiona yüzünde, onda daha önce hiç görmediğim korkunç bir tebessüm sunarak bakışlarını benden ayırmadan askerlere doğru konuştu.

"Kraliçe Tuğra'yı kaçıran eşkıyalar işte bunlar. Onları gördüm hepsini öldürün!"

Duyduklarımın şokuyla gözlerimi kısa bir an gökyüzüne çevirdim. Ay tutulması hâlâ devam ediyordu ama birkaç dakika içinde bitecekti. Bittikten kaç dakika sonra kapı kapanacaktı bilmiyorum ama bu olanlar ancak bir kabus olmalıydı!

Fiona, Dougal'ın askerlerine emir verecek duruma nasıl gelmişti?

Kraliçe Tuğra derken Dougal beni mi arıyordu?

Bu lanet yerde neler oluyordu?

En önemlisi de canım arkadaşım Fiona neden beni öldürmeye çalışıyordu?

Yaklaşık bir senedir duymadığım silah patlaması sesiyle kendime geldim. Emir, torbalardan birinden silah çıkartıp oklu askeri vurmuştu. Diğer askerler çıkan ses yüzünden korkuyla ve anlamamazca geri çekilince, bunu fırsat bilip hâlâ yanımda duran Rob'un kolundan hızla çekiştirip onu ayağa kaldırıp mağaraya doğru koştum.

Rob'un koluna öyle yapışmıştım ki elim etine kenetlenmiş gibiydi. Emir, mağaranın girişinde duruyor bir yandan ona hamle yapanlara sıkıyordu. Çıkan kurşun sesleri, barut nedir bilmez İnverness semalarında yükseliyor, hayvanlar bile korkuyla uzaklaşıyordu. Fiona'nın yüzüne son kez dönüp baktığımda kafa karışıklığı ve nefreti görerek kendimi mağaranın içine attım.

Rob hemen yanımdaydı. Emir'de içeriye girince arkamıza bile bakmadan mağaranın dar koridorlarında son hız koşmaya başladık. Şoku üstünden atan askerler peşimize düşmüş, mağaranın içine girmişlerdi ama biz dar koridorda olabildiğince hızlı ilerliyorduk. Yolu da ezberlediğimiz için bu kolay oluyordu. Rob biraz zorlansa da onu burada bırakamazdım. Onu bırakmak demek ölmesi demekti. Emir en sağlam küfürbazları bile utandıracak sözcükleri söylerken en arkada olup ortamızda kalan Rob'u ittire ittire ilerliyordu. Arada dönüp arkasına doğru ateş ediyor ve yaklaşan kişileri yere düşürüyordu.

Koridorun sonuna yaklaştıkça su sesinin daha yoğun geldiğini anladım. Bacaklarıma adrenalin, şok, ihanete uğramışlık, korku ve panik duyguları ile yanacak kadar çok güç kullanarak tüm gücümle koşuyordum. Yürüyerek 15 dakika süren yolu neredeyse iki dakika içinde aşmıştık.

Yolun sonuna geldiğimizde Rob'un hızlı hızlı nefes almasını ensemde hissediyordum.

Kapı açıktı...

Kendimi dar boşluktan geçirip diğer odaya girdiğimde hemen elimi uzatıp Rob'u içeriye çekiştirdim.

"Yaptığımız eğitimleri hatırla. Kendini çekerek küçült Rob" ısınma hareketleri ile dalga geçiyorlardı ama eğer başarıp buradan geçerse hayatı kurtulacaktı. Rob dediğim gibi önce sol ayağını ardından eğilip kafasını içeri sokunca Emir arkada ateş etmeye devam ediyordu ve küfürler ederek silah değiştiriyordu. Bir senedir harcamadığımız kalan tüm kurşunları harcıyordu anlaşılan.

Arada Rob'u arkasından itekleyerek geçmesi için yardım ediyordu. Tüm gücümle Rob'u çekerek hızlı bir şekilde yanıma yere düşmesini sağladığım anda deprem oluyormuş gibi mağara sallanmaya başladı.

Kapı kapanacaktı!

"Emiir!" Diye bağırdım. Elindeki silahı lanet okuyarak yere fırlattığında onun olduğu tarafta ufak taşlar da düşmeye başlamıştı. Emir bir adım atıp önce elindeki torbaları içeriye gönderdi. Ardından ayağını açıklıktan soktu ama sarsıntı çok güçlüydü. Ayağını tutup kendime doğru çektim ama kafasına gelen büyük bir taşla 'ah' diyerek elini kafasına götürmüştü.

"Kapanıyor hadi" dediğimde Rob'ta yanıma gelmişti. Biraz daha küçülen açıklıkta Emir ikinci ayağını da sokmayı başarmıştı ama giremeyecek gibiydi. Korkudan ağlamaya başladığımı fark edemedim bile. Sürekli Emir diye sayıklayıp onu çekmeye çalışıyordum ama çok dardı.

Rob, Emir'in iki ayağını tutup sert bir hamleyle kendisine doğru çekerken ona destek vermiştim. Bir anda çekince Emir yere düşmüş olacak ki yatay bir şekilde bedeni içeriye girdi ama sürtünmeden dolayı omuzları ve bedeninin çoğu kenarı kanamaya başlamıştı.

Emir içeriye girdikten birkaç saniye sonra sallantının şiddeti artmış ve açıklık bir anda kapanmıştı.

....

Havuzlu odaya geçmiştik...


Loading...
0%