@ebrumelek
|
Keyifli okumalar ☘️ Yazardan, Ahşap kulübenin kapısı sessizce açıldı, içeriye dolan hafif esintiyle birlikte, tarihi bir dokuya sahip olan kulübenin içindeki toz bulutları dans etti. Eski sandalyelerin sadece biraz gıcırdamasıyla, erkek ve kadın karşılıklı otururken gözleri, Mclenan sınırında bekledikleri kişiyi aramaya başladı. Bulutlu gökyüzündeki dolunay, heyecan ve tedirginlikle dolu anı vurguluyordu. Geçen dört ayın hızla evrilen olaylarının izlerini taşıyan bu iki insan, heyecan ve tedirginlikle iç içe geçmiş bir halde bulunuyordu. Bekledikleri kişiden alacakları yeni bilgiler, onların geleceğe dair planlarını şekillendirecek anahtar roldeydi. Odanın içindeki gergin sessizlik, her an değişebilecek olan kadersel dönemeçlerle dolu bir bekleyişin içinde bulunuyordu. Kapının gıcırtılı menteşeleri, beklenen kişinin temkinli adımlarıyla içeriye girmesiyle birlikte odanın içindekiler göz göze geldi. Kadın, oturduğu sandalyeden ani bir hareketle ayağa kalkarak, gelen kişiye doğru bir adım attı. Gelen kişi, kapıyı kapatmadan önce hızla ardına bakarak, ormanın karanlığında birilerinin izini araştırdı, gözleri titizlikle çevreyi süzdü. Kapanan kapının ardından, kafasındaki pelerininin şapkasını nazikçe çıkararak, karşısındaki insanlara sıcak ve hafifçe şeytani bir gülümseme gönderdi. "Sonunda gelebildin Fiona," dedi, karşısındakine sıkıca sarılan kadın. Ardında oturan adam da ayağa kalkarak, pencereden dışarıyı dikkatlice kontrol etme gereği duydu, titizlikle çevreyi gözden geçiriyordu o da. "Seni özledim kardeşim" Fiona'nın cevabıyla birlikte iki kadın birlikte sandalyeye otururken, Fiona adama kısa bir bakış atarak tekrar kardeşine döndü. "Son gönderdiğim mektubu aldın mı?" Muhatabı kadın hızlıca kafasını sallarken elini uzatıp Fiona'nın elini tutmuştu. "Plan beklediğimiz gibi gerçekleşiyor" kadının sözleriyle Fiona memnuniyetsiz bir bakış göndererek kafasını iki yana salladı. "Plan iptal kardeşim. Aptal Dougal İrlandalılarla yapacağı evlilikten vazgeçti," dedi, kadının yüzündeki ani şok ifadesi odanın içine bir elektrik yükü gibi yayıldı. Pencereden bakan ve deminden beri sessizliğini koruyan gizemli adam, bu haberi duyar duymaz irkilerek hızla arkasını döndü. Fiona, ilk defa karşılaştığı bu adamın varlığına karşı bir çekingenlik ve biraz da korku hissetti. Varlığını ve karakterini mektuplar sayesinde az çok bildiği bu korkunç adamla yüz yüze gelmek sandığından daha da ürkütücüydü. Fiona, kaderin feleğini defalarca takla attıran bir kadın olsa da kendinden daha şeytani olan bu adama karşı sopasını her zaman saklamak durumunda kalacaktı. Adamın heybetli görünüşü, odadaki atmosferi daha da gerilmiş bir hâle getiriyordu. "Ne demek iptal? Biz aylardır bunun için uğraşmıyor muyuz? Şimdi bana her şeyin iptal olduğunu mu söylüyorsun? Planın akıbeti için bu kadar emek harcarken, buralara geldik. Son mektubunda da her şeyin yolunda gittiğini söylemedin mi?" Adamın sert, bariton sesiyle korkan Fiona ile odadaki