Yeni Üyelik
52.
Bölüm

52. Bölüm

@ebrumelek

Keyifli okumalar❤️

Dougal

İngiltere'de bana düzenlenen bir suikastı sezmiş ve ölmekten son anda kurtularak taht salonuna geldiğimde, Royce beni yeni İskoçya kralı ilan etmişti. Taht salonundaki tüm asillerin şaşkınlıktan ağızları bir karış açık kaldığında yıllardır halkıma yaptıkları ikinci sınıf insan muamelesini misliyle geri alacaklarını henüz bilmiyorlardı. Asilzadeler, düşüncelerini ustalıkla gizleyerek beni tebrik ederken, daha militan kesim açık açık karşı çıkmıştı.

Karşı çıkan grubun birbirlerini ve halkın bazılarını örgütlediklerini öğrendiğimizde Royce onları vatan hainliği için yakalatma kararı almıştı. Kaçan militanların İskoçya topraklarına geçtiği bilgisini aldığımızda, onların Venedik'e kaçmaya çalıştıklarını da anlamış olduk.

Royce, asilzadeleri ve halkı zapt etmekte sıkıntı yaşıyordu. İngiltere karışmıştı. Bunda en büyük pay elbette benim İskoç kralı olmamdı. Ona bir öneri sunarak soylu karısı Victoria'yı saraya getirmesini önermiştim ve o da apar topar yola çıkmıştı. En azından saf kan İngiliz kraliçe halkı bir nebze yatıştırabilirdi.

Ancak neden olduğunu hatırlamadığım bir şekilde onun ardından ben de yola çıkarak sarayı boş bırakmıştım. Bu yaptığım pervasızlığın sebebini gerçekten bilmiyordum sanırım yoğun işler yüzünden oldukça kafam karışıktı. Sadece bir an önce klanıma gitmek için yanıp tutuştuğumu biliyordum.

Royce'a geldiğimi haber verdiğimde o da İngiltere'ye doğru karısıyla gittiği için, içim bir nebze rahattı. Klanıma girdiğimde parayla tuttuğum askerler de benimle birlikte gelmişti. Savaşçılarım beni büyük bir coşkuyla karşıladıklarında bir elçiyi amcamın Klanına yollayarak son gelişmeleri haber vermiştim bile. Yakında o da buraya gelirdi ve ben rahat bir şekilde işlerimi yoluna koyardım.

Kalede adıma düzenlenen yemek başlamadan önce Ewan'la koridorda karşılaşıp uzun uzun hasret giderdik. Yokluğumda klanda bir değişiklik olmadığını söylerken bile gözleri parlıyordu. Ona ne olduğunu sorduğumda, Melek'in kendi zamanına dönmeyip onunla kaldığını büyük bir sevinçle söylemişti. Açıkçası onun mutlu olması beni de mutlu etmişti. Melek, iyi bir kızdı.

Melek'in sesini duyunca tüm dişlerini göstererek gülen Ewan'dan bakışlarımı çekip Melek'le göz göze geldiğimizde bir an için beynime birkaç hızlı görüntü düştü ama geldiği gibi hızla geri gittiler. Anlamlandıramadığım görüntülerin ve hislerin ne olduğunu dahi anlamadan kaybolmuşlardı. Sohbetimiz sırasında Cora'nın ince, kulak tırmalayıcı sesi ile ortamı terk edip yemeğe kadar odamda dinlenmek üzere kaçarcasına uzaklaşmıştım.

Üzerimdeki kıyafetleri hızlı bir şekilde çıkartarak kendimi yatağıma atıp biraz uzanacağım sıra kalbimdeki derin sızıyı da arka plana atmıştım. Ne olduğunu bilmiyordum ama sanki kalbimi biri söküyormuş gibi hissediyordum. Yoğun bir özlem duygusu beni kasıp kavuruyor, ayaklarım bilmediğim yerlere doğru koşarak gitmek istiyordu. Biraz dinlenirsem bu anlamadığım hislerin de geçeceğini düşünüyordum yoksa şifacıyla görüşmem gerekebilirdi.

Tüm kıyafetlerimden kurtulup yatağıma oturduğumda, gözlerimin dolması ile şaşkınca ellerime baktım. Neden böyle derin bir özlem hissediyordum? Olayların üst üste yaşanması; isyan ve taht olayları sanırım kafamda bir sıkıntı yaratmıştı ve bir an önce dinlenmem gerekiyordu.

Kıyafetlerimin arasında gördüğüm keseye uzandığımda, amacım içindeki önemli kağıtları alıp çekmeceme koymaktı. Kağıtları ayırırken özenle katlanmış bir mektup dikkatimi çekti. Mektubu açıp okumaya başladığımda yazılan her kelime beni bozguna uğratmıştı. Hiçbir kelimeyi anlamıyordum ama mektubun yazıldığı kişi bendim.

Mektubu okurken sebebini bilmediğim bir şekilde kalbime giren sancıyla gözlerimin dolması arttığında, şaşkınlıktan okumayı yarım bırakıp yanağımdan süzülen gözyaşına sanki imkansız bir şeyi görmüş gibi dokundum. Neden ağlıyordum? İçimde öyle büyük bir acı vardı ki bu acı etten şekle bürünüp sanki kanlı canlı karşıma geçmiş, kalbimi eliyle sıkıyordu. Parmağımın ucuna gelen gözyaşıyla, gözlerimde yıllardır akmamış çeşmenin de açılmasıyla vücudumun verdiği tepkileri anlayamadan ayağa fırlayıp yerdeki pantolonumu hızlı bir şekilde giyindim. Tanrı aşkına benim sorunum neydi? Kendime o kadar şaşırıyordum ki kalbim bile deli gibi atıyordu.

Tekrar mektubu elime alırken çalışma masasının sandalyesine oturmuştum. Tuhaf, yabancı bir isimden gelen mektup oldukça akıl dışıydı. Yazan kadın bana ismimle hitap etmiş ve bana aşkını anlatmıştı. Anlamadığım o kadar çok nokta vardı ki anlayabilmek için defalarca baştan sona okudum.

Kaç dakika, kaç saat geçti bilmiyorum ama kendimi odamda araştırma yaparken buldum. Kimdi bu kadın? Ne aradığımı da bilmiyordum ama içimden bir ses odamı aramamı söylüyordu. Kıyafet dolabımı açtığımda, dolabın arkasında siyah bir obje gözüme çarptı. Elime aldığımda bunun tuhaf bir matara olduğunu gördüm ve bana ait değildi. Üzerinde farklı bir dilde ancak Latin alfabesiyle yazılmış kısa bir yazı vardı.

Matarayı incelemeyi bırakıp onu çalışma masasına, mektubun yanına koydum. Aramaya devam ederek dolabı kapatıp çekmeceleri karıştırdım. Orada farklı bir şey bulamayınca yatağıma yürüyerek örtüyü çektiğim gibi yere indirdiğimde yastığın kenarında bir kağıt olduğunu fark ettim. Biri benimle oyun falan mı oynuyordu?

Hızla elime aldığım kağıdın bir resim olduğunu gördüm. Ancak bu resim o kadar canlı ve gerçekti ki tüm detaylar resmedilmişti. Bunu bir insan çizmeyecek kadar canlıydı. Bu kadar gerçek bir boyanın dünyada bulunmayacağını bilecek kadar kültürlü olduğum için bir süre şokla çizime baktım. Bu farklı bir şeydi ve Melek ile ilgisi olabilir mi diye düşündüm.

Resimdeki insanları incelerken gözüm sürekli düz bir surat ifadesiyle bakan kadına kayıyordu. Kadın direkt bana bakıyordu sanki. Bir an çizimi elimden yatağa fırlatıp elimi saçlarımın arasında defalarca geçirdim. Kalbimdeki kasılmanın da bana hiç yardımı olmuyordu ve odama girdiğim an başlaması da işimi hiç kolaylaştırmıyordu.

Tekrar resmi elime aldığımda fotoğrafı yine inceledim. Bakışlarımı kadına çevirmeden tüm çizimi araştırdım. Resim elimde çalışma masama yürüyerek oturdum ve bir resme bir mektuba göz gezdirdim. Kapım tıklatılana kadar orada öyle kalıp elimi kalbimin üzerinde sakinleşmesini bekliyordum.

