Yeni Üyelik
53.
Bölüm

53. Bölüm

@ebrumelek

Keyifli okumalar❤️

.

DOUGAL

"Ve, küçük kızım Nina." Babasının yanına gelen kızıl saçlı kızla göz göze geldiğimde kırmızı yanaklarıyla bana gülümsediğini gördüm. Bakışlarımı anında yüzünden çekerek İrlanda temsilcisi Oscar'a döndüm. İnce bıyıklarıyla kızını izliyordu.

"Hoş geldiniz leydim" dedim ancak bunu söylerken içimden kıza bakmak gelmemişti. Yanımda Alanna'nın kıpırdadığını anladığımda ona dönerek içten bir şekilde tebessüm ettim. Tekrar temsilciye baktığımda yüz hatları gergin duruyordu.

"Kız kardeşim Alanna. Savaş komutanlarım Ewan ve Arthur." Yanımdakileri tanıttığımda bakışlarım sadece Oscar'a sabitti. Alanna, bir adım atarak kızıl saçlı kızın yanına gitti ve onun koluna girerek kadınlara özgü sohbet etmeye başlayarak kaleye doğru yürüdüler. Diğer kız ise annesinin yanında duruyor ve kafasını bir kere bile yerden kaldırmıyordu. Kız kardeşine göre çok daha çekingen olduğu belli oluyordu.

"Kral Royce Boyd ile görüşme talep ettik ancak henüz dönüş yapmadı." Diyen Oscar'a elimle kaleyi işaret ederek birlikte binaya doğru yürümeye başladık.

"Bu aralar çok yoğun. Düzeni sağlamaya çalışıyor. Elbette size geri dönecektir." Oscar'la konuşarak kaleye girdiğimizde diğerleri de peşimizden geliyordu. Kaleye girdiğimiz an misafir salonunun olduğu yerden Alanna'nın yüksek kahkahasına eşlik eden başka bir kadın kahkahası koridor boyunca yayılmıştı. Ben de Oscar'ı oraya yönlendirirken, "Royce Boyd'un kral olması güzel hamleydi. Bu üç ülke için gelecek vadedecek" diyordu.

Gri pelerinliler misafir salonunun kapısını açtığında, Alanna'nın ayarladığı salonda birkaç müzisyen İskoç geleneksel ezgileri çalıyor, çalışanlar yemek ve alkol servisi yapıyordu. Alanna ve bana arkası dönük kalan kızıl saçlı kızın bir anda samimi olarak bir şeye kahkahalarla gülmesi tuhafıma gitse de Alanna'nın mutlu olması beni de mutlu ettiği için yüzümde tebessüm oluştu. Alanna, gülümserken kafasını kaldırıp benimle göz göze geldiğinde, gülümsemesi muzip bir hâl aldı ve bakışlarını yanındaki kıza çevirdi. Onunla birlikte ben de kıza baktığımda, hâlâ yanakları kırmızı olan kızla göz göze geldik. Kız, ablasına zıt bir şekilde doğrudan gözlerime bakıyor ve bakışlarını kaçırmaya teşebbüs etmiyordu. İki saniye süren bakışmamız esnasında kızın yanaklarının daha da kızardığını fark edip, anında gözlerimi başka yöne çevirdim.

Kalbimde oluşan acı ile yüzümü buruşturup kaşlarımı çatarken, Oscar'ın söylediklerine kulak veremiyordum. Yanımıza yaklaşan bir askerin elindeki tepsiden aldığım alkol bardağını kafama diklediğimde, Oscar'ın sözünün kesildiğini de fark etmiştim.

"İyi misiniz majesteleri?" Kafamı aşağı yukarı sallayarak büyük masadaki yerime oturdum. Benim oturmamla herkes masada yerlerini almaya başladığında, servisler de yapılmaya başlamıştı.

Yemek boyunca siyasetten, politikadan, eski kral William ve Royce Boyd'tan, İrlanda için kafamdaki planlardan bahsetmiştik. Çok uzun süren neşeli bir yemek olmuştu. Oscar ve ailesi saygıda kusur etmeyen iyi yetişmiş bir aileydi. Kafamdaki plana göre İrlanda'ya güvendiğim Kurt klanı savaşçısı Rob'u göndermeyi düşünüyordum ancak Rob'tan hiçbir iz yoktu. Amcam aslında klanıma gelecekti ancak Rob'un kaybolduğunu öğrendiğimizden beri onu arıyordu. Ben de her yere adamlarımı yollasam da Rob'tan hiçbir iz yoktu. Rob'u bulana kadar Oscar'ın İrlanda'da temsilci olarak kalmasını uygun görmeye karar vermiştim.

Ancak beni geren, yemek boyunca üzerimde hissettiğim dikkatli bakışlardı. Birkaç kere yanlışlıkla göz göze geldiğim, isminin Nina olduğunu öğrendiğim kız beni açık açık izlemeyi tercih ediyordu. Bu güzel kızın ilgisi neden beni böylesine geriyordu anlam veremiyordum ama içimdeki özlem hissi kalbimi sıkıştıracak kadar güçlüydü. Sanki bir şeyler yanlış veya eksik gibi hissediyordum. Adını koyamadığım bir şekilde.

"Leydi Melek, demek Osmanlı İmparatorluğu'ndansınız. Bize oraları anlatır mısınız?" Oscar'ın eşinin sorduğu soruyla masada bizim tarafımızda kısa bir sessizlik oldu ancak Melek gülümseyerek peçeteyle ağzını temizleyip masada ellerini birleştirdi.

"Osmanlı halkı harikadır. Misafirperver, sıcakkanlı, birbirini seven hoşgörülü insanlardır. İklim olarak topraklarımız da çok güzeldir. Bir gün giderseniz hayran kalacağınıza eminim." Oscar'ın eşi gülümseyerek onu dinliyordu.

"Yakında klanda bir düğün gözüküyor demek kralım." Oscar sözlerini söylerken gülümseyerek ince bıyıklarını gerdirmişti. Bakışları Melek ve Ewan arasındaydı.

"Elbette, yakında bir düğünümüz olacak. Sizleri de aramızda görmekten memnun oluruz." Diye karşılık verdiğimde, Oscar memnuniyet belirten bir ifadeyle kafasını salladı.

"Yanlış anlamayın kralım merak ettiğim için soruyorum. Geçenlerde ticaret için gelen adamlardan bir şeyler öğrendim. Sizin de yakında evleneceğinizi konuşuyorlardı. Gri pelerinlileri kraliçenizi aramak için görevlendirmişsiniz?" Oscar'dan duyduğum sözlerle insanların söylentileri ne kadar hızlı yaydığına bir kere daha şahit oldum.

"Öyle bir durum yok Oscar. Tamamen yanlış anlaşılma" dediğimde Oscar'ın yüzünde samimi bir tebessüm oluştu.

Gece yarısını geçmeye başladığında, uyarmama rağmen yemek salonunun kapısı açılıp Cora davetsiz bir şekilde masaya yaklaştı. Gösterişli kırmızı bir elbise giymiş, herkese selam vererek boş sandalyelerden birine oturup kendine bir alkol kadehi almıştı. Onun gelişiyle saatlerdir yüzü gülen Alanna'nın gülümsemesi solmuştu. Boğazımı temizleyip ayıp olmaması adına "Quany Kurt'un nişanlısının yeğeni Cora Roddin" diyerek onu tanıttım. Oscar ve ailesi nazik bir şekilde Cora'yı selamlarken, Oscar soy ismine takılmış olmalı ki anında soru sordu.

"Kont Edward Roddin'le kan bağınız var mı leydim?" Cora, amcası Edward adına övgü toplamaya bayılırdı.

"Ah, evet saygıdeğer kont annemin amcası oluyor." Royce'un tahta çıkmasında amcamın araya girmesiyle kont Roddin tarafından müttefik toplanmıştı. Bize yardım etse de o adamdan hiç hazzetmiyordum. Aynı şekilde Kylie ve Cora'dan da ama amcama saygımdan bir şey diyemiyordum. Sonuçta onun özel hayatı olduğu için beni alakadar etmezdi. Ancak Cora sınırını aşmaya başlıyordu. Klanımda halkıma bizim nişanlı olduğumuz yalanını yaymaya çalışıyordu.

"Sizinle tanışmak büyük şeref leydim." Oscar'ın eşinden gelen sözlerle Alanna rahatsızca yerinde kıpırdamaya başladı. Cora'dan çok rahatsız oluyordu.

"Geceyi artık bitirelim Oscar. Uzun bir yoldan geldiniz siz de dinlenin." Ayağa kalkmamla herkes yemeğini bitirip ayağa kalktı. Oscar ve ailesi misafirliklerinden son derece memnun gözüküyordu. Üzerimdeki yoğun bakışları hissetsem de Oscar'ın kızına bir daha dönüp bakmamıştım. Onlar odalarına çıkmaya hazırlanırken, Alanna'nın sesini duyana kadar...

"Abi" dediğinde yanında o kız da vardı.

"Nina bahçeyi çok merak ediyor ancak benim odamda işim var. Benim yerime ona bahçeyi gezdirir misin lütfen?" Alanna'nın sorusunu herkes duymuştu. Bakışlarım Nina'ya döndüğünde hafif bir tebessümle gözümün içine bakıyordu.

"Memnun olurum majesteleri" dedi gözlerini kırpıştırarak. Bu noktada hayır dersem bu kabalık olarak algılanırdı ki Oscar'ın, "ah, kızıma yardımcı olarak ailemi onurlandırırsınız" Sözleri tuzu biberi olmuştu. Tuzu biberi mi? Bu da nasıl bir sözdü böyle? Sanırım bu aralar Melek'le fazla sohbet etmeye başlamıştık.