atmosfer daha fazla gerilirken, Fiona'nın yüzündeki ifade içsel bir fırtınanın habercisiydi. Sözler, umutları paramparça eden bir gerçekliği yansıtıyordu. O an, odanın içindeki tansiyon, beklenmeyen bir dönemece giren bu konuşma ile yükselmişti ki Fiona buraya gelirken zaten alacağı tepkileri de kabullenerek gelmişti. Her şey o aptal kadının yüzündendi. Bir anda ortaya çıkmış bütün planlarını bozmuştu. "Beklenmedik olaylar gelişti, benim bir suçum yok. Ayarladığınız ailenin salak kızı Dougal'ı elinde tutabilmek için çocukça bir oyun oynamış ve Dougal bunu anlayıp klandan kovdu onları. Benim elimde olan bir durum değildi gerçekten de." Fiona, suçsuzluğunu savunmaya çalışırken odanın içindeki gerginlik yerini koruyordu. Sözlerindeki aciliyet, karşısındaki adamdan gelen baskıyı hafifletme çabasıydı. Odadaki sessizlik, Fiona'nın kelimelerini daha da vurguluyor, kız kardeşinin nasıl bu adama bulaştığını anlamasa da onun için fedakarlık yapmaktan çekinmiyordu. Kendini bu adamın maşası olarak bulsa da, kardeşi uğruna bu zor durumu idare etmek zorundaydı. "Belki de Dougal'ın kız kardeşini daha fazla manipüle etmeliydin. Dougal kız kardeşinin sözünü her zaman dinler. Alanna, o İrlanda'lı kızla evlenmesine sıcak baksaydı, Dougal da ikna olurdu." Fiona, kız kardeşinden duyduğu bu sözlerle gözlerinin dolmasına engel olamadı çünkü onlar her daim birbirlerini tutarlardı. Adamın yanında söylediği sözler kalbini kırmıştı. Kız kardeşinin bakışları, çıkarları uğruna dönen entrikaların ortasında keskinlik taşıyordu. Fiona kendini savunsa bile bu ürkütücü adamın yanında, kardeşi suçu onda arıyordu. Buna inanamıyordu! "Gerekli her şeyi yaptım kardeşim. Alanna, o kızla çok yakın oldu ve abisini de o ikna etti zaten. Ancak son bir hafta, planlarımızı bozacak değişiklik bambaşka bir şeydi." Söyleyip söylememek korkusuna rağmen, tepesinde dikilip sert ve keskin bakışlarıyla hâlâ sessizliğini koruyan adamdan korkmamaya karar vererek ağzındaki baklayı sonunda söyledi. O an, odadaki gerilim bir an için donmuş gibiydi, "klana tuhaf bir kadın geldi" sözlerin yankısıyla birlikte karşısındakilerin tüm bakışı onun üzerinde olmaya devam ediyordu. "Kadın mı?" Diyen adam sessizliği bozarak Fiona'nın gözlerine kilitlenmişti. "Kadın bir anda ortaya çıktı. Tuhaf kıyafetleriyle ve yanında bir adamla birlikte, Rob adlı bir savaşçı da onlarla birlikte klana geldiler. Herkesi tanıdıklarını iddia ettiler. Başta anlam veremedim, herkes gibi. Ancak birkaç gün içinde köylülerden bazıları da kadını hatırlamaya başladı. Dougal'la da oldukça yakın olduklarını fark ediyordum. Fiziksel temasları olmasa da, bakışları sürekli birbirindeydi," Fiona'nın lafları biter bitmez kız kardeşi alaycı bir kahkahaya başladı. Fiona, kardeşinin bu kahkahasını çok iyi bilirdi. "Ne yani, Dougal bu kadına aşık mı oldu da aylardır emek verdiğimiz plan bozuldu?" Adamın sert sesine eliyle iteklediği masanın gıcırtısı eşlik etmişti. Fiona irkilse de bunu belli etmeden sözlerine devam