"Efendim çalışanlardan biri bunu size getirmemi istedi" duyduğum sesle bakışlarımı kapıya çevirdim ve tek kaşımı kaldırarak ne söylediğini anlamaya çalıştım. Savaşçımın elinde tuttuğu defteri görünce kaşlarımı çatarak ayağa kalktım. Hızla kapıya yürürken, "Ne bu?" diye soruyordum.

"Misafir odalarından birinde bulmuşlar sanırım size aitmiş." Elimdeki siyah deftere uzun uzun baktığımda onun Alanna'nın defterlerinden biriydi olduğunu düşünüyordum. İlk sayfasını açtığımda gördüğüm sayılar kaşlarımı daha da çatmama sebep oldu. Bakışlarımı savaşçıya çevirerek "bu defteri kim bulduysa hemen çağır!" dedim. Bu lanet yerde neler oluyordu gerçekten?

Bana kafasını sallayarak giden savaşçının ardından defteri masaya fırlatır gibi attım ve dolaptan elime geçen ilk gömleği üzerime geçirdim.

Başımdaki ağrı katlanılabilir gibi değildi artık.

Çok fazla beklememe gerek kalmadan odamın kapısı tekrar tıklatıldığında zaten ayakta odamda volta atarken kapıyı kendim açarak az önce gelen savaşçıyı ve yanında elleri önünde bağlanmış, kafasını önüne eğmiş zayıf kızı gördüm. Kız odaya çağrıldığı için bir kabahat mi işledim acaba diye düşünüp oldukça korkmuş gözüküyordu. Daha da tedirgin olmaması için savaşçıyı yollamadan "o defteri nerede buldun?" diye sordum.

Parmaklarıyla tedirginlikle oynayan kız kafasını dahi yukarıya kaldırmamıştı. Kekeleyerek "misafir odasında lordum" dedi. Kapımı açık bırakarak odadan koridora çıkınca ayaklarım yalın ayaktı ama umurumda değildi. Misafir odalarına doğru yürümeye başladığımda savaşçının da kızın da peşimden geldiğini biliyordum. Yürürken "hangi oda?" diye sert bir sesle sorduğumda kız bir an irkildi.

"Bu kattaki sağ tarafta kalan lordum" dediğinde odağım da orası olmuştu. Hızlı adımlarla misafir odasının önüne giderek kapıyı açtım ve içeri girdim. Savaşçım da arkada panik olmuş, sanki bir düşman arıyormuş gibi teyakkuza geçmişti.

Odanın içi derli topluydu ancak odadaki koku çok yoğun ve tanıdıktı. İçeri daha adımımı atmadan solumuştum ve adeta çarpılmış gibi hissederek bir adım geri gitmiştim. Yatağın kenarındaki şifonyerde, bir vazonun içinde solmuş zambak çiçekleri vardı ancak koku oradan gelmiyordu. Daha yoğun, duvarlara kadar sinmiş bu tanıdık koku tokat gibi yüzüme çarptı ve kalbimdeki yumruk kendini iyice sıkıştırdı.

"Dolapta kadın kıyafetleri var ancak leydi Alanna'nın değiller. Bu oda yıllardır boştu sizinle gelen askerler için boş odaları ayarlıyorduk."

Duyduğum cümleyle adımlarım hızlı bir şekilde dolaba yöneldi. Kapakları açtığımda koku burada daha da yoğundu. Bırak bir yılı sanki az önce burada biri varmış gibiydi. Gözlerimi kapatarak derince içime çektikten sonra kalbimin ağrısından yere çökmemek için tüm irademi kullandım. Sanki burnumun direği sızlıyor gibiydi ama sebebini bilmiyordum. Bu duygular öyle bir noktaya ulaşmıştı ki bütün vücudum titremeye başlamıştı.

Sağ elimi uzatarak elbiseleri hızlı bir şekilde taradım. Bunu yaparken arkamda korkudan titreyen kıza "sen çıkabilirsin" dediğimde kızın derin nefes vererek koşar adım gitme sesiyle elbiseleri araştırmaya devam ettim. Yeşil bir elbiseyi tutup burnuma yaklaştırdığımda, kendimi kaybetme derecesine geldiğimi anladım. Aynı zamanda içime büyük bir öfke de doldu. Öyle öfkeliydim ki ellerim istemsiz yumruk olmuştu.

Sen de çık, Ewan ve Leydi Melek'i acil odama çağır." diyerek savaşçımı da gönderdim. Bir süre tereddütte kalan sadık askerim, emrimi ikiletmeden odadan çıktı.

Bu odada kim kalıyordu?

Burada kalmamın akıl ve beden sağlığıma iyi gelmeyeceğini anladığımda, dişlerimi sıkarak odadan çıktım. Koridorda gördüğüm bir çalışana odanın kilitlenmesini ve anahtarın bana getirilmesini söyleyerek kendi odama hızlı bir şekilde yürüdüm.

Tekrar odama döndüğümde kendimi boş bir çuval gibi sandalyeye bıraktım. Sol elimi saçlarımın içinden geçirmeye devam ederken sağ elimle mektubu kavradım. Sürekli baştan sona okurken her bir kelimeyi dikkatle anlamaya çalışıyordum. Yemeğe kadar dinlenme planım uzun bir süre ertelenmişti anlaşılan.

Odamın kapısı tıklatıldığında sertçe "gel" diyerek çizime bir daha göz attım. Melek'in varlığıyla sorularıma bir nebze de olsa cevap alabileceğimi umuyordum. Çizimi Melek'e uzatıp ona ait olup olmadığını sorduğumda, yüzündeki ifadeden cevabımı da almıştım. Söyledikleri ve okuduğu isim mektuptaki isim ile uyuşuyordu ve bu gizemi kaldıracak sabrım kalmamıştı artık. Melek'in beni bir nebze de olsa aydınlatıp odadan gitmesiyle, defterde o incelerken dikkatimi çeken zambak çizimlerine çevirdim bakışlarımı. Biri bu deftere bir şeyler yazmıştı ve kimsenin okumaması için bunu şifreli yapmıştı. Madem şifreli o zaman neden yazıldı bu yazılar. Zambak resmiyle odadaki solmuş zambak çiçekleri aklıma geldiğinde artık dinlenmemim gerekli olduğunu da idrak ettim yoksa aklımı kaçırabilirdim. Aklımdaki şüpheler ve gizem hala yerini korusa da yemek yiyecek halim olmadığı için mektubu elime alarak bütün mumları söndürdüm. Elimde hâlâ tuttuğum kağıt parçasıyla kısa süreceğini düşündüğüm uykunun kollarına teslim oldum.

İrkilerek gözlerimi açtığımda güneş henüz yeni doğuyordu. Bakışlarım, sol elimde tuttuğum kağıda kaydığında, yüreğimdeki ağırlık hâlâ yerini koruyordu. Ayağa kalkarak odamın penceresini açtım ve buz gibi temiz havanın ciğerlerime girmesiyle biraz kendime geldim. Bakışlarım sönmüş şömineye kaydığında bugün yapılacak işlerimin artık başına geçmem gerektiğini kendime hatırlattım. Mektubu direnerek tekrar okumadan katladım ve cebime koydum. Bunu yaparken sadece en alttaki isme bakış atmıştım.

***

Kapımın şiddetle yumruklanmasıyla sinirlenerek "gel" diye seslendim. savaşçılarımdan Fran ve Max lakaplı adamlar kapının önünde bekliyordu. Yüzlerinde oldukça kaygılı bir ifade vardı.

"Bir sıkıntı mı var?" Ne diyeceklerini bilemiyormuş gibi birbirlerine baktıklarında tam karşılarına yürüyüp elimi kapıya dayadım.

"Dinliyorum" Sabırsız ve sert sesimle Fran'la göz göze geldik.

"Reis, haberin vardır ama önden yolladığın birlik, leydi Fiona'yla birlikte döndü az önce." Fran konuşurken kaşlarım olabildiğince çatılmıştı. Ne zaman önden birlik yollamıştım?