"Size bahçede eşlik edebilir miyim leydim?" Diye sordum Nina'ya. O esnada yanıma gelen Cora, "majesteleri sizinle önemli bir şey konuşabilir miyiz?" Diye sormuştu. Aslında şu an o kıza bahçeyi gezdirmektense Cora ile konuşmayı bile tercih ederdim ama sevgili kız kardeşimin yüzünün düştüğünü görünce kalbim buna dayanmadı.

"Başka zaman belki leydi Cora" diyerek Nina'ya elimle kapıyı gösterdim. Aslında işin doğrusu koluma girmesini teklif etmekti çünkü bir centilmene yakışan buydu. Tanrıya şükür ki bir centilmen değildim.

Nina'yla bahçeye çıkarken sessizdik. Aramızda hatırı sayılır bir mesafe bırakarak yürüyordum dedikodulara mahal vermemek için. Nina, onu gördüğümden beri olan cüretkar tavrına nazaran şimdi daha çekingen duruyordu. Bahçede sessiz bir şekilde yavaş adımlarla yürürken, dışımın aksine içimde bir savaş kopuyordu. Bana ne oluyordu böyle? Yanımdaki bu muhteşem güzel kızdan bile etkilenmeyecek kadar sağlığımı yitirmiş olabilir miydim? Duygusal olarak bir şey hissetmesem de fiziki olarak muhakkak bir şeyler hissetmem gerekiyordu. Ben de fırtına değil hafif bir rüzgar bile esmiyordu. Bazı erkeklerin başına gelen böyle sorunlar olabileceğini duymuştum ancak benim başıma da geleceğini düşünmemiştim. İngiltere'den geldiğimden beri aklıma cinsellikle alakalı hiçbir düşünce geçmiyordu. Sıfırdı.

"Düşüncelisiniz majesteleri." Ses tonu da hoş olan kıza çevirdim bakışlarımı. Evet, gerçekten uzun zamandır gördüğüm en güzel kızlardan biriydi ama hiçbir şey yoktu. Kızaran yanakları, dolgun dudakları bile beni cezbetmiyordu. İçimden gelen tek şey o odaya girip elbiselere dokunmak ve odanın kokusunu soluyup sakinleşmekti. Tanrı aşkına benim sorunum neydi?

"Konuşmaktansa düşünmeyi tercih ederim leydim." Nina, anlayışlı bir tebessüm sunarken acaba sürekli gülümsüyor mu diye düşünüyordum. Ağaçlara, çimenlere bakarken bile gülümsemeyi ihmal etmiyordu.

Alanna sanırım benim için ideal eşi seçmişti....

***

Oscar ve ailesi, bir hafta bizde kalacaklardı. 3 gündür klanımda onları güzel bir şekilde misafir ediyordum. Her akşam Nina ile bahçe gezilerimiz devam ediyordu. İkinci gezimizde aramızda daha fazla sohbet geçmişti. 3. Gün olan gezimizde ise bana hoşlandığı etkinliklerden bahsetmişti. Nahif, sevgi dolu bir kızdı Nina. Etrafındaki insanlara karşı anlayışlı, çalışanlara karşı merhametli ve çocuklara da oldukça ilgiliydi. Alanna ise 3 gündür bana sürekli Nina hakkında bahsedip duruyor, aklıma sokmaya çalışıyordu ama bende duygu durumu hâlâ aynıydı. Sanırım aşk veya sevgi gibi kavramlar Emily'den sonra tamamen yok olmuştu bende. Daha doğrusu onun ve en yakın arkadaşım Connor'un ihanetinden sonra...

Yine de Alanna'yı dinleyerek Nina ile vakit geçirmeye başlamıştım. Ona karşı bir şey hissedemesem bile ideal bir eş olacağını görebilmiştim bu kısa sürede. Kaldıkları süre boyunca biraz daha gözlemleyecek, daha sonra uygun bir ânda Oscar ile bu durumu konuşacaktım.

Bunu yapmamın asıl sebebi ne eş ne varis istememdi. Kendimi kandırmayayım, aklımdan asla evlilik gibi bir düşünce geçmiyordu Tanrı şahit. Bunu istememin tek sebebi, kalbimdeki bu katı boşluğu ve özlem duygularını bastırabilmekti. Çünkü artık dayanılacak boyutta değillerdi. İçimden güçlü bir ses bu kararıma yumruk atarak karşı çıksa da bunu yapacaktım. O kızla evlenecektim...

Hem beni bağlayan ne vardı ki?

Bu siktiğimin bağlılığı kimeydi?

***

"Çok güzel bir akşam majesteleri. Akşamı böyle güzel kılan elbette sizin bana eşlik etmeniz. Açıkçası isminizi çok duysam da sizi çok daha farklı hayal ediyordum." Nina'nın söylediği sözlerle dudaklarıma emir verip kıvrılmasını sağladım. Lanet olsun gülümsemek için bile kendimi zorluyordum.

"Peki leydim, beni nasıl hayal etmiştiniz?" Meraklı çıkartmaya çalıştığım sesimle beyaz dişlerini göstererek gülümseyen kıza baktım.

"Kaba olduğunuzu düşünüyordum majesteleri ancak siz gördüğüm en nazik adamsınız." Cevap verecekken savaşçılarımdan Fran'ın bana doğru koştuğunu gördüm. Yanımdaki leydiyi fark ederek adımlarını daha insancıl atmaya çalışması ben de gerçekten gülme isteği uyandırdı.

"Reis, gelmen lazım." İskoç savaşçılarım birilerinin yanında bana kralım, majesteleri diye hitap etse de yalnız olduğumuzda alışkanlık gereği reis derlerdi. Şu an leydinin yanında reis diye sesleniyorsa gerçekten acil bir durum olmalıydı.

"İzninizle leydim size kaleye kadar eşlik edeyim." Dediğimde Fran sabırsızca yerinde kıpırdanıyordu. Nina, "sorun değil majesteleri lütfen siz gidin ben dönerim" dediğinde içime sinmese de kafamı sallayarak Fran'la yanından ayrıldım.

"Gerçekten acil olsa senin için iyi olur Fran!" Dedim sert bir sesle.

"Davetsiz bir misafir reis. Ancak durum biraz tuhaf." Dediğinde merakım cazip gelerek sustum ve kalenin surlarına doğru yürüdüm.

Surlara geldiğimizde, bir düzine savaşçının kapıda alarma geçtiğini gördüm. Arkalarında zayıf, çok genç gösteren bir adam vardı. Giyimi tuhaftı ve yüzü gergin duruyordu.

"Sen kimsin?" Adama doğrudan sorduğum soruyla savaşçılarım onunla benim aramda duruyordu. Savaşçılara sertçe bakarak önümden çekilmelerini belli ederek adamın tam karşısına kadar yürüdüm. Savaşçılar dediklerime uysa da hepsinin kılıçları çekilmişti.

"Büyük Dougal Mclenan? Beni tanıyor musunuz?" Bu adam ne saçmalıyordu be?

"Buraya gelen sensin! Tanımam mı gerekiyordu? Tekrar soruyorum kimsin?" Artık ben de kılıcımı çekmiştim. Genç adam korku dolu gözlerle bir elime bir gözlerime baktı.

"Sizinle konuşmam gereken önemli bir konu var kralım. Bana beş dakika ayırır mısınız?"

"Derdin neyse hemen söyle ve geldiğin yere git. Davetsiz misafirlerden hiç haz etmem." sesimle yutkunan adamın elinde yeni fark ettiğim rulo haline getirilmiş ince bir defter vardı. Ruloyu açarak defteri bana doğru uzattı. Elim, belindeki kılıcımdan uzaklaşıp defteri tuttum ve "Bu ne?" Diye sordum.

"Bu defter bana ait majesteleri günlüğüm. Ancak içimde yazanlar oldukça tuhaf. Hatırlayamadığım şeyleri bu deftere yazmışım. Sizin isminiz de geçiyor bu yüzden okumanız gerektiğini düşünerek size geldim. Lütfen beş dakika verin bana!" Söylediklerinden hatırlayamadığım kelimesine takıldığım için deftere gelişigüzel baktım ancak meşale ışıkları burada yoğun olmadığı için yazıları seçemiyordum. Genç adamı başımla onaylayarak kaleyi işaret ettim.

Savaşçılarım kenara çekilince genç adamla birlikte bahçeye girdik. Kaleye girmeden banklardan birine yönelerek Fran'a "bankın çevresine ışık sağlayın" dedim. Savaşçılar bankın yakınlarına birçok meşale yakınca ortam daha da aydınlık olmuştu. Oturduğumda ismini bilmediğim tuhaf genç karşımda ayakta bekliyor, ilgi dolu bakışlarla klanın görünen kısımlarını inceliyordu. Sallanan bacağından tedirginliği de belli oluyordu.

"İsmim ne demiştin?" dedim tek kaşımı kaldırıp gözlerimizi kesiştirmeye çalışırken. Hızla bana döndüğünde, temkinli bir şekilde bir adım yaklaşıp elindeki ince defteri uzattı. Deftere uzanırken sesini duydum.

"İsmim Brad majesteleri. Bu benim günlüğüm. Geçenlerde yeni bir sayfayı yazarken ilk sayfama öylesine göz attım. Okuduklarım beni hayrete düşürdü çünkü ben yazdığım hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Aileme soracaktım ancak onlar bir iş için uzağa gittiler. Yazıda sizin isminiz geçtiği için size sormak istedim. Biliyorum bir yalancı olduğumu düşüneceksiniz okuyunca ancak teyit ettim. Gerçekten de o benim el yazım. Hatırlamadığım olay ve kişileri neden yazdığımı anlayamıyorum!"

Brad'in sözleriyle elindeki defteri çekerek aldım ve bankta geriye yaslanarak ilk sayfasını açtım. Connor'un onu hapsettiğinden bahsediyordu. Kurt klanı varisi Quany'nin Tuğra diye bir kızı olduğunu ve onunla savaşçısına yardım ettiğini okurken nefes alış verişlerim hızlanmaya başladı. Tuğra Kurt ismini gördüğümde nefes almayı bıraktım.

