Yeni Üyelik
55.
Bölüm

55. Bölüm

@ebrumelek

Keyifli okumalar 🌸

Hayatım boyunca hep uçlarda yaşamıştım. Ya en güzelini gördüm ya da en dibini... sıradanlığa hiçbir zaman ev sahipliği yapamadım. Bunu çok istesem de hayat beni uçlara sürüklemeye devam etti. Askerlik hayatım da hep inişli çıkışlı olmuştu. Kendimi sıradan hissettiğim tek ânlar, Emir'in gevezeliklerini dinlediğim vakitlerdi. O yüzden belki de Emir'e çok çabuk ısınıp onu canım olarak belledim. Bana kendimi sıradan hissettiriyordu.

Zamanda yolculuk yapmak başka kimin başına gelebilirdi ki? Ben zamanda yolculuk yapmakla kalmamış, burada bir adama kör kütük aşık olmuştum. Onun için her şeyi elimin tersiyle itebilecek kadar hemde. Bunu kabullenmek zamanımı aldı elbette. Geriye döndüğümde ben, ben olmaktan çıktım. Ruhum bedenimi terk edip burada kalmış gibi hissediyordum. Onun yaşamadığı bir dünyada nefes alabilmek o kadar zordu ki arkama dönüp gelirken ikinci kere bile düşünmedim. Kolye meselesi bahanem olmuştu benim tek derdim Dougal'dı. Kolye meselesini de elbette çözmek istiyordum ve çözeceğime de inanıyordum ama beni buraya çeken etmenler üst üste binip çoğalırken beni 2027'de bağlayan bir gerekçem kalmamıştı.

Dougal odamdan gittikten sonra yatağa uzanıp uzun uzun düşünmüştüm. Bundan sonraki hayatımı hayal etmiştim. Neler yapacaktım, başıma neler gelecekti bilmiyordum ancak bildiğim tek şey artık sıradan olma hayalimin gerçekleşemeyeceğiydi. Şu anda büyük yemek salonunda tüm klan birlikte kahvaltı yaparken de aklımda bu düşünce vardı. Çaprazımda Alanna ve Nina'yı kendi aralarında bir şeyler konuşup gülüşürken izlediğimde de. Ya da Ewan ve Melek'in imalı bakışmalarını yakalarken de. Emir ve Rob'un yemek yeseler de sürekli gözlerinin benim ve çevrenin üzerinde olmalarını takip ederken veya Dougal'ın Arthur'un söylediklerini dinlerken tepki vermeden kaçamak bakışlarını bana yöneltmelerini yakalarken. Cora'nın sinirli gözlerle Alanna ve Nina'yı izlemesi ve başarısız Dougal'la konuşma girişimlerini takip ederken de hayatımın devamının kontrolüm dışında olduğunu biliyordum. Ben hiç kontrolümü kaybetmemiştim. En çok ilgimi çeken ise Fiona'nın masada sessiz sedasız oturup sıcak ve içten bir tebessümle herkesi benim gibi süzerek incelemesi olmuştu. Bunu yemeğin başından beri yapıyordu. Evet, kontrolümü geri almak için o, ilk hedefim olacaktı.

"Fiona, nasılsın? Diye seslendim tam karşımda kalan kadına onun gibi gülümseyerek. Sorumla kaşları hafif titreyen kadının dudakları harika bir tebessüme ev sahipliği yapıyordu.

"Leydi Kurt, iyiyim teşekkür ederim sizler nasılsınız?" Sorduğum soruyla Emir ve Rob kısa bir an duraksayıp bakışlarını bizden tarafa çevirmişlerdi. Gülümseyerek bizimkilere kısa bir an göz gezdirip tekrar Fiona'ya döndüm.

"Lütfen resmi olmana gerek yok. Bana Tuğra diyebilirsin" Fiona öyle gülümsemişti ki gözleri kısılarak adeta kaybolmuştu.

"Çok naziksiniz leydim, yani Tuğra." dediğinde çatalını kaldırıp salatadan biraz aldı. O esnada Nina'nın sesini kısarak konuştuğunu fark edince bakışlarım otomatik olarak onlara doğru döndü. Alanna'ya doğru hafif eğilmiş bir şeyler söylüyordu ve sözlerinden 'abin' kelimesini seçebilmiştim. Cümlesi bitince Alanna'nın abisini göz ucuyla kontrolü ile aralarında bir takım planları olduğu net bir şekilde belliydi. Alanna'nın böyle davranması kalbimi gerçekten kırsa da elinde olmadan böyle yaptığını anlayabiliyordum. Alanna, Nina'ya kafasını sallarken boğazını temizledi.

"Abicim," sesini duyduğumda yemeğime normal bir şekilde devam etsem de tüm algım onlardaydı.

"Nina'yla bir sürü plan yaptık ancak ailesi yarın dönecekler." Diyerek Nina'nın babası Oscar'a döndü. Oscar, kafasını hafif eğerek Alanna'yı onayladı.

"Yani?" Diye sordu sert bir sesle Dougal. Alanna'nın derin nefes aldığını, Nina'nın ise yanaklarının kıpkırmızı olduğunu bakmadan bile anlayabiliyordum.

"Nina bir süre daha bizimle kalsa olur mu?" Sorusunu hem Dougal'a hem Nina'nın babasına bakarak sorduğunda, Nina'nın annesinin gözlerinin parlayarak memnun bir tebessüm sunduğunu gördüm. Fiona, yemekle olan ilgisini kesmiş, ellerini masada birleştirip güzel bir gülümsemeyle Nina'yı süzüyordu.

"Kralım nasıl isterse elbette" diyen Oscar ile kaşlarımı çatarak elimdeki tatlı kaşığını sıktım. Sanki Dougal kalsın demiş gibi kralım nasıl isterse diyordu. Bakışlarım Dougal'a döndüğünde o zaten bana bakıyordu.

"Alanna, bence Nina oldukça yorulmuş olmalı. Kapımız herkese sonsuza kadar açık ancak ailesiyle dönmesi onun için de iyi olur. Burada tek kalması asılsız dedikodulara sebep olacaktır Nina eminim ki bunu istemez öyle değil mi?" sözleriyle Alanna'nın itirazını beklerken Dougal'ın sert bakışına maruz kalarak ağzını geri kapatarak susunca, yemeğime geri dönerek tatlımı yemeye başladım.

Yemeğin geri kalanında siyaset ve İrlanda hakkında sohbetler devam etmişti. Emir ve Rob kendi aralarında konuşurlarken ben sessizliğime devam ederek etrafı izliyordum. Bakışlarım bizim masamızdan ayrılıp savaşçılarla oturmayı tercih eden Brad'e kaydı. Yanındakilerle kısa kısa sohbetler ederek yemeğini yiyordu. Broşunu o günden sonra görmemiştim sanırım kıyafetlerinin altına saklıyordu ve buradan bir an önce gitmek istiyordu. O aileyi sormam onu oldukça rahatsız etmişti ve yanına yaklaşsam da benimle konuşmayıp benden kaçıyordu.

Brad'in masasındaki Fran'da servis yapan kızlardan biriyle gizlice bakışıp duruyordu. Onun, o kızdan hoşlandığını gitmeden bile fark etmiştim ancak Dougal'ın klana gelmesiyle sanırım arasına mesafe koymuştu. Dougal gelmeden önce bakışları daha cüretkardı. Ya açılıp ret yemişti ya da Dougal'ın korkusuna kıza dönüp bakamıyordu.

Yani klanda çoğu şey hemen hemen aynıydı hâlâ.

Duyduğum sesle kafamı yukarıya kaldırıp beklemeye başladım. Surlardan birilerinin geldiğini haber veren borazana benzeyen ses, dost uyarısı yapınca albayın geldiğini düşünerek bakışlarımı tekrar Dougal'a çevirdim. Dougal ayağa kalkarak masayı terk edince Oscar ve ailesi endişeli bir şekilde beklemeye başladı.

"Merak etmeyin saldırı sesi değil, misafirimiz var." Fiona'nın açıklamasıyla derin bir nefes aldığını işittim Oscar'ın. Sanki saldırı sesi deseydi bir anda masadan kaçacakmış gibi hissetmiştim. Emir'in bıyık altından güldüğünü görünce boğazımı temizleyerek masadan kalktım.

"İzninizle" dediğimde herkesin bakışları bana dönmüştü.

"Kraldan izin almadan masadan kalkamazsınız." Nina'nın sert sesini duyduğumda derin bir sessizlik oluşmuştu.

"Kral Dougal'ın misafiri olarak yerinizi bilmenizi öneririm" diye devam ettiğinde gülümseyerek önce Alanna'ya ardından Nina'ya baktım.

"Ben de sizi ilgilendirmeyen konularda yorum yapmamanızı öneririm." Diyerek Alanna'nın bir bana bir Nina'ya bakmasını görüp ona dönerek, "Alanna, biraz konuşabilir miyiz?" Diye sordum. Kaşlarını çatmaya devam etse de Nina'ya destek verir gibi koluna dokunarak ayağa kalkmasını izleyerek salonun çıkışına doğru yürüdüm. Peşimden gelirken geniş holde merdivenlere oturup onu beklemeye başladım. Bahçeden gelen sesleri duyabiliyordum. Albay, ilk olarak benimle görüşmek isteyecekti ancak öncesinde Alanna'yla birkaç şey konuşmam gerekiyordu.