"Sabah sabah ne saçmalıyorsun?" Artık gerçekten tüm karmaşadan yorulmuştum. Tahammülümün son aşamalarındaydım. Klana geldiğimde huzurlu ve sessiz bir ortam dileyerek kısa sürede olsa kafamı dinlemek istemiştim ama işlerin benim için kolaylaştırılmasını beklemek aptallık olurdu değil mi? Tabii bir de uğraşmam gereken bambaşka sürprizler de vardı.

Arthur’un hızla yanımıza geldiğini görüp bu saatte nasıl ayakta olduğunu düşündüm. Evlendiğinden beri daha sorumluluk sahibi bir adam olmuştu ancak sonucu bir bebek ağlaması olmadığı sürece bu saatte ayakta olmayacağını bilecek kadar iyi tanıyordum. Adımları telaşlı, panik halinde ve yüz ifadesi kaskatıydı. Karısının benim birliğimle ne işi vardı?

"Önden birini aramak için birlik yollamışsın. Birliğin başına Fiona'yı vermişsin?" Beni yargılamak amaçlı sormuyordu ama neden böyle bir şey yaptığımı en düzgün haliyle sormaya çalışıyordu. Açıkçası ne söylediği hakkında tek bir fikrim bile yoktu.

Suratımdaki anlamsız bakışı görüp bakışlarını yere çevirdi ve okkalı bir küfür savurdu. Birinin oyununa geliyorduk sanırım ve tüm işlerin yanında bu iş acil gibi duruyordu.

"Gelen birlik nerede?" Diye sorduğumda adımlarım da merdivenlere doğru yönelmişti. Arthur, arkamdan gelirken yüz ifadesi hâlâ kaskatıydı.

"Şifa odasındalar" tek sözcükle adımlarımı hızlandırıp burada neler olduğunu anlamak için kalenin bodrum katına, şifa odasına doğru ilerledim. Yürürken Arthur, Fiona'nın sağlık durumunun iyi olduğunu söylediğinde rahatladım. Benim yüzümden bir leydinin başına bir şey gelmesini istemezdim.

Kapıyı sertçe açıp içeriye girdiğimde gördüğüm manzara düşünemeyeceğim şekilde korkunçtu. Odada yataklara yatırılmış gri pelerinli paralı askerlerimin hemen hemen hepsinin kıyafetleri kan içindeydi. Acı acı inlemeler, bağırışlar içinde yankılanan odada birkaç şifacı onlara yardım etmeye çalışıyordu.

"Kim yaptı?" Ortaya sorduğum soruyla odada ilerleyerek yaralılardan birinin yanına kadar geldim. Göğsü kan içindeydi ve başında şifacı yarasına bastırıyordu. Bu kadar kan kaybettiğine göre kılıç saplanmış olmalıydı. Şifacı kadın yarasıyla ilgilenirken gördüğüm yarayla gözlerim büyüyerek bakakaldım. Bu değişik bir yuvarlak şeklinde yaraydı ve daha önce hiçbir kılıcın böyle bir iz bıraktığını görmemiştim. Bedenimde çok sayıda kılıç yarası vardı ve hatırı sayılır ölçüde insana kılıç sokmuştum.

"Nasıl yaralanmışlar?" Kadın bana bakmadan işini yapmaya devam ediyordu ve kanamayı önlemeye çalışıyordu. Yanında hazırladığı bir krem vardı ve sanırım yaranın üzerine sürecekti.

"Daha önce böyle bir yara görmedim lordum." Kadının cevabıyla odanın kapısı telaşla açılıp içeriye Melek ve Ewan girdi. Melek bir an odadaki yaralılara baktığında göz bebekleri yuvalarından çıkacak kadar büyümüştü. Donmuş ifadesini hemen toplayarak elinde tuttuğu küçük iki tane kutuyla benim yanıma gelerek yaralıyı inceledi.

Melek yarayı kontrol ederken şifacı kadına bakarak "üç deyince yan çevireceğiz" dedi. Kadının yardım etmesiyle yaralı adamı tutup yan çevirdiklerinde, Melek adamın sırtına bakıyordu. Eğilip ben de baktığımda sırtında hiçbir iz göremedim ki leydi Melek ağzından kendi dilinde sert bir kelime söyledi. Leydi olduğunu bilmesem küfür etti derdim ama onun ne yapacağını zaten kestiremediğim için izlemeye devam ettim.

Adamı tekrar sırt üstü çevirdiklerinde, Melek yaraya yaklaşarak incelemeye başladı. Bunu yaparken eliyle yarayı açıp genişletiyor ve içini görmeye çalışıyordu. Şifacı kadının ikazını görmezden gelerek incelemeye devam ederken odanın dört bir yanından inleme sesleri geliyordu. Melek'in ise yüzünde saf bir şok vardı.

"Bu yaranın ne olduğunu biliyorsun değil mi?" Ewan'ın sorusuyla kafasını olumlu anlamda salladığında, Şifacı kadından bir pense, cımbız ve iğne iplik istemişti. Kadın dediklerini yerine getirmek için koşarken Melek ellerini alkolle yıkamaya başlamıştı.

İstediği malzemeler geldiğinde hepsini alkolle temizleyerek yaranın içine soktuğu cımbızla bir şeyi tutmaya çalışıyordu. Kendi kendine "Hadi seni görüyorum gel bana" dediğinde hepimiz onu şokla izliyorduk. Cımbızı uzun uğraşlar sonucu yukarıya çektiğinde, cımbızın ucunda küçük topa benzer bir demir parçası tuttuğunu görüp ağzım gerçek anlamda açık kaldı. Melek, temizleme ve dikme işlemlerini yapıp işini bitirirken diğer yaralıya geçmişti bile. Onun kolu ve bacağına aynı işlemleri yaparken ilk önce arka tarafa bakıyordu. Arka tarafta da bir yara izi varsa "kurşun çıkmış sadece temizlenip kapatılacak sen burayı hallet" diye şifacı kadına seslenip diğer hastaya geçiyordu. O kadar hızlı ve seri hareketlerle çalışıyordu ki işi bitene kadar konuşmayı erteleme kararı alıp odadan çıktım ve sağ olan askerleri odama çağırdım.

Çalışma odasına Fiona ve yarası olmayan askerler geldiğinde bunların sadece 5 kişi olduklarını gördüm. Arthur ve Ewan'da yanımdaydı.

"Size kim saldırdı?" Fiona oldukça korkmuş görünüyordu ve hâlâ ağlıyordu. Askerlerden yetkili olan bir adım öne çıkarak açıkladı.

"Kralım, bizi kraliçeyi arama görevi için önden yollamıştınız. Kraliçeyi daha önce görmeyip tanımadığımız için leydi Fiona yanımızda gelmekte gönüllü oldu. Hep birlikte mağaranın olduğu yere doğru ilerledik ama orada kraliçeyi kaçıran kişileri gördü leydi Fiona. Her şey o kadar hızlı gelişti ki onları hiçbirimiz göremedik ve kaç kişi olduklarını dahi bilmiyoruz. Tek bildiğim çok yüksek ses çıkaran bir şeyle bize saldırdılar. İnsan bile olduklarını düşünmüyoruz çünkü bize hiç yaklaşamadan birliğimizin yarısından çoğunu öldürdüler. Sonra mağaraya girerek ortadan kayboldular."

Askerin sözleri bittiğinde odada büyük bir sessizlik olmuştu. Arthur önce bana ardından karısına uzun uzun bakarak yerinde kımıldandı ve dayanamayarak sorusunu sordu.

"Kraliçe Victoria, kocası Royce Boyd ile İngiltere'ye döndü. Onu neden arıyordunuz ki?" Evet, Arthur'un sorduğu gibi Kraliçe Victoria'dan bahsediyor olmalıydılar. Zaten Royce'un karısından başka kraliçe yoktu.

"Hayır efendim, sizin eşiniz olan kraliçeyi arıyorduk. Bize siz emir vermiştiniz." Askerin sözleriyle bakışlarım Fiona'ya kaydı ama onunda kafası karışık gibi duruyordu. Kaşlarını çatmış bir şeyler düşünüyordu. Ona baktığımı anlamış olacak ki benimle göz göze geldi.

"Ben, ben bilmiyorum, tam emin değilim. Bunun kulağa delice geldiğini biliyorum ama kraliçeyi tanıdığımı düşünüyordum ve bundan oldukça emindim. Onu bulmak için askerlere yardımcı olmak adına onlarla gittim. Neden böyle bir şey yaptım ki? Bir kraliçeniz yok!" Kendi kendini sorgularken herkesin kafası oldukça karışmıştı.