Bu isim...

Bende ki mektupta yazan isimdi.

Tuğra...

Ben de, Tuğra Duman yazıyordu oysa burada Tuğra Kurt olarak amcamın varisi olarak yazılmıştı.

Yazılana göre Brad, benim klanıma misafir olarak gelip kalmıştı.

Benim Brad'i Tuğra'dan kıskandığımı yazmıştı.

Üçümüz birlikte Brad'i ailesine teslim etmeye 9 rahip ormanına gittiğimizi yazmıştı.

Bizim düğünümüzde tekrar karşılaşacağımızı umduğunu yazmıştı...

Şaşkınlıktan satırları bir daha okudum. Bu ismi duyduğumda bile kalbim bin parçaya bölünüyormuş gibi hissediyordum ancak burada yazılanlar tam bir çılgınlıktı.

Onun, burada yaşadığı yazıyordu...

Diğer sayfaları hızla karıştırırken, Brad bana yaklaşarak müdahale edip 4 sayfa ileri atladı. Bu sayfada yine ondan bahsetmişti. Yazılanlara göre ona beslediği sevgi, bir erkeğin kadına duyduğu sevgi gibi değildi. Sanki hayranlık gibiydi. Rob'un ismini görünce bakışlarım satırlarda adeta dondu.

Rob'un, Tuğra'yı korumaya yemin ettiği yazıyordu. Ona hayat borcu olduğunu düşündüğü için Tuğra'nın peşinden ayrılmadığı yazıyordu. Tuğra'nın bir dostu olan Emir diye bir erkekten bahsediyordu. Emir'in çok geveze bir adam olduğunu ve Dougal'ın bile Emir'i sevdiğine şaşırdığından bahsediyordu.

Tuğra, Emir ve Rob...

Rob'un kaybolması...

Defteri hızla kapatarak bir süre kendime gelmek için nefeslerimin düzelmesini bekledim. Bütün vücudum ter içinde kalmıştı ve kışı sert geçen İskoçya'da şu an oturduğum yerde terliyordum. Kafamı kaldırıp Brad'e baktığımda "kimsin sen?" Diye sordum. Öyle sert sormuştum ki, çevredeki tüm savaşçılarım harekete geçmişti bile. Brad'in titrediğini görünce, sol elimi kaldırıp savaşçılarıma durmaları gerektiğini işaret ettim.

"Ben Brad. Ailemle İskoçya topraklarında bir köyde yaşıyorum. İnanın majesteleri sizi ilk defa görüyorum ancak isminizi elbette ki duymuştum. Bu defter için beni bağışlayın ama bunu görünce sizin de görmeniz gerektiğini düşündüm. Defterde onların ismi birkaç yerde daha geçince inanın şaşkınlıktan kafayı yedim. Ne yapacağımı bilemedim ama bir şeyler yapmam gerek diye düşünüp buraya geldim." Cümlesinin biter bitmez ayağa kalkıp, "gel benimle" dedim ve sert adımlarla kaleye yürümeye başladım.

Ben önde Brad arkada kaleye girdiğimizde, misafir salonunda gülme sesleri geliyordu. Nöbet tutan gri pelerinlilerden birine "Acilen leydi Melek ve Ewan'ı yukarıya çağır" dediğimde merdivenlere yönelmiştim bile. Brad'in yukarıya çıkmada tereddüdünü gördüğümde "yürü" diyerek merdivende ilerledim. Koşma tarzı seslerle Brad'in arkamdan geldiğine emin olup, çalışma odama girdim.

Yağ lambası yanıyordu ama yinede odadaki bütün mumları yakarak sandalyeme oturdum. Brad'in de karşı sandalyeme oturmasını işaret edince, Melek ve Ewan gelene kadar "Connor seni neden esir tutuyordu?" Diye sordum.

"Henüz 8 yaşlarındayken peşime eşkıyanın takıldı. Ormanda kaçarken Connor Mcarty'in babası ormanda avdaydı benim peşimdekileri fark ederek beni sakladı. Onları yanlış yönlendirip gönderince, bana o adamların kim olduğunu sordu. Osmanlı askeri dediğimde çok şaşırdı ama beni serbest bırakmayıp kalesine götürdü. Bir seneye kadar Mcarty kalesinde esirdim."

"Neden seni götürdü?" Diye sordum aklıma yatmayan kısımları anlamak için.

"Osmanlı tarafından arandığım için önemli biri olduğumu düşünmüş olabilir ancak öyle bir durum yok. Ben sıradan bir köylüyüm. Ancak o beni kale içinde serbest bırakırdı. Sadece dışarıya çıkmam yasaktı. O öldüğünde Connor klanı devraldı ancak o babası kadar nazik değildi. Benim hatırladığım kadarıyla ben oradan tek başıma kaçtım. Ancak o defterde bambaşka şeyler yazıyor." Cümlesi devam ederken çalınan kapıyla "gel" diyerek Brad'in susmasını sağladım. Melek ve Ewan şaşkın bakışlarla bir bana bir Brad'e bakıyordu. Onlara sandalyelere oturmalarını söyleyerek, masada duran defteri önlerine uzatıp bekledim. Onlar okurken elim rahat durmuyor ya çenemi kaşıyor, ya yüzümü sıvazlıyordum. Ayrıca içimde saçma bir heyecan da vardı.

Melek ve Ewan şekilden şekle giren suratlarıyla defteri okurlarken Brad onlara da olaylarıözetgeçmişti. "Osmanlı askerleri, İskoçya topraklarında neden senin peşindeydi?" diye sordum. Brad gözlerini kaçırarak "bilmiyorum" dediğinde onu gördüğümden beri ilk defa yalan söylediğini de anladım. Bu konu zaten beni ilgilendirmezdi ama o günlük benimle ilgiliydi.

"Bu saçmalık da ne?" Ewan'ın yüksek çıkan sesine göre Melek kaşlarını çatmış düşünüyordu.

"Bu deliyi buraya getirip dinlediğine inanamıyorum!" Diye devam etti Ewan.

"Bir dakika Ewan, Dougal sendeki matarada da Tuğra Duman yazıyordu. Ayrıca Emir'de geldiğim yerde kullanılan bir isim. Tuğra ve Emir, Pençe timinin askerleri olabilirler ancak onların burada yaşamaları söz konusu bile değil! Rob'un Tuğra'nın hep yanında olduğu da yazılmış ve Rob günlerdir kayıp. Kaybolduğu günün önemini biliyorsunuz, mağara günüydü..." Ewan'ın sözlerini keserek konuşmaya başlayan Melek'i dinlerken parmaklarımı masada sırayla vurarak düşünüyordum.

Elimi kaldırıp kilitli çekmecemi açarak, odada bulduğum defteri çıkartıp masanın üzerine koydum ve Brad'in önüne ittirdim.

"Yazmayı seven zeki birine benziyorsun. Bu defterde bir şifre var çözebilir misin?" Brad, deftere eğilerek ilk sayfasını açtı ve anında kaşlarını çattı. Bir süre incelerken Ewan ve Melek kendi aralarında bu konuyla ilgili tartışıyorlardı.

"Latin alfabesine göre mi acaba?" Diye kendi kendine mırıldanan Brad'e bakmadan Melek'e döndüm.

"Sizin orada Latin alfabesi kullanılıyor değil mi?" Ewan'la tartışmaya ara veren Melek, "evet" diyerek tartışmaya geri dönmüştü. Ben de düşünceler içinde boğuşuyordum. Mantığa sığmayacak olayların tek bir açıklaması vardı.

O resimdeki insanları sadece benim klanıma gelip ortalığı karıştırmakla kalmamış, Brad denilen bu adamın evine de gizli girmişlerdi.

Amaçları neydi?

Neden gelecekten buraya gelip gizli bir şekilde evimize sızıp izlerini bırakıp gitmişlerdi?

Sanırım denedikleri bir şeyler vardı.

Buraya bıraktıkları izlerin, gelecekteki yansımasını görmek istiyorlardı belki de...

"Tamam susun artık bırakın tartışmayı. Melek, senin insanların gizlice kendilerinden izler bırakmışlar. Gelecekte izleri görebilecekler mi diye denemiş olabilirler. Brad'i de öylesine seçtiklerini düşünüyorum. Belki bilmediğimiz başka insanların evlerinde de kendilerine ait izler bırakmıştırlar. Zamanla anlayacağız." Dedim.

"Türk askeri sızma konusunda çok iyidir Dougal. Dediğin gibi oldu diyelim ancak bu adamın el yazısını taklit etmeleri ve elbette Galcede bilmeleri gerekiyor ki o yazıları yazsınlar." Melek'in sözleriyle gelecekteki insanların kendilerini ne kadar çok geliştirdiğine bir kez daha şahit olarak ürperdim. Kimse onları görmeden klanıma girip benim odamın olduğu katta bir misafir odasına eşya koymuş ve birçok parçayı arkasında bırakmışlardı.

"Tek mantıklı açıklama bu Melek. Bu insanları tanımıyoruz ama burada yaşamış gibiler. Tek mantıklı açıklaması bu." Sözlerimle aklım çelişmiyordu ancak kalbim çelişiyordu.

"Bence bir daha gelmeyi deneyecekler. Seneye mağara günü orada onları bekleyip amaçlarını sormalıyız." Ewan'ın söyledikleri benim de aklımdan geçiyordu. Bence burada ne işleri varsa henüz bitmemişti.

"Majesteleri bence bu defteri yazan kişi her harfin karşılığında bir sayı kullanmış. Hangi harfin hangi sayıya denk geldiğini çözersek defteri de okuyabiliriz." Melek, Brad'in yanına giderek deftere doğru eğilip baktı. "Bunu pek önemsememiştim ama sanırım önceliği bu deftere vermeliyiz." Diye mırıldandı.

