Yeni Üyelik
54.
Bölüm

54. Bölüm

@ebrumelek

Keyifli okumalar🤍

.

Melek

Çalışma odasından çıkan Tuğra'nın peşinden giden Dougal'dan sonra kısa bir an sessizlik oluşmuştu. Alanna'yla göz göze geldiğimde onun abisinin arkasından kaşlarını çattığını gördüm. Ewan'da, Emir denilen askere sert bakışlar atıyordu.

"Benim ismimi bile bildi!" Diyerek kapının önünde bekleyen Fran'a döndü Ewan'ın bakışları. Daha fazla burada durmak istememiş gibi ayağa kalktığında kimseye bir daha bakmadan odadan dışarıya çıktı. Fran, kendi kendine konuşmuş gibi olunca bozulup sustu ve dik bir şekilde durmaya devam etti.

"Bu olanlara gerçekten inanamıyorum." Rob'a doğru bakarak konuşan Alanna ile Emir hızla kafasını kaldırıp ona bakmıştı. Tek kaşını kaldıran Emir, bir şey demeden bana dönmüştü.

"Beni gerçekten tanımıyor musun?" Diye sordu. Kafamı iki yana sallarken devam etti.

"Albay Hamdi Pınar, Tuğra kaybolduktan sonra arama kurtarma görevi başlattı. Bizim Pençe timi ile sizin JÖH bölüğü, ortak operasyon düzenledik. Helikopterden karargaha geldiğiniz an beni gördün ancak ilk sohbetimiz helikopterde oldu." Kafamı iki yana sallarken düşüncelerimi tekrar o operasyon gününe götürdüm. Karargaha geldikten sonrası zihnimde bölük pörçüktü. Bir timle birlikte olduğumuzu biliyordum ancak o timi hatırlayamıyordum. Elimi alnıma koyarak daha fazla düşünmeye çalıştım ama yoktu, bomboştu. Zihnimde timdeki askerlerin yüzleri de isimleri de silinikti. Zaten geceydi ve yüzlerinde bereler vardı. Tek bildiğim mağaranın oraya geldiğim ve askere ait kan izi bularak kendimi havuza soktuğum kısımdı.

"Beni hâlâ arıyorlar mı?" Diye sordum Emir'e cevap olarak. Kafasını iki yana sallarken arkasına yaslanarak derin bir nefes verdi.

"Üçümüz de şehit olarak kayıtlara geçmişiz. Bizim gidişimizle ortalık karıştı. Onlara Meksika'ya kaçırıldığımızı söyledik. Tim komutanımız Göktürk Timur, bir kılıf uydurarak işin üstünü kapattı ancak askerliğimiz pasif hale geldi. Senin nerede olduğunu bilmediğimizi söylemiştik." Emir'in sözleriyle aklıma kız kardeşim gelerek gözlerimi sıkıca yumdum. Kim bilir nasıl perişan olmuşlardı. Bencillik yaparak onları düşünmeden burada kalmaya karar vermiştim ancak Emir'lerin giderek ne kadar doğru bir karar verdiklerini şimdi daha iyi anlıyordum.

"Peki şimdi ne yapacaksınız?" Diye sordum hem Emir'e hem Rob'a bakarak. Emir'in kırgın bakışlarını yakaladığımda anlık ifadesini düzelterek sahte bir tebessüm sundu. Onu hatırlamadığım için mi bozulmuştu?

"Tuğra gideceğiz dedi. Rob, sen de eşyalarını al istersen." Emir bana bakmadan cevap verirken Rob ayağa kalkıp kapıya yönelmişti ki kapı ondan önce açılıp Tuğra içeriye geri geldi. Yüz ifadesi az öncekine biraz daha iyi gibi duruyordu. Göz göze geldiğimizde silik bir tebessüm bile etmişti bana. Dougal'la acaba ne konuşmuşlardı?

"Bir süre burada kalalım mı? Yarın albay gelecekmiş onunla görüşür konuşuruz. Hem belki bir şekilde hafızaları yerine gelir?" Tuğra son cümleyi söylerken bir bana bir Alanna'ya bakmıştı ancak Alanna yüzünü buruşturup ayağa kalkınca, Tuğra'nın ifadesi anında bozularak suratını astı.

"Hatırlanacak ne olacaksa? Bu saçmalığa beni inandıramazsınız!" Alanna, sözlerini ortaya söyleyip bir hışımla kapıdan dışarıya çıktı. Kapıyı arkasından gürültüyle kapatınca, geride iğne atsan yere düşme sesi çıkacak bir sessizlik oluştu. Emir'in de suratı bozulduğunda ayağa kalkıp anında Tuğra'yla sarıldılar.

"Bu saçmalığa katlanıp kendimizi üzmenin anlamı yok Tuğra. Bir an önce defolalım şuradan" Rob'da ayağa kalınca bir film izler gibi onları izliyordum. Ne ara bu kadar bağlanmıştı bunlar. Rob ki sessiz, kendi halinde, insan sevmeyen bir adamdı!

"Ne derseniz uyacağım?" Diyen Rob bir elini Tuğra'nın, diğer elini Emir'in omzuna koymuştu.

"Kalmak istiyorum" Tuğra'nın sözleriyle nedense ben de derin bir nefes aldım. Burada kalmalarını istiyordum. Emir, kafasını sallarken Tuğra'nın sesini duydum tekrar.

"Dougal, 1 saate akşam yemeği olacağını söyledi. Üzerinizi değiştirin de yemekte buluşuruz." Kaşlarımı çatarak onu dinledim çünkü akşam yemeğini yemiştik. Dougal neden akşam yemeği yiyeceğiz demişti ki?

Rob, kenarda duran valizlere yürüyerek eline aldı ve hep birlikte odadan çıkmaya başladılar. Tuğra, odadan çıkmadan bana çok içten bir gülümseme göndermişti.

Tuğra

Odaya geldiğimde içimde hem sıkıntı, hem üzüntü, hem kırgınlık, hem sevinç ve dolu dolu aşk vardı. Dougal, odamı hiç dokunmadan bırakmıştı. Asıl olay bu değildi elbette; vazoya çalışan kızların çiçek koymayacağını biliyordum. Boş, kilitli bir odaya neden çalışan kızlar canlı çiçek koysun ki? Bu kesinlikle Dougal'ın işiydi. Bu olay bende öyle bir umut doğurmuştu ki belki de hiçbir şey için hâlâ geç değildir. Sadece Dougal'ı doğru yönlendirerek bana olan hislerini hatırlamasını sağlayacaktım. Bunu da elbette kendim gibi olarak yapacaktım. Ancak Dougal'ın dibindeyken ona dokunmadan, sarılmadan, öpmeden nasıl duracaktım bilmiyorum. Onunla ilişkimiz çok ileriye gitmese de bazı şeyleri yaşamıştık ve yakınlaşmıştık. Kendini durduran hep Dougal olmuştu ama buna şu an minnettardım. Beni unutunca yaşadığımız özel anları da unutması beni daha fazla kahrederdi. Gerçi ilk öpücüğümüzü bile hatırlamaması içimi yakarken, elimden gelen tek şey bardağın dolu tarafını düşünmek oluyordu.

Evet Dougal'ı deli gibi istiyordum hâlâ. Kokusunu soluduğumda bile ellerim ona dokunmak için karıncalanmaya başlıyordu. Dougal, bir bağımlılık gibiydi benim için. Hele araya giren özlem sonucu ona olan hislerim farklı bir boyuta evrilmişti. Adeta ona kendimi yapıştırıp yanında yaşamak istiyordum ancak buraya geldiğimde bütün hayallerim tuzla buz olmuştu. Tüm dünya tepeme yıkılmış gibi hissetmiştim. Şu vazoda duran iki tane çiçek sayesinde tutunacak ve çabalayacak bir dal bulmuştum kendime. Umutsuzca kendimi hatırlatmak için çabalayacaktım.

Gülümseyerek çiçekleri öptüm ve kendimi yatağa atarak boylu boyunca uzandım. Birkaç dakika daha uzanıp düşünerek öylece durdum. Alanna'nın tepkisi beni çok rahatsız etmişti. Ewan'da biraz tepkili gibi olsa da en azından düşman gibi bakmıyordu

Bir şeyleri kafasında mantığa oturtmaya çalışıyordu. Arthur'un şoktan sesi soluğu kesilmişti. Fiona'yı ise hâlâ görememiştim ve ona tepki vermeden nasıl davranacağını bilmiyordum. Dougal'ın kral olmasıyla Arthur kıdemli komutanlığa yükselince karısı Fiona'da çoktan mutfakta çalışmayı bırakmış olmalıydı.