Alanna'nın yemek salonundan çıkarak sağa sola bakarak beni aramasını izlerken oturduğum yerden kıpırdamamıştım. Bakışları bana dönünce hızlı adımlarla yanıma doğru yürümeye başlayarak tam önümde durdu. Bakışlarımız kesiştiğinde kafamı öne eğerek, "otursana" dedim. Alanna bir bana bir merdivenlere bakarak etrafa kısaca göz gezdirip eteğini tuttu ve yanıma oturarak etrafta birileri bize bakıyor mu diye göz gezdirmeye devam etti ancak huzursuz olduğu vücut dilinden de çok belliydi.

"Vaktim yok ne konuşacaksınız leydim?" Sorusuyla tüm bedenimi ona çevirerek elimi uzatıp elini tuttum.

"Bu elbiseyi bana sen dikmiştin" diyerek boşta kalan elimle elbisenin eteğindeki işlemelere dokundum. Alanna'nın bakışları işlemelerde gezinirken, "Sen benin kardeşim gibisin Alanna. Seni çok seviyorum. Biliyorum beni hatırlamıyorsun ama bana düşman gibi bakman kalbimi çok yaralıyor. Sen benim buradaki ilk arkadaşımsın ve seni kaybetmek istemiyorum." Alanna elini elimden çekerek bakışlarını kaçırdı.

"Söylediklerinize inanmıyorum. Gelecekten geldiniz ve bir şekilde bizimle ilgili özel bilgileri edinmiş olabilirsiniz. Herkes size inansa da beni buna inandırmanız çok güç. Amacınız ne bilmiyorum ama her neyse bundan bir an önce vazgeçin. Ayrıca," diyerek keskin mavi bakışları gözlerime değdiğinde acı sözlerine devam etti.

"Ayrıca, abimden uzak dur!" Diyerek bir anda ayağa kalkıp hızlı adımlarla bahçeye doğru uzaklaştı. Oturduğum yerde ardından bakarken zaman yavaşlamış gibiydi.

Alanna'nın gidişiyle bir süre olduğum yerde oturmaya devam ettim. Koridorda telaşlı adım seslerini duyunca kafamı yasladığım dizimden kaldırarak etrafa baktım. Savaşçılar koşarak bahçeye çıkıyorlardı. Ani bir hareketle ayağa kalktığımda bahçeye doğru yürümeye başlamıştım bile.

Surların giriş kapısında toplanan kalabalığı görünce hızlı adımlarla oraya doğru yürüdüm. Yürürken insanlar durup kalabalığa endişeli bakışlar atıyorlardı. Tüm savaşçıların içinde boyunun uzunluğu ve heybetli görüntüsünü gördüğüm Dougal'ın kızgın olduğu duruşundan belliydi. Karşısındaki bir savaşçıya sinirle bir şeyler anlatıyordu. Albayın gelmesi gerekiyordu ancak görünürde yoktu.

Yanlarına geldiğimde hepsi tuhaf bakışlarla bana bakmaya başladı. Kadın olduğum için savaşçıların içine girmemden rahatsız olan birçok göz vardı üzerimde ancak umursamadan Dougal'ın yanına kadar geldim. Bakışlarımız kesiştiği an gözlerindeki öfke ve endişe ateşini görüp kaşlarımı çattım.

"Sorun ne?" Diye sorduğumda Dougal yanıma doğru yürümeye başladı. Tam yanımdan geçerken kolumu tutunca, ben de onunla birlikte yürüyerek savaşçıların yanından uzaklaştık. Yalnız kaldığımızda durup kolumu bıraktı ve burun kemerini sıkınca bir sıkıntı olduğuna emin oldum.

"Amcam, buraya gelirken saldırıya uğramış." Kaşlarım daha da çatılırken albay klana gelmediği için iyice endişelendim.

"O iyi mi?" Diye sordum bakışlarımı Dougal'dan ayırmadan.

"Bilmiyorum çünkü ortada yok." Dougal sözleri biter bitmez savaşçılara emirler vermeye başlamıştı. Herkesin hemen toplanmasını, yarım saat içinde albayı aramaya çıkacaklarını ve birinin hemen Ewan'a haber vermesini istemişti. Sözlerini kendi dilinde söylese de anlayarak ardından bakmaya devam ettim. Emirleri bittiği an bana dönmeden hızlı adımlarla kaleye yürürken ardında derin düşünceler halinde bırakmıştı beni. Düşünceleri kafamdan kovup Dougal'ın ardından baksam da çoktan kalenin içine girmişti. Koşar adımlarla kaleye ilerlediğimde bu saldırının kim tarafından gerçekleştirileceğini düşünüyordum.

Kale binasının içinde koşturma ve telaşlı adımlar devam ediyordu. Merdivenlere yönelip Dougal'ın çalışma odasına ilerleyecekken yemek salonunun kapısının açılıp Fiona'nın dışarıya çıktığını gördüm. Göz göze gelince yüzünde aynı tatlı gülümsemesiyle bana selam verdi. Selamına karşılık gülümserken gözlerimi de kısmıştım. Kafamı önüme çevirip göz temasımızı keserek merdivenlerden hızla çıkmaya başladım.

Dougal'ın çalışma odasının dışına bile içerideki bağırış sesleri geliyordu. Kapıda bekleyen savaşçılar yoktu çünkü herkes yola çıkmak için hazırlık yapmakla meşguldü. Kapıyı tıklatmadan açıp içeriye girdiğimde içeride bir oda dolusu erkeği bana bakarken gördüm. Anında oluşan sessizlikle bakışlarımı sadece Dougal'da sabit tutmaya çalışsam da delici ve sorgulayıcı bakışların hepsi çoktan üzerimdeydi.

"Bu olayın dışında kalmayacağım, devam edin siz" diyerek sırtımı duvara yaslayıp kollarımı göğsümde bağladım. Savaşçılar bir bana bir Dougal'a baksa da Dougal itiraz etmediği için ağızlarını açamıyorlardı. Dougal, birkaç saniye daha gözünü bile kırpmadan bana bakıp derin bir nefes vermiş ve planını anlatmaya devam etmişti.

"Ewan ve savaşçıların üçte biri klanda kalacak. Geri kalanlar benim önderliğimde aramalara başlayacağız. İlk güzergah..." Diyerek masanın üzerine serdiği haritada bir noktaya parmağıyla dokunup devam etti. "Kurt ve Mclenan klanı sınırındaki Hova köyü. Amcamın saldırıya uğradığı nokta."

"Reis, bizim ve Kurt toprağı sınırında nasıl saldırıya uğramış olabilirler?" Diye sordu kıdemlilerden Owen."

"Bir savaşçıyı bilerek öldürmeyip buraya yollamışlar. Onun söylediğine göre tam köyden çıktıkları an saldırı olmuş. Hazırlıksız yakalanmışlar. Doğuda kalan bizim hükmümüzü kabul etmeyen Connor'un dost klanlarının yaptığını düşünüyorum. Amcamı bulduğumuzda onlara iyi bir mesaj da göndereceğim." Dougal'ın sözleriyle kaşlarımı çatmaya devam ederek masadaki haritayı inceliyordum. Dougal bana bakmadan planın detaylarından biraz daha bahsederek herkesi hazırlanması için odadan kovunca, birden ayaklanan savaşçılar bana gergin bakışlar atarak odadan çıkmaya da başlamıştı. Son savaşçı da çıkarken bakışlarım hâlâ haritanın üzerindeydi.

"Orada kollarını kavuşturmuş ne düşünüyorsun? Odana gidip bir süre orada kal. Mümkün olduğunca binanın dışına bahçeye kimse çıkmayacak." Dougal'ın sözleriyle ellerimi çözerek masaya birkaç adımla yaklaştım ve ellerimi masaya iki yandan yaslayarak haritayı daha yakından incelemeye başladım. Bu bölgede saldırı olması çok ama çok saçmaydı. Öyle bir noktaydı ki sınırın bir kısmı Kurt toprağı, bir kısmı Mclenan toprağı, doğu kanadı deniz ve batıya doğru bir saatlik at yolculuğuyla Royce Boyd'un topraklarına çıkıyordun. Yani ülkenin en güvenli yeri o köydü. Sınırda kaldığı için üç toprak beyi kendi aralarında anlaşmış o köy Kurt topraklarına bağlanmıştı. Yani aslında albay kendi köyünde saldırıya uğramıştı.

"Doğu klanları olduğuna emin gibi konuştun?" Soru sorarken haritayı incelemeye devam ediyordum. Dediği klanlar haritada kırmızı daire içine alınmıştı ve arada büyük bir deniz vardı.

"Başka düşmanım yok. Amcam çok güçlü bir savaşçıdır. Saldırıya hazırlıksız olduğu bir an kollamışlar belli ki." Diyerek ayağa kalktı ve derin nefes alarak bana üstten bakmaya devam etti.

Kafamı haritadan kaldırıp bakışlarına karşılık verirken, "ben de geliyorum" demiştim gözlerimi çekmeden. Dougal, hiçbir mimik oynatmadığı yüzüyle gözlerimin arasında mekik dokumaya devam ediyordu.