"Brad, bu defteri çözene kadar klanda kalacaksın. Melek sen de ona yardım et yazılan dili sen biliyorsun. Ewan, seninle güney klanları hakkında konuşmayı da sonraya erteleyeceğiz. Hepimizin ilk işi artık bu defteri çözmek olmalı. Misafirlerimiz gittikten sonra ben de size yardım edeceğim." Hepsi beni onayladığında odadan çıkmak için ayağa kalkmışlardı.

"Brad'e uygun bir oda ayarlayın ve sizden istediği her şeyi bulup ona verin." Ewan kafasını sallarken memnun gözükmüyordu. Bilinmezlik onu her zaman gererdi ancak bitti sandığım bu saçma olaylar dizisi sandığım kadar basit değildi.

Tahminime göre Rob'un kaybıyla o insanların bir alakası vardı...

Herkes odadan çıktığında Melek bir süre durup bana doğru döndü. Söylemek istediği bir şeyler var gibiydi. Tek kaşımı kaldırıp ona baktığımda derin bir nefes verdi.

"Dougal, bu söyleyeceğimi yanlış anlama ama söylemem gerektiğini hissediyorum. Bak haddim değil belki ama senden bir şey rica ediyorum."

"Nedir?" Diye sordum meraklanarak.

"Şu kız, Nina. Onunla evlenmeyi düşündüğünü biliyorum. Sizin buralarda flört, tanışmak gibi kavramlar yok bunu da biliyorum. Senden ricam Nina'yla evliliği bir süre ertelemen. En azından şu iş çözülene kadar bunu yapman."

"Neden benden böyle bir şey istiyorsun?" Yerimde dikleşerek sorduğum soruyla Melek kaşlarını çatıp bakışlarını masaya dikti.

"Bilmiyorum Dougal bunu mantıklı bir şekilde açıklayamıyorum ama o mağara gününden beri kendimi çok garip hissediyorum. Bunu Ewan'la bile paylaşmadım yanlış anlamasını istemediğim için ama sanki bir şeyler eksikmiş gibi geliyor. Bazen durup dururken yanımda birini arıyorum ama kimse olmadığını biliyorum. Ya da bazen yemek salonuna ineceğim vakit ayaklarım beni bu kattaki boş misafir odalarına götürüyor. Bunu bilerek yapmıyorum ve fark ettiğim zaman benim burada ne işim var diyorum kendime. Söylediklerimin saçma geldiğinin farkındayım ama yanlış bir şey yapmanı istemiyorum. Seni bir senedir tanıyorum ve seni de bu aralar çok dalgın görüyorum. Hızlı aldığın bir kararla yanlış yapmanı istemiyorum. En azından o askerleri bulana kadar bekle, lütfen." Melek'in söylediklerini şaşırarak dinledim çünkü anlattıklarını harfiyen yaşıyordum. Hatta çok daha fazlasını. Ben hep kendimde bir sağlık sorunu var diye düşünüyordum ancak aynı şeyleri onun da yaşaması çok saçmaydı. Sanırım İngiltere'yi ele geçirmemiz herkesi yıpratan bir süreç olmuştu. Biraz kendime ve yakınımdakilere tatil hediye etmem geriyordu. Melek doğru söylüyor olabilirdi. Evlilik kararımı aceleye getirmemem gerekirdi. Bunu, Nina'ya hissedemediğim duygular yüzünden bile erteleyebilirdim ama benim konumumdaki insanlar için duygular çok da önemli değildi.

Önemli olan iyi bir eş ve varisti.

Ben artık İskoçya kralıydım. Zaten bir gün evlenecektim.

"Artık çok geç Melek. En kısa sürede o kadınla evleneceğim." Dediğimde duyduğum seslerle kaşlarımı çattım.

"Reis, reis Dougal" dışarıdan gelen telaşlı seslerle sandalyemden ayağa kalktım. Melek'te kapının önünden bir adım geri çekilmişti. Odamın kapısı çalınmadan, hızla kapıya yürüyerek açtım.

"Neler oluyor?" Diye sordum nefes nefese kalmış koşan savaşçılarıma.

"Görmeniz gereken bir şey var. Sur kapısında, Rob geldi..."

Melek'le aynı anda birbirimize bakıp koşarcasına odadan çıkmıştık.

***

.

2 gün önce

TUĞRA

O kadar özlüyordum ki...

Tüm bedenimi esir alan bu duygularla başa çıkamıyordum artık.

Ben böyle olacağını tahmin edemiyordum.

Görmeyince, bir zaman sonra duygularım da azalır ve en sonunda biter sanmıştım.

Ben hayatımda hiç özlem çekmemiştim ki...

Buraya gelmem en mantıklı olandı. Timimi, ailemi, Emir'i yalnız nasıl bırakabilirdim?

Ancak Dougal'a olan duygularımın bu kadar yoğun olduğunu göremeyecek kadar görev odaklı bir insandım.

Çünkü ben böyle öğrenmiştim...

Allah aşkına ben bir askerdim! Elbette doğru olanı yapacaktım.

Fakat o kadar pişmandım ki, onsuz nefes bile alamıyordum artık. Pişmanlık tüm ruhuma işlemişti. Artık her şey için çok geçti. Ben gitsem bile o beni affetmezdi ki.

Onu terk etmiştim...

Her şey bitmişti artık. Bu sene içinde evlenecekti. Belki de o Nina denilen kızla tanışmıştı bile.

Beni hemen nasıl silebilmişti? Bu kadar mı kızgındı bana? Nefret mi ediyordu yoksa gittiğim için?

Yanına gidebilsem, beni affeder miydi?

Ya geri dönmeye çalışırsam? Ve o evlenme kararında kararlı olursa? Ben ne yapardım o zaman? Buradan, çok uzaktan, gelecekten olayları öğrenmek farklıydı. Oraya gidip bunlara şahit olmak apayrıydı. Ben bunu kaldıramazdım.

Ya, klanda kimse sen ne yapıyorsun? Tuğra'yı nasıl unuttun da mı demediler bu adama? Melek, Ewan, savaşçılar, köylüler, hatta çocuklar?

Demek ki beni yeterince sevmiyordu. Belki sadece bir hoşlantıydı. Evet, artık bunu kabullenmiştim. O beni sevmedi.

Demek bensiz mutlu oluyor...

Kendi kendime kırılıyordum işte.

Ancak şu son olaylardan sonra bildiğim bir şey vardı ki, benim oraya tekrar gitmem gerekiyordu. Dougal için değil, Brad'le konuşmak için. O semboldeki aileyi bulmam gerekiyordu.

Şehzade Ali'yi.

Ailem hakkımda bilgiye ulaşmak istiyorsam, oradan başlamam gerekiyordu. Şehzade Ali neredeydi? Karısı, bebekleri neredeydi? Onlar da mı benim gibi zaman yolcusuydular?

Ben o bebek miydim? Yoksa atalarımdan biri miydi?

Bu fikir, Dougal'ın adına düzenlenen müzedeki eşyalarının görsellerini incelediğimde daha da netlik kazanmıştı.

Odamda parkenin altına sakladığım ve yanıma almadığım kol saatim, o müzede eşyaların arasındaydı.

Akşam da ana haberlerde ve tüm sosyal medyada, saatimin görseli vardı.

"Dünya şokta, bilim insanlarının yaptığı araştırmaya göre 2010 yılında üretilen Casio marka saat, 300 yıl önce yaşayan ilk İskoçya kralı Dougal Mclenan'ın özel eşyaları arasında bulundu. Bilim dünyası bunun mümkün olmayacağını söylüyorken, incelemeye alınan saatin 300 sene önceye ait olduğu kanıtlandı." Haberleri Emir koşarak getirip telefondan göstermişti. Sosyal medyalarda saatimin görseli ve '300 yıllık' yazan başlıklar vardı. İşin kötü tarafı, saati bana babam hediye etmişti ve arkasında TD yazıyordu. Yakınım olan herkes, o saatin bana ait olduğunu bilirdi. Timimin bu haberleri görmesi sıkıntı olmazdı çünkü her şeyi biliyorlardı ancak annem ve babam için artık çok geçti.

İkisi de haberleri görmüştü. Ancak akla mantığa sığmayacak bu olayda, saatin benim olduğuna asla ikna olmazlardı. Zaten tüm gün dalgınlardı ve bazen bana uzun uzun bakıyorlardı. Annemin bazen koluma dikkatle bakıp saatimi aradığını fark ediyordum ancak kendine gelirmiş gibi bir hareket yapıp gülümsüyordu. Olayın saçmalığı herkes için sorundu. Ben de hiçbir şey olmamış gibi normal davranmaya çalışıyordum.

Neden Dougal ya da Melek o saati yok etmemişlerdi?

Melek bunun başımıza çok iş açabileceğini nasıl düşünmezdi?

Nico'nun bahsettiği özel eşya olayı buydu sanırım. Acaba o ne düşünüyordu?

Çalan telefonumla, ekranı kendime çevirdim. Göktürk abi arıyordu.

"Efendim komutanım?"

"Haberleri gördün değil mi? Tuğra, buraya geri dönerken saatini orada nasıl bırakırsın? Aklından ne geçiyordu?" Göktürk komutanım fısıldayarak konuşuyordu.

"Abi, Melek'in bir şekilde yok edeceğini düşünüyordum. Orada sevdiğim birine hatıra bırakmak isteyip parkenin altına saklamıştım ancak belli ki saatimi kimse bulamamış. Üzgünüm ama iki gün konuşulup unutulur merak etme. Dünyada böyle tuhaf olaylar ilk defa olmuyor."

"Kızım sen iyi misin? Ya saatin sana ait olduğu anlaşılırsa?" Göktürk abi kızarken beni korumak için kızdığını biliyordum.