etti. "Kadının ismi Tuğra, yanında gelenin ise Emir, İskoçyalı değiller. Emir'le ağzından laf almak için biraz sohbet ettim. Bana kadınla nişanlı olduklarını söyledi. Tuğra'nın babası Quany Kurt'muş, yani bir piç. Babasını bekleyene kadar klanda kalacaklar, sonra nişanlısı Emir'le Kurt klanına gideceklermiş. Dougal, amcasının kızı olduğu için değer veriyor olmalı. Onun kimseye artık aşık olmayacağını en iyi sen biliyorsun, kardeşim, hele ki Tuğra gibi erkek kılıklı bir kızın şansı hiç yok!" dedi, kadın, Fiona'nın bu sözleriyle yüzleşirken odadaki hava beklenmeyen bu bilgilerle birlikte bir karmaşa içindeydi. Yanındaki hareketliliği hisseden Fiona, istemeyerek kafasını adamın heybetli görüntüsüne doğru çevirdi. Odadaki gizemli atmosfer, adamın etrafındaki aura ile birleşerek, ortamın gerilimini daha da arttırıyordu. Fiona'nın gözleri, bu ani dönüşü anlamaya çalışırken, karşısındaki adamın bakışlarından yayılan gizemli bir parlamayla karşılaştı. O an, odadaki tansiyon, beklenmeyen bu olayın yarattığı belirsizlikle dolup taşıyordu. Telaştan dudaklarını kemirmeye başlamıştı. Kocası Arthur yokluğunu anlamadan geri dönmesi gerekiyordu. Adam, iki kadının tam dibinde durarak vurucu sözleri söyledi. Fiona'nın bu günlük son emri verilmişti. "Varlığı yokluğu fark etmez, sonuçta dediğin gibi bir piç. Yarın o iki yabancıyı bir şekilde ormana getir işlerini bir an önce bitirelim. Ardından Oscar'a bir ziyaret daha gerçekleştiririz. Başka bir kızı daha var. Dougal, kızlardan biriyle evlenip avucumda olacak!" dedi, gizemli adamın bu emir dolu sözleriyle odadaki gerilim daha da tırmanıyordu. Fiona için kardeşinin belirlediği bu yolu izlemek, klanın kaderini şekillendirecek önemli bir adımı simgeliyordu. O an, Fiona'nın gözlerindeki kararlılık, kritik bir dönemeçte olduklarını açıkça ortaya koyuyordu. *** "Balca!..." Brad'in babasının söylediği kelimeyle zaman durmuş gibiydi. Akıttıkları gözyaşları dışında odada hareket yoktu, sanki zaman durmuş gibiydi. Hüseyin'in omzunun üstünden arkaya baktığımda ismini hâlâ bilmediğim Brad'in annesinin "Nur" diye mırıldandığını duyarak kaşlarımı çattım. O an, duvarlarda yankılanan hüsran dolu sessizlik, odayı bir duygu kasırgası içine sürüklüyordu. "Balca da ne demek?" Dougal'ın karşımda eğilmiş, gözlerime bakarak ağlayan yaşlı adama sorduğu soruyla Hüseyin bakışlarını kısa bir an ona çevirip yavaşça yerinden doğrulup ayağa kalktı. O an, odadaki hava değişmiş gibi hissediliyordu; soru, duygu yüklü bir gerilimi beraberinde getirerek herkesi etkisi altına almış gibiydi. Aslında doğru soru, "Balca kim?" Olmalıydı! "Bu imkansız anne!" Diye mırıldandı Brad, transa girmiş gibi ağlayan annesinin kollarını tutarak. "Neden bahsediyorsunuz, neler oluyor? En baştan anlatır mısınız?" Sesim, ruh hâlime uygun olmayan bir sertlikle dışarı çıkarken, Hüseyin ayakta olmasına rağmen keskin bakışlarıyla beni süzüyordu. Kadın, Brad'in kavrayışından sıyrılarak hızla ayağa fırlayıp kocasının yanına koştu ve beni