@ebrumelek
|
Keyifli okumalar🌱 Hayatım, karışık bir labirente dönüşmüştü ve bu karmaşıklığın içinde kaybolmuş gibiydim. Ancak bu labirentin içinde çıkışa yönlendiren bir ipucu bulmak neredeyse imkansızdı. Sorunlarımın her biri, çözüm arayışında olduğum bir başkasıyla kesişiyordu ve birine odaklanırken diğerleri elden kaçıyordu. Kontrolü ele geçirmeye çalışsam da, her çözüm çabamda yeni düğümler oluşuyor ve karmaşıklık daha da artıyordu. Bu durum, sinirlerimi gerçekten zorluyordu. İlk düğümü oluşturan temel nokta, Fiona'nın ihanetiydi; o kritik gece, hainliğini gözler önüne sermişti, adeta bir kara perde ardında gizlenen gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştı. Gri pelerinliler, Dougal'ın talimatıyla beni bulmayı hedef alarak gelmişlerdi. Ancak Fiona, gri pelerinlilerin beni tanımamasını kullanarak kendi amacına hizmet etmişti. O an, karmaşık bir hikayenin başlangıcıydı; Fiona, kendi menfaatleri uğruna gerçek kimliğimi açıklamaktan kaçınarak, "Tuğra'yı kaçıranlar" diye bizi hedef göstermiş ve bu tuzak dolu oyunda bizi birbirimize karşı kışkırtmıştı. Gri pelerinliler de, Fiona'nın sözlerine itimat ederek bizi ortadan kaldırmaya kalkışmış, bu karmaşık dansın sonunda Rob da bu gizemli hikayede kendi rolünü bulmuştu. Fiona'nın gerçek niyetini keşfetmiş olsam da, aklımda hâlâ bir bulmaca parçası eksikti: Fiona, bu karmaşık olayların içinde sadece bir piyon muydu? İlginçtir, dostluğunu kurarak benden bilgi edinmesi, sadece benimle ilgili miydi, yoksa daha büyük bir entrikanın içinde mi yer alıyordu? Bu belirsizlik, Fiona'nın rolünü çözme çabalarımı yeni bir düzeye taşıyarak, gerilimi artıran bir gizem katmanı oluşturuyordu. Arkasında onu yönlendiren biri veya birileri mi vardı? Amaçları klanın köstebekliğini mi yapmaktı, yoksa çok daha başka amaçları mı vardı? Fiona'nın sadece kendi başına mı hareket ettiği yoksa arkasında onu yönlendiren bir güç mü bulunduğu konusu, klan içindeki entrikaların ötesine geçiyor gibiydi. Belki de daha geniş bir olayın parçası olmak istiyordu. Fiona'nın gerçek niyetini anlamak, klanın derinliklerinde gizlenen bu gizemli olayların çözümüne doğru atılmış bir adım olabilirdi. Emir ve Rob da elbette Fiona'nın niyetini benimle birlikte keşfetmişlerdi. Onları uyararak, bu gizemi ortaya çıkarmadan önce dikkatli olmalarını söylemiştim. Çünkü asıl olan: Fiona, kendi başına mı hareket ediyor, yoksa birinden mi emir alıyordu? Sorularının yanıtlarını bulmak için birlikte çalışma kararı almıştık; Emir ve Rob, benim gibi onu izleyip gizlice takip edeceklerdi, bu da planımızın bir parçasıydı. İkinci düğüm; Dougal'ın Nina'yla olan evlenme kararıydı. İskoçya'ya yola çıktığım günden beri bunun korkusuyla yaşamış ancak hiç aklımın ucundan bile geçmeyecek başka bir sorunla daha yüzleşmiştik. Bu da bizi üçüncü düğüme götürüyordu. Elbette herkesin saçma bir şekilde bizi unutması... Mağaranın derinliklerinde gizlenen sırları çözmek adına beslediğim ilgi, tamamen dünyanın bazı noktalarındaki manyetik yoğunluklarla ilgili bilgilere dayanıyordu. Yaptığım araştırmalar, bu noktaların doğal gaz gibi yenilenemez enerji kaynaklarına ev sahipliği yaptığı gerçeğini ortaya koyuyordu, ancak teknolojinin ilerlemesiyle bu yoğunluğun sebepleri daha geniş bir perspektifle anlaşılmıştı. Bu bilgi, beni mağaralara dair keşifleri derinleştirmeye, araştırmalarımı daha da genişletmeye sevk etti. Zira dünya genelinde çözülemeyen sırlar barındıran birçok mağara ve kazı çalışmalarının açığa çıkardığı antik şehirler vardı. İnternet üzerinde keşfettiğim binlerce mağara arasında, her birinin kendine özgü efsaneleri ve halk arasında dolaşan söylentileri bulunsa da, zamanda yolculuk gibi olağandışı bir durumun hiçbirinde belirtilmemesi dikkat çekiciydi. Bu durum, kendi teorimin daha da güçlenmesine neden oldu. Eğer Melek bizimle gelmiş olsaydı, klanın diğer üyeleri zamanda yolculuk konusundan haberdar olmayacak ve geri döndüğümüzde herkes tarafından unutulacaktı. Teorime göre timim ve annem Rob'u çoktan unutmuşlardı. Büyük ihtimal gazetede görünen resimlerinden herkes onun kim olduğunu merak ediyor ve tüm dünya onu arıyordu. Emir, Melek ve ben kendi zamanımızda unutulmamıştık, çünkü biz oraya aittik, orada yaşamıştık. Buraya geldiğimizde de herkes Rob'u hatırlayıp kayıp sanıyordu. Yani ait olmadığın zamanda unutuluyordun... İşte bu da beni dördüncü düğüme yönlendiriyordu; Brad'e..." 2002 yılında doğmuş bir kadındım ve kolyem doğduğumdan beri benimleydi. Ailem Türkiye'nin en varlıklı ve tanınmış ailelerinden biriydi. İmkanlarım her çocuktan çok daha fazlaydı. İngiltere'nin en büyük üniversitesinde şimdi profesör olmuş bir tarihçiden gençliğinde özel ders alıyordum ve kolyemdeki sembolü araştırmak için elimde herkesten çok imkan vardı. Ne ben ne hocam Nico, kolyemin arka yüzündeki sembolü asla bulamamıştık. Tek bildiğimiz ön yüzündeki sıradan bir tuğra olan şeklin, kral 2. Mustafa'ya ait olduğuydu. Mustafa'nın tüm ailesinin imzalarını bile tek tek araştırmıştım yine de sonuç hüsrandı ve ben en sonunda pes etmiştim. Araştırmayı bırakıp bana bu kolyeyi veren biyolojik ailemin ya da kuyumcunun kafasına göre salladığı bir şekil olarak kabul bile etmiştim. Kaderin garip oyunları sonucunda, o gizemli mağaradan geçip dünyanın bir ucuna, yani İskoçya'ya varmamızla başlayan serüvenimizde, bir hücrede tanıştığım ve birlikte hayatta kalmak için çabaladığımız genç bir adamın yakasındaki broşun içinde, yıllarca umudu kestiğim sembolü görmek içimde tarifi imkansız bir heyecan fırtınası başlatmıştı. Tam o an, en kritik düğümü atan kişi Brad olmuştu. Sembol konuşulduğunda Brad'in içsel bir rahatsızlık yaşadığını fark ettim, bu da beni daha fazla meraklandırdı. Ona yaklaşmadan önce güven inşa etmek zorundaydım. Ancak Dougal'a duyduğum çekim ve onun İngiltere'deki isyanın katalizörü olması, Brad ve sembol konusundaki araştırmalarımı bir süreliğine bir kenara koymamı gerektirmişti. Brad'in ve sembolün ardındaki gizemi unutup kendi zaman dilimime döndüm. Ancak sonradan elime geçen Brad'in günlüğü, kolyenin derin sırlarını keşfetme kapısını aralayarak bana sunmuştu. Geri döndüğümde ve kendi kolyemi Brad'e gösterdiğimde, yüzündeki korku ve tedirginlik beni daha da ürpertmişti. Anlattıkları, bal rengi gözlere sahip bir bebekten bahsetmesi, kafamı iyice karıştırmıştı. Ailenin nerede olduğunu bilmediğini iddia ederken, bunun açıkça bir yalan olduğunu sezebiliyordum; ayrıca şaşırtıcı bir şekilde dehşet içindeydi. Onunla konuşmaya çalışsam da, hemen kaçıp uzaklaşmıştı ve ben de daha fazla tedirgin etmemek için birkaç gün daha beklemeye karar vermiştim. Şimdi öğrendiğim ise beni gerçek anlamda deliye çevirmeye yetmişti. Çünkü aptal Hulk, Brad'i klandan yollamıştı. Odamda şu an sinirle