"Kraliçenin ismi neydi?" Aklımdaki tek isim o mektupta yazan isimdi ama nedenini bilmiyordum. Bir şekilde tüm bu olayların birbiriyle bağlantısı olduğunu düşünüyordum.

Askerler birbiriyle bakıştılar. Fiona şaşkınca yere bakıyordu. İçlerinden biri, "İsmini hatırlamıyorum" deme cesaretini gösterdiğinde Fiona'nın bakışları bana döndü.

"Ben de ismini hatırlamıyorum ama onu tanıdığıma oldukça emindim yola çıkarken. Bu nasıl olabilir bir çeşit cadı işi mi?"

"Bu olay odadan dışarı çıkmayacak. Gidip dinlenin" dediğimde Fiona dahil hepsi odadan çıkmıştı. Arthur'da ayaklanınca Ewan'a döndüm.

"Leydi Melek'e söyle işi bittiğinde yanıma gelsin, tek." Ewan kafasını salladığında o da dışarıya çıkarak beni yalnız bırakmıştı. Odamda bulduğum defteri açarak sayfalarını hızla geçtim ve her sayfada özenle çizilmiş zambak şekline uzun uzun baktım.

***

Birkaç saatin ardından kapım tıklatılıp üstü başı kan içinde Melek gözüktü. Normal bir kadının kan görünce en yakın küvete koşması beklenirdi ama durum bu zaman yolcusu için farklıydı anlaşılan. "Beni görmek istemişsiniz?" Dediğinde karşımdaki sandalyeyi işaret ettim. Kapıyı arkasından kapatırken masanın üzerindeki defter ve resme takılmıştı bakışları.

Karşıma oturduğunda konuşmak istediğim konuyu anlamış gibi kendisi direkt söze girdi.

"Benim yanımda getirdiğim silahı size göstermiştim. O silah ateşlendiğinde sonuç o yaralılar gibi oluyor. Yani silahla yaralanmışlar. O..." dedi işaret parmağıyla resmi göstererek, "resimdeki kişilerin burada olduğuna artık emin oldum. Birden çok kurşun şekli vardı bu da demek oluyor ki birden fazla silahla vurulmuşlar. Kurşunlardan çıkarabildiğimi çıkardım ancak çok derine inmiş kurşunlar var. Organlara girerek zarar vermiş ve ameliyat edilmeleri lazım. Ancak bunu yapmak için malzemem yok. O askerler yakında ölecekler." Sözleri bittiğinde derin bir nefes alarak masadaki resme baktı.

"Benim emrimle kraliçeyi aramak için mağaraya gitmişler bu nasıl mümkün olabilir? Ben kimseye böyle bir emir vermedim ama benim bizzat emir verdiğim konusunda çok eminlerdi. Bu konu çok saçma Melek farkında mısın? Yardımına ihtiyacım var." Melek derince kaşlarını çattığında devam ettim.

"O fotoğraftakiler senin gideceğin gün buraya gelmişler sanırım. Onlara daha yaklaşmadan ellerindeki silahlarla bizi alt ederler. Bu yüzden sana ve silahlarına ihtiyacımız olacak. Bu resimdekileri bir an önce tutuklamamız veya öldürmemiz gerekecek." Sözlerim bittiği an Melek hiç duraksamadan sesini yükseltti.

"Onlar Türk, öldürmenize izin vermeyeceğim kralım. Lütfen bu işi bana bırakın Amaçlarını öğrenebilirim." Gözlerinden ateş çıkıyor gibi sinirliydi. Türk bile olsalar amaçlarının kötü olduğunu az önce şifa odasında yeterince görmüştüm.

"Bize saldırmışlar Melek sence amaçları açık değil mi? Mektuplar, defter, resim, matara.. Bir şekilde klanıma girmeyi başarıp bunları odama koymuşlar. Niyetlerinin iyi olduğunu düşünmüyorum." Bu yaşanılanların tek açıklaması buydu. Bu insanlar bu zamana bir amaçla gelmiş, klanıma gizlice girip bunları bırakmış ve askerlerimi öldürmüştü. Kraliçe söylentisini bile belki onlar çıkartmıştı. Şu an ortalığı karıştırmış bir yerde saklanıyor ve saldırmak için zaman bekliyor olmalıydılar.

"Belki de sadece albay Onur Işık'ı veya beni arıyor olabilirler. Lütfen Dougal, bu işi öncelikli olarak bana bırak" Melek ayağa kalktığında içimdeki sesi dinleyerek kafamı salladım ama cevabımı da verdim.

"Peki, uzlaşmayı denemen için izin veriyorum ama uzlaşmaya yanaşmazlarsa sonuç benim dediğim gibi olacak." Melek kafasını sallayarak çıkmak için kapıya yürürken aklıma gelenle tekrar konuştum.

"Bu arada, Rob ben giderken buradaydı. Kendi klanına mı döndü?" Sorumla duraksayan Melek hızla bana çevirdi bedenini. Kaşları oldukça çatılmıştı ve kafasını iki yana sallıyordu.

"Hayır, gideceğim gün Ewan ve Alanna'yla birlikte o da benimle mağaraya gelmişti. Dünden beri ortalıkta yok." Sözleriyle sandalyeden hızla kalkarak elimi saçlarımdan geçirdim.

"Sence başına bir şey gelmiş olabilir mi? O mağaradan gelenlerle ilgisi olabilir mi? Ben hemen arama çalışması başlatıyorum." Sözlerimle Melek'in yüzünde siniri çok net gördüm.

"Lordum, Türkler asla masumlara zarar vermezler. Onların kötü bir niyeti olmadığı konusunda ısrar ediyorum. Arama çalışmalarına bizzat katılacağım." Ewan'ı bu dik başlılığı ile etkilese de ben de pek işe yaramıyordu ama ona söz vererek önceliği vereceğimi söylemiştim. Kafamı tamam anlamında sallayıp odadan çıkışını izledim.

***

Tuğra

Gün doğana kadar o odada timimize başımıza gelen her şeyi anlatmıştık. Bir ben bir Emir (detayları atlamadan) sırayla sabaha kadar konuşmuştuk. Aslında bir senede o kadar çok şey yaşamıştık ki bunu anlatırken fark ederek Emir'le uzun uzun bakışmıştık. Göktürk komutanım ve diğerleri arada Rob'a soru sorarak aklına takılan her şeyi öğrenmişti ancak onunla konuşurken gergin duruyorlardı. Artık zaman yolcusu ve garip olan kişi Rob olmuştu.

Anlattığımız olayların saçma ve ciddiliğinden, yerlerinde duramadan bizi dinlemişlerdi. 5 sürahi su içmiş, tezgahta bulduğumuz abur cuburlardan yemiştik ama sohbet hâlâ bitmemişti. Paketli krakeri Rob'a uzattığımda ilk yemekten çekinmiş olsa da tadını sevmiş olacak ki ağzına dörder tane sokmaya başlamıştı.

"Bunun aşısı da yoktur bize o zamandan virüs falan getirmesin? “Yusuf abinin şakayla karışık sorduğu ama son derece ciddi olduğunu bildiğim sorusuyla gözlerimi devirmiştim.

"O bize değil biz ona virüs verebiliriz bence. Sonuçta hepimiz aşılıyız ama dünyanın bu haline alışık değil." Söylediğin şeyleri ciddi ciddi düşünürken buldum kendimi. Gerçekten şu anki grip virüsü o zamankine göre oldukça gelişmişti. Rob, alışık olmadığından onun için ölümcül olabilirdi. Bizim bağışıklığımız uyum sağlamıştı.

"Gideceği güne kadar basit bir gripten ölmemesini istiyorsak hemen onu doktora kontrol ettirip tüm aşılarını yaptırmalıyız." Göktürk komutanım da benim gibi düşünmüş olacak ki tamam anlamında kafamı sallayarak Rob'u düşünceli gözlerle süzdüm.

"Tüm bunların çılgınlık olduğunun farkındasınız değil mi? Üstlere durumu rapor ederken ne diyeceğiz? Biz bir zamanda yolculuk yaptık, bir gezip geldik yanımızda da klan savaşçısı mi getirdik diyeceğiz?" Kadir abinin sert sitemiyle bardağımdaki suyu bir dikişte içtim.