titizlikle incelemeye başladı. Artık soğukkanlılığımı bir kenara atmıştım. Ayağa kalkmamla birlikte çalışma odasındaki gerilim anında doruğa çıktı. Dougal, elini omzuma koyarak destek oldu ve şok içindeki benimle birlikte hâlâ ağlayan yaşlı çifte bakıyordu. Odanın içinde gergin bir sessizlik hakimdi, duygusal bir patlama anı herkesi şaşkınlık içinde birbirine bakarken dondurmuştu. "Size bir soru sordu?" Dougal'ın sert sesiyle kadın burnunu güçlü bir şekilde çekerek kafasını öne eğdi. "Otur kızım her şeyi anlatacağız. Sen de Eliza." Hüseyin'in titrek sesiyle karısına dönünce, başıyla onu onaylayıp az önce panikle ayaklandıkları koltuğa birlikte geri oturdular. Brad, dudağını ısırıp ayağını sallıyor ve ailesine kaşlarını çatmış bakıyordu. Her birinin yüzündeki ifade, içerdikleri sırların ve duyguların derinliğini yansıtıyordu. Onların oturmasıyla omzumdaki Dougal'ın eli hareket ederek beni sandalyeye doğru indirmeye başlayınca onlar gibi ben de oturdum. Dougal, boş sandalyelerden birini tutup hemen yanıma çekince yan yana oturarak karşımızdaki çifte bakmaya başladık. Dougal'ın sabırsızlığı sallanan dizinden belliydi. "Bundan 25 sene önce tanıdığımız bir ailenin 9 rahip ormanındaki mağaradan gidip geri döndüğünü söylemiştik." Diye başladı Hüseyin cümlesine. Evet anlamında kafamı sallarken devam etmesini bekliyordum. "Nur ve Ali, bir de bebekleri Balca vardı yanlarında. Osmanlı'dan kaçıp yanımıza gelmişlerdi. Birilerinden saklanıyorlardı. Peşindekiler onları burada da buldu. Bir gün ortadan kayboldular ve uzun bir süre ortada olmadılar. Geri geldiklerinde bebekleri yanlarında değildi." Buraya kadar günlükte öğrendiğim bilgilerdi zaten. O çiftin şehzade olduğunu atlayarak anlatıyordu. Sanırım kendince onları korumaya çalışıyordu. Devam etmesini anlatan bir hareketle kafamı hızlı hızlı salladım. Adam boğazını temizleyerek devam etti. Ellerini tedirgince önünde birleştirdiği gözümden kaçmadan dinlemeye devam ettim. Kadın yani Eliza ise gözünü ayırmadan hâlâ bana bakıyordu. "Geldikleri vakit öğrendim ki o mağaradan geçip İstanbul denilen bir dünyaya gitmişler. Ancak gittikleri zaman onları arayan askerlerden biri daha peşlerinden onlarla gelmiş. Gittikleri yer o kadar farklıymış ki bunun ayrıcalığını bile yaşayamamışlar çünkü orada da kaçmaya devam etmişler. Etraftaki insanların kıyafetlerinin farklı olduğunu, evlerin daha büyük ve yolda gezen ilginç metalden kutular olduğunu söylemişlerdi. Açıkçası anlattıkları masal gibiydi. Orada bir saniye bile durup hiçbir yeri inceleyememişler çünkü sürekli kaçmak zorunda kalmışlar. Bebekle kaçmaya devam ederken bazı insanların da dikkatini çekiyorlarmış bu yüzden insanlardan yardım istemişler. Ne yiyecek yemek ne kalacak bir ev bulabilmişler. İnsanlar onlara tuhaf bakışlar atıp yanlarından geçip gidiyormuş. Onların kıyafetleri ortama hiç uymuyormuş ve Ali farklı bir dünyada olduğunu düşünmüş. Bir gece sığınacak bir yer ararken, büyük bir evde sadece çocukların kaldığını fark etmiş