volta atarken de, sandalyeyi Dougal'ın ayağı olarak düşünüp tekme atarken de düşündüğüm tek şey buydu. Ya herkesin beni hatırlamaya başlamasına ne demeli? Bu olaya ne kadar sevindiğimi anlatamasam da elbet anlıyorsunuz ama kafamı yine böcek gibi kemiren, ikinci düğümle dördüncü düğümü birbirine bağlayan da bu olay değil miydi zaten? Çözdüğüme göre herkes ait olduğu yerde hatırlanıyordu. Tıpkı buraya döndüğümüzde herkesin Rob'u bilmesi gibi. Peki herkes beni hatırlamaya başlarken neden Emir'i kimse hatırlamıyordu? Melek, Dougal derken az önce klanın en şişman ineğinin sahibi Berta bahçede gelip bana sarılmıştı. Emir'in bozulan suratına bakamadan Dougal'a sinirli bir bakış atıp odama çıkmıştım ve sevincimi bile yaşayamamıştım. Çünkü insanlar Emir'i hatırlayamıyordu. Ben neden hatırlanıyordum? Cevabımı verecek tek insanın şu an nerede olduğunu bilememek beni odamda ne varsa tekmelemeye itiyordu ya zaten! Çalınmadan açılan kapımla Dougal'ın bedeni gözüktü. Önce volta atan bana, sonra yerde dağılmış eşyalara bakarak kaşlarını çattı ve sesli bir şekilde yutkunup nefesini vererek odaya tamamen girdi. Arkasına bakıp birinin onu görüp görmediğini yoklayarak kapıyı kapatmayı da unutmamıştı elbette. "Nasıl gönderirsin onu Dougal? Nerede olduğunu söyle, yoksa her yeri tek tek gidip arayacağım." Kaşları çatıldı, ancak dudağının yanındaki kıvrımın yumuşamasıyla yüzüne bir hafiflik geldi. Hemen bakışlarımı kaçırdım; ona bakmak, sinirimin başka bir şeye dönüşmesine yol açacaktı ve ben böyle bir durumu istemiyordum. Adam akıllı bir cevap almak, tatmin olmak istiyordum. Evet, acilen cevaplara ihtiyacım vardı! "Gelecek, endişelenme," dedi, kaşlarını tekrar çatarak. Gözleri, merak ve şaşkınlıkla parlayarak, "Hem bu çocuk kim ki ortalığı yakıp yıkıyorsun?" sorusu, yüzündeki ifadesinde saf bir merak izi taşıyordu. "Bana cevapları verecek kişi!" Dedim dolabıma yönelip kendime kıyafet hazırlarken. Dougal, arkamda kalsa da yanıma doğru yaklaştığını hissediyordum. Arkamdan gelip kolumu tutunca durup bedenimi ona çevirdim. Bakışları oldukça sertti ama benimki de en az onun kadar kararlı ve sert ifadeliydi. Aramızdaki gerilim, odayı saran bir elektrik gibi hissediliyordu. "O çocuğun senin için önemini bu kadar bilmiyordum. Ailesiyle görüşüp geri geleceğini söyledi sadece. Ben de izin verdim." Cevap vermeden yüzüne bakmaya devam ederken derin bir nefes alarak sözlerine devam etti. "Ailesiyle acil bir konuşma yapması gerektiğini söyledi, fakat yakında geri dönecek. Senin gitmene gerek yok, Tuğra," dedi. Kolumdaki dokunuşlarını hafif oynatarak, üst kolumu nazik bir şekilde okşamaya başladı. Tenimde hissettiğim sıcaklık, vücudumdaki tüm sinir uçlarını titretti, adeta büyülü bir sessizlik içinde beklememe neden oldu. Gözleri gözlerimden ayrılmadan bana yavaşça yaklaştığında, burnundan derin nefes alırken, onun beni koklaması gibi bir his uyandı. Aramızda anlam dolu bir sessizlik vardı, bu ânın özel bir anı olarak hafızamda kalmasını istiyordum. "O çocuktan ne öğrenmek istiyorsun?" Brad'e sürekli çocuk demesi gözümden kaçmamıştı ama bunu atlayarak gözlerimi ondan kaçırdım. Boştaki eli çeneme dokunup kafamı kendisine çevirdiği an tekrar göz göze gelmiştik. Şu an aşırı yakın duruyorduk ve nefeslerim istemsiz hızlanmaya başlamıştı. Teninden yayılan sabun kokusu da bana hiç yardımcı olmuyordu. "Ne öğreneceğimi ben de bilmiyorum. Doğduğumdan beri benimle olan kolyemin arka sembolündeki işaret onda da var. Beni dünyaya getiren gerçek ailemin kimliğini yıllarca aradım ancak hiçbir şekilde bir sonuca ulaşamadım. Sanki mantar gibi bir anda ortaya çıkmış bir bebek gibiydim. Brad'de aynı sembolü görünce ona sordum ama bana geçiştirici cevaplar verdi. Kendi dünyama döndüğümde onun günlüğü elime geçti. Günlüğünde soylu bir aileden bahsediyordu. O aile hakkında bilgi almak istiyorum." Dougal, tüm konuşma boyunca kolumu hafif hafif okşamaya devam etmiş ve ona bütün içimi şeffaf bir şekilde açmamı sağlamıştı. Her zaman yaptığı gibi. Bu uysal halime o bile şaşırsa da şu anki yakınlığımız yüzünden tüm ciddiyetiyle beni dinlemeye devam ediyordu. "Merak etme, o gelmese bile onu sana bulacağım," son sözüyle hafif tebessüm ederek bakışlarımı dudaklarına indirdim. Yaptığım bu hareket istemsiz olmuştu çünkü yüzüme çarpan ılık nefesi beni çoktan etkisi altına almıştı. Gözlerimiz arasındaki bu yoğun temas, adeta bir elektrik akımı gibi bedenimde dolaşıyor gibiydi. Beynime giden tüm sinirlerim afrodizyak etkisiyle dans ederek yollarına devam ediyorlardı, bu ânın büyüsüne kapılmamak elimde bile değildi. Onu öpmemek için direnirken, nefeslerimin de son derece hızlanmasıyla adeta saatlerdir antrenman yapıyormuş gibi hissediyordum. Kalbim durmadan çarpıyor, kokusu beni baştan çıkartıyor, sıcaklığı teninden ayrılıp tüm bedenimde hissetmemi sağlayacak kadar olan yakınlığı aklımı başımdan alıyordu. O ne düşünüyordu bilmiyordum ama bana, benim Dougal'ım gibi bakıyordu. Bu an, içimde karmaşık duyguların rüzgarlarını hissettiriyordu; bir yandan özlem, bir yandan çekim, ve belki de en önemlisi, umut. "Amcam seni tamamen hatırlıyor?" Sorduğu soruyla transa girmiş gibi hissederek gülümsemeye başladım. Şu anki konumumuz ve yakınlığımızın kesilmesini gerçekten de istemiyordum. O da sanki bunu kolluyor gibi soru sorunca bedenimi göğüsüne yaslamamak için tüm irademle mücadeleye giriştim. Dougal'ın sorduğu soru, sanki özel anlarımızı daha fazla canlandırma amacını taşıyordu. O anıları hatırlayıp duygusal bir kontrol mücadelesi verirken, bedenimi ona doğru eğmemek için irademle direniyordum. "Geldiğimizden beri ikinci haftaya gireceğiz. Geçen sürede siz de bazı anları hatırlamaya başladınız. Belki hepiniz albay gibi bir anda hatırlayacaksınız ama bu ne zaman olur bilmiyorum. Tek üzüldüğüm konu Emir'e dair hiçbir şeyin olmaması." Dougal çenemdeki elini konuşmam esnasında çekip belime indirmişti. Şimdi üst koluma yaptığı gibi aynı bölgede hafif parmağını oynatıp okşuyordu. Ses tonumuz da yeni uyanmışız gibi uyuşuk ve boğuktu. "Seninle yaşadığımız en küçük anıyı bile hatırlamak istiyorum, Tuğra." Sözleri içimde bir coşku fırtınası yaratıyordu. En küçük ayrıntı bile, adeta bir maceranın heyecanlı başlangıcını çağrıştırıyordu. Gözlerimdeki ışıltı, geçmişin enerjisiyle dolup taşıyordu. Bu küçük anının içinde, sanki bir keşif yapacakmışız gibi heyecanla bekliyordum. Her hatıra, adeta bir hazine avı gibi, içinde gizem ve coşku barındırıyordu. "Sana şu an bir tanesini hissettirebilirim" derken bedenimi öne doğru getirip dudaklarına çok yakın bir mesafede durmuştum. Aklım, o beni tamamen hatırlamadan bunu yapmamamı söylese de bedenim ve kalbim bir bütün halinde hareket ederek Dougal'a daha da yaklaşıyordu. Ona iyice yaklaştığımda