Alanna zaten iyi niyetli ve tatlı bir kızdı. Onun gönlünü bir şekilde alıp yeniden arkadaş olabilirdik. Melek, içlerinde en ılımlı olandı. Bakışları boş değil meraklı ve ilgiliydi.

Dostlarımı tekrar tek tek kazanabilirdim.

Önce şu Nina olayını çözmem gerekiyordu ancak onun yolu da Dougal'dan geçiyordu. İlişkileri ne boyuttaydı acaba? Ya da bir ilişkileri var mıydı? Bunun düşüncesi bile yüzümü buruşturmaya yetmişti.

Bir de Brad'le özel ve önemli bir konuşma yapmam gerekiyordu. O neden klandaydı acaba? Dougal'larla tanışmaları benim sayemde oluyordu ancak ben burada yokken ve unutmuşlarken onlar nasıl bir araya gelmişlerdi?

Sırayla hepsini çözecektim evelallah.

Ayağa kalkıp elbise dolabıma yürüdüm ve Dougal'ın en beğendiği yeşil elbiseyi askısından çıkarttım. Üzerime tutup gülümserken, yatağın üzerine bıraktığım elbiseyle kıyafetlerimi çıkartmaya başlamıştım bile.

***

Yemek salonuna inerken bir elimle elbisenin eteğini tutuyordum. Saçlarımı tekrar örüp tepede topuz haline getirmiş, yüzüme yanımda getirdiğim valizimdeki kremlerden birini sürmüştüm. Alt kattaki büyük holde bekleyen savaşçılar, beni ilk defa gördüklerini sandıkları için bakışları kısa bir an bana dönmüş ardından önlerine tekrar geri dönmüşlerdi. Buradaki savaşçıların hepsini tanıyordum, ailelerine kadar. Hatta, yemek salonunun önünde bekleyen daha gençlerini bile. Birkaç ay önceye kadar savaşçıların arasına katılmak için eğitim alan 17 yaşındaki çocuk eğitimi geçmişti anlaşılan.

Ona tebessüm ettiğimde heyecanlı bir hızda yemek salonunun kapısını açmıştı. Teşekkür ederken yemek salonuna göz atmıştım. Dougal, en başta oturuyor hemen yanında Ewan ve Alanna suratsız bir ifadeyle yemeğin başlamasını bekliyorlardı. Melek, Ewan'ın yanında bana küçük bir tebessüm susunca elbisemi beğendiğini anlamıştım. Yüzümü ifadesiz tutmaya çalışsam da Dougal'ı görmenin heyecanıyla içim içime sığmıyordu. Onun bakışları elbisemde ve saçlarımda kısa bir an takılı kalmış ardından masadaki dolu yemek tabaklarına geri dönmüştü. Yüzüm asılmak istese de kendimi frenleyip Melek'in yan tarafına doğru yürüyüp oturdum. Benim oturduğum an Ewan boğazını temizlemişti ancak vazgeçmiş gibi ağzını açıp bir şey söylememişti.

Masada oturup diğerlerini beklerken sessizlik hakim olsa da, Melek bu sessizlikten rahatsız olmuş gibi bakışlarını bana çevirdi ancak ne söyleyeceğini de bilemiyor gibiydi. Ona döndüğümde göz göze gelince kısa ve çekingen bir tebessüm daha yollamıştı.

"Alanna, nasılsın?" Diyerek masadaki garip sessizliği bozdum ancak Alanna cevap vermek için birkaç saniye duraksamıştı. Abisine bakarak tekrar bana döndüğünde kibar olmaya çalışan ancak bunu zorla yaptığını çok iyi bildiğim yapmacık bir ifadeyle, "İyiyim teşekkürler leydim siz?" Diye sormuştu. Alanna'nın bu bakışlarını bir tek Cora'nın üzerinde gördüğüm için moralim bozulmuştu. Benim sevecen, tatlı arkadaşım yok olmuştu, her şey gibi...

"Resmiyete gerek yok bana Tuğra diyebilirsin. Ya da Tuggra, sen nasıl istersen." Diyerek tebessüm ettim. Alanna, sözlerimle yine gülümseyerek "Tuğra" demişti ancak yumuşak g harfini söyleyemediği için yine "Tuggra" diye telaffuz edince, Melek şaşkın ve parlak bakışlarıyla bana döndü.

"Buna gerçekten inanamıyorum" diye mırıldanmıştı Alanna. Sözlerinden sonra tebessümümü yüzümde korurken Dougal'la göz göze geldik. Bana, beni ölçüp tartıyor gibi bakıyordu. Aynı ilk tanıştığımız, beni casus sandığı günlerde olduğu gibi.

Kapının açılmasıyla kızıl bir kafa görüp yüzümü buruşturmaktan kendimi alamadım. Dougal, kapıdan tarafa bakmamış hâlâ beni izliyordu ve tepkimi de yakalamıştı. Göz göze geldiğimiz an bakışlarımı kaçırarak önümde tabaktaki ete baktım.

"Herkese iyi akşamlar. Akşam yemeği yemiştik ancak Alanna'dan tekrar yemek yenileceğini duyunca katılmak istedim sakıncası yoksa?" Kızıl kafa sözlerini Dougal'a bakarak söylemesiyle masanın altında ellerimi yumruk yaptım. Kıskançlıktan çatlıyor patlıyordum adeta. Cora'yı bir kere bile asla kıskanmamıştım. Hatta ben Dougal'ı hiçbir kadından kıskanmamıştım çünkü Dougal bana olan ilgisini çok net belli ederdi. Şimdi onum bu kadınla evleneceğini bildiğim için tüm masayı ateşe vermek istiyordum. Dougal ona kafasını sallayıp masayı işaret ederken, kızıl kafa memnun bir tebessüm sunarak bana dönmüş ve kindar bir ifadeyle bakmıştı. Ardından masada gelip tam karşıma oturmuştu.

Melek masanın altında yumruk yaptığım ellerimi fark etmiş gibi uzanıp sol elimi tutunca, şaşkın bakışlarım Melek'e döndü. Bana gülümsediğini gördüğümde, kırgın ancak burnunu dik tutmaya çalışan bir kız çocuğu olan kalbim onun bu ani yakınlığı ile sarsılmıştı. Bana rahat ol bakışı atan Melek'e ben de gülümseyerek tekrar önüme döndüm.

Yine açılan kapıyla, Emir ve Rob gözükmüştü. İkisi de üstlerini değiştirmişler ancak Rob için hazırladığım valizdeki siyah kot pantolon ile kazaklardan birini giymişlerdi. Bir örnek gelip kimseden izin almadan pat diye masada yanıma oturan Emir ile Rob kısa bir an Dougal'a baksa da, Dougal'ın baş hareketiyle kızıl kafanın yanına oturmuştu.

"Afiyet olsun" diyen Dougal elini kaldırıp kaşığını tuttuğu an herkes yemeğine başlamıştı. Kızıl kafa çorbadan aldığı her yudumun ardından Dougal'a baksa da Dougal kimseye bakmadan çorbasını içiyordu. Ben de çorbamı içmeye başladığımda soğuduğunu fark ettim ancak bozuntuya vermeden içmeye devam ettim.

"Bu ikinci akşam yemeğini neden yiyoruz?" Yemeğe başlamadan konuşan Ewan ile bu sorunun cevabı için meraklı bakışlarımı Dougal'a yönelttim. Dougal, kaşığını bırakıp benimle göz göze gelince bakışlarını benden çekmeden, "misafirlerimiz için" dediğinde dudaklarım hazır bekliyormuş gibi iki yana kıvrıldı. Emir yandan kolumu dürtünce ifademi düzeltip yemeğime geri döndüm.

"Misafirlerimizle tanışamadık? Buraya gelmenizle ilgili hiçbir şey anlamasam da başka bir ülkeden geldiğiniz sonucunu çıkarttım. Savaşçı Rob'un bir akrabası falan mısınız?" Duyduğum ince ses, kızıl kafadan gelmişti. Bir anda kalbimin kulakçık ve karıncıklarından pompalanıp tüm vücudumu dolaşan kan, kaynar suyla buluşmuş gibi kaynamaya başladı. Kız hemen klanı sahiplenmişti. Cevap vermedim ama gözlerimi dikip dik dik bakmayı da ihmal etmedim. Kızıl kafada bana aynı şekilde karşılık verince birkaç saniye sofrada bakıştık ancak Rob'un araya girmesiyle bakışmamız sona erdi. "Kurt klanı varisi Tuğra Kurt. Benim de hanımım akrabam değil" demişti Rob. Kızıl kafanın yüzünde sinir dalgası geçtiğinde aynı kindar bakışlarımı Dougal'a yolladım.