Ali. Peşlerindeki adamı atlatana kadar kızlarını oraya emanet edebileceklerini düşünmüş ve Nur'u buna zor ikna ederek kapının önüne bırakmışlar. Bir süre dışarıdan izlemişler. Kadının biri çıkıp Balca'yı içeriye almış ve sonra kaçmaya devam etmişler. Amaçları peşlerindeki adamdan bir şekilde kurtulup kızlarını oradan geri almakmış. En azından Balca bir şeyler yiyip, sıcak bir yerde kalabilir diye düşünmüşler. Ancak Ali'nin duygusal durumu ve günlerdir aç olmanın etkisi yüzünden Nur ile birlikte yakalanmışlar. Adam onları ilk geldikleri yere kadar zorla götürüp mağaradan geri İskoçya'ya getirmiş. Balca, orada kalmış. Onu geri almaları için dönmelerine izin vermemiş." Gözlerim kocaman olmuş Hüseyin'i dinlerken hiçbir uzvum hareket etmiyordu. Dougal anlamamış bakışlarla bakmaya devam ediyor ama benim gerginliğimi fark edip omzumu hâlâ nazikçe okşayıp beni sakinleştirmeye çalışıyordu. "Sonra," dedim tek kelimeyle. Brad'in annesi Eliza tekrar burnunu çekti. "Buraya geçtiklerinde biz zaten onları arıyorduk kardeşimle. Benim kardeşim Osmanlı askerlerinden. Kardeşim Ferit onları fark edince adama saldırıp öldürdük ve Nur ile Ali'yi kurtardık ancak ikisi de mağaraya koşup geri dönmeye çalıştılar. Mağaradan tekrar geçemediler. Sanki kapı kapanmış gibiydi. Bebeğin orada kaldığını söylediklerinde hepimiz şok geçirdik. Zaten ikisinin de ruhsal durumu iyi değildi. Ali'nin gözünü intikam hırsı bürümüştü. Nur'da aklını kaçırmıştı, gerçek anlamda. Birkaç ay daha bizimle kalıp her gün mağaradan geçmeyi denediler. Biz, Mcarty topraklarında kalıyorduk. Mcarty reisi de kafayı mağara ile bozmuştu, yerini öğrenmeye çalışıyordu. Hem Osmanlı askerlerinden hem Mcarty savaşçılarına belli etmeden mağaraya gidip gelmek işleri zorluyordu. Bir gün Mcarty oğlum Brad'i esir aldı. Karşılığında mağaranın yerini öğrenmek istedi. Biz söylememekte direttik ben bir şekilde oğlumu kurtarıp İskoçya'dan kaçmayı planlıyordum. Ancak o dönem, Mcarty reisinin öldüğünü duyduk. Hayat bizi öyle bir noktaya sürüklemişti ki hem biz oğlumuzdan hem Ali ve Nur kızlarından kopmuştu." Dedi bakışlarını ellerine indirerek devam etti. "Bir gün yine mağaralara giderken yolda baskın yedik. Kardeşim Ferit, o ân beni bir çalılığa saklayabildi çünkü biz biraz daha geriden gidiyorduk. Saklandığım çalılığın arkasında onları izlerken kardeşim yaralandı. Ali ve Nur'u ise yakalayıp Osmanlı'ya geri döneceklerini söylediler. Ondan sonra kardeşimden de onlardan da bir daha haber alamadık. Büyük olasılıkla çoktan rahmetli olmuşlardır çünkü haklarında idam kararı vardı." "Peki sembol?" Dedim cümlesi bittiği an beklemeden. Hüseyin, bakışlarını karısına çevirdiğinde Eliza'ya baktım bende. "Nur, kızının üzerine aile yadigarlarını bıraktığını söylemişti. Unutmamak için aynısından iki tane daha çizip broşa dönüştürdüm; biri Brad'e diğeri ise benim için." Eliza'nın bu sözleri beynime kurşun yemişim gibi hissettirince derin bir nefes almak zorunda kaldım. Nefes alamadığımı hissediyordum. "Yani