sanki bir duygusal zirve noktasına ulaşıyormuş gibi hissettim. Bedenim ona doğru çekilirken, duygusal bir gerilimle dolup taşan bir atmosfer oluşuyordu havada. Dudaklarına yakın bir mesafede durmak, geçmişin izleriyle şimdiyi birleştiriyordu. Aklın ve duyguların arasındaki çatışma, bu anın içinde yoğun bir şekilde hissediliyordu. İki kalp, hatıralarla dolu bir buluşmanın eşiğinde, geçmişin ağırlığına rağmen birbirine yaklaşmaya devam ediyordu. Gözlerim hâlâ açıkken, ayaklarımın ucundan yükselip dudağının kenarına kondurduğum öpücük, adeta zamanın durduğu bir tabloyu andırıyordu. Dougal'ın duruşu, sessizliğiyle birlikte atmosferi daha da derinleştirmişti. Kasılmış bir kol, bedenimle olan uyumuyla birlikte, duygusal bir gerilim yaratıyordu. Nefeslerimizin birleştiği o an, sanki özel bir masalın en dokunaklı bölümünü yaşıyormuş gibi kalbimde derin bir duygu fırtınası başlattı. Bu buluşma, adeta içsel bir coşkunun şahidi olmuş gibi hissettirdi bana. Ellerimdeki titreme, değişik bir ritimle bedenimi sarhoş ederken, yanağım yavaşça yanağına değdi. Bıraktığı tüy kadar hafif izde gizli bir aşkın dokunuşunu hissettim. Onunla geçirdiğim bu an, duygusal bir sarhoşlukla dolup taşarken, içimdeki yoğun hislerin kontrolünü sağlamak adına gözyaşlarımı zor tutuyordum. Gözlerimi açtım ve yavaşça yanağına belli belirsiz bir öpücük daha kondurarak kendimi ondan uzaklaştırmaya hazırlanırken, Dougal'ın kolu belime dolanarak beni iki kolu arasına alıp sardığı anda, dünya adeta yeniden doğmuş gibi hissettim. İçimde öyle bir sevinç dalgası vardı ki gülümsesem bile gözlerimden istemsizce süzülen yaşlar durmak bilmiyordu. Dougal sessizce bana sarılırken, diğer elimi de uzatarak boynuna dolamıştım bile. Bu an, sadece kelimelerin ötesinde bir bağ kurmuş gibi hissettirdi. Geleceği düşünmeden, sadece bu anın tadını çıkarmak istiyordum. Dougal'ın güçlü kollarının arasında hissettiğim sıcaklık, beni koruyan bir liman gibi sarmalıyordu. O hiçbir şey söylemeden sadece sarılırken, içimdeki sevinç ve hüzün karışımı duygularla dolup taşıyordum. Ellerim boynuna sarılırken, birbirimize dudaklarından daha yakın olmanın verdiği huzur içinde bulduk kendimizi. Onun hissettiklerini anlamak, benim için önemliydi. Belki de sessizliğinde gizli duygularını paylaşmasını beklemeliydim. Gözlerimi kapayarak, bu anı sonsuza kadar yaşamak istiyordum... *** Albayın beni tamamen hatırlıyor olması, çevremde bıraktığı derin etkiyi adeta dokunulmaz bir sır gibi sarhoş edici bir hava yaratmıştı. Bu beklenmedik hatırlama durumu, sadece kendi içsel çatışmalarımı değil, aynı zamanda çevremdeki herkesin zihinsel dengesini alt üst etmişti. Emir'in hayatında ilk kez gördüğünü iddia ettiği yerdeki olay, sanki bir perde aralanmış gibi herkesin algısını ve düşünce dünyasını derinden sarstığını hissettirmişti. "Ne demek hatırlamıyorsunuz? Tuğra bir sene boyunca ailemizden biri oldu," diye vurguladı albay. O an, Alanna'nın gözleri bir karışıklık içinde parlıyordu; dudağını dişleyerek, sessizce bana odaklandı. Albayın bu sözleriyle ortaya çıkan gergin atmosfer, adeta tıpkı elektrik yüklü bir bulut gibi etrafa yayılmıştı. Emir'in acıklı ses tonuyla sorduğu bu soru, beni dayanılmaz bir şekilde etkilemişti. "Komutanım, beni nasıl hatırlamazsın?" dediği an, odaya hüzün ve anlam yüklü bir sessizlik çökmüştü. "Sanırım bu durumun başka bir sebebi var Emir. Yakında çözeceğiz merak etme" diyerek Emir'i sakinleştirmeye çalışmış tekrar albaya dönmüştüm. "Benim teorime göre herkes ait olduğu yerde hatırlanıyor komutanım. Benim durumum Dougal'la olan özel bağlarım sayesinde olabilir." Albay kafasını belli belirsiz sallarken bakışlarımı Alanna'ya çevirip devam etmiştim. "Gerçi Dougal kadar olmasa da bana kalpten sevgi besleyen bir kardeşim de vardı bu klanda" dedim. Sözlerim arasında, her kelimenin ağırlığından kaçınarak, Alanna'ya olan bakışlarımı yumuşatarak konuşuyordum. Alanna bakışlarını kaçırıp sıkıntılı bir nefes verdi. "Neyse bunları sonra uzun uzun konuşup çözmeye çalışırız ancak şimdi âna odaklanalım. Önemli olan sizin bizimle olmanız. Emir'i belki ileride herkes senin gibi hatırlar, hatırlamasak bile yeni anılar biriktiririz birlikte." Albayın söylediği son sözler ile Emir hafif tebessüm etmişti. "O vakit yemeğe geçelim" diyerek son noktayı koyan Dougal'ın sesiyle hep birlikte yemek salonuna inmiştik. Klanda düzenlenen akşam yemeği, albayın şerefine tertiplenmiş, kalabalık bir etkinlikle neşeli bir atmosfer içinde gerçekleşiyordu. Gürültü patırtı içinde, kendi kaşığımın sesini bile duyamayacak kadar yoğun bir kalabalık içindeydik. Masamıza eklenmiş uzun masa, karşılıklı oturan insanlarla dolup taşarken, etrafı birbirinden farklı konuşma ve kahkaha sesleri kulak tırmalayıcı bir melodi oluşturuyordu. Dougal, masanın başında tüm ihtişamıyla duruyor, elindeki kadehi yavaşça yudumlayarak keskin bakışlarıyla yanındaki albayı dinliyordu. Albayın anlattığı bir olaya odaklanmış, arada kafasını sallayıp kadehinden yudumlar alıyor ve keskin gözleri insanların üzerinde gezerek herkesi takip ediyordu. Bu halleri, odada geçirdiğimiz yakınlık sırasındaki hallerinden tamamen farklı bir Dougal portresi çiziyordu. Bu kontrast, içimdeki heyecanı harlamaktan başka bir şey yapmıyor, kalbimin ritmini hızlandırıyor ve durup durup gülme isteğiyle doluyordum. Sanki aramızdaki her şey en başından başlamış gibiydi. Ancak bu defa daha yoğun, daha sağlam duygular tüm ruhumu ele geçirmişti. Belki de beni hatırlamıyor olabilir ama baş başa kaldığımızda Büyük Dougal kimliğinden arınmış bir şekilde yanımda olup, kendimi adeta bir kraliçe gibi hissettirmeye devam ediyordu. İkimiz arasındaki sessizlik, derin duyguların ifadesi haline gelirken, zamanın yavaşlamış gibi hissettirdiği bakışma anlarımızda sadece birbirimizi izlemeye odaklanıyorduk. Gözlerimizdeki ifadeler, sözcüklerden daha fazla anlam taşıyarak aramızdaki bağı güçlendiriyordu. Sanki masadaki zaman duruyordu. "Ohooo, daldın gittin yine, kime diyorum?" dediğimde, kolumdan bir dürtüyle bakışlarımı zorlukla Dougal'dan çekip yanımda oturan Emir'e çevirdim. Tabağını öyle bir doldurmuştu ki yiyecekler üst üste binerek yeni bir tarif ortaya çıkarmış gibiydi. Yüzümü buruşturup, kaşlarımı çatarken, elindeki kaşığı tabağına daldırıp ağzına götürmesiyle birlikte tek kaşımı kaldırıp boş boş bakmaya başladım. Emir'in yaratıcı tabağı karşısında şaşkınlıkla bakarken, yeni bir gastronomik harika mı yaratmıştı yoksa sadece benimle mi dalga geçiyordu, bu muammayı çözmeye çalıştım. "Efendim, canım ne oldu?" diye sorduğumda, Emir ağzındaki yemeği çiğnemeyi bırakıp gözlerini açarak bana baktı. Birkaç kez hızla çiğneyip yuttuktan sonra bana doğru eğildi ve yüzümü kontrol etmeye başladı. Elini uzatıp kafama