"Ünlü bir marka abi o. Kaç milyon kişiye satılmıştır nereden bulsunlar. Yazıyı yazan adam bile unutmuştur kaç sene geçti, merak etme. Siz nasılsınız diğerleri nasıl anlat bakalım." Konuyu değiştirerek sorduğum soruyla Göktürk abi bıkkın bir nefes verdi.

"Tuğra, sıkıntı var. Komutanla konuştum, sizin izin süreniz belirsizmiş. Bir senedir ortada yoktunuz ve şehit haberi yüzünden fotoğraflarınız tüm medyada ifşalandı. Ayrıca üstler senin Cem Duman'ın kızı olmandan memnun olmadı. Tüm magazinde siz varsınız. Hamdi albay aktif askerliğe devam edemeyebileceğinizi geveledi."

Oturdum yerden hızla ayağa kalkarak sesimi yükselttim. "Bu da ne demek abi?"

"Biliyorum, aynı tepkiyi albaya verdim. Diyor ki biz dağda terörist avlıyoruz. Onların tüm kimliği ifşalanmışken nasıl güvende olacaklar. En başta aileleri tehlikeye girecek. Bundan sonra askerlik hayatları pasif devam edebilir. Çok üzgünüm Tuğra. Biz izin aldık şimdi İstanbul'a geliyoruz Kadir'lerle. 2 saate sizde oluruz abicim." Diyerek telefonu yüzüme kapattı. Sinirden hızlı hızlı solurken, telefonu duvara fırlatıp parçaladım. Demek pasif görev? Ne ben ne Emir asla masa başı askerlik yaparak emekli olamazdık...

Ben bunu Emir'e nasıl söyleyecektim?

***

"Ne demek pasif görev? Ne hatamız olmuşta bizi pasif göreve getirmeyi düşünüyorlar?" Emir'e hakkımızda alınan kararı pat diye söylemeye karar vermiştim ama sonuçları beklediğimden bile daha fenaydı. Emir tüm yalıyı inletiyordu bağırmalarıyla.

"Oğlum üzme kendini elbet bir çaresi vardır hem geçici olabilir. Biraz gündemden uzak kalınca magazinde sizi unutacaktır eminim." Annemin sakinleştirme çabaları da sonuçsuz kalıyordu çünkü Emir'in elinde tarihi eser bir vazo vardı şu an.

Vazonun değerini kafamda canlandırıp, "Şimdi sakin ol bırak o vazoyu" diye devam etti annem. Rob, tepkisiz bir şekilde koltukta oturup Emir'in delirmesini izliyordu. Ona gözlerimi açarak baktığımda bıkkın bir ifadeyle ayağa kalktı ve hızla Emir'e yaklaşarak elindeki vazoyu kaptı. Ancak Emir'de bırakmayınca annemin hangi açık arttırmadan aldığını bilmediğim vazo havaya uçtuğunda, annemle aynı anda vazoya doğru koştuk.

Havada çarpıştığımızda ben vazoyu tutmuştum ki annem yere yapışarak boylu boyunca uzandı. O esnada Rob'ta Emir'in boğazından tutup onu durdurmaya çalışıyordu.

Odaya tam o an giren babam, Göktürk komutanım, Yusuf abi ve Kadir abiyle elimde vazo onlara bakakaldım. Babam kocaman büyüttüğü gözleriyle bir yerdeki anneme bir Emir'i boğazlıyor gibi gözüken Rob'a, bir de elimdeki vazoya baktı ve kaşlarını çattı.

"Ne oluyor burada?" Bağırarak sorduğu soruyla Rob, Emir'in boğazını bırakmıştı. Göktürk abi hızla odaya dalarak Emir'e sarıldı ve kulağına bir şeyler fısıldadı.

"Tuğra'yla çarpıştık hayatım bir şey yok." Diyerek ayağa kalkan annem üzerindeki elbisesini düzeltiyordu.

"Ne demek bir şey yok Serpil? Bağırışınız sokaktan bile duyuluyordu. Neler oluyor?" Göktürk komutanım ne söylediyse Emir biraz durulmuştu ama sinirden hızlı hızlı nefes alıp veriyordu.

"Baba, bizi masa başına vermişler Emir'le" babam konuyu biliyormuş gibi kafasını salladığında Kadir abi ve Yusuf abi yanıma geldi.

"Halledeceğiz Tuğra merak etmeyin" diyerek bana sarıldılar.

"Hoş geldiniz abi. Kusura bakmayın karşılamaya gelecektik ama haberi alınca unuttuk."

"Önemli değil abicim Cem bey sağ olsun havaalanına geldi. Size destek olmak için geldik. Biz, her zaman yanınızda olacağız unutmayın." Göktürk komutanım da yanıma geldiğinde babam kolunu annemin omzuna koyarak kendine çekmişti.

"Komutanım Pençe timine ne olacak?" Diye sordum. Göktürk abi kafasını aşağıya eğerek burnunun kemerini sıktı.

"Time yeni üç asker gelecekmiş. Sizin tayininiz çıkacakmış. Yani artık aynı şehirde bile olmayabiliriz. Biz Pençe timi Hakkari'de kalmaya devam edeceğiz." Gözlerimi tüm gücümle sıkarak gözyaşımın akmaması için uğraştım. Ben bu meslek için o kadar zor eğitimlerden geçmiştim ki iki gazeteci yüzünden tüm emeğim heba oluyordu. Yediremiyordum. Gerçekten kanıma dokunuyordu. Ben buraya bunun için mi gelmiştim yani? Dougal'ı masa başı çalışmak için mi terk etmiştim?

"Bir zaman sonra başka bir haber çıkacak ve siz unutulacaksınız. O zamana kadar göreviniz pasif olacak. Sonra belki aktif göreve geri dönebilirsiniz üzülmeyin." Yusuf abinin sözleriyle Emir sandalyeye sert bir tekme atarak, "kaç sene bekleyeceğiz abi? O kadar yıl sahalarda olmamak bize ne yapacak? Bir daha asla sahaya çıkmamıza izin vermeyecekler. Tecrübemiz azalacak, yaşımız geçecek, rütbemizin yükselmesini beklerken saha olmadan ne işe yarayacak?" Emir her kelimesinde haklıydı. Bize yapılan haksızlıktı.

"Üzülmeyin çocuklar ben bir yolu var mı diye araştıracağım." Babamın sözleriyle şaşkınca ona döndüm. Benim askerliği bırakmamı isteyen adam, bu uğurda beni silen adam şimdi askerliğe dönmem için elinden geleni yapacağını söylüyordu. Babamın yanına yürüyerek hızla boynuna sarıldım. Karşılık verdiğinde kafamı omzuna yaslayarak gözlerimi kapattım ve bir damla gözyaşı akıttım.

***

Timimin ailemin evinde olması garip gelse de çok hoşuma gitmişti. Hep birlikte güzel bir yemek yemiştik. Babam ve Göktürk komutanım iyi anlaşmıştı. Babamın timimi sevdiği çok belli oluyordu çünkü onlarla konuşurken uzun uzun cümleler kuruyordu. Annemi ise sürekli bana bakarken yakalıyordum. Hâlâ saat muhabbetinde kaldığını biliyordum ancak bir şey sormuyordu ki konuyu babam açtı.

"Tuğra, sana hediye ettiğim saatin nerede kızım?" Babamın cümlesiyle annem hızla bana dönmüştü. Kafamı kaldırdığımda Emir'le göz göze geldik. Ayvayı yedin der gibi bakıyordu. Emir, biraz daha toparlamıştı kendini ama benim içimde hâlâ fırtınalar kopuyordu.

"Kaçırıldığımız gün almışlardı." Dedim boğazımı temizleyerek. Babam, kaşlarını çatsa da konuşmaya devam etti.

"Şu müzede bulunan saati gördünüz mü çocuklar? Ne ilginç bir olay değil mi? Serpil canım sen ne düşünüyorsun sen daha iyi bilirsin bu konuları." Annem çatalını bırakıp babama tebessüm etti.

"Böyle şeyler imkansız Cem'cim. Bence haberler her şeyi abarttığı gibi bunu da abartıyor. Kral Dougal'ın..." Dediği an annem bana bakmıştı. "Zamanından kalma bir saat nasıl 2010 yılında üretilmiş olabilir ki? Hadi ama çok saçma" diyerek çatalını tekrar aldı ve etinden kestiği lokmayı batırarak ağzına attı. Annemin sözleriyle masada derin bir sessizlik oluşmuştu. Annem ve babam dışında gerçeği herkes biliyordu. Babam, konuyu kapatmamaya yemin etmiş gibi devam etti.

"Çocuklar mutlaka görmüşsünüzdür o saatin aynısını Tuğra'ya hediye etmiştim. Hatta arkasına baş harflerinden TD bile yazdırdım. Müzedeki saatin arkasında da harfler var." Cümlesi biten babam kahkaha atınca, kendimi zorla güldürerek dudaklarımı iki yana kıvırdım. Emir'de samimiyetsiz bir şekilde gülüp konuyu değiştirmek için kolları sıvadı.

"Cem amca, araba koleksiyonun bir efsane. Senin garajında benim hayallerim var." Babam Emir'e gülümseyerek arkasına yaslandı. Babam da arabalara bayılırdı ve ilgisini çeken konuyla saat muhabbeti kapanmıştı şükür.

"Öyle mi? En çok hangisini beğendin..."

***

Yemekten sonra annem ve babam odalarına çekilince, biz hep birlikte bahçeye çıkmıştık. Salona açılan camlı kapıyı kapatıp masaya oturduğumda, denizin tuzlu kokusunu içime çektim. Manzaramız gerçekten akşamları çok hoştu. Köprü ışıl ışıldı ve üzerinden geçen arabalar gözüküyordu. Rob, dalgın dalgın köprüye bakıyordu. Emir'ler ise hâlâ askeriyedeki olayı konuşuyordu.