"Bunu söyleyemeyiz. Başka bir hikaye bulmamız gerekiyor." Bardağı masaya bırakırken söylediklerimle Göktürk komutanıma baktım. Üniforması kırışmış, saçları karıştırmaktan dağılmış ve oldukça düşünceli bir şekilde dirseklerini dizlerine yaslamış boş boş yere bakıyordu. Adam bizimle uğraşmaktan gerçekten bıkmıştı bence. Her seferinde sorunlarımız daha da büyüyordu ama bu seferkini hiçbir şey geçemezdi.

"Albay sizin aramanızdan sonra ailelerinize haber gönderdi. Büyük ihtimal hepsi şimdi Hakkari'dedir." Kadir abinin sesini duyunca bir anda ayağa kalkıp odada boş boş volta atmaya başladım. Onları çok özlemiştim ve uzun yıllardır görüşmüyordum. Ancak biliyordum ki babam karşıma çıktığı ilk dakika askerliği bırakmam için uzun bir nutuk çekecekti. Emir'in annesi bir kazada erkek kardeşiyle vefat etmiş, babası ile yalnız kalmışlardı. Ancak bildiğim kadarıyla babası alkole oldukça düşkün duruma gelerek kendini asosyal hale getirmiş bu sebepten Emir'le de araları açılmıştı. Babasıyla görüşse bile aralarında derin bağları kalmamıştı.

Biz hikayemizi bitirdiğimize göre soru sorma sırası artık bizdeydi.

"Burası Türkiye toprağı mı?" Sorumla Göktürk komutan düşüncelerden sıyrılıp kuşku dolu bir ifadeyle bana baktı. Kadir abinin "herhâlde, bunu biliyorsun!" Cevabıyla Emir'le tekrar göz göze geldik.

"Bize acil internet gerekiyor" yerime otururken birinin bana ya telefon ya bilgisayar getirmesi için bizimkilere baktım. Göktürk komutanın sesini duyana kadar beklenti içinde onlara bakıyordum.

"Bakacağınız her neyse sonraya erteleyin. Eve gitme vakti geldi." Gerçekten de kalkış vakti gelmişti. Geçen zamanda Göktürk komutanım Rob için bir sahte kimlik ayarlamıştı. Bunu nasıl başardığını bilmiyordum sadece birkaç telefon etmişti. Sorduğumda da birilerinin ona iyilik borcu olduğunu mırıldanmıştı. Rob için kimlik ayarlayamasaydık kaçak olarak gözükecek ve ülkeden sürgün edilecekti. Tabii önce sorguya çekilip hapse atılmazsa. Üstlerimiz kaçırılmamızda onun da bir payı olmadığından emin olmak isteyeceklerdi. Evet, üstlerimize maalesef yalan söylemek zorunda kalarak kaçırıldığımızı söyleyecektik. Göktürk komutanımın söylediğine göre Meksika'yla ilişkilerimiz oldukça kötü ilerliyormuş. Orada yüksek güvenlikli bir yerde tutulduğumuzu,, bir sene boyunca kimseyle pek muhatap olamadığımızı ve güvenlik açığını bulduğumuz an kaçıp Rob'a rastladığımızı, onun da bir şekilde ülkeye kaçak yollarla bizi soktuğunu söyleyecektik. Ayrıca Melek'in yanımızda olmadığını da ekleyecektik.

Hızlı bir şekilde hazırlanarak helikopterlere yerleştik. Hepimizin yüzünde tedirginlik olsa da üstesinden geleceğimize emindim. Helikopter havalanma hazırlanırken Rob'u ortamıza oturtmuştuk. Emir'in de benim de elim onun omuzlarındaydı. Sakin olmasını, endişe etmemesini mırıldanarak korkusunu en aza indirmeye çalışıyorduk. Göktürk komutanımın verdiği kulaklıkları taksa da kocaman açılmış asfalta sabit bakışları bu korkuyu açık açık belli ediyordu.

Helikopter havalandığında Rob panik yaparak aşağıya inmeye çalışınca onu zorla tuttuk. Kadir abinin ağzını kapatarak güldüğünü düşününce ona ters bakışlarımı gönderdim. "Korkma kapat gözlerini" Rob'a söylediklerimle hemen gözlerini yumunca içten gelen bir tebessüm sundum. Şu an gerçekten korunmaya muhtaç çocuk gibiydi. Ya da sudan çıkmış balık. Bu dünyada her şeye yabancıydı ve onu bir saniye bile yalnız bırakmayacaktım.

Helikopter havada ilerlerken Rob hâlâ gözlerini açmamıştı. Bizimle birlikte hareket eden diğer iki helikopteri de görüyordum. "Herkes ne diyeceğini anladı değil mi? Tekrar edelim mi?" Göktürk komutanımın sözleriyle Emir'e baktım. Kafasını onaylar anlamda salladığında kelimesi kelimesine ezberlediğimiz cümlelerde sıkıntı olmayacağını anlamıştım ancak yine de Rob için endişe ediyordum. Sorgusuna albay girmezse Göktürk komutanım devreye girecek ve sorgunun çok sıkıntılı geçmemesini sağlayacağını söylemişti. Ona güveniyordum ve bir an önce bu işi bitirip odama kapanmak ve saatlerce bilgisayarda araştırma yapmak istiyordum.

***

"Oranın Türkiye olmaması mı gerekiyordu?" Sessizlik içinde Hakkari'ye süren yolculuğumuzda Rob birkaç kere gözlerini açmış ancak anında kapatıp kafasını arkaya yaslamıştı. Komutanıma bakarak devam ettim.

"O karakol Suriye ile sınır hattının dışı. Yani sınır ötesi. Resmi olarak asker ve uçak uçuramayız. Orada bir karakol nasıl vardı?" Dün sabaha kadar çoğu şeyi konuşmuş ancak bunları soramamıştık. Emir'de sorumla meraklı bir yüzle bizimkilere döndü.

Göktürk komutanım yerinde dikleşerek "Burası ezelden beri Türkiye toprağı. Elimizden hiç kaybetmedik ki. Siz neden bahsediyorsunuz?" Sözleriyle tekrar Emir'le göz göze geldik. Bakışmamız yoğun ve oldukça ciddiydi. Suriye'nin hangi savaş veya antlaşma ile kaybettiğimizi hatırlamıyordum ve sorunun köküne inebilmek için acilen İnternete ihtiyacım vardı.

"Sorduğunuz sorudan bir bok anlamadım? Ezelden beri bizim toprağımıza nasıl sınır ötesi dersiniz ki? Siz giderken de orası bizim toprağımızdı!" Yusuf abinin cevabıyla bir şey söylemeden bakışlarımı pencereden ucu bucağı gözükmeyen dağlara çevirdim. Üstlerle görüşmeyi halledince, araştırarak her şey kafamda netlik kazanacaktı elbette.

***

Helikopter Hakkari sularında ilerlemeye devam ederken kimseden ses çıkmıyordu. Rob, gözlerini açık tutamıyor, sürekli kendi dilinde birkaç dua okuyordu. Yolculuğun çoğunu sorunsuz atlatmıştık çok şükür ki. Aşağıda karargahımızı gördüğümde, helikopterimiz ve bize eşlik eden diğer helikopterler de alçalmaya başladı.

Aşağı iner inmez Rob hızla helikopterden kendini atarak kenara kusmuştu. Bence iyi bile dayanıyordu, ben onun yerinde olsam akıl sağlığımı kaybedebilirdim. Kendine gelene kadar Emir yanından ayrılmamıştı. Bakışlarımı pist alanına çevirdiğimde tüm askerlerin şaşkınca bize baktığını görüp yerimde huzursuz olarak kıpırdandım. Şehit olarak bilinip kanlı canlı karargaha geliyorduk.

Uygun olması adına da üzerimizdeki dönem kıyafetlerini çıkartıp gittiğimiz gün giydiğimiz kamuflajımızla kalmıştık. Rob'da kendine oldukça dar gelen bir pantolonun içinde sıradan bir insana benziyordu. Yani olabildiğince...