götürürken, sanki bir sanat eserini inceliyormuş gibi dikkatlice bana bakıyordu. Aniden ilginç bir teori ortaya atarak, "Belki de yediğin yemekle bir süper kahramanın güçlerini kazanıyorsundur, kim bilir?" dedi, gülerek. Yüz ifadem şaşkınlık ve gülümseme arasında gidip gelirken, Emir'in beni çektiği bu saçma sohbete odaklanmaya çalışıyordum. "Ne oluyor lan niye dürttün?" Diye sorduğumda derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Tek kaşımı kaldırmaya devam ederken, "heh normalsin, bir an canım deyince kafanı falan vurdun sandım" diyerek kıkırdadığında ellerimi göğsümde bağlayarak ona dik dik bakmaya devam ettim. Karnını tutup ovalayarak yemeğine geri dönünce, bu sefer de ben onu kolundan dürtüp homurdanmasına sebep oldum. "N'oldu!" Diyerek kafasını kaldırıp benimle göz göze geldiğinde artık iyice sinir olmaya başlamıştım. "Lan beni ilk sen dürttün ne söyleyeceksen söylesene mal!" Dediğimde "cık cık" sesi çıkartıp dilini damağına vurduktan sonra masadaki diğer insanlara kısa bir göz gezdirmişti. "Şu Nina hâlâ gidemedi baksana seninkini yutmaya hazır gibi bakıyor. Albayın gelmesini bahane edip 3 gün daha misafir olacaklarmış klanda. Nina'nın annesi bugün ona demiş ki 'ne yap ne et kralla evlen.' Nina da ona 'merak etme anne o iş çok yakındır" demiş. Yani seninki yuvadan uçabilir sende tüm yemekte yaptığın gibi aval aval bakarsın arkasından." Emir'in sözleriyle göz devirsem de sinirli bakışlarım Nina'yı çoktan bulmuştu. Kız yemek yerken bile kuğu gibi süzülmeyi iyi biliyordu. Salona girdiğimizde, masanın etrafında toplanmış misafirleri gözlerimle taradığımda Nina'nın Dougal'a en yakın yere yerleştiğini görmüştüm. Kolunu uzatsa Dougal'a dokunacak kadar yakındı ama bunu takmadan Dougal'ı izlemeye devam etmiştim. Cora ise sofrada teyzesi Kylie ile yoğun bir konuşma içindeydi. Albayın bulunmasıyla Kylie de klana katılmıştı. Kylie ile Cora arasında geçen diyaloglar, masadaki gerilimi daha da arttırıyordu. Her lafın altında gizli bir mesaj aranırken, Fiona sessizce gülümseyip, çatışmaya müdahale etmeden izliyordu. Odak noktasındaki gerilim, Fiona'nın keyif alarak sessizliğini korumasıyla bir kat daha artıyordu. Herkesin geçmişe dair anılarını canlandırmaya başlamasıyla birlikte, Fiona'nın hatırlanması an meselesi gibi görünüyordu. O zaman gelene kadar, onun hain olduğunu bildiğimi de bilirdi. Zaten amacım o bunu anlayana kadar foyasını ortaya çıkartmaktı. "Bunları Gaelce bilmeden nasıl öğrendiğini gerçekten çok merak etsem de sormaya korkuyorum Emir" dediğimde Emir pis pis sırıtmaya başladı. Dil konusunda pek yetenekli olmayan Emir, İngilizcesini bile klanda geliştirmişti; yeni bir dil öğrenmek onun için oldukça zorlayıcıydı. "Kuşlarım her yerde sırtın yere gelmez hadi iyisin iyisin. Biliyorsun ki istihbarata geçmeyi düşünüyordum. Madem istihbarata geçemedim istihbaratı ayağıma getirdim. Kısaca üzümünü ye bağını sorma" Gözlerim, Nina'nınkilerle kesiştiğinde, onun yüzündeki gülümsemenin solup yerini sıkılmış dişlere bıraktığını fark ettim. Nina'nın öfkeyle dolu bakışları beni delip geçiyordu, adeta beni yok etmeye kararlı gibi bakıyordu. Ne olduğunu anlamadan otomatik olarak Dougal'a dönünce, onun zaten bana kitlendiğini anladım. Daha çok Emir'in koluma koyduğu eline bakıyordu desem daha doğru olur. Demek Nina, Dougal'ın bana bakışlarını görüp sinirlenmişti. Nina'ya dönerek en gıcık gülümsememle önümdeki su bardağını kaldırıp bir yudum aldım. Emir'de zaten Rob ile sohbete başlayarak kolumdaki elini çekmiş ve Dougal'ın yoğun bakışları bir süre daha bende oyalanıp albaya geri dönmüştü. Fark ettiğim bir diğer olay ise Nina'nın babası Oscar’ın albaya el pençe yapıyor olmasıydı. Dougal'a karşı bile bu kadar emir kulu davranışta bulunmuyordu. Albay konuşurken yüzüne bile bakmadan kafasını eğiyor, konuşurken hitabına dikkat ediyordu. Mimikleri korkunun izlerini taşırken onun neden albaydan bu denli korktuğunu merak etmeye başladım. Albay arada sesini yükselttiğinde adamın korkudan titrediğini bile yakalamıştım. Albayda onun bu hallerinin farkındaydı ve bilerek arada üzerine gidiyordu. "Ne yapmamızı öneriyorsunuz sayın temsilci?" Diye albayın sesini duyduğumda Oscar neredeyse ağlayacak gibi olduğunda istemsiz gülesim geldi. Konuyu kaçırmışım Oscar'ı ve diğerlerini takip ederken. "Bence bu sorunu hemen çözmelisiniz efendim" demişti albayın gözlerinden başka her yere bakarak. Albay bir süre Dougal'la göz göze gelerek düşündü ve cevap vermeden yemeğine devam etti. Merakımı yenemeyerek "Sorun ne?" Diye seslendim sanki sıradan bir sohbet ediyormuşuz gibi çıkan ses tonumla. Sorduğum soru ile masadaki tüm kadınların bakışlarını üzerime çekmiştim. Albay bana sıcacık gülümserken Dougal dudağının kenarını kaşıyarak kadehinden yudumlar almaya devam ediyordu. İki saatte içememişti bir bardağı bu da! "Klanlardan birinde yönetim krizi var kızım. Biz de tam olarak sorunu bilmiyoruz oraya bir elçi gönderip durumu öğrenip ona göre karar vereceğiz." Anladım anlamında kafamı sallarken Kylie'nin keskin bakışlarına maruz kalmıştım. İşte yine başlıyoruz. Varis olduğumu öğrendiği ilk zamanlardaki düşmanlığı, yeniden bunu öğrenmesiyle geri gelmişti. Aynı bakışları ona iade ederken yanımda Rob'un gülme sesleri ile yemeğimi bitirip arkama yaşlanmıştım. "Çok sevgili misafirler" Ewan'ın ayağa kalkıp kaşığını kadehe vurmasıyla tüm salonda sessizlik hakim olmuştu. Bütün gözler ayakta bekleyen Ewan'a dönerken arkama yaslanmaya devam ederek ne söyleyeceğini beklemeye başladım. "Herkes buradayken hepinizin ve saygıdeğer reisim ve İskoçya kralı Büyük Dougal'ın da izniyle ufak bir konuşma yapmak istiyorum. Herkesin bildiği gibi bu aciz gönlüm uzun zamandır sahibini bekliyordu. Sonunda o melek göklerden baba bir hediye gibi gönderilip kalbimin zincirlerini kırarak ruhumu ele geçirdi. Öğrendiğim üzere sevgili meleğimin bir geleneği varmış. Erkeğinin ona herkesin içinde aşkını anlatarak evlenmek istediğini söylemesi ve bunu ona teklif etmesi gerekiyormuş." Cümlesinin sonundaki Mclenan erkeklerinin hepsi şaşkınca Ewan'a bakıyordu. Onlarda evlilik teklifi gibi bir durum yoktu. Evlenme durumunda erkek gelir ve 'biz evleniyoruz' derdi ya da büyükler kendi aralarında karat verip evliliği onaylardı. Ewan'ın evlenme teklifi yapmak üzere olduğunu anlayan Melek'in yanakları kıpkırmızı olmuş yüzünde güller açıyordu. Bakışlarım tekrar Ewan'a döndüğünde yavaş yavaş yürüyerek Melek'e yaklaştığını gördüm. "Benim güzel leydim," dediğinde Melek otuz iki diş sırıtıyordu. Onun yüzünde de herkeste olduğu gibi şaşkınlık son düzeydeydi. Sonra kimsenin beklemediği bir şey oldu. Ewan ayakta dururken bir anda tek ayağının üzerine geçerek kendi etrafında üç tur döndü. Şaşkınca büyüyen gözlerimle yan tarafımda Emir'den