"Ne düşünüyorsun Rob?" Diyerek sandalyeyi yanına çekip oturdum. Bana dönmeden derin bir nefes alıp göğsünü şişirdi.

"Dünyalarımız arasındaki farkı düşünüyordum. Burada her şey çok daha kolay gibi. İnsanlar yaşamak için hayatını tehlikeye atmıyor. Düzen var, kanun var. Kadınlar daha özgür. Teknolojiye ve eğitime önem veriliyor. Işık var Tuğra! Her yerde ışık var. Üstelik mum bile değiller. Baksana her renkten ışıklar var. Benim dünyam karanlık Tuğra. Savaş var, ölüm var, mücadele var. Hayat, yaşam zor ama ben oraya aidim. Oraya dönmek istiyorum ama seni bırakmakta istemiyorum. İki dünya arasında kaldım." Elimi uzatıp Rob'un omzuna koyduğumda buruk bir tebessüm sundum. Çünkü ben de kendimi iki dünya arasında hissediyordum. Burada olmam yanlış hissediyordum. Onun gibi bakışlarımı köprüye çevirerek devam ettim.

"Geldiğimizden beri biz sana bu dünyanın güzelliklerini göstermeye çalıştık Rob. Sandığının aksine bu dünyada hiç adalet yok. Savaş, ölüm, mücadele burada da var. İnsanlar yemek yemek için bütün gün çalışmak zorundalar. Kadınlar evet lafta özgür ama erkek hegemonyası sessiz de olsa hep var. Bu dünyada her gün binlerce kadın ve çocuk öldürülüyor. Dünya, hangi zamanda olursa olsun çok kötü Rob. Sadece bunu yapış şekilleri farklı." Rob, bana dönerek gözlerime bakmaya başladı.

"Geldiğin için pişman gibi davranıyorsun Tuğra. Her gün internet denilen zırvaya bakıp onu araştırıyorsun. İnsanlar gülüşürken dalgın oluyorsun, güldüğünde ise sahte gülüyorsun. Seni en son ne zaman gerçekten gülerken gördüğümü biliyor musun? Melek'lerle seyir tepesinde yaptığınız sohbette." Rob'un sözleriyle arkamı dönerek bizimkileri kontrol ettim. Tekrar Rob'a döndüğümde,

"Sana söylemek istediğim bir şeyler var Rob. O mağara ile ilgili." Diyerek sandalyemi ona biraz daha yaklaştırdım.

"Mağaranın ay tutulmasında açıldığını biliyorsun. Günümüzde ay tutulmalarının tarihi hesaplanabiliyor. Bu konuyu araştırdığımda beni şaşırtan bir şey gördüm." Rob, merakla bana bakıyordu.

"Ay tutulması sandığımızın aksine yılda iki kere olabiliyormuş. Bu sene iki ay tutulması, bir güneş tutulması olacak. Ay tutulması için 6 ay daha var ancak 2 gün sonra güneş tutulması olacakmış. Mağara güneş tutulmasında da açılabilir belki bilmiyorum. Ancak gitmen için bunu denemeliyiz."

"Sen olmadan gidemem Tuğra." Sözüm biter bitmez net bir sesle konuşmuştu.

"Ben burada gördüğün gibi güvendeyim Rob. Ancak orası senin yurdun. Bu seçeneği değerlendirip gidip bakmalıyız." Rob, bakışlarını kaçırarak tekrar köprüye döndü.

"Bunu bir düşün" diyerek yanından ayrıldım.

***

Ertesi gün annem ve babam bir davet için evden ayrılmıştı. Göktürk abi, Yusuf abi, Kadir abi, Emir ve Rob ile birlikte bahçede kahvaltı yapmıştık. Rob, dün geceki konuşmamızdan beri dalgın duruyordu. Timim, askeriyede hakkımızda alınan kararı atlatabilmemiz için sürekli makara yapıyor, ilgimizi çekecek tatil önerileri sunuyor, dikkatimizi başka yönlere çekmeye çalışıyordu. Emir, Rob gibi sessizdi ve sürekli bir şeyler düşünüyormuş gibiydi. Onun sessiz olması bana da yansıyordu ve abilerimi üzmemek için arada gülümseyip sohbetlerine katılıyordum.

Kahvaltıdan sonra Rob, önemli bir şey söyleyeceğini söyleyerek bizi salonda toplamıştı. Hepimiz koltuklarda oturmuş Rob'un söyleyeceği şeyi bekliyorduk. Onun dalgın hallerinden konuşacağı konunun dün geceki konuyla ilgisi olduğunu biliyordum.

"Evet anlat artık." Kadir abinin sessizliği bozmasıyla Rob ayağa kalktı. Ayağındaki postallara bir bakış atarak elini pantolonunun ceplerine soktu.

"Yarın güneş tutulması olacakmış. Ben mağaradan geçmeyi denemek istiyorum." Sözleri ortama buz gibi bir etki yaratmıştı. Öyle ki Emir'in gözleri dolmuş suratı kıpkırmızı olmuştu. İkimiz de Rob'un varlığına öyle alışmıştık ki sanki doğduğumuzdan beri berabermişiz gibi hissediyorduk.

"Güneş tutulmasında açılıp açılmayacağını bilmiyoruz Rob. Bizden bu kadar sıkıldıysan bir sene beklemen gerektiğini biliyorsun." Emir'in bozuk bir ses tonuyla söylediklerinin ardından Rob ile göz göze geldik.

"Denemek istiyorsa buna engel olma gibi bir hakkımız yok Emir. Rob'un evi o mağaranın ardında, ondan bunu esirgemek haksızlık olur." Göktürk abinin sözleriyle Emir ayağa kalkıp Rob'un yanına yürüdü ve boynuna hızla sarıldı.

Bu sahneye daha fazla dayanamayıp ayağa kalktığımda, yere kadar uzanan pencerenin önüne gitmiştim. Kollarımı göğsümde bağlayarak fırtına yüzünden dalgalı denizi izlemeye başladım. İnverness'te ki deniz kadar hırçın değildi İstanbul boğazı. Üzerinde akıp giden teknelere ve gemilere ise hiç sahip değildi.

"Yarın yolcu etmeye o mağaraya gideceğiz. Ben gidip hazırlanayım. Gece yola çıkarız. " Bir süre sonra konuştuğumda salondaki herkes sessizdi. Onlara bakmadan odama çıkarak kapıyı ardımdan kapattım ve hazırlıklara başladım. Güneş tutulması gündüz saatlerinde olacağı için yola bu gece çıkmalıydık.

Odama geldiğimde üzerimdeki her şeyi çıkartarak boy aynasında kendime baktım. Belime kadar gelen saçlarımı açık bırakmış uzun uzun bakıyordum. Banyoya yönelerek sıcak suyu açtım ve suyun altına girerek vücudumdan akmasını sağladım. Elime gelen şampuanı alıp uzun saçlarımı köpürttüm ve güzelce 3 sefer yıkadım. İşim bitince tüm vücudumu duş jeliyle yıkayıp duruladım ve havluya sarınıp odama geri döndüm. Aynanın karşısına tekrar geçtiğimde havluyu üzerimden bırakıp yine çıplak kaldım ve kasıklarımdaki zambak dövmesini elimle okşadım. Gözümden bir damla yaş aktığında gülümsüyordum.

Sadece zambak değil, bana artık her şey onu hatırlatıyordu...

Tüm vücudumu kremleyerek siyah bir sutyen ve takımı olan tanga çamaşırı giyinip siyah, boğazlı kazağı üzerime geçirdim. Siyah dar bir kot pantolonu giyerek çoraplarımı ve siyah spor ayakkabılarımı da giyerek yanımda getirdiğim zambak broşunu pantolonumun cebine iğneleyerek son kez aynaya baktım. Saçlarımı alnımdan itibaren örmeye başlarken diplerden kendi bal rengimin de epeyce çıkarak sarı ışıltıları alt kısımda bıraktığını fark ettim. Saç örgüm bittikten sonra derin bir nefes alarak odamdan dışarıya çıktım.

Rob'un odasına geçerek küçük bir valize onun için kıyafet ve ilaçlar koydum. Onun hazırlık yapmayacağını biliyordum bu yüzden bu görevi ben üstlendim. Rob'un odasından çıktığımda elimde iki küçük valiz vardı. Mağaradan geçerken havuzun altından yüzeceği için eşyalarını su geçirmez bir naylona sararak valize yerleştirmiştim. Orada ihtiyacı olabilecek her şeyi koymuştum. Hazırlığım bittiği an aşağıda annemin ve babamın sesini duyarak merdivenlere yöneldim. Annem ve babam, Rob'un gideceğini duymuştu ve salonda bir vedalaşma havası vardı. Onu başta tuhaf bulsalar da bu kısacık sürede bile kolay alışmışlardı.

Babam elimde valizlerle merdivenden inerken beni görünce yanıma gelerek valizleri elimden almaya çalıştı ama onu gülümseyerek durdurdum. İki valizi de tek elime alıp boşta kalan elimle babamın koluna girerek salona girdim.

"Kızım, biz de geliyoruz" diyen anneme kafamı bir kere sallayarak karşılık verdim. Mağara artık sınır ötesinde kalmadığı için oraya hep birlikte gitmemiz sorun olmayacaktı.

"Herkes hazırsa çıkalım mı artık?" Emir ve Rob yan yana oturuyordu. Sözlerimle ikisi de aynı anda ayağa kalkıp önden giderek dış kapıya yöneldiler. Ardından timim ve annem ile babamla ben de giderek evden çıktık.

Babam, haberi alınca özel uçağını hazırlatmıştı. Uçakla gitmemiz bizim için daha kolay olacaktı. İki arabaya binerek valizleri bagaja yerleştirdim. Rob'un sevdiği paketli atıştırmalıklardan da koymuştum. Orada, bir süre onu idare edecek kadar. Valizi açıp atıştırmalıkları gördüğünde gülümseyip bu dünyayı hatırlayacağını biliyordum.