"Siz kimsiniz?" Diye sordu Emir ben Dougal'a bakarken. Tekrar kızıl kafaya döndüğümde nazik bir ifadeyle Emir'e tebessüm ettiğini gördüm.

"İrlanda temsilcisi Oscar Sophie'nın kızı Nina Sophie." Kendini tanıtmasıyla Emir gelişigüzel kafasını sallamıştı. Bozulmuş ama bunu belli etmemeye çalışan Nina, gülümsemeye devam ediyordu.

"Ne krallar, iş adamları, paparazziler gördüm ben hıh" diye mırıldanan Emir'e gülümseyerek kafamı salladım. Emir'e sonuna kadar hak veriyordum. İrlanda temsilcisiymiş!

Dougal'ı yemek boyunca gözlemlemek içimdeki kötücül duygulara da iyi gelmişti çünkü bir kere bile Nina'yla göz göze gelmemişlerdi. Demek ona karşı bir şeyler hissetmiyordu ya da hisleri henüz çok yeniydi. Nina konuşurken baksa bile diğerlerine nasıl bakıyorsa ona da öyle bakıyordu. Geç kalmamıştım...

Yemeğin sonlarına doğru Nina'nın sesiyle kaşığım elimde dönüp kaldı. "Majesteleri, bu akşam da bana eşlik eder misiniz?" Diye sormuştu hemde İngilizce olarak. Yemek boyunca ayıp olmasın diye herkes İngilizce konuşsa da Nina denilen kız beni takmadığını belli edercesine İskoç Gaelce'si konuşup duruyordu. İşin komiği anlamadığımı sanıyordu ancak ona bildiğimi belli etmemiştim. Bir de çok boş konuştuğunu fark etmiştim. Sırf Dougal'ın dikkatini çekmek için saçma sapan konulardan bahis açıyordu. Ancak bahsettiği konuların hiçbiri Dougal'ın ilgi alanı değildi. Dougal ise kibarlık olsun diye dinleyip arada kafasını sallıyor ve aynı hızla önündeki yemeğe sanki günlerdir yemek yememiş gibi dönerek ağzına tıkıyordu. Merakla Dougal'ın cevabını beklerken bakışlarım onun yüzündeydi.

"Bugün yorucu bir gündü leydim" cevabıyla dudaklarımı ıslatıp kaşığımı tabağımın kenarına koydum ve arkama yaslanarak Nina'ya baktım. Bozulsa da gülümsemesini asla eksiltmemişti. Dikkatle incelemeye devam ettiğimde gözlerinde yatan hin bakışları bana dönmüştü ancak yüzü hâlâ tatlı bir tebessüme ev sahipliği yapıyordu. Bu kız bence oynuyordu. Hayır ona olan kıskançlığım için bunu söylemiyordum bu kız gerçekten göründüğü gibi değildi. Fiona'dan sonra kimseye kolay kolay güvenmeyecek ve her hareketini takip edecektim. Bu kızın tek derdi kraliçe olmaktı. Bulmuş Dougal gibi bekar, yakışıklı bir kral hiç kaçırır mıydı?

"Herkese iyi akşamlar" Dougal'ın sesini tekrar duyduğumda hızlıca ayağa kalkmıştı. Bakışları kısa bir an gözlerime değdiğinde anında kaçırıp kaçar adımlarla yemek salonundan ayrılmıştı.

***

Herkes dağıldığında odama gitmek yerine, savaşçılara Brad'in kaldığı odayı sormuştum. Söyledikleri kata çıktığımda kapıyı birkaç kez tıklatarak cevap vermesini bekledim.

Saniyeler içinde açılan kapıyla Brad yatak kıyafetleri ile kapıyı aralamıştı. Beni görünce yüzünde şaşkınlık oluşsa da tedirginlik hatırı sayılır kadar fazlaydı.

"Leydim?" Dediğinde hızla sözünü kestim.

"Konuşabilir miyiz çok önemli?" Brad sözlerimle bir süre durup gözlerime baktı ardından kafasını olumlu anlamda salladı.

"10 dakikaya bahçede buluşalım." Diyerek hafif tebessüm ettim ve arkamı dönüp kapısından ayrıldım. Merdivenlere yönelip kendimi bahçeye attığımda özlediğim manzarada gözlerimi gezdirdim. Klandaki her bir ağaç bile aynıydı. Sert, soğuk havayı derince içime çektiğimde üzerimdeki pelerine sarılıp bahçenin içinde kısa bir gezintiye çıktım. İleride gözüken eğitim alanına bakışlarımı değdirip buruk bir gülümseme sunarak yürümeye devam ettim. Bu bahçenin her yerinde bir sürü anım vardı. Ben yürürken anılarım baktığım yerlerde canlandı. İleride olduğunu bildiğim banka ezber adımlarla yürürken oturup tam karşımda kalan kale kapısına bakarak Brad'i beklemeye başladım.

12 dakika sonra Brad bahçeye çıkıp kafasını sağa sola çevirip beni aradı. Boş bahçede dolaşan savaşçıların bakışları bende olsa da şimdi Brad'e de dönmüşlerdi. Brad, beni görünce yavaş adımlarla bana doğru gelmeye başladı.

Tam karşıma gelip mesafeli durarak selam verdi.

"Otursana, konumuz derin ve uzun" dediğimde kaşlarını çattı ancak dediğimi de yaparak tam yanıma oturup benim gibi kalenin giriş kapısına baktı. Benim bakışlarım ise iki üst katta kalan Dougal'ın odasının camındaydı. Perdeleri tamamen çekili olsa da sağ taraf hafif açık kalıyordu. Oradan da içeriden gelen mum ışığının yansıması belli oluyordu. Henüz uyumamıştı.

"Sen de beni hatırlamıyorsun?" Dedim bakışlarımı Dougal'ın penceresinden çekip Brad'e dönerek. Kafasını iki yana sallarken "günlüğümde sizin isimlerinizi geçiyordu. Ben sizi hatırlamıyordum ancak orada sizinle anılarım yazıyordu. Dougal Mclenan'ın ismini görünce ona durumu açıklamak için buraya geldim." Onun neden burada olduğu şimdi anlaşılmıştı.

Kafamı sallarken, "yaşadığımız her şey gerçekti Brad. Ben, 2026 yılında yaşayan bir kadındım. Bir şekilde arkadaşlarımla buraya, bu zamana geldik ve burada 1 sene yaşadık. Uzun hikaye bu ancak geri gittiğimizde hepiniz bizi unutmuşsunuz? Bunun nasıl ve neden olduğunu bilmiyorum ama tahminim, zaman kendini bir şekilde korumaya çalışıyor.

"Konuşulanlardan az çok bir şeyler anlamıştım. Peki benimle alakan ne? Ne konuşmak istiyorsun? Ben kendi halinde yaşayan bir köylüyüm." Brad'in cevabıyla bakışlarımı ondan hiç ayırmadan elimi boynuma attım ve kolyemi tutup dışarıya çıkarttım.

"Bu, ben doğduğumda kundağımdaymış. Annem ve babam yoktu. Geride kalan bir tek bu kolye vardı bana kalan. Yıllarca bu sembollerin anlamını aradım ama hiçbir şey bulamadım. Bu zamana gelene kadar... Sende bu sembolün aynısını gördüğümde çok şaşırsam da sana bunu bir türlü soramadım ve çok üzerinde de durmadım. Belki ben kendi zamanımda çok iyi araştırmamışım diye düşündüm ancak kendi zamanıma gidince senin günlüğünü okudum. Orada yazdıkların, sembolle alakalı olanlar bende umut oluşturdu. Ailem hakkında bir iz yakaladığımı anladım Brad. İşte seninle konuşmak istediğim konu bu; bu sembolün sahibi aile nerede?"