büyük bir kahkaha sesi geldi. Benim gibi herkes büyük gözlerle koskocaman adamın tek ayağı üzerinde zıplayıp dönerken Melek'e aptal aptal sırıtmasıyla dumura uğramışlardı. Melek sessizce "Ne yapıyorsun Ewan" dese de, Ewan üçüncü turu tamamlayarak tek dizinin üzerinde çöküp elindeki kutuyu Melek'e uzattı. "Benimle evlenir misin Meleğim" Melek, ellerini ağzına kapatarak sevinç ve şoku aynı anda yaşıyordu. Kafasını hızlı hızlı sallayarak, "Elbette seninle evlenirim Ewan Mclenan" sözleriyle ayağa fırlayarak Ewan'ın boynuna sarılınca tüm salonda büyük bir alkış ve kahkaha kopmuştu. Ardından kadehlerin birbirine vuruş sesleriyle çıkan gümbürtülerle herkes keyifli bir şekilde yemeğine geri dönmüştü. Emir, karnını tuta tuta kahkaha atarken elindeki suyu alkol gibi yudum yudum içerek Ewan'a bakıyordu. "Gördün dimi maymun gibi nasılsın döndü öyle" gülmelerinin arasından konuşurken yakınlarda oturan Melek'i ve Ewan'ı herkes tebrik etmeye de başlamıştı. "Niye öyle döndü anlamadım ben?" Rob'un sorusuyla Emir daha çok kahkaha atarak adeta yarıldı. "Evlenme teklifi nasıl yapılır diye bana fikir sormuştu da." Emir'in sözleriyle kendimi daha fazla ciddi tutamayacak kahkahayı koy vermiştim. Ulan Emir! "Siz öyle mi yapıyorsunuz?" Rob'un büyüyen gözleriyle bunun amacını sorguluyor gibiydi. "Emir kendine göre gelenek üretmiş anlaşılan" derken gülmelerime mani olamıyordum. Melek, tebrikler kabul ederken yanımızdan geçeceği sıra yanımda durdu. Göz göze geldiğimizde bana doğru eğilince ona sımsıkı sarılıp tebrik ettim. Benden ayrılıp Emir'e kötü bakış atarken, yine de dayanamayıp ona da hafif sarıldı. "Bunun hesabını sana soracağım Emir!" Dediğinde Melek'te gülümsüyordu. "Fena mı yaptım adam senin için haka dansı yapacaktı az daha" sözleriyle Melek'te kahkahayı patlatırken dudağını dişleyip bakışlarını kısa bir an Ewan'a çevirdi. "Yine de gelip senden fikir alması bile çok güzel bir düşünce. Onu gerçekten çok seviyorum." *** Yemek bittiğinde masadaki tabaklar toplanmış, dileyenler salondan ayrılmış ancak büyük bir çoğunluk eğlenceye kaldığı yerden devam ediyordu. Albayın kurtulması adına verilen eğlence resmen Melek ve Ewan'ın düğün kutlamasına dönmüştü. Mclenan savaşçılarının çoğu Ewan'a dansı hakkında eğlenerek takılsa da Ewan bundan hiç gocunmuş görünmüyor aksine gülerek karşılık veriyordu. Dougal sandalyelerden birinde oturmaya devam ederek hala alkol alıyor, çevresinde toplanan kalabalığın sohbetlerini dinliyordu. Masalar kenara çekildiği için insanlar düzensiz bir şekilde öbek öbek kalabalık oluşturarak sohbet ediyorlardı. Bulunduğum sandalyede Emir ve Rob öle birlikte Fran'da yanımızdaydı. Fran ve Emir tam kafa dengi çıkmış hâlâ Ewan'ın dansını konuşup kahkaha atıyorlardı. "Dikkat et" duyduğum sözlerle bakışlarımı Rob'a çevirdim. Baktığı yöne bakınca Nina'nın tek başına yanıma doğru yürüdüğünü görüp gülümsedim. "Benim için mi onun için mi endişeleniyorsun Rob?" Diye gülerek sorduğumda kafasını eğerek bıkkın bir nefes verdi. "Elbette senin için" dedi hızlı bir şekilde çünkü Nina çoktan yanıma gelmişti. "Merhaba" dedi yapmacık bir tonda. Ona cevap vermeyip kafamı çevirince bana biraz daha yaklaştığını fark ettim. "Biraz konuşabilir miyiz?" Dedi. "Söyle!" Sert sesimle yüzü bozulsa da kaşlarını çatmamak için kendini zor tutuyormuş gibi duruyordu. "Gelir misin?" Derken salonun çıkışına kapısını işaret ediyordu. Zaten Nina'nın gelmesiyle Emir'in de tüm dikkatini üzerimdeyken onlara dönerek geliyorum işareti yaparak Nina'yla birlikte çıkış kapısına doğru yürümeye başladım. Bakalım ne yumurtlayacaktı? Dışarıya doğru giderken bakışlarım kısa bir an Dougal'la kesiştiğinde de yürümeye devam ederek açılan kapıdan dışarıya çıktım. Bos koridora çıktığımızda arkamızdan kapıyı kapatmamla sesler bir bıçak gibi kesilmişti. Bakışlarım karşımda sinirli duran Nina'ya döndüğünde "evet?" Dedim sert bir şekilde. "Peki, madem kaba bir yobazsın o zaman senin dilinde konuşurum ben de. Dougal'dan uzak duracaksın anladın mı beni? Ben yakında kraliçe olacağım benimle aranı bozmak istemezsin. Ziraa kellen iki dudağımın arasında olur." Ağzımdan kaçan kahkahaya engel olamadan gülmeye devam ettim. Boş koridorda gülme sesim yankı yapıyordu. Nöbet tutan savaşçılar bile şenliğe katılmıştı. Deli birisine bakar gibi yüzüme bakan Nina da benim gibi hafif tebessüm etse de dişlerini sıkıyordu. "Ya uzak durmazsam?" Dedim gülmeye devam ederek. Ne kadar ileri gideceğini merak ediyordum. "Bana bak doğulu yobaz o aklınla beni egale edeceğini mi sanıyorsun? Dougal benim. Buraya gelip aklını karıştırma çalışıyorsun ama sen ona asla layık değilsin. Bir kere ne giyinmeyi biliyorsun, ne konuşmayı. Bir erkekten hiçbir farkın yok, görgün de yok. Kralın kardeşi bile beni destekliyor aslında hiç şansın yok ama ben seni soylu bir leydi olarak uyarmak istedim. Seni üzerim!" Nina bütün nefretini kusarken yüzümde alaylı gülümsemeyle yüzüne bakıyordum. Göz devirip bakışlarımı boş koridora çevirdiğimde ileride gölgelerin arasında birisinin varlığını sezdim ama çok üzerinde durmadan Nina'ya bakmaya devam ettim. "Sana bir tavsiye vereceğim Nina...." cümlem bitmeden Nina'nın kendini yere atmasıyla gözlerimi şaşkınca açarak yerde yatan kıza baktım. Ellerini kaldırıp yerde kendine tokat atmaya başladığında bu kadının ne kadar tehlikeli olduğunu yeni idrak ediyordum. Elbisesinin kumaşlarını yırtıp saçlarını çekiştirirken de çığlık çığlığa bağırmaya başlamıştı. En sonunda ellerini yüzüne koyarak hüngür hüngür ağlarken kımıldamadan olduğum yerde kalmıştım. Arkamda açılan kapıyla içerinin gürültüsü koridora vurduğunda, Nina'nın annesi çıkarak büyük bir çığlık atarak kızının yanına çökmüş ve ne olduğunu sormaya başlamıştı ama Nina numaradan ağlamaktan konuşamıyordu. Arkadan koşarak gelen Alanna, Emir, Melek, Rob ve en son çıkan Dougal bir bana bir yerdeki kıza bakarak ardından kapıyı kapatıp içerinin gürültüsünü kesmişti. Duyulan tek ses Nina'nın ağlaması, annesi ve Alanna'nın onun yanına çöküp teselli etmeye çalışması ve bana kötü kötü bakmalarıydı. "Ne oluyor burada?" Dougal'ın sert sesiyle Nina ağlamayı kesmiş ama hıçkırmaya devam ediyordu. Elini yüzünden çektiğinde yanaklarının kıpkırmızı olduğunu görüp yine göz devirdim. Bu kız tam bir ruh hastasıydı. "Ne oluyor dedim konuş!" Dougal Nina'ya doğru bakarak tekrarlayınca, Emir benim yanımda durarak tek kaşını kaldırıp kulağıma "sonunda dövdün mü?" Diye fısıldamıştı. Dirseğimi karnına geçirip kötü kötü bakınca Nina'nın titrek sesini duydum. "Bu canavar beni dövdü majesteleri. Bana geldi dedi ki kraldan uzak dur seni öldürürüm dedi. Ben aramızda bir şey yok desem de inanmayıp bana saldırdı. Benim olacak diyerek üzerime geldi. Yapma desem de dinlemedi." Nina'nın söylediği kesik kesik