"Bu mümkün değil" dediği an bakışlarını çekerek kapıya doğru yürümeye başlamıştı ki ani bir atak yaparak önüne geçip ellerimi göğüsüne koyarak onu durdurdum.

"Senden izin almadım sadece bilgi verdim." Derken dudaklarında alaycı bir kıvrım oluşmuştu.

"Neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz sana uygun değil Tuğra." Sözünü söylerken bakışları kısa bir an göğüsüne yasladığım ellerime düşmüştü.

"Buna ben karar veririm. Melek, Rob ve Emir'le kısa bir toplantı yapmam gerek. 10 dakikaya ana girişte görüşürüz." Diyerek önce ellerimi sonra gözlerimi ondan çekerek arkamı döndüm ve odadan çıkıp Emir'in odasına yöneldim.

Kapıyı hızla açtığımda Emir yatağına uzanmış ayaklarını duvara dayamış tavanı izliyordu. Kapı sesine irkilip bana dönünce ayaklarını indirip yatakta doğrulup hayırdır bakışlarıyla bakarak "aşağıdan sesler buraya kadar geliyor. Aksiyon ne?" Diye sormuştu.

Kapının önünden ayrılmadan "Melek ve Rob'u bul 3 dakika içinde benim odama gelin," diyerek kapıyı ardımdan kapatmadan odasından çıktığımda, arkamdan homurdanmalarını duyuyordum. Hızla kendi odama yürüyerek dolabımı açtım ve kamuflajlarımı giyinerek, beremi ve boyunluğumu taktım. Üzerime pelerin geçirirken bir yandan da pencereden aşağıya kontrol ediyordum. Kalabalık yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı. Eli kılıçlı savaşçılar sıralı bir şekilde diziliyor, halk ve kaledeki kadınlar da toplanan savaşçılara bakıyordu. Bir köşede Alanna ve Nina ile onun ailesini birlikte beklerken görünce kaşlarımı çattım. Bir köşede Fiona da kocası Arthur'un pelerinini bağlıyordu. Fiona'dan bakışlarımı ayırıp kalabalığın en ortasında dikilen Dougal'ı ve onun hemen karşısında ağlayan Cora'yı görünce onları izlemeye başladım. Dougal oldukça öfkeliydi ve Cora'ya bir şeyler söylerken savaşçılarına da bağırarak emirler veriyordu. Sert bir şekilde açılan kapımla, gözlerimi Dougal'dan ayırıp arkamı dönüp odama gelen arkadaşlarıma baktım.

Melek, neden burada olduğunu sorgular gibi dursa da Emir ve Rob çoktan hazırlanmış ellerinde kılıçlarla dalmıştı odama.

"Olanları duymuşsunuzdur. Ben ve Rob Dougal ile birlikte gideceğiz. Biz yokken siz de klanda her an saldırıya hazır bir şekilde bekleyeceksiniz." Melek'in çatılan kaşlarıyla yürüyerek tam önünde durdum.

"Şaşırtma olabilir her şeye hazırlıklı olmalıyız. Dougal savaşçıların çoğunu yanında götürecek. Klanın savunmasız kalmasını istemiyorum."

"İyi de klana saldıracak kadar kimse delirmiş olamaz, bu çok zor bir ihtimal. Hem savaşçıların çoğunu götürünce saldırı olsa bile biz ne yapabiliriz?" Melek'in sözleriyle Emir'le göz göze geldik. Emir, alaycı bir tebessüm sunarak Melek'e çevirdi bakışlarını ve devam etti.

"Emin ol üçümüz büyük bir saldırıyı bile püskürtebiliriz ki bunu daha önce yaptık. Gıcık sevgilin Ewan'ın kasığındaki yara, o saldırıdan kalma." Dedi ve bana dönerek devam etti.

"Tuğra, yine de Dougal'ı ikna edip burada yeterince savaşçı bırakmasını istemeliyiz. Dougal klana saldırı olmayacağına çok güveniyor ancak riske atamayız. Burada bir sürü kadın ve çocuk var."

"Biliyorum Emir ben halledeceğim merak etme. Dediğim gibi burası siz de Allah'a emanet." Diyerek Rob'un belindeki kılıcını çekerek elime aldım ve odadan çıktım.

***

Aşağıya indiğimde beni görenler tanımadıkları için bir daha bakıyordu. Burnuma kadar çektiğim boyunluğumla sadece gözlerim açıkta kalıyordu. Hemen arkamdan gelen Rob, hızını arttırarak yanıma gelmiş ve birlikte yürümeye başlamıştık. Kaleden çıktığımızda bahçeye adım atarak meraklı bakışları yine üzerime çektim. Kalabalığa doğru sert ve emin adımlarla yürürken bakışlarım Dougal'a kitlenmişti. Cora hâlâ ağlıyor, Dougal'ın onu teselli etmesini istiyor gibi sürekli bedenine dokunmaya çalışıyordu. Dougal bıkkın bir nefes vererek kafasını kaldırdığı an göz göze gelince hareketleri anında durarak gözlerime kitlenip kaldı. Ardından bakışları yavaş yavaş aşağıya ayak ucuma kadar indi. Belimdeki kılıca uzunca bakarak tekrar yukarıya çıkarken Cora'da arkasını dönerek kimin geldiğine bakmıştı. Beni görse de tanımamış olacak ki kaşlarını çattığında boyunluğumun altından gülümsemiştim. Alanna ve Nina'nın da benimle birlikte hareket ederek Dougal'a yaklaşmasıyla kalabalığın tam ortasına ulaşmıştım.

"İnatçı olmak zorundasın değil mi?" Dougal'ın sesiyle yine gülümseyerek bakışlarımı Alanna ve Nina'ya çevirdim. Tekrar Dougal'a dönünce, "kesinlikle geleceğimi söylemiştim" dedim alaycı bir tonda. Kadınların olduğu tarafta bir şaşkınlık nidası yükseldiğinde tekrar onlara dönerek Cora, Nina ve Alanna'ya kısa bakışlar atarak tek kaşımı kaldırdım.

"Bir leydi nasıl böyle giyinir bu rezalet!" Diye bağıran Nina'ya gülümseyerek baktım ama görmediği için boyunluğumu hafif aşağıya indirdim.

"Abi bu kadın neden geliyor?" Alanna'nın sorusuyla solan gülümsemem ile derin nefes almak zorunda kalmıştım. Her şeyi yediriyordum ama Alanna'nın bu önyargısı canımı çok sıkıyordu.

"Biz yokken kaleden dışarıya çıkmayacaksınız." Alanna'nın sorusunu cevaplamayan Dougal ile üzgün gözlerle Alanna'ya bakmaya devam ederek boyunluğumu tekrar burnuma kadar çıkarttım ve Dougal'ın peşinden kaleden dışarıya çıktım.

***

"At üzerinde yaklaşık 500 savaşçıyla birlikte ilerliyorduk. Sanki savaşa gidiyormuş gibi böyle kalabalık olmamızın sebebinin Dougal'ın doğu klanlarına yapacağı güç gösterisi olduğunu bilecek kadar onu tanıyordum. Öncü birlik olarak 400'e yakın gri pelerinli askerler ile sayımız binlere ulaşıyordu. Dougal, Rob ve Arthur ile ön tarafta ilerlemeye devam ediyorduk. Atı son sürat ilerletmesek de hızımız hatırı sayılır ölçüdeydi. Sessiz geçen yolculuğumuz boyunca Rob'u sürekli kontrol ediyordum çünkü albay onun yıllardır reisi olduğu için oldukça endişeli duruyordu.

"Bana ayak bağı olacaksın. Söz dinleyip neden kalmadın sanki?" Dougal'ın karşısına bakarak söylediği sözlerin hedefi bendim. Atımı tam yanında ilerleterek gidiyordum.

"Dougal!" Dedim yan gözle Arthur'u ve Rob'u kontrol ettim. İkisi de bizden biraz uzaklaşarak yan tarafımızda kanat şeklinde sıra alıp ilerliyorlardı.

Sesimle Dougal başını bana çevirip dinlemeye başladı. Atımı ona biraz daha yaklaştırıp sesimi de alçalttım.

"Sınıra gelmeden yanımızda gelen bütün savaşçılarını klana geri gönder. Sadece gri pelerinlilerden bazıları bizimle kalsın." Dougal kaşlarını olabildiğince çatarken ne söylemek istediğimi anlamamış gibi duruyordu.

"Sana akıl vermek değil amacım" diye devam ettim hemen. "Bak, bu işin içinde başka şeyler olabilir. Albayın yani amcanın senin zayıf noktalarından biri olduğunu bilen kişiler tarafından kurulmuş bir tuzak olabilir. Klanı savunmasız bıraktığının farkında mısın? Şu an etrafında at süren 4 kişi bile gidip albayı kurtarabiliriz. Bu kadar savaşçıyı klandan çıkarmamalıydın. Albaya saldıran her kimlerse, senin bu hamleyi yapacağını iyi biliyor olmalılar."

"Yani tam olarak ne demek istiyorsun? Amcam için ordu toplamam yanlış mı? Doğu klanlarına gücümü başka nasıl gösterebilirim?" Sert çıkan sesiyle kafamı hafif çevirip Arthur'u kontrol etmiş geri Dougal'a dönmüştüm.