bendeki sembol?..." cümlem tamamlanmadan kadın kafasını hızlı hızlı salladı. "Nur'un, kızı Balca'nın üzerine bıraktığı sembol sendeki. İlk tanıştığımız zamanlar zaten bana göstermişti ve bebeğinin boynuna da takmıştı. Ön yüzünde padişahın imzası, arka yüzünde kocamın imzası var demişti. Yani sendeki orjinal sembol." Anlatırken gözleri anlam dolu parlıyordu. Sembolü tanımlarken, hafif bir tebessümle bahsederek kocasına döndü bakışları. "Bu Nur'un elinde gördüğümün tam aynısı. Zincir eklenip kolye haline getirilmiş sadece. Balca'da kalan broş bu Hüseyin" Kadın son cümlede tekrar gözyaşı dökerek Hüseyin'i ikna etmeye çalışıyor gibi gözüküyordu. "Siz neden ağlıyorsunuz peki?" Dougal, sorgular gibi sorunca kadın tekrar burnunu çekti. "Biz onlarla yıllarca birlikteydik. Hepimiz aile gibi olmuştuk. Manevi bir bağ oluştu aramızda. Kızlarını kaybetmelerinden sonraki yaşadıkları çöküşün yakından şahidiyim. Nur, akli dengesini kaybetti. Ona yardımcı olmak için elimden geleni yapsam da faydası olmadı, sonuçta evlat acısı. Biz oğlumuzun yerini ve iyi olduğunu en azından biliyorduk ancak onlar bilinmezlikle doluydu. Şu an neredeler, ne yapıyorlar, yaşıyorlar mı? Bilmiyoruz ama eğer yaşıyorlarsa çok da iyi durumda olduklarını sanmıyorum." Hüseyin hemen söze girdi. "Sen gerçekten de Balca mısın?' diye sorduğunda, bu absürt soru karşısında adeta bir donmuşluk içinde duruyordum. Zamanın akışı yavaşlamış, ben ise sorunun ağırlığı altında kımıldamadan öylece bekliyordum. Düşünce bulanıklığı içinde, içsel bir çatışma yaşarken sorguluyordum: Ben gerçekten Balca mıydım?" "Balca'nın o gün siyah bir pelerini olduğuna çok eminim. Nur sürekli bunu sayıklıyordu. Ayrıca senin gözlerin de tıpkı..." Ancak, Eliza'nın duygusal anlatımı, Brad'in müdahalesiyle bir an durmuştu. "Anne, lütfen üzme kendini artık," diyerek duygusal bir destek sunan Brad, annesinin içsel çatışmasını hafifletmeye çalıştı. Eliza, gözyaşlarından yorgun düşmüş bir haldeydi. Ben ise ne ağlayacak durumdaydım ne de düşünecek... "O aile nerede olabilir? Hâlâ Osmanlı'dalar mı sizce?" Dougal'ın sorduğu soru, sanki evet cevabı alırsa hemen kalkıp Osmanlı'ya gitmeye hazır bir kararlılıkla yüklüydü. Ancak ölüm emri direkt padişah tarafından geldiği için çoktan uygulanmış olmalıydı. "Hiç umudum yok ancak bir şekilde hayatta kaldıysalar, Fransa'da bir arkadaşından bahsediyordu Ali. Dediğim gibi bizimle bir daha iletişime geçmediler. Kardeşimden bile yıllardır haber alamıyorum. Oğlumu kurtarmak için Osmanlı'ya da gidemedik." Diyerek başını iki yana salladı Hüseyin. Artık kayıtsız kalamadan gözümden birkaç damla yaş aktı. O an, Eliza'nın ayağa kalkıp üzerime yürüyerek bana sarılmasını bir rüya gibi izlemiştim. Hüseyin'in ağlamaklı sesi, "Bu nasıl kader böyle? Balca geri dönüyor ve geldiği gibi oğlumla karşılaşıyor. Birbirlerinin hayatını kurtarıyorlar. Ah Ali, hayatta olsan da görsen," dedi. Ben de bakışlarımı Brad'e çevirdim; o da en az benim kadar şaşkın duruyordu. Eliza'nın