Sözlerim başladığı an Brad'in şok üstüne şok ifadesi, son cümlemle donup kalma ifadesiyle art arda olmuştu. Birkaç saniye cevap vermeden hatta nefes bile almadan tüm yüzümde dolaştı bakışları ve ardından tekrar sembole düştü. Elini uzatmasıyla, kolyemi boynumdan çıkartıp eline vermiştim. Brad eline aldığı kolyemi uzun süre incelemiş, her inceleme sırasında bakışları arada yüzümü bulmuştu.

"Ali amcanın imzası bu. Nasıl sende olabilir? 2026 yılı çok uçuk bir rakam leydim. Bu imkansız. Soyları bir şekilde devam etmiş olabilir hatta sen benim soyumdan bile geliyor olabilirsin. Bu bir aile mirası. Resmi geçerliliği yok bunun!" Brad'e bakarken kafamı iki yana salladım.

"Senin soyundan gelmem uzak bir ihtimal. Doğduğum topraklar şimdinin Konstantiniye diye bilinen şehrinde. Senin soyun bu ülkede devam ediyor ki günlüğünü soyundan gelen bir genç sayesinde öğrendim. Ben, bu imzanın sahibi insanları arıyorum, Şehzade Ali nerede? Onunla konuşmam gerekiyor?"

"Onlar yok, gittiler. Nerede olduklarını bilmiyorum."

"Brad," dedim elimi koluna koyarak. Yalan söylüyordu. "Bu benim için çok önemli. Onlara bunu sormam gerekiyor. Kızları da yanlarında mıydı?" Sözlerimle Brad elini benden çekip hızla ayağa kalkmıştı.

"Sen bunu neden soruyorsun? Kızları yok, öldü!" Brad'in ses tonunda koruma iç güdüsü vardı. Bu söz bile kafamı karıştırıyordu. Kızları öldüyse belki başka çocukları olmuştu ve bu sembol o soyla bana kadar gelmişti. Ancak eğer başka çocukları olmadıysa doğru cevap neydi? O aile, gerçekten bir şekilde benim gibi mağaradan geçmiş olabilir miydi? O zaman neden beni bırakıp gitmişlerdi? Kendimi umutlandırıp kaptırmamam için düşüncelerime hızla son vererek Brad'e buruk bir tebessüm sundum.

"Kızlarının, ismi neydi?" Ondan şimdilik başka bir sorunun cevabını alamayacağa benziyordum. Beni tanımıyor, hatırlamıyordu. Eskiden keşke bu konuyu ona sorsaydım diye kendime kızarken, Brad artık konuşmak istemiyormuş gibi bakıyordu. Anlıyorum onları korumaya çalışıyordu ancak cevaplarına gerçekten ihtiyacım vardı. Tereddüte düştüğünü anladığımda "Lütfen" diyerek bana bakmasını sağlamıştım.

"Bal rengi gözlere sahip olduğu için Balca verdi babası ismini," derken Brad'in gözleri gözlerime odaklıydı. Duyduğum sözlerle çarpılmış gibi hissederek derin bir nefes aldım. Tıpkı benim göz rengim gibi...

***

Sabah gözlerimi açtığımda aşina olduğum odamın tavanına bakarak genişçe gülümsedim. Havanın gri ışıkları ile loş bir görüntüye sahip odamda olmak bana evimdeymiş hissi uyandırıyordu. Kendimi huzurlu, mutlu ve güvende hissettiğim bu yerde yapacak çok işim, çözecek çok sorunum olmasına rağmen polyannacılık yapmayı kendime serbest kılmıştım. Ne olursa olsun Dougal beni unutsa bile ben sevdiklerimin yanında, yuvamdaydım. Her şeye göğüs gerecek ve işlerin yoluna girmesini zamanla sağlayacaktım, inanıyordum. Buna inancım vardı.

Kahvaltı için hazırlığımı bitirip aşağıya indiğimde, büyük yemek salonundaki kalabalık insan sesleriyle tekrar tebessüm ettim. İçeriye girdiğimde oluşan kısa sessizlikle savaşçılar dahil çalışanlar bile bir süre bakışlarını bana çevirmişti. Buraya gelişimiz olaylı olduğu için tüm ilgi üzerimizdeydi. Tanıdığım onlarca yüze bakarken hafif tebessüm ederek Dougal'a ait masaya doğru yürüdüm ancak Dougal ve dostlarım henüz gelmemişti. Masada Nina ve Cora'yı birbirlerine ölümcül bakışlar atarken yakalayınca kıkırdamama engel olamadım. Alanna da Nina'nın yanında oturuyordu. Onlardan biraz uzakta oturan Fiona'yı gördüğümde ise kısa bir an duraksayıp kaşlarımı çattım.

Fiona kafasını yukarıya kaldırıp benimle göz göze geldiğinde, yüzünde her zaman gördüğüm gülümseme ile merakla bana bakıyordu. Gideceğim gün beni öldürmeye çalıştığını bilmesem bu gülümsemenin içten olduğuna inanacaktım ama artık onun ne kadar hesapçı bir kadın olduğunu biliyordum. Aylarca yüzüme gülmüş, her daim yanımda olmuş ve benimle güzel dostluk kurmuş bu kadının bir kere bile bana karşı düşmanlık beslediğini sezmemem benim hatamdı. Bu hatanın bedelini ise az daha mağara günü ödeyecektim.

Yapmam gereken onun asıl amacını bulmaktı. Bunu yaparken yılanı uyandırmadan yapmam gerekiyordu.

"Günaydın leydiler" diyerek sandalyelerden birini çekerek masaya oturup bakışlarımı sırayla bana düşman bakışlar atan Nina ve Cora'ya ardından merak ve ilgiyle bakan Fiona'ya çevirdim.

"Leydim tanışamadık, klanımıza hoşgeldiniz. Ben Fiona Carper." Ona sahte bir tebessümle karşılık verdim. Kocası Arthur kralın komutanı olduğu için kıdemi artmış sofraya bile oturuyordu artık demek. "Tuğra Kurt" derken bakışlarımı çekerek salonun kapısına bakmıştım. Neden başka kimse gelmemişti?

"Ah, majesteleri kahvaltıya inmeyeceğini bildirdi yani yemeğinize başlayabilirsiniz" Nina'nın sözleriyle sinirle alt dudağımı ısırıp sahte gülümsememe devam ettim. Bakışlarım Nina'nın yanında oturan Alanna'ya döndüğünde onun nazik bir biçimde yemeğini yediğini gördüm. Nina'yla oldukça yakın gibi duruyorlardı. Cevap vermeden birkaç lokma bir şeyler yiyerek "iyi günler" dedim kimseye bakmadan ve masadan kalkıp kendimi bahçeye attım. Emir hâlâ uyuyor olmalıydı ve Melek'te Allah bilir neredeydi. Dün Brad'le konuşup öğrendiğim şeylerden sonra birkaç saat kendime gelememiş bahçede boş boş etrafı izlemiştim ancak kendimi toparlayarak odama çıkmış ve Brad'in söylediği aileyi bulmak için kendime söz vermiştim.

Bahçede ayaklarım beni otomatik olarak seyir tepesine götürdüğünde buranın boş olmasını bekliyordum ancak Melek kayalardan birinin üzerine oturmuş denizin hırçın dalgalarını izliyordu. Kaç metre mesafeden bile varlığımı sezerek arkasını döndüğünde göz göze geldik. Bazı alışkanlıklar hiç değişmiyordu anlaşılan.

Melek'in gözlerinde hüzünlü bir ifade vardı. Ona doğru yaklaştığımda gülümseyerek yanına oturdum ve onun gibi bakışlarımı denize çevirdim.

"Burası her zaman takıldığımız yerdi. Sen, ben ve Emir sık sık burada sohbet ederdik." Melek cevap vermeden denizi izlemeye devam ederken elini uzatıp elimin üzerine koyunca soğuk teniyle irkildim. Elleri buz gibi olmuştu demek ki uzun bir süredir burada oturuyordu. Sabahın bu saatinde burada, bu soğukta ne işi vardı? Acaba bir derdi falan mı vardı?

"İyi misin Melek? Bir sorunun var gibi" sözlerimle tebessüm ederek gözlerini bana dikti ve araştırır gibi yüzümü uzun uzun inceledi.

"Dün gece bir rüya gördüm. Rüyamda seninle burada yere uzanmıştık. Geceydi ve ikimiz yıldızları izliyorduk. Sen bana Ewan'ı koridorda bir kızla öpüşürken yakaladığını anlatıyordun ancak ben bu sözlere kahkaha atıyordum." Kaşlarını çatarak rüyanın saçmalığını anlatmaya başlayacağı an elimdeki elini hafif sıktım.