Araba yolculuğumuz, uçak yolculuğumuz, ardından tekrar araba yolculuğumuz derken mağaraya yaklaşık bir saatlik mesafe kalmıştı. Uçaktan indiğimizde babamın yine ayarladığı büyük bir minibüse bitmiştik hep birlikte. Şimdi kayalık ve ıssız arazide ilerliyorduk. Annem ve babam soru sormamıştı. Onlara sadece Rob'un evine gideceğini söylemiştik onlar da biz de geliyoruz demişlerdi. Nereye gideceğimizi bile pilotla konuşarak ben söylemiştim. Eski sınır ötesi olan şimdinin Surtan şehri diye bilinen, mağaranın olduğu yerde indiğimizde ailem oldukça şaşırmıştı.

Şimdi kayalık, boş, kahverengi toprağın hakim olduğu yerde araba yolculuğu yaparken ise daha fazla merakta kalamayacaklarmış gibi bakıyorlardı ki babam sorusunu sordu.

"Biz böyle nereye gidiyoruz? Rob, eve gidecek dediğinizde İngiltere veya İskoçya'ya gideriz diye düşünüyordum. Türkiye'nin en güneyine indik." Babamın sorusuyla annem etrafa bakarak kaşlarını çatıp bir şeyler düşünüyordu.

"Cevap verecek mi biri? Tuğra?" Babama dönerek kafamı hafif yana eğdim ve tebessüm ederek yanağına bir öpücük kondurdum.

"Baba, merak etme doğru yöndeyiz. Rob, evine gidiyor." Babam aklımızı kaçırmışız gibi bana, ardından ses çıkartmayan diğer herkese baktı. Üzerinde hâlâ takım elbisesiyle bakışlarını annem gibi camdan akıp giden boş yola çevirdi.

"Yaklaşıyoruz ancak yollar bozuk. Araba daha fazla ilerlemez." Arabayı kullanan Kadir abinin sesiyle, bundan sonra yaya devam edeceğimiz belli olmuştu. Arabayı yavaşlatıp durdurduğunda, minibüsten tek tek inmeye başladık. Güneş bir saat önce doğmuş güzel bir kızıllık vardı gökyüzünde.

Güneş tutulması burada saat 07:32'de başlayacaktı...

Tam bir buçuk saatimiz kalmıştı.

Emir, bagajdan valizleri alınca bizim yönlendirmemizle yürümeye başladık. Annem, topuklu ayakkabı giydiği için yürürken zorlanıyordu. Kadın yurt dışına çıkacağımızı sanırken kendini dağda bulmuştu. Etrafa temkinli bakışlar atarak babamın koluna girmiş birlikte ilerliyorlardı. Göktürk abi, Yusuf abi ve Kadir abi de annem gibi etrafı izleyerek yürüyorlardı. Burası Türkiye toprağı da olsa dağda olduğumuz için her an bir çete veya kaçakçı gibi insanlarla karşılaşabileceğimizi söylemişlerdi. Emir, ben ve Rob yan yana gidiyorduk. Emir'in morali çok bozuktu. Önce askerlik görevimizdeki sıkıntı, şimdi Rob'un gitmesi onu çok üzmüştü. Daha da çok üzüleceği şeylerle karşılaşacağını bilmeden şu an üzgün bir ruh halindeydi.

Mağaraya yaklaştığımızda babam ve annem sürekli soru soruyorlardı. Hatta babam Rob'a kaçakçı falan mısın? Diye bile sormuştu. Hiçbirimizden adam akıllı cevap almadığı için de delirmek üzereydi. Mağarayı görmeden onlara durumu nasıl açıklayabilirdik ki? Bizi deli sanırlardı.

Uzakta mağara gözüktüğü zaman cebimden ekranı kırık telefonumu çıkartıp saate baktım. Telefonumun kılıfını kapatıp bel çantamın içine koyduğumda Emir derin bir nefes aldı. Yolun sonuna gelmiştik ve tutulmaya tam 15 dakika kalmıştı.

Mağaranın önündeki durduğumuzda, arkamızda kalan ailemiz de bizimle birlikte durup etrafa bakmaya başladılar. Timim, mağaranın sırrını bildiği için gözlerini her bir taşta gezdiriyorlardı. Burası gerçekten de bir mucizeye şahitlik yapılan bir yerdi. Rüzgarın bir anda sert esmesiyle, Emir'in açık bıraktığı saçları savrularak yüzüme çarptı. Ona yaklaşıp kafamı omzuna yaslayıp onunla birlikte ben de mağarayı izlemeye devam ettim.

"Ee, niye geldik şimdi buraya? Burada biriyle mi buluşacağız?" Babamın sesiyle bakışlarımı mağaranın girişinden ayırıp gökyüzüne çevirdim. Havada hiç bulut yoktu ve açık gri renginde gökyüzünde güneş çok parlak değildi. Güneşin kendisi parlak değildi ancak etrafına yaydığı gökyüzü kısımlarında kızıllık hâlâ vardı.

"Anne, baba" diyerek arkamı dönüp onlara baktım. İki adım atarak tam karşılarına geldiğimde, kafamla mağarayı işaret edip "Rob'un evi orada, mağarada" dedim. Annem, meraklı ve korkmuş bakışlarla bakıyordu. Babam ise anlamaya çalışır gibi.

"Ne demek..." Babamın sözünü elimi havaya kaldırarak kestim.

"Baba, biz hiç Meksika'da değildik. Biz Emir'le bir şekilde o mağaradan girerek başka bir zamana geçtik." Anneme döndüm. "Anne, araştırdığım kral Dougal'ın zamanında yaşadık, onlarla tanıştık. Rob, onun savaşçılarından biri. Bizimle bir şekilde buraya geldi ama şimdi geri gitmeyi deneyecek. Güneş tutulması 10 dakikaya başlayacak. Eğer işe yararsa, 1701 yılına geri dönecek."

Annem dilini tutmuş gibi dursa da gözleri dolmuştu. Babam ise kıpkırmızı olmuştu ve kocaman gözlerle bir bana bir mağaraya bir diğerlerine bakıyordu.

"Benim kızım ne saçmalıyor?" Diye timime doğru bağırdı.

"Baba" dedim ellerimi yanaklarına koyarak bana bakmasını sağladım.

"O müzede bulunan saat, bana aitti. O saatin arkasına baş harflerimi sen yazdın. O saatin fotoğrafına internetten bir daha bak. Gerçeği anlayacaksın."

"Bu, nasıl mümkün olabilir?" Annemin sesiyle elimi babamın yüzünden çektim.

"Anne, baba sizi çok seviyorum" diyerek bizimkilere baktım arkamı dönüp. Hepsi Rob ile vedalaşıyordu. Tekrar annemlere döndüğümde gözümden ardı arkası yaşlar akarken boynumdaki kolyemi tutarak dışarıya çıkarttım.

"Benim orada yapmam gereken bir şey var," dedim kolyemi tutup onlara gösterirken. Sözlerim sessiz ortama bomba düşmüş etkisi yarattı. Arkama dönüp kardeşlerime bakamıyordum ama annem ağlayarak kafasını iki yana sallıyordu. Babamın gözleri kıpkırmızı olmuş, donmuş hareketleriyle bir tek göz bebekleri gözlerim arasında gidip geliyordu.

"Asla!" Dedi Emir arkadan ancak gülümseyerek annemlere bakmaya devam ettim.

"Bunun sırrını orada bulacağıma eminim. Büyük bir iz yakaladım. Bu size veda etmek mi bilmiyorum ama bir gün belki tekrar karşılaşabiliriz. Sizi çok seviyorum. Ailem olduğunuz, beni sevdiğiniz, büyüttüğünüz, öğrettiğiniz her şey için çok teşekkür ederim. Anne, ağlama lütfen ölmeyeceğim merak etme. Baba, benim hayatım orada." Babamın bana hızla sarılmasıyla kafamı göğüsüne yaslayarak kokusunu içime çektim. Ondan ayrılıp annemle de sarılırken kazağına hep göz yaşlarım akmıştı. Arkamda hissettiğim insanlarla, annemden ayrılıp arkama döndüm. Timim sırayla dizilmiş bana küskün bakışlarla bakıyorlardı.

"Tuğra, aktif göreve dönmeniz için elimden geleni yapacağım lütfen gitme." Göktürk komutanımın sesi komutandan çok abi gibi çıkıyordu. Hafif titriyor ve bana her an gitmemem için yalvaracakmış gibi duruyordu.

Bu ani aldığım bir karar değildi. Geldiğim günden beri bunu düşünüyordum. Dougal'ı araştırdığım o saatlerde mağarayı da araştırıyordum. Günlerdir ay tutulmaları üzerine çalışıyordum. Emir'ler sürekli Dougal'a baktığımı düşünseler de ben aslında gitmek için hazırlık yapıyordum. Ay tutulmaları hakkında yazılmış bilimsel makaleler ve efsanelerin hepsini ezberlemiştim. 9 rahip olayını araştırmıştım. O olayda eski bir efsane olarak geçiyordu ve efsaneye göre 9 rahip mağarası İskoçya'daydı. Bunu zaten biliyordum. Günümüzde turistik bir yerdi.

Bir rivayete göre dünyanın yer kabuğunda bu mağaraların hepsi tünel görevi görüyormuş. Dünyanın çekirdeğine açıldığı düşünülen kapılar varmış ve o kapılardan çekirdeğe yaklaşarak tünellere girilebildiği yazıyordu. İskoçya'da olduğu gibi dünyanın her yerinde bu kapılardan olabileceği, ancak tektonik hareketlerle yer kabuğunun doğal hareketleri ile çoğu tünelin kapalı olabileceği tahmin ediliyordu. Bilim insanları bu tüneller için şöyle diyordu: depremleri oluşturan fay hatlarının kesişim yerleri bu tünellerdir. Dünyanın manyetik çekirdeği bu tünellere yakın olduğu için iki levha çarpışarak yer küreyi sarsıyor...