sarılışından sıyrılıp burnumu çekip bakışlarımı Dougal'a çevirdim. Yeşilleri öyle bir parlıyordu ki duyduklarını bir şekilde kafasında oturtmaya çalışıyordu. Herkesin Emir'i değilde beni hatırlaması şimdi daha anlamlı olmuştu. Eğer anlatılanlar gerçekse ve ben gerçekten de o bebeksem, bu dünyada doğduğum anlamına geliyordu ve şimdi, tarihî bir gerçekle yüzleşiyordum: 1675 yılında bu dünyaya gelmiştim. Bu farkındalık, kalbimi titretti ve korkuttu; yaşamım, deneyimlerim ve tüm bilinen gerçekler, sanki bir yalan bulutu gibi hissettirdi. En çarpıcı olanı, babamın padişahın oğlu olmuş olmasıydı; İftira atılan en büyük şehzade! "Ben, yani benim..." diyerek ayağa kalkıp bakışlarımı gözlerine çevirmeden duvarlarda gezdirdim. "...Bunları sindirmem gerek," diyerek hızla odadan çıkıp kapıyı ardımdan kapatırken içimdeki karışık duyguları engellemeye çalıştım. Dalgın ve hızlı adımlarla merdivenlere yöneldim, oradan da bahçeye doğru ilerledim. Ayaklarım beni adeta otomatik olarak seyir tepesine taşıyordu. Bu karmaşık gerçeklerle yüzleşmek ve anlamak için uzaklaşma ihtiyacı içindeydim. Serin rüzgarla sallanan saçlarım yüzümü okşarken denizin kıyısında öylece duruyordum. Elbiselerimdeki ince kumaş, soğuk havayı hissettirmemesine rağmen bedenimde beklenmedik bir ferahlık yaratmıştı. Gözlerim denizin dalgalarını izlerken, adeta zaman durmuş gibiydi. Dışarıdan bakıldığında sakin bir duruş sergiliyordum, ancak içimde fırtınalar koptuğunu hissediyordum. Öğrendiklerim gerçek olamazdı; hayatımın akışını tamamen değiştirecek bir gerçeği kabullenmek kolay olmuyordu. Düşüncelerim karmaşık bir dansa kapılıp gidiyordu, bir yandan kabullenme ve anlama çabasıyla diğer yandan da şaşkınlık ve endişeyle doluydum. Ufukta batmaya başlayan güneş beni büyüleyip hipnotize ederken, denizin gizemli sesleri kulaklarımda yankılanıyor ve ruhumu derinlere çekiyordu. Dougal beni hatırlasaydı eğer burada olduğumu da bilirdi. Artık hiçbir şeyi kaldıramıyordum. Eğer gerçekten de Balca'ysam artık ne önemi vardı ki? Ben Tuğra'ydım. Astsubay Kıdemli Başçavuş Tuğra Duman... *** Gözlerimi öyle yorgun açtım ki uzun zamandır kendimi böyle halsiz hissetmiyordum. Hasta değil, ruhen yorgundum. Akşam saatlerce seyir tepesinde oturup denizin dalgalarını izlemiş sonra kendimi yatağıma zorlukla götürüp uzanmıştım. Hiçbir şey düşünmeden gözlerimi kapatıp huzuru bulmaya çalışsam da başarısız uyku girişimlerim sonucunda yatakta dönüp durmuştum. Uykuda olduğumu bilmeme rağmen, gece ara ara gözlerimi açıp pencereden dışarıyı gözetlemiştim. Brad ve ailesinin bulunduğu yer hakkında hiçbir fikrim yoktu ancak kapımı kilitli tutmamın nedeni, kimseyle iletişim kurmak istemememdi. Gece boyunca odamın kapısı birkaç kez tıklansa da aldırış etmemiştim. Ancak şimdi, kapımın üzerine doğru öyle bir şiddetle vuruluyordu ki neredeyse kırılacak gibiydi. Oflayarak ayağa kalkıp kapının yanına gidip kilidini çevirdim. Açılan kapıdan hızlı bir şekilde Emir içeriye girmişti. Kapıyı ardından tekrar