"O bir rüya değildi Melek. Biz öyle bir anı yaşadık burada" Sözlerim biter bitmez Melek kaşlarını çattı ve anında cevap verdi.

"Ewan koridorda bir kızla öpüştü diye kahkaha mı attım yani?" Sesinde oluşan şüpheyle ona tekrar gülümsedim.

"Sanırım bazı şeyleri hatırlamaya başlamışsın. Diğerleri de hatırlamaya başlayacak demek ki bizi sonsuza kadar unutmayacaksınız" Bu düşüncelerle üzerimden tonlarca ağırlık kalkmış gibi rahatlayarak devam ettim.

"Ben Ewan'ı yakaladığımda kızı görüş açısı yüzünden seçememiştim. Sana bunu söylediğimde o kızın kendin olduğunu söyleyip kahkaha atmıştın" Melek kaşlarını çatarak bakışlarını tekrar denize çevirdi.

"Bütün bu olanlar çok fazla Tuğra. Yani çok saçma. Evet, mağaradan bu zamana gelmekte çok saçma ve çok uçuk bir olay ancak hatırlamama olayı beni çok yoruyor, üzüyor. Seni, sanki daha önce görmüş gibi hissediyorum yalan yok ancak bu durum Emir'e karşı olmuyor. O bana hep kırgınca bakıyor ancak hayatımda ilk defa gördüğüm ve konuştuğum bir adam tarafından kırgınca izlenilmek beni geriyor anlıyor musun? Bize zaman vermelisiniz." Bedenimi tamamen Melek'e çevirip güvendiğim arkadaşıma tekrar güvenerek içimi açmaya başladım.

"Herkes tarafından unutulmak çok zor Melek. Sizinle bir sürü anılarımız var. Sevdiğim herkes burada ve kimse beni tanımıyor. Bunun ne kadar zor olacağını düşünmek dahi istemezsin. Eğer o mağaradan sen de bizimle gelseydin Ewan'da seni unutmuş olacaktı. Tıpkı Dougal'ın beni sildiği gibi. Geri gelip onun için mücadele etmeye karar verdim. Beni hatırlaması için her şeyi yapacağım." Melek'in gözlerinden yine hüzünlü bir ifade geçmişti.

"İçtenliğine inanıyorum Tuğra ancak o konuda işin biraz zor olacak. Dougal artık bir kral ve sorumluluğunu yerine getirip varis için evlenmeye karar verdi. O kızla yani Nina'yla yakında evlenecekler. Neler yaşadınız bilmiyorum ama zamanın çok az." Gözlerimi kapatıp burukça tebessüm ettim.

"Deneyeceğim Melek" ellerimiz birbirine kenetlenmişken ikimiz de bakışlarımızı denize çevirip sessizliği paylaşmaya başlamıştık. Melek beni hatırlasa da hatırlamasa da her zaman dostum olmaya devam ediyordu. Ona tüm kalbimle minnettardım.

***

Melek yanımdan kahvaltı yapmak için ayrıldığında bir süre daha seyir tepesinde oturmuş ardından çarşının kurulduğu alana doğru yürümeye başlamıştım. Tek başıma çarşıda bir süre gezip kalenin yakınına yaklaşarak etrafı izlemeye devam etmiştim. Eğitim alanından gelen kılıç sesleriyle meraklı bakışlarım oraya yöneldiğinde, onlarca savaşçının arasından Dougal'ı seçerek dudaklarım iki yana kıvrılmıştı. Orada öylece dikilip uzaktan hareketlerini izleyip yaptığı çalışmayı ölçmeye başladım. Dougal'la çalışırken öğrettiğim hiçbir taktiği yapmıyordu. Benimle birlikte eğitimini aldığı teknikleri dahi unutmuş olmalıydı. Yavaş adımlarla eğitim alanına yaklaştığımda, birkaç savaşçının bakışları bana dönünce Dougal'da arkasını dönerek benimle göz geze gelmişti. Kılıcını aşağıya indirip adamlara mola demiş ve yanıma gelmişti.

"Leydim, bir sorun mu var?" Parlayan gözlerimle yeşillerine dalmış gitmişken kafamı iki yana salladım.

"Bir süredir seni izliyordum. Yapacağını bildiğim bazı teknikleri uygulamadığını fark ettim. Sanırım benimle birlikte bildiğin savunma stilini de unutmuşsun." Dougal kaşlarını olabildiğince çatarak bana sinirli bir bakış attı. Onu kışkırtmayı başarmıştım.

"Tekniğim karşısında durabilecek adam yok. Sizin demek istediğiniz tam olarak nedir leydim?" Hafif tebessüm ederek bakışlarımı kısa bir an vücuduna indirip terli gömleğinin tenine yapışmasına takıldı gözlerim ancak kendimi hemen toparlayarak tekrar gözlerinde durdum.

"Karşında durabilecek adam olmayabilir ancak bir kadın var. En son bıraktığımda bundan çok daha iyiydin ancak bedeninin bir şekilde öğrendiğin teknikleri hatırlayacağını düşünüyorum. Henüz sen farkında değilsin ancak beynimizle öğrenir omuriliğimiz ile refleks haline getiririz. Sen, savunma stilini öğrenip uygulamaya başlamıştın. Bu da bedeninin bunu bildiğini gösteriyor. Sadece doğru çalışmayla ortaya çıkması gerekiyor" sözlerimden pek bir şey anlamadığını düşündüğüm Dougal'ın kafası karışık gibi duruyordu.

"Ne yani, varlığını henüz keşfetmediğim bir savunma stili biliyorum ancak bunu da seninle birlikte unuttum mu demek istiyorsun?" Sözleri söylerken ifadesinde hafif alay da vardı. Kafamı aşağı yukarı sallarken ben de onun gibi alaycı bir ifadeyle devam ettim.

"Seni ve savaşçılarını çalıştırmamı istemiştin. Bıçakla savunma tekniğinde uzmanlaşmıştın. Karşılığında bana kılıç kullanmayı öğretecektin ancak İngiltere’ye gidişinle bunu Ewan yaptı." Dougal gülümseyerek bana bakmaya devam etti.

"Yanık izini bildin ancak bu söylediklerin asla mümkün değil. Ben Britanya'nın en iyi savaşçısıyım. Bunu birçok müsabaka ve savaş alanlarında ispatladım. Gelecekten gelen bir asker bile olsan bana eğitim vermene asla izin vermem çünkü ne olursa olsun seni alt ederim. Üstelik savaşçılarımı eğitmen için sana evet dediğime beni asla inandıramazsın" alaycı sözleriyle gülümsemem hâlâ yüzümdeydi.

"Bunun için size meydan okumam mı gerekiyor majesteleri?" Dedim tek kaşımı kaldırarak ve "tekrar?" Diyerek cümlemi bitirdim. Dougal, kılıcını yere saplayarak benim gibi tek kaşını kaldırdı. Geldiğimden beri yüzü ilk defa keyifli duruyordu. Bakışlarındaki meraklı ifade daha da canlanmıştı.

"Sizi incitmek istemem leydim. Herkesin içinde kaybederek gururunuzu kırmak da istemem."

"Benim için yaptırdığın eğitim alanında karşıma geçebilirsin" dediğimde gülümsemesi donarak anlamaz gözlerle bakmaya başladı. Gülümsememi bozmadan "ah" dedim.

"Unutmuştun değil mi? Kalenin dışında kuzeyde, ormanın girişindeki açıklığı benim rahatça eğitim yapmam için tahsis etmiştin. Biraz kıskançtın da!" Dedim bakışlarımı ondan kaçırıp alt dudağımı ısırarak. Aslında kıskançlıktan değil de halk ve savaşçılar tarafından dikkat çekmemem için dışarıda eğitim yapmamı kararlaştırmıştık. Zaten güvendiği en iyi savaşçılarına eğitim vermiştim, geri kalan kimse eğitim yaparken beni görmemişti. Bu işin ucunda yine kıskançlık vardı elbette.

Kaşları çatılmaya devam ederken tekrar ona dönerek dizlerimi hafif kırarak, "kolay gelsin size majesteleri" dedim ve yanından hızla ayrıldım. Sırtımda delici bakışlarını hissederken ondan uzaklaşıyordum. Bir anda arkamı dönmemle, bıraktığım yerde hâlâ bana bakarken durduğunu görüp gülümsememe mani olamadım. Tekrar önüme dönerek hızla çarpan kalbimle odama doğru ilerledim.