Türkiye'de ise 3 tane ana tünel olduğu kesinleşmişti. Nevşehir, Adıyaman ve İstanbul. Bilim insanları bu tünelleri koruma altına alarak belli bir yere kadar turist kabul edilmesine izin veriyordu. İstanbul'da bulunan tünelin üzerine, Osmanlı döneminde bir Rasathane inşaa edilmişti ancak araştırdığım hiçbir kaynakta Surhak'ta yani arkamızda bulunan mağara geçmiyordu. Sanırım burası hâlâ keşfedilmemiş tünellerden biriydi ve üzerine bir şeyler inşaa edilmemişti.

Geldiğim günden beri yaptığım bu araştırmalara, 1701 yılından itibaren 10 senelik ay ve güneş tutulmalarının tarihlerini de eklemiştim. Hepsini bir yere not ederek naylon poşetle örtüp valize koymuştum. Ayrıca dünya tarihi ile ilgili önemli tüm olayları not almıştım. Elbette notu, Dougal'ın kalesinde bıraktığım defterdeki şifreleme sistemime göre yazmıştım.

"Komutanım, üzgünüm. Ben bunu yapacağım. Her şey için teşekkür ederim, hakkınızı helal edin." Göktürk abi hızla bana sarılırken bakışlarım gökyüzüne döndü. Güneşin etrafında yoğun bir koyulaşma başlamıştı. Bu gün, uzun seneler boyunca ilk defa gerçekleşen -tam güneş tutulması- yaşanacaktı.

"Helal olsun Tuğra. Kendine dikkat et."

Göktürk abiden ayrılıp Yusuf ve Kadir abiyle sarılırken, Emir ve Rob bana bakarak mağaranın yakınında bekliyorlardı. Emir'in gözleri babamdan bile daha kırmızıydı. İki eli de yumruk olmuş, valizlerin iplerini sıkıyor ve sadece bizi izliyordu. Rob'un yüzü ifadesiz olsa da onunla geleceğim için mutlu olduğunu biliyordum.

Annem ve babamın yanından zor da olsa ayrılıp timime bir kez daha bakarak Emir'lerin yanına yürüdüm. Tam Emir'in karşısında durduğumda, diğerlerine arkam dönük kalmıştım.

"Emo!" Dedim ona kızdığım zamanlarda söylediğim gibi. Emir'in dudakları anında kıvrılarak gözünden bir damla yaş düştü ve omzuna hızla silerek burnunu çekti.

"Özür dilerim. Sen nereye, ben oraya her zaman, biliyorum ancak ben bu sözümü bugün tutamayacağım." Emir, kafasını aşağı yukarı seri bir şekilde sallayarak bir daha burnunu çekti ve Rob'a bakarak gülümsemeye devam etti. Bakışları Rob'tan ayrılıp bize doğru gelen diğerlerine döndü. Onunla birlikte ben de kafamı çevirdiğimde annemin, babamın omzunda ağladığını gördüm. Timim de perişan gözüküyordu.

"Biliyorum Tuğra. Özür dileme seni çok iyi anlıyorum." Diyen Emir'e döndüğümde gözyaşlarım ardı arkasına akmaya devam etti. Elimi uzatıp ondan valizleri alacağım sıra elini geri çekerek bana vermeyip Rob'a uzattı.

Valizlerden birini, kendim için hazırlamıştım.

Tekrar Emir'le göz göze geldiğimizde, "Beni unutma kardeşim. O çakma Hulk'la evlen ve lütfen buradaki düzenimizi bozacak çılgınlıklar yapma," demişti hem ağlayıp hem gülerek. Onunla aynı anda ben de güldüğümde başka bir şey konuşmadan sımsıkı sarıldık. Emir'le sarıldığımız an, annemin hıçkırığını ensemde hissetmiştim. Emir'den ayrılıp anne ve babamla son kez sarılırken, Rob'un "vakit gelmek üzere" dediğini duydum. Kafamı sallayıp annemlerden ayrıldığımda, bakışlarım gölgelenen havada gökyüzüne çevrilmişti.

Güneş tutulması başlamıştı.

Benim gibi herkes gökyüzüne bakarak tekrar bize dönmüştü. Emir, sıkı sıkı tuttuğu diğer valizin iplerindeki elini gevşeterek onu da Rob'a uzattı. Aldığı valizlerle mağaranın girişine adım atan Rob'un arkasından beklemeden ben de içeriye girdim ve kapıda dönüp son kez herkese baktım.

Ve, içeriye girdim...

***

Mağaranın yol ayrımına Rob önde ben arkasında ilerlerken arkamda duyduğum sesle anında durup bedenimi arkaya çevirdim.

Birisi koşarak geliyordu.

Beni vazgeçirmeye çalışacaklardı yine ancak kararımı çoktan vermiştim.

Niko'nun getirdiği Brad'in günlüğünü okuduğum gün, kararımı verip hazırlıklara başlamıştım.

Bel çantamdan çıkardığım el fenerimin ışığını gelene doğrulttuğumda, bize doğru koşanın Emir olduğunu gördüm.

"Emir?" Dediğimde hızla boynuma sarılıp ensemden tutup kafamı göğüsüne yasladı.

"Sen nereye, ben oraya. Ben nereye, sen oraya Tuğra. Benden kurtulabileceğini mi sandın?" Duyduğum sözlerle ona sarılırken gülümsemeye başladım.

"Emin misin Emir? Buna mecbur değilsin. Pişman olmanı istemiyorum."

"Şiiiii" diyerek benden ayrılıp gözlerime baktı.

"Hem ben olmasam Melek'le başınızı dertten kim kurtaracak? Hulk kral ve Çapkın yamuk ağızlı Ewan'la kim uğraşacak. Onlara birinin bela olması gerekiyor ama değil mi?" Sözleriyle kahkaha atarak arkamı dönüp Rob'a baktım. Elindeki valizleri yere bırakıp yanımıza geldi ve gülümseyip iki kolunu açarak ikimize birden sarıldı.

Hissettiğimiz sallantıyla birbirimizden ayrılarak çıkışa baktım. Ardından kafamı mağaranın koridoruna çevirip "acele etmeliyiz" diye seslendim.

Tek sıra halinde havuzlu odanın olduğu koridora doğru koşmaya başladık...

.

Günümüz

Melek'le birlikte kaleden koşarak çıkıp bahçeye, ardından ana sur kapısına doğru koşmaya başlamıştık. Arkamızdan savaşçılar da koşuyordu. Ancak bizi görenler bir sorun olduğunu düşünüyor olmalıydı ki peşimize takılmış kalabalık artıyordu. Tam arkamızdan savaşçılar dışında Ewan, Arthur, Cora, Alanna ve Nina'da bir sorun olabileceğini düşünüp bizimle gelenler arasındaydı ancak biz çok hızlı koştuğumuz için geride kalmışlardı.

Surlara yaklaştığımda Melek'in "Rob geldiğine göre Türk'lerin iyi insanlar olduğuna emin olmuşsundur Dougal" dediğini duydum ama Rob'u görene kadar emin olmayacaktım. Belki onu kaçırıp kötülük etmiş olabilirlerdi. Amaçlarını bilmiyor, çözemiyordum ama büyük bir amacı oldukları, artlarında bıraktıkları kanıtlardan belliydi.

Açık sur kapısına çıktığımda, karşımda Rob'u sağ salim görünce derin bir nefes vererek koşmayı bıraktım. Melek'te benimle aynı anda durmuştu. Rob'un yanında iki erkek daha vardı ama loş ışıkta yüzleri pek seçilmiyordu. Rob'tan gözlerimi ayırmadan birkaç adım daha atarak ona yaklaştım. Baştan aşağıya incelediğimde ıslak ve tuhaf kıyafetleri olduğunu görüp kaşlarımı çatsam da sağ salim olması içimi rahatlatmıştı. Rob, amcamın en iyi savaşçısıydı ve benim topraklarımda kaybolmuştu. Bu yüzden kendimi bu olayda mesul tutuyordum ve yıllardır tanıdığım bu adamı, güvenip seviyordum.

"Tanrı'ya şükür iyisin" diyerek elimi omzuna koydum. Rob, hâlâ tepki vermemiş çatık kaşlarla bir bana bir sağ tarafındaki adama bakıp duruyordu. Gözlerini takip ettiğimde bakışlarım sağındaki adama döndü ve aynı anda duyduğum hıçkırık sesiyle kaşlarımı bir daha çattım.

Adam, kafasındaki beresini çıkardığı an onun bir kadın olduğunu anladım.

Tepkisiz bir şekilde yüzünü inceledim.

Bana öyle tuhaf bakıyordu ki bakışları direkt kalbime ağrı girmesine sebep olmuştu. Korkmuş bir genç kadındı ve güvende hissettiği için bana beklenti içinde bakıyor olmalıydı.

Kim bilir başlarına neler gelmişti.

Kadın, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu...

Ve gerçekten bana çok tuhaf bakıyordu...

Anladığım farkındalıkla Rob'u kendime çekerek belimdeki kılıcı hızla aldım ve karşımdaki kadının boynuna doğru savurup boğazında durdurdum. Etini hafif kesmiştim ve en ufak hareketimle boğazını parçalayabilirdim.

Bal rengine benzeyen büyüttüğü dolu gözleri, meşalenin ışığında parlıyor ve gözlerimden ruhuma işliyordu.

Bu koku...

Kadının yüz ifadesi, dehşete düşmüş gibiydi ancak elimden kolay kurtulamayacaklardı.

Bu o kadındı,

Fotoğraftaki kadın...

...

.❤️


Loading...
0%