sözlerle kulaklarıma inanamadan kaşlarımı yukarıya kaldırıp hafif tebessüm ettim. Gerçekten pes yani! "Nee, sen benim kızıma nasıl el kaldırırsın seni rezil kadın, yobaz seni!" Nina'nın annesinin sesiyle üzerime doğru birkaç adım atmasını görerek elini kaldırdığında bana tokat atacağını anlayarak gardımı alıyordum ki Dougal'ın önüme geçmesiyle adını bilmediğim annesi yerinde durarak öfkeli gözlerini bana yöneltmeye devam etmişti. "Tuğra, bu doğru mu?" Melek'in sorusuyla Dougal bana dönerek gözlerime baktığı an kafamı iki yana sallayıp "elbette doğru değil. Neden böyle bir şey yapayım ki?" Diye sordum ortaya doğru oldukça sakın bir ses tonuyla. "Sus, inkar etme kızın hali ortada. Kralım bu yalancıyı hemen gönderin klandan. Bu kadın çok tehlikeli kızımı öldürecekti." Nina ağlayarak Alanna'nın göğüsüne yatıyor, Alanna bile bana kötü kötü bakıyordu. O esnada arkamdan açılan kapıyla, Nina'nın annesinin son sözlerini yeni gelenler de duymuştu. Albay, Oscar ve Ewan şaşkınca karşılaştıkları manzaraya bakıyor ve olayın ne olduğunu sorguluyordu. Ewan, Melek'in yanına giderek kaş göz yapınca Melek cevap vermeden Nina'ya bakmaya devam etti. Oscar kızının halini görse de albayın yanında pek bir şey söyleyemiyordu. "Sen kime yalancı diyorsun kadın haddini bil senin karşında benim kızım var" Albayın sözleriyle annesi ona dönerek bağırmaya başladı. Karısı bağırdıkça Oscar korkudan yerinde küçülüyor gibiydi çünkü bağırdığı kişi albaydı. "Senin kızın benim kızımı döverek öldürüyordu Quany. Buna sesimi çıkarmayayım mı? Bu kadının kralda gözü var ve çiçek kızımı kıskanıp kendince ekarte etmeye çalışmış. Siz gelmiş bana bağırıyorsunuz!" Albay kaşlarını çatsa da "Tuğra asla böyle bir şey yapmaz demişti. Tabii bu esnada Dougal aramızdaki mesafeyi kapatıp tam yanımda duruyor ve kadının sözlerini dinliyordu. "Ben böyle bir şey yapmadım Dougal" dedim kafamı sola çevirip göz göze geldiğimizde. "Biliyorum," dediğinde hafif tebessüm ettim bana inandığı için. Görünen köy kılavuz istemezdi ama Dougal o köyü sorgulayıp bana inanmayı tercih ediyordu. Hem de beni daha yeni tanımaya başladığı halde. "O zaman kızımın bu hali ne?" Nina'nın annesi cazgır bir şekilde bağırmaya devam ederken Oscar daha fazla dayanamamış gibi karısının yanına giderek onu susturmaya çalışmıştı ama kadın tırnaklarını çıkarmış bir halde öfkesini püskürtüyordu. Bıraksalar beni dövmeye falan kalkacaktı. "Onu kızın anlatacak kadın artık kes sesini!" Dougal'ın sert ve kaba sözleriyle dumura uğrayan kadın bakışlarını bana değdirmeden ona çevirmişti. Alanna "abii" dese de Dougal artık Nina'ya bakıyordu. "En baştan anlat Tuğra" Nina'ya bakarken bana sorduğu soruyla salondan çıktığımızda itibaren olanları kısa bir özet geçtim. Konuşurken Nina'nın kendini bir anda yere atması ve kendini tokatlamaya başladığını söylerken Nina daha çok ağlayıp inkar etmiş annesi yine bangır bangır bağırıp yalancılıkla suçlamıştı. Öyle çok bağırıyorlardı ki suç bastırmaya çalıştıkları çok belliydi. Dougal bana inanıyordu ya gerisi gerçekten umurumda değildi. "Bu durumda ne karar vereceğiz kralım?" Oscar'ın sözleriyle Dougal sert bakışlarını ona çevirip öyle bir bağırdı ki adam iki adım geri gitti. "Kararı ben vereceğim haddini bil!" Demişti. Herkes susmuş Dougal'ın kararını beklerken olduğum yerde rahat bir şekilde dikiliyordum. Alanna'yla her göz göze geldiğimde bakışlarımı ona dikip gözlerimi asla çekmiyordum. Her şeye tamamdım ama bugün bu olayda gelip Nina'ya sarılması bende birçok şeyi tamir edilemez ölçüde kırmıştı. Dougal da beni hatırlamıyordu ama yanımda duruyordu, demek ki yapılabilirmiş değil mi Alanna? diyordum içimden. "Max, buraya gel!" Dougal'ın koridorun bir ucuna doğru bağırmasıyla herkesin bakışları oraya döndü. Maximillian kıdemli beş savaşçıdan biriydi ve oldukça sessiz bir adamdı. "Buyur reis" dedi tam karşımıza gelip ellerini önünde birleştirdiğinde. Herkes Max'i neden çağırdığını merak etse de ben tahmin ediyor gibiydim. Zaten birkaç gündür şüphelendiğim Max'in sürekli Nina'nın etrafında olmasıydı. "Neler oldu anlat!" Dougal'ın sorusuyla Nina ve annesi şaşkınca bir ses çıkarttı. Nina başına geleceği anlamış gibi tekrar ağlamaya başlayarak kendini acındırmaya devam etse de Dougal ona bir kere bile dönüp bakmamıştı. Alanna araya girerek "abi kızın durumunu görmüyor musun ne kadar kötü olmuş. Gözünün bu kadar kör olduğuna inanamıyorum" demişti. Ona kırgınca bakmaya devam ettim çünkü bu ortamda bir tek onun tepkisi canımı fena halde yakıyordu. "Efendim leydi Tuğra ve Nina konuşurken, leydi Nina durup dururken kendini yere atıp kendine tokatlar atıp elbiselerini parçalamaya başladı. Leydi Tuğra şaşkınca onu izledi ve hemen siz geldiniz!" Cümle biter bitmez, "YALAN" diye adeta kükremişti Nina. Alanna bile şu an şaşkın bir şekilde Max'e bakıyordu ki "Emin misin?" Diye mırıldanmıştı Alanna. Dougal'ın sert sesiyle Max cevap veremeden ortam buz gibi sessizliğe bürünmüştü. "Leydime yalancı dedin ardından savaşçıma da mı yalancı diye itham ediyorsunuz leydi Nina" Dougal'ın sözleri ortama öyle bir bomba etkisi yaratmıştı ki bana ithafen "leydim" diye sahiplik eki kullanması benim gibi herkesin de dikkatini çekmişti. "Tuğra zaten sahip olduğu bir şey için neden sizi dövsün ki? Ayrıca siz beni aptal mı sanıyorsunuz? Kendi evimde kimin ne yaptığını bilmeyecek kadar aciz bir adam mıyım ben? Sizin davranışlarınızı, kız kardeşimle olan yakınlığınızın sonuçlarını anlayabilmek için savaşçımı peşinize takmıştım çoktandır. Max, birkaç haftadır her adımınızı kontrol ediyordu zaten. Bu planı annenizle birlikte yaparken de sizi duymuş ve bana söylemişti bile. Yani benim her şeyden haberim vardı sadece zamanını bilmiyordum. Şimdi yine inkar mı edeceksiniz?" Dougal'ın şok sözleriyle Nina ve annesi uzun uzun yutkunup korku dolu gözlerini büyütmüştü. Oscar, kızı ve karısına kötü bakışlar atarak rezil olmanın utancını yaşayıp kafasını yere eğmişti. Dougal'ın bana dair sözleri kalbimi derinden etkilerken, bu yeni gelen itiraf kalbimin damarlarındaki kabı daha hızlı dondurmasına sebep oldu. Bu karışıklık içinde bile heyecandan ölebilirdim. "Kralım affedin" Nina'nın annesi daha fazla inkar edemeden kendini yere atıp diz çöktüğünde Dougal bakışlarını bir daha onlara çevirmeden Oscar'a bakıyordu. "Evimden gitmeniz için yarım saatiniz var. İrlanda'ya döndüğünüzde demokratik bir seçim yapılıp temsilci halkın oylarıyla seçilecek. Sen de istersen aday olabilirsin. Gerekli detaylı açıklamayı yazılı olarak sana bildiririm." Demokrasiyi ilk kullanan krallardan biri olduğu internette araştırdığım konular arasındaydı. Dünyada tarihe adını bu şekilde yazdırmış, kitaplar onun politika mantığını okullarda okutuyordu. Dougal'ın ardından gelen yeni krallar