***

Odamda birkaç saat durmuş valizdeki eşyalarımı dolabıma yerleştirmiştim. Bir ara Emir odama elinde tuttuğu bir paket çikolatayla dalmıştı. Rob'un valizini patlatmıştı anlaşılan. Genellikle Rob'un valizindeki kazaklarını giyse de pantolonları ona uymamıştı. Bir parça aldığım çikolatayı yerken bahçeye ineceğini söyleyerek odamdan çıkmıştı.

Pencerenin yanına gittiğimde bahçedeki insanları da izlemeye başladım. Çocuklar delicesine koşturuyor, satıcılar ellerindeki ürünleri satmaya çalışıyordu. Klanda savaşçılar teftiş için bile halk arasında gezmiyordu. İnsanlar saygılı, sevgili ve hoşgörülü bir şekilde yaşıyordu. Dougal, halkına iyi baktığı için hırsızlık ya da çeşitli suçlar bile işlenmiyordu.

Bakışlarım gördüğüm renkli elbiseli kadınlara döndü. Nina, yanında bir genç kadın ve daha yaşlı bir kadınla birlikte yürüyüşe çıkmıştı. Nina'nın yanındaki kızı ilk defa görüyordum. Sarışın kız Nina'ya benzese de hâl ve tavır olarak daha çekingen duruyordu. Sanırım kız kardeşiydi ve yanlarındaki kadın da anneleri olmalıydı. Nina, yüzüne yer edinmiş sahte tebessümüyle insanlara selam verip yanlarından geçip gidiyordu.

Uzun uzun onu izlerken klanın en yaşlı ineğinin sahibi Berla hanımın onlara doğru geldiğini gördüm. Berla bana süt sağmasını öğretmişti. Elinde tuttuğu bir kova sütle Nina'nın yanından geçerken birbirlerine gülümsemişlerdi. Nina'nın Berla'ya içten gülümsemesi ile Berla yanından geçip gitmiş, Nina o geçer geçmez anında yüzünü buruşturup parmağını burnuna götürerek sıkmıştı. Gözlerimi kısarak izlerken bir yandan görebildiğim kadarıyla surlara göz attım. Borular henüz ötmemişti ve albay da hâlâ gelmemişti.

Bir süre daha bahçeyi izlemeye devam ettim. Çocukların oyununu izleyerek arada gülümsüyordum. Kaçan top yüzünden en küçükleri kendinden oldukça uzun bir çocuğa kafa tutuyordu. Bir anda görüş açıma giren görüntüyle kaşlarım çatılarak gülümsemem yüzümde donup kaldı.

Dougal ve Nina birlikte yürüyüş yapıyorlardı...

Nina'nın yüzünde bir tebessüm, yanakları kıpkırmızıydı.

Dougal'ın ifadesi düz, elleri cebinde, karşısına bakarak yürüyordu ancak Nina sürekli konuşup bir şeyler anlatıyordu.

Sinirle hızlı hızlı nefes alıp verirken pencereyi hızla kapatmıştım. Gözlerimi sıkıca yumarak kendimi yatağıma attım ve cenin pozisyonuna gelerek aklımdaki kötücül duyguların geçmesini bekledim.

Bana ihanet edecekti, belki çoktan etmeye başlamıştı. En acı olansa beni gerçekten hatırlamıyordu.

***

Dougal

O kadının kokusunu soluduğum an ruhuma işleyen dinginlikle sert bir duvara çarpmış gibi hissetmiştim. Rob'un elini, boğazına dayadığım kılıcın bileylenmiş ucuna koyduğunu gördüğüm an arkama bakmadan kaçma dürtüsüne kapılmıştım.

Onları hücreye gönderip çalışma odasına çıktığımda, o kadınla ne yapacağımı düşünüyordum ancak Rob'un arkamdan hızla gelip bana sert bir ses tonuyla kavga ederek neden bunu yaptığımı sormasını asla beklemiyordum. Sonrasında yaşananlar o kadar hızlı ve şaşkınca geçmişti ki kendime geldiğimde çalışma odasının kalabalıklığını fark ederek Nina'yı odadan kibarca kovdum. Rob, ısrarla onları çok iyi tanıdığımızı ve hepsinin 1 sene boyunca bizimle yaşadığını söylüyordu.

En can alıcısı ise Tuğra'nın gitmeye karar vererek ayağa kalkması ve eşyalarına baktıktan sonra söylediği sözlerdi. Alanna, Ewan, Arthur hatta Fran için bile özel bir bilgiler vermişti. Alanna'nın reçeli çok sevdiğini sanıyordum ancak onun Tuğra'ya bakışıyla gerçek bir aydınlanma yaşamıştım. Gideceğini söyleyerek odadan kapıyı çarpıp çıkan kadının arkasından hiç düşünmeden kalkıp peşinden yürümüştüm.

O odaya gittiğini görünce adımlarımı hızlandırıp tam arkasında durdum ancak ismimi söylemesiyle benim olduğumu nasıl anladığını merak ettim. Seni her zaman tanırım, sen hatırlamasan da... sözleriyle anahtarı ona uzatıp peşinden ben de odaya girmiştim.

Tuğra, odaya detaylı incelerken tüm ilgim üzerindeydi. Odayla aynı kokan kadın yere eğilip parkeyi sökerken aramızda geçenlerin ne olduğunu sorguluyordum. Maketleri çıkarıp hepsini yatağın üzerine döktüğünde, yakasındaki yanında getirdiği maket zihnimde dolaşıyordu. Maket yapmak benim gizli bir hobimdi. Çok kişi bunu bilmezdi bile. Elimde tahta ve bıçak görenler, onu şekillendirmeme yetecek süre kadar yanımda kalamazlardı. Ben bu kadın için çiçek maketi mi yapmıştım yani?

Yanıma yaklaşarak parmağını yanık izime koyduğunda ise beni şaşırtmasını katlayarak arttırmıştı. Ardından söyledikleriyle kalbim öyle çok hızlanmıştı ki bunu fark etmemesi için bir adım geri çekilmeyi düşünürken bakışları gövdemde gezinip beni günlerce bilinçsizce yatıran eski bir kılıç yarasını üzerinde durduğunda, parmağını tutup kendimden uzaklaştırmıştım.

Artık bu kadarı da fazlaydı...

Bu kadın!

Odaya dolan kokusu burun deliklerimden istemsiz girerek zaten beni sarhoş ederken, bu kadar bilgi çok çok fazlaydı.

Odadan gidişini izlerken ayaklarım zemine çakılmış gibiydi.

Akşam yemeği yiyeceğimizi ben değil dudaklarım söylemişti. Neden böyle söylediğimi bile bilmiyordum. Tek bildiğim bu kadındaki tüm gizemleri çözmekti.

Söylediği her şeyin yalan olabilme düşüncesi beynimi bir yandan kemirse de kokusuna karşı duyduğum çekimi ve tanıdıklığı hiçbir yalan örtemezdi.

Çok açık tondaki kahverengi gözlerinin parlaması ve canlılığını tekrar kazanmasını an be an yakalamıştım.

Benimle bu odada konuştuktan sonra yüzündeki tüm yıkıntılar geçmiş, yerine umut dolmuştu. Buna hangi hareketimin sebep olduğunu bilmiyordum lakin bu kadın bana boş bakmıyordu. Her hareketimden, her mimiğimden bir yol çıkartıyordu. Bu mimiklerinde ve arada attığı hafif tebessümlerle çok belli oluyordu.

Açık bir kitap gibiydi bana karşı. Her zaman, herkese karşı mı böyle? diye merak etmeden duramamıştım. Odadan çıkıp kapıyı ardımdan örttüğümde, koridorda kaç dakika boş boş zemine baktığımı bile sayamamıştım.