Albayın pist alanına giriş yaptığını görünce tüm askerler hazır ol duruşuna geçti. Biz de yan yana sıralanırken, Emir Rob'u bırakıp bizimle sıra olmuştu. Rob, kendine gelmiş olacak ki kenarda durmuş bizi izliyordu.

Albay Hamdi sert adımlarla tam karşımıza kadar geldi, durdu. Sırayla bir bana bir Emir'e baktı. Yüzü gülümsemeye benzer bir hâle geldiğinde, Göktürk komutana döndü bakışları.

"Yüzbaşı Göktürk Timur, görev iki asker ve bir sivil ile başarıyla tamamlanmıştır komutanım." Albay Hamdi tekrar benimle göz göze geldiğinde 'rahat' emri vermeden elini omzuma koymuştu. Diğer elini de Emir'in omzuna koyarken gözleri parlıyordu.

"Rahat asker, 1 saat sonra harekat merkezine gelin." Sözlerini söyledikten sonra herkes rahat pozisyona geçmişti ama duruşumuz yine aynıydı.

"Neredeydiniz?" Yüzlerimiz arasında bakışları geziyordu.

"Harekat merkezinde konuşabilir miyiz komutanım?" Sözlerimle albay başını salladı ve duruşunu dikleştirip kısa bir an Rob'a baktı. Tekrar bize döndüğünde "yarım saate indi" diyerek arkasını dönüp gitti.

Albay giderken Göktürk komutanıma döndüm. O ve diğer tim arkadaşlarım Rob'un yanına yönelirken, benim ve Emir'in etrafı da askerler tarafından kuşatılmıştı. Kimini tanıyor kimini ilk defa görüyor olsam da şehit olan iki askerin bir anda ortaya çıkması herkeste şok ve merak etkisi uyandırmıştı. Söylediklerine göre cenazemiz bile kaldırılmış hatta genelkurmay başkanı cenaze törenimizde konuşma yapmıştı. Bütün bunlar gerçekten çok fazlaydı. Kalbimdeki sancı zaten ölçülebilir boyutta dahi değildi. Pişmanlık, yanlış yapmışlık hissi, kaybetme, özlem... hepsi birbirine karışıp harman olmuş beni cayır cayır yakıyordu.

Askerlerle tek kelimelik sohbetler esnasında sanki kendimi yabancı hissediyordum. Her an birinin sırtındaki kılıçla bir yerden çıkacağını düşünerek etrafıma bakıyordum. Burada doğup büyümemiş kadar yabancıydım. Mclenan'ı bu kadar benimsemem ve özlemem sadece aşk yüzünden miydi? Emir'e baktığımda yüzü gülse de bu gülümsemenin içten olmadığının farkındaydım. Gelmek için gün sayarken o da oraya delice alışmıştı. Timimin varlığı beni buraya bağlayan tek şeydi, Emir'in de aynısını düşündüğünü biliyordum.

***

Hep birlikte karargaha girdiğimizde odamın önünde durarak derin bir nefes aldım. Odama girmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki yaşadıklarım sanki bir ömür gibi geliyordu. Göktürk komutanımın verdiği anahtarla kilidini açtığımda kapıyı hafif araladım. Rob, Emir'le birlikte onun odasına gitmişlerdi.

Kapıyı sertçe ittirerek içeriye göz gezdirdim. Her şey bıraktığım gibiydi. Alelacele çıktığımız operasyon öncesi dosyaları gelişigüzel raflara dizmiştim. Düzensiz duran raflardan masama, oradan sandalyeme ve küçük banyomun kapısına bakarak içeriye bir adım attım. Özlemiş miydim? Evet, ama neden ağlamamak için kendimi zor tutuyordum? Çekmeceme yönelerek açtım ve timimle olan resim arşivimizi elime aldım. İlk sayfayı açtığımda nostaljik fotoğraf kabininde Emir'le oldukça komik çekilmiş fotoğraflarımızı gördüm. Birinde Emir benim kafamı ısırmaya çalışıyor, diğerinde ona arkadan iki kulak yapıyordum. Yüzümdeki gülümsemeyle diğer sayfayı açtım. Göktürk komutanım bize içtima yaptırırken askerlerden birinin habersiz çektiği fotoğrafı çıkarttırmıştım. Fotoğrafta Emir'in ters ters komutana bakması yansımıştı çünkü ekstra ceza aldığımızı öğrenmiştik. Fotoğraf albümünü hızla kapatıp yarım saatten daha az bir sürem kaldığı için çok oyalanmadan dolabıma yönelmeye karar verdim. Yedek kıyafetlerimden bir kargo pantolonla düz siyah bir kazağı hızla üzerime geçirip elimle hâlâ örgülü olan saçlarımı düzelttim. Aynaya kısa bir bakış atarak dolaba sakladığım yedek tabancamı belime sokarak odadan kaçarcasına çıktım.

Adımlarım beni Emir'in odasına yönlendirdiğinde, koridorda gördüğüm tanıdık askerlerin selamına, tanımadıklarım da tuhaf bakışlarına karşılık verdim. Emir'in odasının önüne gelince kapıyı tıklatmadan açtığımda karşımda Göktürk komutanımın kıyafetleri içindeki Rob'u gördüm. Tuhaf bakışlarla kot pantolona ve beyaz kazağına bakıyordu. Örgülü saçları ve farklı tipiyle romanlardaki Rus mafyalara benziyordu. Ona bu tarz oldukça çok yakışmıştı.

Emir, banyodan çıktığında sakallarını kestiğini gördüm ancak saçlarına hiç dokunmamış, tepeden sıkı bir topuz yapmıştı. O da benim gibi siyahlar içinde giyinmişti.

"Hazır mısınız?" Emir'le aynı anda Rob'a baktığımızda bizi onaylamadı.

"Burada her şey çok fazla. Siz nasıl yaşıyorsunuz böyle? O şey havada nasıl uçuyordu? Neden halk burada değil? Bunlar nasıl kıyafetler böyle?" Rob, hayatı boyunca konuşmak için sanki bu ânı bekliyormuş gibi peş peşe soru sorduğunda Emir kahkaha atmaya başladı. Kahkahasının bitmesi için ona baktığımda elini ağzına kapatıyor ama kendini durduramıyordu. Gülmelerinin arasından "çok pardon.." diyor, ama gülmeye devam ediyordu. Tüm vücuduma yayılan sinirle bakmaya devam ettim. "Sinirlerim boşaldı.." diyerek derin nefesler aldı ve bize bakmadan sandalyeye oturdu.

"Şu işi halledip eve gidelim her şeyi en baştan konuşacağız Rob. Sana söylediklerimizin dışında tek kelime etmemen çok önemli. Çapraz sorgu yapacaklar yani yalanını anlamaya çalışacaklar. Bu önemli. Sen bir İngiliz vatandaşısın ancak annen İskoçyalı. Aksanın bu yüzden farklı. Bir iş için Meksika'ya geçtin ve oradan Türkiye'ye geçecektin. Bizim Türk olduğumuzu anladığında bize yardım ederek ülkeye kaçak girmemizi sağladın. Onların her yerde adamı olduğu için bizi korumak adına bunu yaptın." Rob, kafasını sallarken, "Bunu yapabilirim bizim sorgu yöntemlerimizi az çok biliyorsunuz. Bir köylü değilim maalesef Tuğra." Rob'un ünlü bir savaşçı olduğunu elbette biliyordum ama onun bilmediği, albayın gözünden hiçbir şeyin kaçmadığıydı. Yine de Rob'un bu işi becerebileceğine inancım tamdı. Onun asla hapse girmemesi gerekiyordu. Ona kafamı sallarken Emir'e dönerek,

"Bekletmeyelim albayı" dedim ve Rob'u odada bırakarak Emir'le harekat merkezine ilerledik.