"Albay için ben de elimden gelenin fazlasını yaparım Dougal. Bana henüz güvenmiyor, hatırlamıyor olabilirsin ama lütfen sadece bu kez güven. Bunu yapan klandan biri bile olabilir. Suçun doğu klanlarına kalacağını bilen biri. Demek istediğim hiçbir şeyi riske atamayız. Belki gerçekten doğu klanları yapmıştır bu saldırıyı ancak önlemimizi almış oluruz. Mesela, albayın yola çıkıp buraya geleceğini kimler biliyordu?" Son sorumla Dougal bakışlarını benden çekip önüne dönmüştü.

"Yani klanımda bir hain mi var demek istiyorsun? Sizin dışınızda sadece komutanlarım ve kıdemli savaşçılarım biliyordu. Onlar bana asla ihanet etmezler!" İnatçı, gıcık adam!

"Savaşçılar geri dönsün ancak klana girmeyip ormanda beklesinler. Olası bir saldırı durumunda kendilerini göstersinler." Dedim inat ederek ancak Dougal kafasını iki yana sallayarak atını hızlandırıp yanımdan uzaklaştı. Ardından oflayarak geri dönsem mi diye düşünmeye başlamıştım. Nedense Dougal'ı ikna edeceğimi düşünüyordum ama uyuz adam beni dinlemeyecekti sanırım

Sınıra yaklaşırken içimdeki sıkıntı da had safhadaydı. Dougal ile son konuşmamızdan sonra birkaç defa daha ikna çabalarında bulunmuştum ama bana cevap dahi vermeyip derin düşüncelere dalmıştı. Kafasında planlar yapıyordu ve söylediklerimi takmıyordu bile. Onun dışında çevremde ilerleyen savaşçıların kötü bakışlarına maruz kaldığım yetmiyormuş gibi Dougal benden uzakta ilerlerken arkamdan gelen savaşçıların kendi dillerinde hakkımda konuşup güldüğünü duymuştum. Biri diğerine 'sence ilk yumrukla ölür mü bayılır mı?' diyerek beni işaret ediyorlardı. Dişlerimi sıkarak onlara gülümserken yüzlerini de hafızama kazımıştım. Dönüşte ölmezlerse onlara bunun cevabını çok güzel verecektim.

Bir yarım saate yakın daha ilerlediğimizde Dougal bir anda atını durdurup elini yukarıya kaldırınca tüm ordu da aynı anda yavaşlayıp durmuştuk. Benden epey önde olan Dougal, atını bana doğru çevirip hızla bana doğru sürdüğü atıyla keskin gözlerini üzerime dikmişti. Tam bana yaklaştığında tırısa kaldırdığı atıyla boyu daha da yukarıya çıkarak bakışlarımı kaldırmama sebep olmuştu. Etrafımda bir tur atarken, "dediğin gibi olsun bal göz" diyerek yanımdan ayrılmış, savaşçılarına geri dönmelerini seslenerek emretmişti. Ardından hafif tebessüm ederken elimi kalbime koymamak için kendimi çok zor tutmuştum ziraa kalbim bu sefer duracak gibi hissediyordum.

***

Albayın saldırıya uğradığı noktaya yaklaşmıştık. Dougal'ın ani bir kararla savaşçıları geri göndermesine kimse anlam verememiş ancak itiraz da etmemişlerdi. Dougal onlara klanın çevresini sarıp gizlenmelerini ve beklemeleri söylemişti. Kafası karışan savaşçılar geri dönerken gri pelerinlilerden 50 asker ile 10'a yakın savaşçı bizimle birlikte ilerliyordu. Dougal savaşçıları yolladıktan sonra yanımdan geçerken 'umarım yanılırsın' demişti ikaz dolu bir ses tonuyla.

Köyün girişine geldiğimizde etrafın oldukça sessiz olduğunu görüp kaşlarımı çattım. Gündüz vakti en azından çocukların sokaklarda koşup oynaması gerekiyordu ancak dışarıda tek bir tane bile insan yoktu. Evlerin bacalarından çıkan dumanları görmesem köyün terkedilmiş olduğunu bile düşünebilirdim. Dougal elini havaya kaldırıp yumruğunu sıkınca tüm atlılar aynı anda durduk ve atımızdan inerek en yakın ağaçlara temkinli bir şekilde bağlamaya başladık. Kılıcımı tutarak bakışlarımı etrafta bir süre daha gezdirince bir evin perdesinin oynadığını görüp kaşlarımı çattım. Rob'la bakışlarımız kesişirken aynı şeyi yakalamış olduğumuz için birbirimize kafamızı sallamıştık.

"Arthur, yanına 30 asker alıp dağılın. Amcamları gören, duyan birileri mutlaka olmalı. Sen" diyerek bakışlarını bana çevirdi.

"Yanımdan ayrılmıyorsun. Rob, sen de Arthur'la git belki saldırıyı gören birileri vardır." Rob, bana dönünce gözlerimi kırpıp onayladım ve Arthur'la gidişini izledim. Dougal, ağzının içinden "benden emir aldı ama senden onay bekliyor?" Diye homurdanmıştı. Cevap vermeden bakışlarımı toprak yola çevirip ezberlediğim haritayı kafamda canlandırdım. Haritayı çizen çok ayrıntılı çizip iyi iş çıkartmıştı bu yüzden ilk defa geldiğim bu yeri avucumun içi kadar iyi biliyor gibiydim.

Dougal'ı bırakıp yürümeye başladığımda albayın geçiş güzergahlarını anlamaya çalışıyordum. Toprak yoldan çıkıp çalılıkların olduğu orman tarafına ilerleyince arkamdan yetişen Dougal sertçe kolumu tutup beni durdurmuştu.

"Sana yanımdan ayrılma dedim! Burası senin dünyandaki gibi değil, tehlikelerle dolu." Kısık tonda ama sert çıkan sesiyle kolumu elinden kurtarıp ona arkamı dönmüştüm.

"Burada bir sene yaşadığımı unutuyorsun. Ben kendi dünyamda komutan yardımcısıydım yani beni korumana gerek yok" diyerek ağaçlık kısımdan geçerek ormanın içine doğru yürümeye başladım. Yürüdüğüm ağaçlık alandan kenarda kalan köyün toprak yolu gözüküyordu. Evlerden uzaklaşmaya devam ederken sessiz adımlarla yolu gözetleyerek ilerlemeyi sürdürdüm. Dougal hemen arkamdan gelerek benim gibi çevreyi inceliyordu. Ağaçlardan birinde gördüğüm kırılmış dal ile çok kısa bir an duraksayıp yerde çömeldim ve dalı tutup inceledim. Dougal da yanımda durmuş dala bakarken ormanın derinlerine inen tarafa çevirmişti bakışlarını.

"Köyden birileri burada defalarca yürümüştür. O dalı herhangi bir çocuk bile kırmış olabilir. Amcamı böyle bulamayız benim ortalığı yakıp yıkmam gerekiyor."

"Köylüleri mi yakıp yıkacaksın? Sen böyle bir şey asla yapmazsın Dougal beni denemekten vazgeç!" Dedim çok sakin bir ses tonuyla. Ayağa kalkarak dalın gösterdiği yöne doğru ilerlemeye başladım. Albay bir askerdi. Onu öldürmemişlerse mutlaka tuttukları yerden kurtulurdu. Onu bağlayıp yanında birileri de bekliyor, albayda kurtulmak için fırsat kolluyor olmalıydı. Nedense onu öldürdüklerini düşünmüyordum çünkü sağ bir savaşçısını haber göndermek için bizim klana yollamışlardı. Albayı öldürmeyip kaçırmalarının sebebi bence tamamen dikkat dağıtmaktı. Onu bulup hemen klana geri dönmeliydik.

Dougal'ın benden ayrılıp sağ tarafa doğru gittiğini görünce bakışlarımı ona çevirdim. Kafası öne eğik yere bakarak yürüyordu. Bir anda durup yerde çömelince 'doğru yoldayız' dediğini işitmiştim. Dougal hızla ayağa kalkıp etrafı dikkatle incelerken onun yanına yaklaşıp az önce baktığı yere baktığımda, yerde sürükleme izlerini gördüm.

Yönümü belirlediğim an koşmaya başladığımda Dougal'ın sert ikazı ile hafif duraksamıştım.

"Nereye koştuğunu sanıyorsun? Hemen geri dönüp askerleri buraya getiriyorsun. Geride kalacaksın!" Boyunluğumu indirerek alaycı bir şekilde gülerken koştuğum yolu geri dönüp onun tam karşısında sert bir şekilde durmuştum.

"Beni arkada tutamazsın Dougal. Çok istiyorsan gidip kendin çağır askerlerini." Tek kaşımı kaldırıp söylediğim sözlerle Dougal kafasını yana eğerek ağzının içinden bir şeyler söylemişti ancak duyamamıştım. Pes etmiş gibi yürümeye başladığında arkasından zafer gülümsememi atarak peşinden ilerledim.