da onun siyasi politikasını örnek alıp uzun süre takip etmişti. Bir kral olsa bile ülkesi adalet ve özgür bir şehir olarak hüküm sürmüştü ve ikinci dünya savaşında Osmanlı'nın yanında olarak Suriye topraklarını kaybetmememizi sağlamıştı onun siyaset politikası. Oscar bozulsa da kafasını sallayarak yerdeki kızına ters bir bakış atarak kolunu tuttuğu gibi kendine çekip sessizce uzaklaşmışlardı. "Vay anasını olaylara gel keşke çekirdek kola olsaydı." Emir'in yanımdaki varlığını yeni hatırlayıp Dougal'a dalıp giden bakışlarımı çektim. Alanna'nın yüzünün bembeyaz olduğunu göz ucuyla görsem de ona bakmadan albaya gülümsedim. Melek ve Ewan bile şoktan konuşamıyorlardı hâlâ. Herkesin yemek salonuna geri dönmesi ile en sona kalan Alanna "şey Tuggra" diye mırıldanmıştı ama ona bakmadan hızla Dougal'ın ardından içeriye girmiştim. *** 3 gün sonra Nina'ların gidişinin daha doğrusu kovuluşunun ardından klan sessizliğe bürünmüştü. Zaten kutlamanın ertesi günü herkes oldukça yorgun ve akşamdan kalmaydı. Yine de Nina ile annesinin düzenlemeye çalıştığı tezgah dilden dile dolaşmaya başlamıştı çoktan. Bu yüzden sanırım halkın bakışları sürekli üzerimdeydi. Dün, alışkanlık haline getirdiğim sabah bahçe yürüyüşümü gerçekleştirirken, doğanın eşsiz güzellikleri karşısında adeta büyüleniyordum. Güneşin yüzünü göstermesiyle birlikte, klandaki neredeyse tüm çocukların bahçede neşeyle koşturup oynamasını izlerken, kendi özel bankıma giderek oturdum. Bir süre etrafımdaki canlılığı keyifle seyrettim. Yanımdan geçen herkesi tanımama rağmen, on kişiden ikisi selam verirken diğerleri sadece bakmakla yetiniyor, yollarına devam ediyorlardı. Tombul, tatlı göbeğiyle Berta, ineğinin peşinden koşarak ilerlerken, ineği onu umursamadan asil bir tavırla yürüyüşüne devam ediyordu. Onların bu hali beni içten gülümsetti. Beni farkeden Berta, ellerini kafasına koyarak "hanımım" diye seslenip koşup yönünü bana çevirince inek garip bir ses çıkartıp kendi halinde takılmaya devam etti. "Berta nasılsın" dedim coşkulu bir sesle. Bu tatlı kadınla ne zaman konuşsam onun nefes nefese halleri ve heyecanlı tavrı bana da bulaşıyordu. "İyiyim hanımın başınıza gelenler için çok üzgünüm. Siz nasılsınız?" Neden bahsettiğini anlamadan çatılan kaşlarımla yüzüne bakarken, o etrafa göz atıp hoplar gibi yanıma oturup ineğine de kısaca göz atıp eteğini yandan bacağının altına sıkıştırıp iyice yerleşti. "Ne gelmiş başıma Berta?" Dedim sıradan çıkartmaya çalıştığım sesimle. "Hanımım" dedi fısıldayarak etrafı bir kez daha kontrol etti ve devam etti. "Size bir cadı büyü yapmış ya! Reisle ilişkinizi engellemek için kötü cadı sizi herkese unutturmuş. Ben iyi bir Hristiyan olduğum için büyü bana işlemedi çünkü sizi hatırlıyorum. Yan komşum suratsız Albert sizi asla hatırlamadığını söylüyor. Tüm klan bu haberi konuşuyor bilmiyor musunuz? Sizi hatırlayan da var hatırlamayan da!" Söyledikleriyle hatırlama olayının hızlı bir şekilde geliştiğine emin olup halk içinde böyle bir karışıklık çıkmasını bekliyordum ama yapacağım bir çözüm yolu yoktu. Halkın bu durumu bir büyü olarak düşünüyor olması ise yetiştirilme şartları yüzündendi. "Büyü değil Berta sebebi yakında anlaşılacak. Dougal size açıklama yapar" dedim. Allah'tan benim için cadı falan demiyorlardı. Dün, Berta'dan birkaç dedikodu daha alarak yanımdan ayrılmasının ardından günüm sakin geçmiş ve Dougal'ı sadece yemekte görmüştüm. Bugün de kahvaltıda yoktu ve yine bahçe gezimdeyken Dougal'ın nerede olabileceğini düşünüyordum. Bugün hava düne göre kapalı olması yüzünden ve Dougal'la da günlerdir adam akıllı konuşamamamın verdiği sinirle içimde huzursuzluk vardı. İlerideki savaşçıların kendi aralarındaki kılıç çalışmalarını izlerken bile zevk alamıyordum. Bankta boş boş düşünceler içinde geçirdiğim yaklaşık bir saatin ardından klanın her yanında yayılan borazan sesleriyle tüccarların geldiğini düşündüm. Bugün klan içi ticaret ayına giriyorduk. Farklı klanlardan tüccarlar ellerindeki ürünleri satmak veya takas etmek için belirli aylarda ziyaretler gerçekleştiriyorlardı. Bu yüzden banktan kalkmaya gerek görmeden bakışlarımı kalabalığa çevirdim. Ancak kapıların açılmaması ve kaleden hızlı bir şekilde Dougal ile yanında üç gri pelerinliyle çıkması , kaşlarımı havaya kaldırıp yerimde dikleşmemi sağladı. Dougal'ın hızlı adımları, etrafa değmeden sabit tuttuğu gözleriyle gelenlerin tüccarlar olmadığı çok belliydi. Arkasından ayağa kalkıp peşlerine takıldığımda, nöbetçi savaşçıların toplanan halkı yavaşça dağıttıklarını fark ettim. Kapıya doğru yönelen insanları geri gönderiyorlardı. Benim Dougal'ın peşinden ilerlediğimi görseler de kimse beni durdurup uyarma gereği görmemişti ancak kararsız bakışlarını yakalayarak yoluma devam ediyordum. Dougal'ın emriyle açılan kapıdan gelenleri göremiyordum. Adımlarımı hızlandırarak biraz daha yaklaştığımda davetsiz misafirleri görünce sevinçten gülümsemeye başladım. Brad, yanında anne ve babasıyla birlikte gelmişti. Yanlarına yaklaşmaya devam etsem de Dougal'ın yönlendirmesi ile onların içeriye girdiğini görünce olduğum yerde durup gelmelerini bekledim. Brad, klana girdiğinde etrafa göz gezdirip benimle göz göze gelmişti. Arkada kalan anne ve babası ise tedirgin duruyordu. Brad'in bana doğru yürümeye başlamasıyla onu takip eden diğerleri ve Dougal'ın da bakışları üzerimdeydi. "Tekrar merhaba" dedi Brad tam karşımda durduğunda. Gülümsemeye devam ederek "Hoş geldin" dedim ve omzunun üzerinden arkadaki ailesine baktım. "Selamun aleyküm. Siz Tuğra olmalısınız" diyerek yumuşak bir suratla konuşan babasına "aleyküm selam, evet" diye karşılık verdiğimde yüzünde oluşan saf sevinci görüp daha da gülümsedim. Babası yüzümde çok oyalanmadan bakışlarını kaçırsa da annesinin delici gözleri yüzümün her yanını tarıyordu. "Misafirlerimiz geldi Tuğra" Diye beni bilgilendiren Dougal'a gülümseyerek bakarak tekrar Brad'e döndüm. "Burada istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Fran size odanızı göstersin. Bir şeyler yedikten sonra hemen konuşmamız gerekiyor" Dougal talimatlarını sıralardan Brad'in babası söze girmişti. "İskoçya kralının evinde ağırlanmak bir şereftir. Yemeğe şimdilik lüzum yok teşekkür ederiz biz hemen konuşmak istiyoruz izninizle" Dougal kafasını onaylar anlamda sallayarak bana bakıp kaleyi işaret etmişti. "Buyurun o zaman," diyerek onlara da büyük kale binasını işaret ederken herkes yürümeye başlamıştı. Kaleye girinceye kadar sessizlik içinde yürümeye devam ederken Dougal tam yanımdan yürüyordu. Merdivenlere geldiğimizde Dougal'la kesişen bakışlarımızda ona tatlı bir gülümseme sundum. Aynı karşılığı aldığımda derin bir nefes alarak merdivenleri tırmanmaya başladım. Yolda bir ara bizi gören Emir, meraklı bir bakış atarak 