Talim sırasında gelip bana dolaylı yoldan meydan okumasıyla kalbimin kanatları çıkmış gibi hissetmiştim. Bu nasıl bir kadındı böyle? Korkusuzca karşıma geçmiş, tekniğimi de unuttuğumu dile getirirken sesinde gizli alay vardı. Ateş saçan gözleri, zarif yüz hatları, bir şişe şarabı kafama diklemişim gibi hissettiren harika kokusu, arada alayla kıvrılan dolgun dudaklarıyla konuşurken kelimelerimi bile unutturmuştu bana. Kaçamak bakışları arada vücudumda gezindiğinde, uzun zamandır ölü olarak düşündüğüm güney bölgelerimin canlanmasıyla yerimde rahatsızca kıpırdanıp sözlerini kaçırmamaya çalışmıştım. Geldiği andan beri, hatta gelmeden önce bile kokusu yüzünden odasını günde defalarca ziyaret ettiren bu kadınla tüm gün konuşmak istediğimi fark etmemle kaşlarım otomatik çatılmıştı. Arkasını dönüp giderken aklımdaki düşüncelerle beni baş başa bıraktığında, bir anda arkasını dönmesiyle beni yakalayıp göz göze gelmiştik. Yüzünde oluşan can alıcı tebessümüyle donakalan bedenim; gözden kaybolduğu an silkelenip kendine gelmişti...

Bugün amcam klana gelecekti. Ona Rob'un ortaya çıktığını, buraya gelmesi gerektiğini ve gelirken de belgelerini inceleyerek varis belgesi olup olmadığını soran bir mektup göndermiştim. Cevap gelmemişti çünkü amcam mektubumu aldığı an aynı gün yola çıkacağını biliyordum. Akşam saatlerine doğru klanda olurdu.

Sabah Tuğra'nın söylediği klanın dışındaki alanı incelemeye gittiğimde, birkaç spor aleti dışında boş olduğunu gördüm. Onu kıskandığım için çalışmasını burada yaptığını söylediğinde gözlerinde oluşan muziplik ile dudaklarımın kıvrılmasını zorla engelleyip kendime kızmıştım. Ben asla kimseye aşık olmazdım bunu biliyordum. O duyguları Emily'den sonra bırakmıştım. Ya da ben öyle mi sanıyordum? Kafam o kadar karışıktı ki Tuğra'yı bir kenara çekip aramızda geçen her şeyi en baştan tek tek anlatması için zorlamak istiyordum. Ona çiçek maketi yaptığıma göre duygularım olmuş olmalıydı ancak benim korkum duygularımın boyutuydu. Şimdi onu tanımadan bile beni böyle etkilediyse, tanıdıkça ne kadar derinime işlerdi tahmin bile edemiyordum.

Klana geri döndüğümde bahçede bir anda karşıma çıkan Nina ve ailesi ile kibarca tebessüm edip leydileri selamladım. Annesi bir bana bir Nina'ya imalı bakışlar attığında onunla evlilik planımda acele ettiğimi sonunda kabullendim. Bir an önce evlenmem gerektiğini ve asla aşık olamayacağımı bildiğim için İrlanda temsilcisinin kızı bana uygun bir aday gibi gözükmüştü. Tamamen duygulardan bağımsız, planlı bir evlilik olacağını düşündüğüm için Alanna'nın önerisini dinleyerek Oscar'la düğün için konuşacaktım. Ancak Tuğra öyle bir zamanda geri gelmişti ki bütün düşüncelerimi ve planlarımı sekteye uğratmıştı. Kalbimin bu denkleme girmemesi gerekiyordu.

Nina'yla, bana dair düşüncelerine bir son verip umutlanmaması için konuşmak isteyerek onunla biraz yürümeyi teklif etmiştim. Aramızda bu bir hafta içinde hiçbir yakınlaşma olmamıştı. Keza onunla yalnız kaldığım vakitlerde ona umut verecek hiçbir söz söylememiştim. Tek yaptığım yemekten sonra birlikte yürüyüş yapmayı kabul etmekti. Bu bile onunla evleneceğimi düşünmesi için yeterli olmuş olmalıydı. Alanna da bir faktördü tabii ki. Onunla oldukça yakın olmuşlar, benim hakkımda birlikte hayaller kuruyor olmalıydılar ki bunu Nina'nın bana olan şuhu içindeki bakışlarıyla bile anlıyordum. Ancak Melek'i dinleyerek bu işi ertelemek yerine tamamen bitirmeye karar vermiştim. Kafam, aklım, kalbim ve mantığım bu kadar karışıkken ve Tuğra'nın gözlerinde gördüğüm o duyguların ve tanıdıklık hissini çözememişken böyle bir adım atmam ancak ahmaklık olurdu.

Biraz yürüyüş yaparken Nina bana bir şeyler anlatıyordu ancak kafamda dönüp dolaşan kelimeler ile onu duymuyordum bile. Kafamı karşıda sabit tutarak gözümün önünden kaybolmayan Tuğra'nın ateş saçan gözlerini düşünmekten başka bir şeye konsantre olamıyordum. Kadın adeta beni cin çarpmışa çevirmişti. Bir bakışı, sözü, çalışma odamda atarlanıp günlüğü elimden çekip kapıyı çarpıp çıkması bile tüm bedenimi heyecandan titretmişti.

"....Limon sarısı olduğunu duydum. Doğu cephesinde kalan büyük salon güneşi gördüğü için bu renk kombini çok...." başını kaçırdığım cümlenin sonunu duymadan kafamı Nina'ya çevirdim.

"Pardon leydim dalmışım, ne konudan bahsediyordunuz?" Dedim ona kısa bir bakış atarak. Kırmızı yanakları daha da kızaran kızın sinirlendiğini anladım ancak anında gülümseyerek bunu kamufle ederek devam etti.

"Doğu cephesinde kalan salondan bahsediyordum majesteleri. Bu senenin moda rengi limon sarısı. O odaya bu rengin çok yakışacağını düşünüyorum. Kabul ederseniz ben tadilat ve alışverişe başlayabilirim?" Kaşlarımı çatarken anında yürümeyi keserek bedenimi komple Nina'ya çevirdim. Onunla evlilik ya da bu gibi konularda hiç konuşmamıştık. Evet evlenmeyi düşünmüştüm ancak bunu yakın çevrem dışında onunla ve ailesiyle asla paylaşmamıştım. Düzeltiyorum henüz paylaşmamıştım. Nina'yla yalnız kaldığımızda bu gibi bir şey düşünmesi için bir ima dahi yapmamışken cesur bir ifadeyle kalemdeki salonumu kendi zevkine uygun tadilat yaptıracağını mı söylüyordu? Bu klanın hanımı Alanna dururken bu gibi şeyler Nina'ya asla düşmezdi. Hayır, Tuğra gelmiş olsa da gelmemiş olsa da bu konuda tepkim yine aynı olurdu. Haddini bilmeyen insanlar beni gerçekten irrite ederdi. Tuğra buraya asla gelmemiş olsaydı bile Nina'nın bu patavatsızca sözleri yüzünden onunla evlilik kararımı kendi kafamda bir kez daha teraziye koyup tartardım.

"Bu sizin işiniz mi leydim? Siz, evinize her gelen misafirin evinizin dekorasyonunu değiştirmesini hoş karşılar mısınız?" Sözlerimle Nina'nın yüzünde apaçık sinir ifadesi geçti. Kendini yine anında toparlamaya çalışsa da bu defa beklemediği karşılık sonucu ifadesini toparlayamadan kekelemeye başlayarak kendini açıkladı.

"Yanlış anladınız majesteleri. Alanna bana yardım etmemi teklif etmişti ben o yüzden sizin renk konusunda fikrinizi almak için konuyu açmıştım." Sözleri söylerken kafasını yere indirdiğinde, bakışlarımı ondan ayırıp etrafa kısaca göz gezdirmiştim. Tekrar Nina'ya döndüğümde derin bir nefes alarak aklımdaki düşünceleri anlatmanın sırasının geldiğini fark ederek konuya girdim.

"Leydim, size açık ve dürüst olmak istiyorum" konuya giriş yaptığımda Nina yerinde dikleşerek gözlerini bana dikti. Eliyle yanağına gelen kızıl tutamlarını kulağının arkasına attığında kirpiklerini kırpıştırarak bana bakıyordu. Önceden olduğu gibi yine bende bir etkisi olmadan konuşmaya devam ettim.

"Size karşı erkeksi bir duygu asla beslemedim. Bunu zaten sohbetlerimiz sırasında size açıkça belli ettim. Size karşı gösterdiğim ev sahibi tutumundaki kibarlığı yanlış anlamanızı asla ama asla istemem. Size karşı yanlış bir izlenim bıraktım mı leydim?" Nina'nın yüzündeki sinirli ifade gitgide artarak gözleri dolunca kendimi gerçekten pislik gibi hissettim. Alanna'nın ona boş umut vermesi benim suçum değildi yinede. Düşünmüş olsam bile asla bunu belli edecek bir hareket yapmamıştım. Eğer en ufak bir hareketle Nina'ya yakın davransaydım, her şeyi boş vererek kalbime gömüp adamlığıma leke sürmezdim.