"Büyük Dougal adımlarını daha sessiz atmalısın" Ben kelebek kadar sessiz hareket ederken Dougal sanki bir orduya bedel ses çıkartıyordu. Kaşlarını çatmaya devam ederken alaycı bir şekilde gülüp alt dudağımın yan kısmını ısırmıştım. Bıkkın bir şekilde "Senin gibi bir baş belasına nasıl aşık oldum?" Diye sorduğunda kalbimdeki ritim bozulmuş gibi hissettim. Durup dururken bir şey söyleyip kalbime sorun çıkartıp duruyordu.

"Aşık olduğunu sana kabullendiren ne oldu?" Dedim imalı bir ses tonuyla. Dougal kafasını diğer tarafa çevirip ifadesini izlememi engelleyince, "ben kimsenin bardağından su bile içmem. Buna kız kardeşim dahil" dedi. Gülmem genişleyerek bakışlarımı etrafta gezdirmeye devam ettim.

"Ne kadar ileri gittim? Onursuz bir şey yapacağımı düşünmüyorum ama ne kadarına izin verdim?" Diye sormuştu pat diye. Bir an duraksayınca o da benimle birlikte duraksayıp bedenini bana çevirmişti.

"O rüyanda gördüğün gibi birbirimize karşı koyamıyorduk," dedim alaycılığa vurmaya devam ederek. Ciddi olamıyordum çünkü ciddi olmaya kalksam adamı tutup ağaca yaslayabilirdim. Onu gerçekten artık çok özlemiştim. Dougal'ın çatılan kaşlarıyla yüzü tuhaf bir şekle girmişti ve kısık bir tonda bir şeyler söylemişti. 'Yani diğer rüya gerçek miydi?' Gibi bir cümleydi.

"Bunu asla yapmam!" Dedi anında kendinden emin, gür bir sesle. Gülerek kafamı salladım ve devam ettim.

"Tamam tamam gerçeği söylüyorum, gerçekten ileriye gitmedik." Dedim ellerimi iki yana kaldırırken. Derin bir nefes aldığını görünce tek kaşımı kaldırsam da bu konuda daha fazla bir şey söylemek istemedim. Zaten etrafı inceleyip yürümeye de devam ederek konuyu şimdilik kapatmıştık.

***

İleride gördüğümüz küçük bir kulübüyle adımlarımız anında yavaşlayarak çalılıklardan birinin arkasına saklanıp eğildik. Dougal tam yanımda sesli nefes alıp verirken, bakışlarım kulübenin çevresindeydi.

Etraf son derece temiz gözüküyordu ve içeriden çıt dahi çıkmıyordu.

"Fazla sessiz" derken cebimdeki dürbünü çıkartıp daha detaylı incelemeye başladım. Kulübenin yakın çevresinde kuşlar ve küçük orman hayvanları dışında hiçbir canlı yoktu.

"O nedir?" Derken dürbünü gözlerimden çekerek Dougal'a uzatmıştım. Dürbüne uzaylı muamelesi yapan Dougal benim gibi etrafa bakmaya başlayınca düşünceli bir ifadeye bürünmüştü. Uzattığı mini dürbünü alıp cebime geri koyarken, arkamıza kısa bir göz atıp tekrar Dougal'a dönmüştüm.

"Ben içeriye gireyim sen de arkadan dolaş."

"Sen buraya bekle ben içeriye gireyim." Dougal'ın itirazıyla bıkkın bir nefes vererek kulübeye bakmaya devam ettim. Dougal benim emrim altındaki askerim olsa ona cezalardan ceza beğendirirdim de dua etsin kraldı.

"Ben önden sen arkadan Dougal!"

"Sen burada kalacaksın hatta geri dönüp askerleri çağırabilirsin hâlâ" inatlaşmasına göz devirip ofladım.

"Burada komutan benim!"

"Kral da benim!"

"Tamam keklik gibi ikimiz de önden giriyoruz oldu mu? Asla burada kalmam!" Dougal zafer kazanmışçasına gülümseyerek yavaşça ayağa kalkıp kılıcını kınından çıkardı.

"Arkamda dur!" Diyerek omzuma hafifçe çarpıp önden ilerlemişti.

***

Kulübenin önüne geldiğimizde perdelerin sonuna kadar çekili olmasıyla bakışlarım hâlâ etraftaydı. İçeri girmek için plan yaparken Dougal'ın attığı sert tekmeye ardından kırılan kapıya çevirdim bakışlarımı. "Ciddi olamazsın!" Derken duvara kendimi yaslayıp açık kapıdan içeriye hızla eğilip bakıp geri çekilmiştim. Dougal, arkasına son kez göz atıp bodoslama kulübeye girerken içimden söylenmeye devam ediyordum. "Sen hâlâ nasıl tüm Britanya'nın en güçlü savaşçısısın? Bu taktiklerle çoktan ölü olman gerekiyordu" diyerek arkasından kulübeye adım atıp içeriye hızla göz gezdirdim.

Çok küçük olan odada her yer örümcek ağlarıyla kaplanmışçasına kirliydi. Küçük tek kişilik bir yatak ile yine küçük bir masa ve sandalye dışında eşya olmayan odanın tam ortasında albay duruyordu. Elleri, ayakları ve ağzı bağlanmış sandalyede baygın bir şekilde kafası öne düşük duruyordu. Dougal "amca" diyerek yanına koştuğunda kılıcımı geri takarak ben de yanına gidip nabzını kontrol etmiştim.

"Yaşıyor, onu çözelim," derken ellerini bıçağımı çıkartıp tek hamlede kesip ağzındaki bantı aşağıya indirmiştim.

"Komutanım!" Diyerek yanağına vurunca Dougal ayaklarındaki ipleri hallederek benim gibi onu dürtmeye başlamıştı.

"Şimdi geri dönüp askerleri toplar mısın?" Dougal'dan duyduğum cümleyle gülümsememe engel olamayıp "Kibar olmak zor değilmiş dimi" dedim.

"Uyanmıyor ne yapacağız?" Sorusuyla bakışlarımı etrafta gezdirdim. Masanın üzerinde gördüğüm bardağa yaklaşıp içini kontrol ettim. Koklayıp ve sallayıp su olduğuna emin olduğum yarısı içilmiş bardağı alarak albaya doğru yaklaştım ve bir anda yüzüne savurup sıçramasına sebep oldum. Albayın sinirle açılan gözleri beni bulduğunda öfkesinden burun delikleri dahi büyümüştü.

"Amca iyi misin?" Dougal'ın sesini duyan albay bakışlarını hızla ona çevirip bedenini serbest bırakıp rahatlamıştı.

"Oldukça kalabalık bir grup saldırdı patika yolda. Başıma yediğim sert darbeyi hatırlıyorum en son. Senin nasıl haberin oldu oğlum?" Derken şüpheli bakışları benim üzerimdeydi.

"Sizden birini serbest bırakıp klana yolladılar. Haberi ondan alıp aramaya geldik." Albay ayağa kalktığında keskin gözleri beni bulmuştu.

O bana bakarken yüzüme sahte bir tebessüm kondurup elimi alnıma götürdüm. Bunu daha önce de yaptığım için artık dejavu hissinden kurtulamıyordum. Albay, gözlerini kısmış tuhaf bir ifadeyle beni izlerken tekmilimi verdim.

"Astsubay kıdemli başçavuş Tuğra Duman, İstanbul emredin komutanım" Albayın kaşları yukarıya kalkarken ardından hızla kaşlarını çatmıştı. Bakışları benden Dougal'a döndüğünde tekrar bana geri dönerek kocaman gülümseyince, bu sefer de benim yüzümde tuhaf bir ifade oluşmuştu. Dougal'la kesişen anlamsız bakışlarımız ile elimi alnımdan çekerek yanımda serbest bırakmıştım. Beni gördüğü andan beri tek bir kelime söylemeden yüzümü inceliyordu albay.

"Hayal değilsin gerçekten de geri döndün Tuğra!" Albayın sevinçli nidası ardından hızla bana sarılması ile omzunun üzerinden şaşkın bir ifadeyle Dougal'la bakışlarımız kesişmişti yine. Ben yanlış duymamıştım değil mi?

Kendimi albayın kollarından çıkartıp "Beni hatırlıyor musun?" Diye sorarken Dougal benimle aynı anda, "onu hatırlıyor musun?" Diye sormuştu. Albay ikimize şaşkın bir ifadeyle bakmaya başladığında kafası oldukça karışık gibi duruyordu. Albay, beni hatırlıyordu. Bu demek oluyor ki yakında herkes bizi tamamen hatırlamaya başlayacaktı. Zaman geçtikçe hatıralar da geri geliyordu. Belki albayla görüşmediğimiz için hatırlamaya ilk o başlamıştı.

"Ne saçmalıyorsunuz siz çocuklar? Elbette Tuğra'yı unutacak kadar darbe yemedim kafama. Hadi çıkalım buradan yolda konuşuruz hadi hadi" diyerek bir kolunu omzuma atan albay ile yürümeye başlarken, yüzümdeki sevinci gören Dougal'ın gözleri gülümsememde takılı kalmıştı. Dougal öne geçerek kulübeden çıkarken ardından biz de çıkmış etrafı tekrar incelemiştim ama bir Allah'ın kulu bile yoktu. İçimdeki mutluluğu derinlere gömüp yaşadığımız bu kaçırma olayındaki saçmalıkları düşünmem gerekiyordu. Sevincimi daha sonra yaşayabilirdim.