'hayırdır' der gibi göz kırpsa da ona elimle "gelme" işareti yaparak merakını daha da cezbetmiştim. Biraz meraktan kuduracaktı ama şu an yapacak bir şey yoktu. Dougal'ın çalışma odasına girince Brad ve ailesi sandalyelere yan yana oturmuştu. Ben Dougal'ın tam karşısına geçtim. Sandalyeyi yan şekilde çevirerek ve hem Dougal'ı hem Brad'leri görecek şekilde ayarladım. Dougal yanındaki savaşçıları odadan gönderip odada yalnız kalmamızı sağladığında babasının sesini duydum. "Oğlumuzu esir tutulduğu yerden siz çıkartmışsınız ardından burada misafir etmişsiniz bunun için teşekkür ederim." Annesi konuşmadan beni incelemeye devam ediyordu. "O gün oğlunuz sayesinde oradan kaçtık üstelik arkadaşım yaralıydı. Bunun için benim teşekkür etmem gerekiyor" dedim yumuşak bir ifadeyle. Babasının sesindeki aksan çok belli oluyordu. Adam Osmanlı'dandı ama yıllardır İngiltere ve İskoçya'da yaşamıştı. Onlar hakkında, günlük sayesinde baya bir bilgi ancak eksik bilgi biliyordum. Mesela Osmanlı komutanlarından biri olan kardeşi ve onun kurtardığı şehzadeyle ailesi neredeydi? "Brad bize durumdan biraz bahsetti. Mağara masalı halk arasında bir efsanedir. İnsanları 9 rakip ormanından uzak tutulması için uydurulmuş bir hikaye ancak oğlum, sizin farklı bir dünyadan geldiğinizi söyledi. Bu doğru mu?" Adam soruyu direkt gözlerime bakarak sormuştu. "İsminiz neydi?" Dedim. 9 rahip ormanı ne alakaydı? "Hüseyin benim adım" Kafamı sallarken devam ettim. "Brad'in anlattıkları doğru farklı bir dünyadan geldik. Ancak 9 rahip ormanlarıyla bir alakası yok. Başka bir mağaradan geçerek kendimizi bu zamanda bulduk. Mağara hakkında neler biliyorsunuz?" Sorumla Hüseyin ve karısı kısa bir an bakışıp tekrar bana dönmüştü. Kesinlikle bir şeyler biliyorlardı. "Dediğim gibi sadece efsane. Zamanında delinin biri tarafından uydurulmuş bir olay. Mağaradan başka dünyaya gidildiği, orada büyük canavarların yaşadığı gibi" Bu hikayeyi Rob da küçükken duymuştu ve bana anlatmıştı. Halk arasında zaten bu biliniyordu ancak bu çift başka şeyler de biliyordu. Bilmeseler oğulları Brad'in anlattıklarından sonra kalkıp buraya kadar gelmezlerdi. Ancak bilmedikleri, ben mağaranın sırrını öğrenmekten çok başka bir şey öğrenmek istiyordum. İstediğim sadece o aile bilgisiydi. Sanırım Brad onlara bunu anlatmamıştı ki bana sembol hakkında soru sormuyorlardı. "Efsane dediğiniz olay bir gerçek. Ben ve arkadaşlarım 2026 yılında yaşıyorduk. Başka bir dünya değildi aslında, bu dünyanın geleceğiydi." Hüseyin'in ve karısının tekrar bakışmasıyla kısa bir an Dougal'a göz attım. Sandalyesine yaslanmış, tek ayağını öbür bacağının üstüne koymuş sallıyor, parmağını dudağında gezdirip düşünerek bizi dinliyordu. "Mağaradan geçen birilerini tanıyor gibi bakıyorsunuz?" Tamamen doğaçlama sorduğum soruyla cevabı ben de bilmiyordum. Yüz ifadelerini çözmek adına bu soruyu sormuştum ama sorduğum an kadının yüzünde anlık darbe etkisi gibi irkilmeyi yakalayıp doğru yolda olduğuma emin oldum. "Bak kızım," dedi babası bana tamamen dönerek. "Ben anladığın üzere Müslümanım ve başka bir Müslümanın sözlerine itimat ederim, hele ki yabancı topraklardaysam. Seni tanımasam da sözlerine güvenip ben de aynı karşılığı vereceğim." Kafamı salladığımda devam etti. "Bundan 25 sene önce 9 rahip ormanlarından geçip giden ve geri gelen tanıdıklarımız vardı. Geleceğe, İstanbul denilen bir şehire gittiklerini söylediler. Çok değişik şeyler anlattılar. Bu sırrı ömür billah saklamaya söz verdik ama sen de aynı durumda olduğun için, kralıma da güvendiğim için bunu sizinle paylaşıyorum. Benimle mağaranın konumunu asla paylaşmadılar ki 9 rahip ormanlarında onlarca mağara var." Duyduklarımla şok etkisi yüzüme vurunca bakışlarım Dougal'la kesişti tekrardan. 9 rahip ormanlarında da bir mağara vardı ve İstanbul'a mı açılıyordu yani? İyi de İstanbul'un neresine açılabilirdi ki? El değmemiş taşı toprağı kalmamıştı yurdun! "İstanbul'u bilir misin? Hâlâ Müslümanların mı elinde?" Hüseyin'in sorduğu soruyla şaşkınlığımdan sıyrılıp hafif tebessüm ederek kafamı sallamıştım. "Evet, ben orada doğdum. Peki bu insanlar kimdi?" Asıl sorumu sormak için fırsat doğunca elbette kaçırmadan sordum. Nedense içimden bir ses o aile olduğunu söylüyordu. Hüseyin bey cevap vermekte tereddüt edince karısı geldiğinden beri ilk defa söze girerek beni şaşırttı. "Sıradan bir aile" demişti karısı. Normal bir tonda söylese bile mimiklerindeki yalan emareleri çok belliydi. Teorim kesinlikle teori olmaktan çıkıp kesinleşmişti. Yüzümde istemsiz oluşan hüzünle bundan sonrasını duymaya hazır olup olmadığımı sorguladım çünkü ellerim çoktan titremeye başlayıp kalbim çıkacak gibi atıyordu. Ortamda oluşan sessizlikte Dougal'ın boğaz temizleme sesini duyunca bakışlarımı ona çevirdim. Bana destek verircesine gülümsediğini görünce tekrar Hüseyin'e ve karısına baktım. Elimi kaldırıp boynuma uzattığımda hem künyemi hem de kendi kolyemi boynumdan çıkartıp masanın üzerine koydum. Dougal'ın bakışları koyduğum kolyelere dönünce, sembollü kolyemi elime alarak Brad'in annesine doğru uzattım. "Bu ne anlama geliyor?" Diye sordum bakışlarımı çekmeden kolyeyi işaret ederek. Kadın, önce bana sonra elimdeki kolyeme bakarak kendi eline aldı ve yüzü bir an da kireç gibi bembeyaz oldu. Hüseyin de kolyeye baktığında eli bir anlık kalbine gitmişti. Brad, "baba" derken elini kalbinden çekip sorun yok anlamında oğlunun omzuna koysa da bakışları hâlâ sembolde kilitliydi. Annesi, bir bana bir sembole bakarken ağlamaya başladı. Onun ağlamasıyla çatılan kaşlarımla birlikte Dougal da sandalyesinden kalkmış merakla ortamda neler döndüğünü anlamaya çalışıyordu benim gibi. "Bu!" Dedi annesi. Kolyeyi çevirip ön yüzüne baksa da geri çevirip sembole uzun uzun bakmaya devam etti. "Bunu nereden buldun?" Hüseyin'in sert çıkan sesiyle Dougal hemen başucumda ayakta bekleyerek durmaya başladı. "Ben bebekken beni bulduklarında siyah bir pelerine sarılıymışım. Üzerimde bu sembol varmış. Bunu hep sakladım ve büyüdüğüm zaman onu bir kolyeye çevirip boynuma astım." Brad'de ailesinin tepkisine şaşkın duruyordu. Hüseyin bakışlarını bana çevirip gözünden bir damla yaş akarken ayağa kalktı. Onun ayağa kalkmasıyla Dougal yanımda kımıldansa da elimi Dougal'ın koluna koyup sakin kalmasını istedim. Hüseyin, ağır adımlarla bana doğru yürüyüp önümde eğilip benimle aynı boya gelince uzun uzun gözlerime baktı. O anı takiben duyduğum sözcükler, adeta hayatımın kaderini değiştirecek sihirli anahtar gibiydi. Bu dönemeç, hayatımın sayfalarının sadece yırtılmakla kalmayıp, aynı zamanda ilginç bir yerde açılan yeni bir sayfa ile özdeşleşeceği bir anı temsil ediyordu. Geleceğin heyecan verici hikayesini yazmaya başlamak için bekleyen bir başlangıcın müjdecisiydi. "Balca!..." |
0% |