***

Harekat merkezinde kafamızda kurduğumuz hikayeyi sırayla anlatmaya başladık. Albay, Göktürk komutanım, timim ve yeni gelmiş bir üsteğmen bizi dinliyordu. Ayrıca albay bizi videoya almak istemiş ve yetkili subaylara göndereceğini söylemişti. Yani olayları anlatırken bir video bizi kayıt ediyordu. Mimiklerimi, bakışlarımı sabit tutarak hikayeyi anlatmaya başlarken odada çıt çıkmıyor, albay arada ufak tefek sorularla aklına takılanları öğrenmeye çalışıyordu. Üsteğmen olan asker, hikayenin sonlarına doğru zor sorular sormaya ve bir açık aramaya çalıştı. Amacını bilmiyordum ama burada albay ve Göktürk komutanım varken onun böyle zor sorular sorması canımı sıksa da Emir'den önce söze girerek sorularından ustalıkla üstesinden gelmiştim. Ancak bu üsteğmen düşünceli bakışlarla beni sürekli süzüyordu. Çok üzerinde durmadan her şeyi bitirdiğimizde, albay üsteğmene bir bakış attı ve o kalkıp video kaydını durdurdu.

"Sivili de sorguya alacağız." Sesiyle Göktürk komutanım ayaklanmıştı. Ancak o konuşmadan üsteğmenin sesini duydum.

"İzninizle sorgusuna ben gireyim." Bakışlarım Göktürk komutanla buluştuğu an boğazını temizledi.

"Siz işinizi yapın üsteğmen. Sorguya ben gireceğim." Derin bir nefes vermek istesem de kendimi tutarak masanın altında elimi yumruk yaptım. Üsteğmen önce albaya ardından bana ve en son Göktürk komutanıma bakarak kafasını salladı.

Albaydan sonra en yetkili Göktürk Yüzbaşı olduğu için albay da buna ses çıkarmadan bize baktı.

"İzinlisiniz, dinlenmek için evinize gidin. Tuğra senin ailen otele yerleşti. Emir senin babanı da lojmana yerleştirdik. Önce onları ziyaret etmenizi emrediyorum. Bir senedir kahroldular. Sonra ne istiyorsanız yapabilirsiniz. Üstlerle konuşana ve bir karara varana kadar ücretli izindesiniz. Süresi, üstlerimin alacağı karara bağlı."

"Emredersiniz komutanım" diye aynı anda bağırdığımızda albay odadan çıktı. Göktürk komutanım, üsteğmene kısa bir bakış attığında aralarının çok iyi olmadığını anladım. Göktürk komutanım Rob'un sorgusu için çıktığında üsteğmen de peşinden gitmişti.

Herkes çıkınca Yusuf abi etrafa temkinli bakışlar atarak bize döndü.

"Bilgisayar ayarladım. Odalarınıza yollayacağım birazdan." Kafamı iki yana sallarken cevap verdim.

"Burada kullanmayacağım abi. Direkt evime gideceğim. Önce Rob'un sorgusu bitsin." Açıkçası İnternetten geçmişe baktığımda neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Baya bir korkuyordum ve ailemle yüzleşmeye gerçekte hazır değildim. Yüzleşmeyi askeriyede yapamazdım zaten gözyaşlarım hazır bir şekilde akmak için bekliyorlardı.

Cevabıma şaşırsa da tepki vermedi ancak Emir'in hızla odasına gitmesiyle onun araştırmayı burada yapacağını anladım.

Kadir abi ve Yusuf abiyle birlikte sorgu odasının önüne geldiğimizde avuç içlerim stresten terliyordu. İçeride Göktürk komutanımın olması beni rahatlatsa da albayın diğer bölmeden izlediğini biliyordum.

Geçen yarım saatin ardından içeriye giren de çıkan da olmamıştı. Odanın önündeki koridorda volta atarak dudaklarımı ısırıp duruyordum. En ufak bir hatada her şey mahvolurdu.

45. Dakikaya girdiğimizde Kadir abi bize çay almak için gitmişti. Koridorda yavaş adımlarla ve başı öne eğik bize doğru gelen Emir'i görünce, yürümekten vazgeçerek tüm bedenimi ona çevirdim. İfadesi kasvetli, kederli ve üzüntülü gözüküyordu. Geçmişe baktığını biliyordum ve gördüğü şeylerin hoşuma hiç gitmeyeceğini de anladım. Zaten şimdi bile kalbimde öyle büyük bir ağrı vardı ki yüzleşeceğim şeylerin ne kadar kötü olabileceğini bilmiyordum.

Ne kadarını kaldırabilirdim?

Emir'le yüz yüze geldiğimiz an gözlerinin beyaz kısımlarındaki kırmızılarla bakıştım. Ağlamış gibi değilde gözlerini uzunca sıkı sıkı yummuş ve sinirini geçirmeye çalışmış gibi duruyordu.

"Demek o kadar fena he?" Aydınlanma yaşamış gibi söylediğim sözlerle gözlerimin dolmasına engel olamadım. Yusuf abi neden bahsettiğimizi anlamadan bize boş bakışlar atıyordu.

"Bana söz vereceksin Tuğra. O siktiğimin internetine girip bakmayacaksın!" Emir'in sözleriyle daha fazla dayanamadım. Bir damla, iki damla derken gözlerimdeki çeşme bir anda açıldı.

"Bunu nasıl yaparım Emir? Hakkında bir şeyler bilmeden hayatımı nasıl devam ettiririm?" Kafasını iki yana sallayarak Yusuf abiye baktı ama boş bir bakıştı.

"Yaşlanmadan mı ölüyor?" Gözyaşlarımı silerken sorduğum soruyla Emir'e baktım beklenti içinde. Ona yazdığım mektupta ondan sadece bunu istemiştim. Yaşlanmasını ve yatağında hasta, yaşlı bir adam olarak ölmesini.

"Yaşlı halinde ölüyor." Duyduğum sözlerle ağlarken aynı anda gülümsemeye başladım. Lan o zaman neden beni gerip korkutuyorsun?

Bakışlarımdaki şaşkınlık ve siniri gördü ama hüzünlü ifadesi devam ediyordu.

"Sorun ne o zaman niye beni korkutuyorsun Emir?" Kafasını iki yana sallayarak öyle kısık fısıldadı ki kalbim kısa anlığına gerçekten atmayı durdurdu.

"Çünkü sensiz mutlu oluyor Tuğra..."

***

Hayatta bazı anlar vardır, asla geri dönüşü olmaz. Bir insanla tekrar görüşeceğini düşünerek vedalaşırsın ancak onu bir daha asla göremezsin. Bu benim başıma lise son sınıftayken gelmişti. Tarih öğretmenim Nico'yla haftanın üç günü ders yapardık. Yarın dersimiz vardı ve bugünkü ders bitiminde, "yarın görüşürüz" diyerek vedalaşmıştık. Heyecanla ertesi gün olup onu görmek için can atıyordum ancak gece apar topar İngiltere'ye döndüğünü duymuştum ve onu o günden sonra bir daha hiç görmemiştim. Ona olan aşk sandığım duygularım da zamanla yok olmuştu zaten.

Ancak Dougal'la vedam planlıydı. Onunla vedalaşamadığım ve mektubu verdiğim o gün; onu son kez gördüğümü biliyordum. Bu bilinçle bile adam akıllı vedalaşıp onu son kez öpememiştim çünkü biliyordum ki eğer onu öpseydim oradan asla gidemezdim.

Ona ölme demiştim,

Baba ol demiştim...

Yani hayatına devam etmesini istemiştim.

Şimdi neden kalbimi kör bir bıçakla yavaş yavaş kesiyorlarmış gibi hissediyordum ki?

Buna asla hakkım yoktu ve ben de Rob sorgudan çıktığı an onu alarak hızla karargahtan ayrılmıştım. Bunu yapmadan önce Kadir abinin arabasının anahtarını almış ve Rob'un kapısını açarak arabaya oturmasında yardım ederek kemerini bağlamıştım. Kafam o kadar doluyken bile yine de Rob korkmasın diye olabildiğince yavaş sürerek evimin önüne kadar gelmiştim ancak kafamı çevirip Rob'a baktığım an, onun bir eli torpido gözünde diğeri koltuğa yapışmış görünce gülme isteğine karşı koyamamıştım.

Sanırım 100 km yavaş bir sürüş değildi!

Eve girdiğimizde Rob evimin her tarafını dikkatle inceliyordu. Oturma odasına girince koltuklardan kitaplığıma masadan duvarlarıma kadar incelemiş, en son televizyona tuhaf bakışlar göndermişti. Keyfim yerinde olsa onunla gerçekten eğlenirdim ama hiç içimden gelmiyordu. Daha koltuğa oturmadan çalan kapıyla, koridora çıkarak kapıya yöneldim. Gelen Emir'di tabii ki.