Bu yüzden içim gerçekten çok rahattı.

Nina kafasını iki yana sallayıp beni onaylarken, derin bir nefes verdim ve tebessüm edip yürümeye devam ettim. Nina benimle birlikte yürümeye devam ederken sesini tekrar duydum.

"Haklısınız majesteleri ben kibarlığınıza güvenerek haddimi aştım sanırım," kırılgan ses tonuyla yürümeye devam ederek konunun anlaşıldığını düşünüp daha fazla uzatmak istemedim.

"İyi günler leydim" diyerek yanından ayrıldığımda bir sorunu daha çözmemden dolayı içim rahatlatmıştı. Dün akşamki yemekte Tuğra'nın Nina'ya olan öldürücü bakışları aklıma geldiğinde kendimi çok kötü hissetmiştim. Şimdi içim çok daha rahattı.

***

Tuğra

Yatağımda uyuyakalmış olmalıydım ki kapı sesini duyduğumda gözlerimi hızla açtım. Pencereden yansıyan ışık grileşmiş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Yatakta doğrularak elimle gelişigüzel üstümü düzeltirken kapım bir daha tıklatıldı.

"Evet" derken ayağa kalkıp odanın penceresini açmıştım. Kapım usulca açıldığında çalışan kızlardan birini beklerken kapının önünde dikilen Dougal'ın bedeni kalbime depar attırıp olduğum yerde kalakalmamı sağladı.

"Dougal?" Diyerek kapıya doğru yürümeye başlayarak meraklı bakışlarımı gözlerine kilitledim. Tam kapının girişinde duruyor arada odaya kaçamak bakışlar atıyordu. Sanki buraya gelirken koşmuş gibi hızla nefes alıp veriyor, saç diplerinin alnıyla birleştiği yerde oluşmuş nokta nokta ter damlaları ile gözlerimi delecek gibi bakıyordu.

"Sen!" Diyerek bir adım atıp odaya bedenini biraz daha sokarken, benimle de mesafesini kapatmıştı. Kaşlarımı çatarak onu izlemeye devam ederken o bana oldukça ciddi bakışlar atıyordu. Kızgın gibi ama şehvet dolu gibi de... Tam olarak anlamlandıramıyordum. Bir şeye mi sinirlenmişti acaba? Ya da Nina ile bahçe gezileri sırasında çoktan evlilik için gün almışlar ve beni uyarmaya mı gelmişti? Artık ne düşüneceğimi gerçekten bilemiyordum ancak tahminim doğruysa bu benim için her şeyin bittiği gün olacaktı. Ardıma bile bakmadan buradan gidecek, Dougal'ın ismini bir daha anarsam dilimi kesecektim.

"Sorun ne?" Dediğimde gözleri arasında mekik dokuyordu bakışlarım. Dougal'ın nefesleri hâlâ düzene girmemişti ve konuşmamakta kararlı gözüküyordu. Çatılan kaşlarımla birlikte kalbim göğsümden çıkacak gibi atıyordu.

"Sana bir şey sormam gerekiyor" duyduğum sözlerle içimdeki endişe katlanarak artarken kalbim hiç olmayacak kadar hızlanmıştı. Onu dinlediğimi belli edercesine kaşlarımı havaya kaldırdığımda yutkunarak bakışlarını saliselik bir zaman dilimi yatağıma çevirip tekrar gözlerime dönmüştü.

"Tiramisu ne demek?" Sorduğu soruyla adrenalin yüklü vücudumun pelteye dönmesi aynı anda olmuştu. Tiramisu mu? Lan ben neler düşünüyorum adam tiramisu dedi! Anlamazca ona bakmaya devam ederken, "bir çeşit tatlı?" Dedim sorarcasına kaşlarımı daha da havaya kaldırırken. Dougal ne saçmalıyordu? Bir de boşuna aklımı aldı yemin ederim.

"Bir çeşit tatlı!" Diye beni tekrarladı kafasını aşağı yukarı sallayarak. Havadaki kaşlarımı düzelterek boş bir ifadeyle yüzüne bakmaya devam ettim. Ne olmuştu onu anlamaya çalışıyordum ancak yüzü sinirli gibi duruyordu!

"Ben hayatımda ilk defa tiramisu diye bir tatlı duyuyorum!" Kafasını aşağıya yukarıya sallarken söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum.

"Ama bana şimdi sordun" diyerek anlatmak istediğini anlamaya çalıştım ama yüzünden bir şey de okunmuyordu ki. Derin bir nefes alarak arkasını kontrol edip odaya doğru yürürken kenara çekilip geçmesine izin vermiştim. Odamın içine girince bana sormadan yatağıma oturmasıyla kalbimde aynı anda havaya uçan binlerce kuşa el sallayarak kapıyı ardımdan kapattım.

"İtiraf etmek gerekirse ne anlatmak istediğini anlayamadım." Derken yanına kadar yürüyüp tam karşısında ayakta durup ellerimi göğsümde bağladım.

"Az önce bir rüya gördüm. Rüyamda elimde bir tatlıyla seninle sohbet ediyorduk. Tiramisu diyordun ve ben tiramisu diye bir tatlı daha önce hiç duymamıştım. Sana bunu sormak için geldim ve sen de bana tatlı olduğunu söyleyerek onayladın. O gördüğüm bir rüya değildi değil mi?" Dougal'ın gözlerime bakarak söylediği sözlerle gözlerim kocaman açıldı. Öyle bir anımız gerçekten de vardı ve iyi haber Melek gibi Dougal da anılarını rüya şeklinde yaşamaya ve hatırlamaya başlamıştı. Kötü haber olan ama bence yine iyi haber olan ise o tiramisu sohbetimizin geri kalanıydı. Acaba ne kadarlık bir kısmını hatırlamıştı çünkü emin olduğum kadarıyla tatlıyı birlikte tek kaşıktan yedikten sonra biraz yakınlaşmıştık.

"Iı şey," dedim karşıdaki sandalyeyi çekip oturarak çünkü ayakta kalsam heyecandan titrediğim belli olacaktı.

"Öyle bir anımız vardı." Diye bitirdiğim cümleyle, Dougal'ın neden nefes nefese kaldığını da anlamış olup biraz utanarak ama içten içe sevinerek yüzümü düz bir ifadeyle tutmaya zorlandım.

"Bana anlatmak ister misin?" Ses tonundaki değişimi elbette yakalayarak kendimi tutamadan hafif tebessüm ettim. Yanaklarımın içini ısırırken ne kadarını anlatmam gerektiğini düşünüyordum. Adamın ilk hatırladığı ilk anısına da bakın. Gerçi o gece kulağıma birçok aşk sözcüğü söyleyerek gönlümde taklalar da attırmıştı.

"Tatlıyı tek kaşıkta yemiştik birlikte." Dedim boğazımı temizledikten sonra. Söylediğimin doğru olduğunu anlayan Dougal'ın bakışları kararırken devamını bilerek getirmedim. Hâl ve hareketlerine bakınca zaten devamını da görmüştü.

"Yani biz seninle, gerçekten!" Diye devam ettiğinde anında "Evet birbirimize çok aşıktık. Gideceğimi bile bile hemde. Sorumluluğumun ikimizde farkındaydık. Aramızdaki duygular yavaş yavaş gelişti ama benim kararım kesindi. Bunu sen de biliyordun en başından. Gerçi son birkaç ay bana kızgındın ama ben sensiz devam edemeyip geri döndüm. Böyle bir karşılama beklemediğimi tahmin edersin." Sonlara doğru kırgın çıkan sesimle bakışları gözlerimde sabitlendi.

"Aklımı çok karıştırıyorsun Tuğra. Sana kendimi hem çok yakın hem çok uzak hissediyorum. Seni hayatımda ilk defa görüyorum ama çokta uzun gibi. İnan yaşadıklarımı yaşamak istemezsin. Delirecek gibiyim." Sözleri kalbimi kırsa da onu anlayabiliyordum. Empati yapıyordum. Mantığım onu gerçekten anlıyordu. Kırılan kalbim de şu an önemli değildi çünkü bu rüya gelişmeleri çok güzeldi. Çok büyük bir umuttu. Tamamen hatırlayana kadar sabredecektim...

"Seni bekleyeceğim Dougal."


Loading...
0%