"Albayı burada tek başına bırakıp gitmeleri normal mi Dougal. Asıl hedef klandı buna emin olmuşsundur artık. Hiç mola vermeden klana gidelim" Dougal dişlerini sıkmaya başlamıştı.

"Doğu klanlarının işi miydi amca?" Diye sordu hızla patika yola doğru koşturmaya başladığımızda. Albay kafasını bilmiyorum anlamında sallayarak, "eşkıyalar gibi giyinmişlerdi. Üzerlerinde bir klan arması ve rengi yoktu. Kimin işi bilmiyorum ama Tuğra'nın dediği gibi beni yem yapmış olabilirler. Buraya kaç savaşçıyla geldin?" Dougal'la göz göze geldiğimizde, "klanın üçte ikisini yanıma almıştım" dedi. Albayın kocaman açılan gözlerini görünce, "Doğu klanları olduğuna emindim ve daha azıyla yola çıkamazdım. Senin hayatın söz konusuydu amca. Ancak merak etme Tuğra'yı dinleyip tüm savaşçıları geri gönderdim. Savaşçıların geri döndüğünü klandakiler anlamayacak çünkü ormanda saklanmalarını söyledim. Buraya bir avuç askerle geldik." Albay rahat bir nefes aldığında patika yolda bekleyen gri pelerinlileri görmüştüm.

Eve yolculuk için hazırlanırken, "İyi ki geri döndün kızım" dediğini işittim albayın.

.

Emir

Ulan Tuğra, bu kız yine ne işler karıştırıyordu bilmiyorum ama ne yapsa Dougal'ı kendine kul köle yapmayı başarıyordu. Vallahi de helaldi doğrusu. Dougal'ı ikna edip savaşçıları klanın çevresine geri gönderdiğini Melek ile devriye gezerken fark etmiştik. Önce düşman sanarak gerilmiş ancak klanın savaşçıları olduğunu anladığımızda onları görmezden gelerek saklandıklarını sanmalarını sağlamıştık ve ardından klana geri dönmüştük.

Bir de onlar gittikten sonra yelloz Cora ve kızıl cadı Nina'nın hasetlerinden çatlamalarını izlerken karnımı tuta tuta gülmek istemiştim. Aferin lan benim kızıma. Kamuflajlarını giyinip klanın bahçesinde yürürken herkesin bakışları korkuyla üzerindeydi. Gerçi benim kamuflajım askeriyede kaldığı için Tuğra'ya kızgın olsam da buraya gelmeye bir anda karar verdiğim için kızgınlığımı geri plana atabiliyordum.

Bizim Nusret'te hiç az değildi yani. Gözünü Tuğra'dan hiç ayırmıyordu yalnız. Türk filmlerinde olan uzun uzun bakışma sahnelerini izliyordum sanki onları izlerken. Bizim kız, 'şahin bakışlım Dougal'ım' diyerek bakışma esnasında eliyle kalp işareti yapsa, herhâlde bir ay boyunca bana makara çıkardı ama nerdeee bizim kızda öyle Türkan Şoray replikleri. Tek yaptığı vurdulu kırdılı Jackie Chan sahnelerine bodoslama atlayıp oradan oraya zıplamaktı.

Gerçi ben sabahki kahvaltıda Tuğra'nın elindeki çatalı Nina'nın kızıl saçlarına fırlatacağı üzerine Rob ile iddiaya girmek isteyip dünya tarihindeki ilk iddiayı icat etmeyi düşünüyordum ama buzdolabı Rob bana bozuk balığa bakar gibi bakarak yemeğine geri dönünce kahvaltıma geri dönmüştüm. He, bir de çok uyuzuma giden biri daha vardı klanda. Gıcık Alanna elbette. Evet onun lakabını direkt gıcık koymuştum artık. Palvin Alanna'dan istifa ettirmiştim onu çünkü geldiğimizden beri kolejli kötü kızlar gibi olmaya başlamıştı. Hele bana iğrenç bakışlar atıp yüzünü buruşturması yok mu! Bir şey söyleyip laf soksam cevap vermeden yüzünü buruşturup beni delecek gibi baştan aşağı süzüyor, ardından kızıl kafanın koluna girip hızla uzaklaşıyordu. Eskiden ne güzel ağız tadıyla kavga ederdik şimdi onu bile yapamıyorduk ama ben ona göstereceğim gününü elbette. Heheyt kızıım, sen kiminle uğraştığını unutmuşsun ama hatırlatırız evelallah.

Geldiğimden beri klanda küsmediğim tek insan Melek'ti. Açıkçası Tuğra kadar dirençli olamıyordum çünkü ben kafayı yemek üzereydim. Yahu Rob dışında bir Allah'ın kulu bile beni tanımaz mı? Bu yüzden Tuğra'yı masanın üzerine çıkartıp herkesin içinde alkışlamak istiyordum ya! Kızın sevgilisi onu unutmuş, ben iki tanıdık beni unuttu diye karalar bağlarken ona hem üzülüp hem imrenmiştim içten içe. Vallahi dayanması zordu, insanın kalbi her saniye un ufak olurdu. Bence çok iyi idare etmişti. İyi ki akıllı kalbim boştu yoksa bir de sevgili olaylarıyla uğraşamazdım.

Lan insanları geçtim, beni Göki bile hatırlamıyordu ya! Göki, kim mi? İsmini kendim verdiğim Owen'ın her sabah öten horozu elbette. İsmini nereden mi verdim tabii ki Göktürk komutanımdan ilham aldım. Göki bağırırken gırtlağından çıkan titreşim bana nedense sinirli Göktürk komutanımı hatırlatmıştı. Neyse ben bir sabah bıçağı alıp kümese girince, o zamanlar ismi daha Göki olmayan Göki'yle küçük bir arbede çıkmıştı aramızda. Duvara ayak basıp üzerime atlarken kafasını tutup beni gagalamasını engelleyip kafa atmaya hazırlanırken, ağzını açarak tüm gücüyle öten horozun sahibi Owen pata küte içeriye dalıp bir bana bir elimdeki bıçağa bir de beni ısırmaya çalışan kendini kabartmış horozuna bakarak şoka girmişti. Sesinin beni uyutmadığını, horozu keseceğimi söylediğimde beni zar zor ikna ederek horozun faydalarını uzun uzun anlatmaya başlayınca, horozla aynı anda susup Owen'ı dinlemeye başlamıştık. O olaydan sonra her öttüğünde kümesine gidip, kapıdan sinsice bıçağı göstererek pis pis sırıtarak horoza göz dağı veriyordum. Korkutup sindirmeye çalışmıştım ama altta kalmayıp bana atar gider yapınca kafayı horoza iyice takmıştım. Gel zaman git zaman artık beni ve elimde gösterdiğim bıçağımı umursamamaya başlayınca ismini Göki koymuştum.

Uzun lafın kısası, Göki bile beni hatırlamıyordu.

Tuğra'ların gidişinin üzerinden bir saat geçmişken Melek ile bahçede devriye şeklinde geziyorduk hâlâ. Ewan, tüm halka evlerinden çıkmamalarını söylediği için bir avuç savaşçı dışında başka kimse yoktu.

"Tuğra'yla bir anınızı rüyanda görmüşsün?" Diye sordum Melek'e bakmadan. Derin bir nefes alarak kafasını salladığını yan gözle gördüm.

"Bir şey daha gördüm bu gece. Tuğra'ya anlattığımda o anıda senin de olduğunu söyledi ama seni orada görmedim." Bir çırpıda söylediği sözlerle yürümeyi bırakarak ani bir şekilde durdum.

"Yani üçümüzün olduğu bir anıyı gördün ama beni görmedin?" Kafasını bir kez sallayarak, "evet rüyamda o anıda sanki Tuğra ile ikimiz yaşamış gibiydik" dediğinde kaşlarım çatılarak gülümsedim.

"Onu hatırlamaya başlayıp beni neden hatırlamıyorsunuz?" Sesim istemsiz yükselmişti. Acaba Tuğra buradan birine aşık olduğu için mi hatırlanmaya başlamıştı?

"Bilmiyorum Emir. Brad bu durum için bir şeyler biliyor ama. Ailesi mağaranın sırrına vakıfmış." Duyduklarımla kaşlarım daha da çatılmıştı. Bu Brad tam olarak kimdi? Tuğra neden ona tuhaf bakıp koruyor ve oldukça kibar davranıyordu?

"Brad, Tuğra'ların ardından klandan ayrıldı. Ailesine mağara ile ilgili her şeyi sorup öğrenebildiğini öğrenerek geri gelecek. Dougal şimdilik aramızda kalmasını istemişti ancak gittiğine göre sır olmaktan çıktı." Melek'in sözleriyle yürümeye devam ederek bakışlarımı klanın etrafındaki yüksek duvarlara çevirdim.

"Tuğra'nın Brad'le bilmediğimiz başka bir işi var ama benden bile gizliyor. Brad'in gittiğini duyunca ortalık karışacak" dedim. "Dougal'ın emri var yakında dönecek," dese de, Tuğra her ne saklıyorsa bunu ona tekrar sormayı kafama not ettim.