Elindeki paket yemeği göstere göstere havaya kaldırıp izin almadan içeriye girdiğinde sırf beni oyalayıp İnternete girmemi engellemeye çalışmak için geldiğini elbette biliyordum.

Rob'un salonda ayakta dikilmesi devam ederken, Emir masanın üzerine elindeki poşeti bırakarak içindeki dürümleri çıkarttı. Pakette tam 10 tane dürüm, büyük boy 2 şişe ayran vardı.

"Göktürk komutanımın kredi kartını patlattım. Bizimkiler kapalıymış şehit olduğumuz için" dürümlerden birini açarak Rob'a uzattı. Kokusu yayılan et oldukça iştah açıcıydı. Rob, burnuna yaklaştırıp kokladığı dürümden bir ısırık alınca koltuğa oturup güzel bir mmm sesi çıkarttı.

"Bak bu görüp görebileceğin en güzel dürümdür Ali usta yapıyor" diyerek kendi de bir tane açıp ısırarak koltuğa oturdu. Kokuya daha fazla dayanamayarak bir tane de ben aldım.

"Niye 10 tane aldın hayvan mıyız biz?" Söylenirken özlediğim lezzeti de gömüyordum.

"Bana dört size üçer tane" Emir'in kafası nasıl çalışıyordu artık bilmiyordum. O esnada Emir'in yüzünde oluşan haylaz ifadeyi yakaladım. Eli masanın üzerindeki kumandaya uzandı ve açma tuşuna basarken elinden kumandayı almaya çalıştım. Ancak geç kalarak duyduğum televizyon sesiyle aynı anda, Rob ayağa fırlayıp elindeki dürümü televizyonuma fırlatmıştı. Emir'le birbirimize şokla bakarak gözlerimiz açılıp, ona dur diyene kadar Rob televizyona bildiğiniz uçan tekme atarak arkasındaki duvara çarptırıp android ekranımın bir bölümünün kırılmasını sağlamıştı. Ancak nasıl kaliteliyse, ekrandaki bir programı sunan kadın hâlâ konuşmaya devam ediyordu. Ekranda konuk olan erkek bir profesörün kahkahasıyla Rob hızını alamayıp vakit kaybetmeden kenarda gördüğü vazoyu eline aldı ve sanki o ân zaman yavaşladı. Rob, şu an havada ve elindeki vazoyla ekranımı hedef almıştı. Onu kendi haline bırakıp ayranı kafama diklerken tak tak sesleriyle televizyonumun camı parçalara ayrılıyordu.

"Bırak öldü o artık Rob" diyen Emir'e sen başlattın bakışı atıyor ancak ikinci dürümün paketini açmayı da ihmal etmiyordum. Rob, yerinde doğrulup şaşkınca bir bize bir televizyona, cam kırıklarına ve yerde içi dışına çıkmış dürüme bakarak yanlış bir refleks gösterdiğini anlamış olacak ki kafasını kaşımaya başladı.

"Yedek televizyonun var değil mi?" Emir'in rahat sorusuyla bu televizyonun hâlâ kalan taksiti olduğunu hatırlayıp, "Senin televizyonun artık benim oldu" dediğimde Emir ayağa fırlayarak Rob'a ters bir bakış attı.

"Rob, o bir televizyon, zararsızdı!" Rob'un gücenmiş bakışlarını görünce içimde ince bir sızı oluşup Emir'in koluna bir tane yapıştırdım.

"Emir kes kesini, Rob sen de yemeğini ye" Rob, cam kırıklarına basmamaya dikkat ederek tekrar kanepeye oturdu ve poşetten bir dürüm daha aldı.

Üçümüz de kırık televizyonun karşısında oturmuş dürüm yiyorduk.

"Şimdi herkes üçer tane yiyecek..."

***

Yemekten sonra Emir Rob'a teknolojik aletler hakkında kendince son derece ciddi bilgilendirme yapmak için karargahtan aldığı telefonunu çıkarmıştı. Rob'un yüzündeki şaşkınlık ve ilgiye gülümseyerek duşa gireceğimi söylemiş ve yanlarından ayrılmıştım. Odama girdiğim an masanın üzerinde duran dizüstü bilgisayarım bana adeta göz kırpınca, arkamı dönerek salona göz gezdirdim. Emir, telefona dalmış hararetle konuşarak bilgilendirme yaparken tam vakti olduğunu düşünüp bilgisayarın ekranını yukarıya kaldırdım.

İlk araştıracağım şey elbette Dougal olacaktı ama kalbim buna hazır hissetmiyordu. Arama tuşuna ismini yazmamak için birkaç saniye klavyede ellerim bekledi. Ona bakarsam başka bir şeye bakamayacağımı bildiğim için derin bir nefes alarak 1. Dünya Savaşı yazdım. Ülkemin geçmişini araştırmak için oradan başlayacaktım ve hızlı bir tarama şeklinde tüm olayları inceleyecektim. Derinsel araştırma için daha sonra tek tek en baştan incelerdim.

Gördüğüm yazılarla gözlerimi açarak ayağa fırladım. Ekranda 1. Dünya savaşında İttifak devletlerinde olmaması gereken bir ülke vardı.

Sadece Osmanlı imparatorluğu ve Almanya'nın ittifak olması gerekirken, İtilaf devletlerinde Britanya İmparatorluğu da yazmıyordu. Onun yerine İngiltere yazıyor ve İskoçya bizim tarafımızda gözüküyordu.

İttifak devletleri, Osmanlı, Almanya ve İskoçya’ydı.

Normalde 1. Dünya Savaşı sonucunda Britanya zafer kazanmasının yanı sıra Osmanlı, Suriye toprağını kaybetmişti. Ancak ekranda gördüğüm bu sonuca göre Suriye hâlâ bizdeydi ve ismi Suriye bile değildi. Mustafa Kemal'in telgraf çekmesi aynı şekilde yaşanmış ve Mondros ateşkes yine imzalanmıştı ama sonuçlar bizim için olumlu olsa da halk Osmanlı'ya güvenmemeye devam etmiş, isyanlar ve karışıklıklar devam ederek Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuştu.

Sadece çok daha büyük bir toprak parçasıyla...

Hiçbir şeyi umursamadan Dougal Mclenan yazdım arama çubuğuna.

Çıkan bir sürü sonuç vardı ama ilk sırada gördüğüm yazılarda, kral Dougal'ın politikalarından bahsediyordu. Ondan sonra gelen tüm krallar onu örnek alarak Osmanlı'nın her zaman yandaşı olmuştu.

Diğer sitelerde ölümü, taht yılı, savaşları gibi bilgiler vardı. Ekranda gördüğüm yağlı boya çizimi hiç ona benzemese de onu hatırlatıyordu. Gözlerimin dolmasına engel olamadan ekrana bakarken akan gözyaşlarım yüzünden görüşüm bulanıklaştı.

Sitede aşağıya kaydığımda aradığım şey ölüm sebebiydi. Bir hastalık sebebiyle öldüğü ve yerine varisi geçtiği yazıyordu. Ellerimin titremesi daha da artarken durmadan akan yaşları silerek tekrar yazıları okumaya başladım.

Bir evlilik yapmıştı ancak hiç çocuğu olmamıştı. Kadının isminin Nina olduğu yazıyordu. Kızıl saçlı olduğu resimde tasvir edilmişti. Dougal'ın varisinin onun neyi olduğu belli değildi. İsmi Noah olan çocuğu varisi ilan etmiş ve öldüğünde yerine o geçmişti.

Ona söylediklerimi gerçekten dinlemişti ve yaşlı bir şekilde yatağında uyurken ölmüştü. Fakat gerçekten de evlenmiş olmasını hiç beklemiyordum. Buna hakkım yoktu ama evlendiği için kendimi ihanete uğramış hissediyordum. Onu tanıyordum zorunda kalsa bile istemese evlenmezdi ama bunu yapmıştı. O kadını benden sonra sevmiş miydi? Belki de bencilce davranıyordum. Ben onsuz 2. Günümde olsam da o bensiz bir ömür geçirmişti.

Belki gerçekten aşık olmuştu...

***

❤️


Loading...
0%