Tak diye bir ses duyunca adımlarım da aynı anda durup kafamı sur kapısına çevirdim. Her şey normal gözükse de o ses birinin yüksek bir yerden düşme sesi gibi gelmişti. Melek de benimle aynı yöne bakarken aynı anda birbirimize bakarak kaşlarımızı çatmıştık.

"Baskın var alarm çanını çaldır" diyen Melek hızla kaleye koşup gitmişti. Sırtımdaki ok ve yaya dokunmadan, çok profesyonel olmasam da iyi idare edebildiğim kılıcımı çıkartıp sur kapısına doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamıştım. Yine aynı sesi duyunca etrafta gezen savaşçıları sessizce uyararak yanıma çağırmış ve sur kapısına birlikte ilerlemiştik. Ormanda saklanan Mclenan savaşçıları ne yapıyordu acaba?

Bir anda surların tepesinden atılan merdivenlerle aşağıya inmeye çalışan siyah renkte giyinmiş adamlar klana girmeye başlamıştı. Bağırış, çağırış sesleri ortalığı kırıp geçirmişti. Üzerime doğru gelen bir adama kılıcını kendi kılıcımla bloke edip sağlam tekme atıp havaya uçurmuşum. Diğer yönden gelenler klanında içine karınca gibi dağılmaya başlayınca borazanı öttüren savaşçıyı aradı gözlerim ancak kapının önünde bekleyen bizim savaşçılarımız yerde yatıyordu. O yöne doğru koşarken yanından geçtiklerimin darbelerinden bedenimi koruyor eğilip, kalkıp, tekme atarak borazana doğru hızla koşmaya çalışıyordum. Ormanın derinliklerindeki savaşçıları saldırıdan haberdar etmem için o alarmı öttürmeliydim. Bu adamlar ormandan nasıl sessiz gelmiş olabilirlerdi de bizimkiler fark etmemişti bunları?

Karşıma çıkan sarı dişli sırıtan, ayı gibi adama yüzümü buruşturarak baktım. Alarmın gidecek merdivene birkaç metre kalmışken yerde yatan kanlar içinde Mclenan savaşçılarından üçünü çok net bir şekilde görebiliyordum. Arkamda büyük bir savaş alanı vardı ancak bizim sayımız çok azdı. Allah aşkına ormandaki savaşçılar hiç mi bağırış seslerini duymuyordu? Yatıp güneşleniyor muydu bu denyolar!

"Yolumdan çekil" dedim ama adam anlamadan tuhaf homurtulu sesler çıkarıp sırıtmaya devam etti. Filmlerde alttaki canavar sesi gibiydi boğazındaki hırıltı. "Pekala hobbit cehenneme biletin kesildi. This is Spartaaa" diye bağırıp hep yapmak istediğim replikle hobbitlikten çok uzak ama ismini Hobbit koyduğum dev gibi adamın anlamaz bakışlarına aldırmadan kılıcımla üzerine atlasam da gözüme yediğim sert yumrukla adeta uçarak geri geri gidip yere yapıştım. Hobbit yavaş yavaş adımlar atarak nihahanihaa gibi ses çıkartıp tepemde dikilince, elinde dik bir şekilde tuttuğu kılıca tek gözümle bakarak derin bir nefes aldım. Kılıcı bana saplamak üzere kaldırdığı an rüzgar sesiyle bir ok fırlayıp adamın boğazından girip öbür kısımdan çıkmıştı. Gözleri sonuna kadar açılan Hobbit yalpalayarak tam üzerime düştüğünde zorla ittirerek altından çıkmaya çalışırken tepemde Melek'i gördüm.

"Ne yaptığını sanıyorsun lan sen? Adam seni gebertiyordu!" Adamı üzerimden atarak ayağa kalktığımda tek gözüm hâlâ kapalıydı. Ayı gözümü kör etmişti resmen.

Elimdeki çakıyı Melek'e gösterip arkasından koşan bir adama fırlatırken "Merak etme gaza geldim bir an ama kendimi öldürtecek değildim elbette. Gidip şu alarmı öttürelim." Diyerek birlikte ana kapının yanındaki kendi merdiveninizden tırmanmaya başladık. Yukarıdan bize doğru gelen baskıncılardan birini aşağı iterek düşürürken Melek'te aşağıdan peşimize takılanlara kılıç savuruyordu. En tepeye çıktığımda yerde elinde borazanla düşmüş kanlar içindeki savaşçının nabzını kontrol ettim. Sıkıntılı bir nefes verip "ölmüş" diyerek borazana benzeyen aleti elinden çekip üflemeye başladım. 3 kere üflediğim aletin sesi tüm klanda yankı uyandırmıştı. Saldırı hâlâ giriş kapısında olsa da çok sayıda Mclenan savaşçısı ölmüş gibiydi. En tepede olduğum için savaş alanına kısaca göz attığımda Ewan'ın iki kişiyle aynı anda dövüştüğünü gördüm. Bakışlarımı klanın dışına çevirdiğimde yokuş yukarıya koşan saklanan savaşçıların geldiğini gördüm. E çok şükür bir zahmet gelebildiniz.

"Bizimkiler geliyorlar aşağıya inip destek olalım" dedim ve Melek kafasını sallarken birlikte aşağıya inmeye başlayıp saldırıları püskürtmeye devam ettik. Ormandakilerin de klana girmesiyle sayımız bir anda 5 katına çıkıp baskıncıları kısa sürede etkisiz hale getirdik. Ortalık sakinleşmeye başlarken Melek çoktan yaralıları kontrol etmeye de başlamıştı. Saldırganlardan birinin yerde zayıf nefesler aldığını fark edince bakışlarımı kısaca çevrede gezdirip yanına çömelip nabzını kontrol ettim. Ardından omzundaki kılıç yarasını bulduğum bir kumaş parçasıyla sarıp ellerini de önden sıkıca bağlayıp adamı ayağa kaldırdım. Adamı gören aç bir kurt gibi Mclenan savaşçıları bize doğru adamı öldürmek için yürürken, "Bu adam gibi tüm sağ olanları hücreye getirin" dediğimde Ewan öne çıkarak bana kaşlarını çatmıştı.

"Emir verme hakkını kim sana verdi?" Adamı ilerletmeye devam ederken Melek elini Ewan'ın elinin üzerine koymuştu.

"O haklı Ewan. Saldırının altında kim olduğunu bu adamları konuşturarak anlayabiliriz" Ewan burnundan nefes verip gülerken ben adamı ilerletmeye devam ediyordum.

"Konuşmazlar güzelim boşuna uğraşmayalım gebertin gitsin" Ewan'a şeytanı bir gülümseme yollarken ben cevabını verdim.

"Benim sorgumdan kimse kaçamaz yamuk ağız" son kelimeleri Türkçe söylediğim için anlamamıştı ama Melek'in çatılan kaşlarına gülümsemeden de duramayıp hücreye doğru ilerledim.

***

Dougal

Tuğra'ya olan yoğun hislerim gördüğüm rüyalardan bile önce başlamıştı. Bunu artık kendime itiraf etmekte zorlanmıyordum. Tanıdık kokusu, ona olan güçlü bir bağla bağlanmama sebep olmuştu. Akabinde onu tanıdıkça her gün güçlü karakterini görmek, dik başlılık yaparken yüzündeki alaycı ifade ile sanki benim bilmediğim birçok sırrı bildiğini saklamayan muzur ifadesi aklımı başımdan alıyordu. Kahvaltıda kız kardeşimin Nina'nın burada kalmasını istediğinde gözlerim otomatik olarak Tuğra ile buluşmuştu. Hiçbir tepki vermeden cevabımı beklemişti. Sanki bundan sonraki hayatına devam etmesinin en önemli cevabı buymuş gibi bakmıştı bana. Nina'nın misafirim olması umurumda bile değildi ancak Tuğra'nın gözlerindeki o bekleyiş ifadesi kararımı çoktan vermeme sebep olmuştu.

Hele o rüyalar...

Tanrım...

Aklımı başımdan alacak kadar yoğun hissettiğim rüyalardan uyandığımdan beri kendime gelemiyordum. Tuğra'ya ne zaman baksam yanaklarını iki yandan tutup gülümseyerek dudaklarından öptüğüm anılar üşüşüyordu beynime. İlk rüyam daha masum ancak daha hisli olsa da Tuğra'nın kulağına onu nasıl sevdiğimi anlattığım kısımlarda kıkırdamaları kalbimde delikler bırakacak kadar beni sarsmıştı. İkinci rüyam çok daha beterdi ve işler orada çok farklıydı. Bunun da bir anı mı, yoksa rüya mı? olduğunu anlamanın tek yolu Tuğra'ya sormaktı elbette ancak amcamın kaybolduğu haberiyle planlarım sekteye uğramış kendimi yola hazırlanırken bulmuştum. Elbette Tuğra odaya dalarak tüm savaşçılarımın şaşkın bakışlarına aldırmadan masadaki haritamı incelemeye başladığında ağzımı açmamıştım ve savaşçılarıma planı anlatmaya devam etmiştim. Savaşçılarımın Tuğra'ya attığı bakışlardan aşırı öfkelenirken birinin onu baştan aşağı süzmesiyle daha fazla dayanamayıp elimi masaya vurup herkesi odadan kovmuştum. Tuğra, sesini dahi yükseltmeden benimle geleceğini söyleyip odadan çekip giderken, yaşadığım duygu karmaşalarından dolayı saçlarımı çekiştirip odada volta atmaya başlamıştım.

Bu kadına daha önce aşıktım belli ki...

Ancak beni asıl şaşırtan, ona tekrar aşık olmuş olmamdı. Gözlerimi ondan ayırmak istemiyor, sürekli konuşmak istiyor ve ona çiçekler vermek istiyordum. Aklıma gelen maketlerle gülümseyerek amcamın olayına adapte olmamı kendime tembihleyerek odadan çıktım. Doğu klanlarına gücümü gösterip güzel bir göz dağı verdikten sonra belki Tuğra'ya bir maket daha yapardım. Neden sadece zambak çiçeğini yaptığımı bilmiyordum ama kokusu yüzünden olduğunu tahmin ediyordum. Ancak ona şimdi tüm çiçeklerden maket yapmak istiyordum.

Klandan çıktığımızda tuhaf kıyafetleri içinde erkek gibi dursa da üzerindeki o pelerini sayesinde vücut hatları belli olmuyordu. Bu da derin bir nefes vermemi sağladı ziraa savaşçılarımın yarısını bu ormana gömmemek için kendimi zor tutuyordum. Bu kadın hep mi böyle başına buyruktu Tanrı aşkına! Ancak nedense bu hali çok hoşuma gidiyordu. Bana yaklaştığını hissettiğimde atımın yularını sıkarak ona bakmamaya çalışsam da kokusu rüzgarla burnuma kadar dolmuştu. Savaşçıları geri göndermem gerektiğini söylediğinde dikkatimi çekmiş ve bakışlarımı ona çevirmiştim ancak gözlerine bakınca daha da ona kapılmamam için bakışlarımı hemen önüme geri çevirmiştim. Klanda hain olduğunu ima etmesiyle sinirim tepeme çıkmış ve 'sizin dışınızda komutanlarım ve kıdemli askerlerim biliyor albayın buraya geleceğini' demiş ve anında bu cümlemden pişman olsam da Tuğra hiç bozulmamıştı. Söylediklerini kafamda bir süre tarttım. Bu gerçekten de doğu klanlarının işiyse, başka bir gün ordumu toplayıp onlara güzel bir ziyaret gerçekleştirebilirdim nasıl olsa. O yüzden Tuğra'ya güvenmeyi seçerek söylediğine uydum ve savaşçılarımın hepsini geri gönderip klanın çevresine dağılarak saklanmalarını söyledim. Gerçekten klanda hain varsa savaşçıların geri döndüğünü bilmesini istemedim yine Tuğra'nın önerisiyle.

Köye geldiğimizde Rob'un Tuğra'dan onay istemesi nedense hoşuma gitmişti. Tuğra gerçekten de bir liderdi ve üstelik kadındı. Yaşadığım zamanda kraliçe dahil kadınlar ikinci planda kaldığı için bir kadının böyle güçlü olması görülmemiş bir şeydi. Tuğra'nın her hareketi, her mimiği, her bakışı bende tarifi imkansız duygular uyandırıyordu. Onu alıp kendime saklama düşüncesi beynimi bir yandan kemirse de duygularımı hemen belli etmek istemiyordum.

İkimiz ormanda birlikte ilerlerken rüya konusu açılmıştı. Ona 'ne kadar ileri gittiğimizi' bir cesaret sordum çünkü son gördüğüm rüya çok samimi ve oldukça ıslaktı. Rüya mı, gerçekten yaşandı mı? emin olmam gerekiyordu çünkü sabahtan beri Tuğra'ya bakmamaya çalışıyordum. Baktığım an gözümün önüne gelen sahneler yüzünden kendimi tokatlamak istiyordum. Tuğra, önce 'oldukça yakınlaştık' diyerek kalbimi takla attırsa da yüzündeki alaycı ifadeyi de yakalamıştım. 'Onursuz bir şey yapmam' diye diretince ellerini havaya kaldırarak ileriye gitmediğimizi söylemişti alaycı ifadesini koruyarak.

Yani ilk rüyamdaki gibi sadece öpüşmüş olmalıydık. İkinci gördüğümün benim sapıkça kendi rüyam olduğunu anlayıp derin bir nefes almıştım.

Amcamı bulduğumuzda içim o kadar rahatlamıştı ki ona bir şey oldu diye çok korkmuştum. Ancak sevincimi bile yaşayamadan amcamın söylediği sözlerle dumura uğramıştım çünkü amcam, Tuğra'yı hatırladığını belli edecek şekilde konuşuyordu. Ona sarılması, kızım demesi ile Tuğra ile bakışlarımız kesişmişti. Biz neden bölük pörçük anılar ile hatırlamaya başlayıp amcam bir seferde tamamen hatırlıyor olabilirdi ki?

Klana dönüş yolcuğumuz boyunca Tuğra ve amcam resmen hasret gidermişti. Tuğra ona kısaca kimsenin onları hatırlamadıklarını anlatırken amcam oldukça şaşırmış gözüküyordu. Rüyalardan bahsedip kendi zamanında yaptıklarını anlatırken çoktan klana yaklaşmıştık bile.

Klanın ana kapısının önünde hiç kimseyi görmeyişim kaşlarımı çatmama sebep oldu. Ayrıca sur kapısı sonuna kadar açıktı. Tuğra ile göz göze geldiğimizde 'lanet olsun' diyerek atımı son sürat kaleye doğru sürmeye başladım. Rob, Tuğra, Arthur ve amcam ile askerler arkamda kalmıştı. Kalenin açık kapısından girdiğimde, yerdeki çimenlerin üzerine bulaşmış kan lekeleri ile kanım kaynayarak beynime kadar ulaştı. Tuğra haklıydı, gerçekten de bir hain vardı. Amcamın geleceğini bilen kişiler, Ewan, Arthur, Melek, Fran, Rob, Maxim ve gri pelerinlilerin komutanı David'di.

Kalenin açılan kapısından gözüken Emir ve Melek'e bakmadan yanlarındaki Ewan'a kilitledim bakışlarımı. Atımı son sürat tam önüne getirirken durdurup hızla aşağı atlayıp endişeli bakışlarımla kardeşimin üzerini taradım. Kolunu sarmıştı ve saçları ıslaktı.

"Çok büyük bir baskın değildi. Gizlice içeriye sızmışlar. Borazancı savaşçıyı ilk öldürdükleri için kaledekilerin baskından haberi olmadı yani çok panik olmadı insanlar. Emir ve Melek ilk fark edip birkaç savaşçıyla birlikte ilk savunma hattı oluşturmuşlar. Sonra gidip alarmı çalarak ormanda bekleyen savaşçıların gelmesini sağladılar. Sahi ormanda neden savaşçılar bekliyordu Dougal? Benim bundan neden haberim yok?" Ewan'ın hızlı hızlı konuşmasıyla bakışlarımı yanda dikilen ve Tuğra ile sarılan Emir'e çevirdim. Tuğra ile ayrılıp amcama bakıp tekmil vermiş ancak amcam Emir'e boş bakışlar atmaya devam etmişti. Tek gözü kapalı ve mordu. Kaşlarımı çatarak "bunları sonra konuşuruz kaç adamım öldü?" Diye sordum Emir ve amcama bakmaya devam ederek.

"15 yaralı, 7 ölü" Gözlerimi sıkıca yumup kafamı salladım ve suratı kireç kadar beyazlamış Emir'e bakarak onların yanına doğru ilerledim. Cenaze için uğraşıp savaşçıların ailesini ziyaret etmeden önce yaralılara bakmak istiyordum.

"Şaka dimi komutanım?" Diyordu Emir yanlarına geldiğimde. Tuğra'nın hatta Melek'in bile yüzü oldukça şaşkın duruyordu. Neler olduğunu anlamak için bakışlarımı herkesin yüzünde gezdirdim.

"Ne oldu hepinize?" Diye sordum Tuğra'ya bakarak. Tuğra, Emir'e bakarak açık ağzını kapattı ve bana döndü.

"Albay, beni hatırlıyor ama Emir'i hatırlamıyor!" Emir ondan ağladı ağlayacak gibi duruyordu demek ki. Gerçi Melek'te benim gibi rüyalar görüp Tuğra'yı hatırlamaya başlamıştı ama kimse Emir'e dair bir şey görmüyordu. Bunu çok önemsememiştim aslında ama oldukça tuhaf bu durum amcam sayesinde büyük etki ortaya çıkartmıştı.

"Neden beni kimse hatırlamıyor? Tuğra sence sebebi ne olabilir?" Tuğra kaşlarını çatarak düşüncelere dalarken elini boynuna uzatıp kolyesini çıkartmış ve avucunda sıkmaya başlamıştı.

"Benim Brad'i bulmam lazım" diyerek hızla yanımızdan uzaklaştı. Brad'de ne tür bir cevap arayacaktı bilmiyorum ama ben Brad'i klandan yollamıştım. Tuğra birazdan canıma okumak için yanıma gelirdi...


Loading...
0%