kapatıp yatağıma yürüyüp oturdum. "Neler oluyor Tuğra?" Sert olmasına rağmen saf bir merakla çıkan sesiyle bakışlarımı Emir dışında her yerde gezdirdim. "Dougal bütün gece odama gelip seninle konuşup konuşmadığımı sordu. Brad ve ailesiyle neler konuştun?" Yanıma oturup bedenini bana çevirdiğinde gözlerimi mecburen ona çevirdim. "Sıkıntı yok kafam dalgındı biraz biliyorsun her şey üst üste geldi" dedim konuyu açmak istemeyerek. İnanmamış gibi baksa da derin bir nefes vererek tepkisini belli etti ancak konuşmak istemediğim için uzatmadan "Fiona konusunda acil konuşmamız gerek" dedi. Bu sefer bıkkın bir nefes verme sırası bendeydi. "Takip ediyorsun değil mi?" Dedim sorulmak için sormuş bulunarak. Emir'in an be an takip ettiğini zaten biliyordum. Kafasını sallayarak, "evet ama dün akşam Arthur'la klandan ayrıldılar. Fiona'nın halasına ziyarete gideceklermiş. Sen bir halası olduğunu biliyor muydun ve klanda da yaşamıyor?" İlgimi çeken konuyla bakışlarımı Emir'e çevirdim hızla. "Neden halası burada yaşamıyormuş?" "Yaşlı bir kadınmış ve eski kafalıymış. Yerini yurdunu terk etmiyormuş. Bil bakalım hangi klanda yaşıyor?" Emir'e kaşlarımı çatarak bakmaya devam ettim çünkü kafam o kadar doluydu ki tahmin edecek halim yoktu. Emir, cevabımı beklemeden kendisi cevap verdi zaten. "Hani seni kaçırdığı için Dougal'ın öldürdüğü klan reisi vardı ya Connor Mcarty. Fiona'nın halası işte orada yaşıyormuş. O klan artık Dougal'ın hakimiyetinde biliyorsun, yine de ironik bir şekilde halk arasında belirgin bir ayrım devam ediyor." Kafamı sallarken Fiona'dan daha önemli sorunlarım olduğunu düşünüyordum ancak onun konusu hafıza olayı yüzünden öncelik kazanıyordu. "Geldiklerinde bu işi artık bitirelim, Emir. Derdi neymiş gerekirse zorla öğrenelim," dedim, kararlı bir tonuyla. Şaşkın bakışlarıyla, "Komutanın karısı olduğu için zor kullanamayız," dedi. Ardından ekledi, "Yine de yapacak başka bir şey var." Cümlesini tamamladığında, kafamı sallayarak ayağa kalktım. "Neyse, çık o zaman. Üzerimi değiştireceğim," dedim, arkamı dönerek. Emir, arkamdan, "Sen iyi olduğuna emin misin?" diye sorsa da, cevabı zaten biliyormuş gibi duruyordu. "Uzatma, Emir, çık. Sonra ayrıntılı konuşacağız," dediğimde bana kafasını sallayarak, sanki Dougal'la bir problem olduğunu da düşünerek odamdan çıktı. *** Kahvaltıya inmemiştim. Gerçekten hiç iştahım yoktu. Ancak kahvaltı başladıktan tam yarım saat sonra odamın kapısı nazikçe tıklatıldı. "Kilitli değil!" Diye bağırdım. Kapım usulca açılıp Dougal'ın bedeni göründü. Odaya girmemeye dikkat ederek yüzümü incelemeye başladı. "Nasılsın? Konuşmak istemediğin için rahatsız ermek istemedim ancak seni gerçekten merak ettim. Kahvaltıya da gelmedin." Gözlerine bakmaktan sol elinde tuttuğu tepsiyi öne doğru uzattığında fark edebildim. "Biraz kafamı toparlamam gerekiyordu," dedim ve devam ettim. "Gelsene." Dougal sanki bunu bekliyormuş gibi hızla içeriye girerek kapıyı da arkasından kapattı. Elindeki tepsiyi masaya koyarak, masayı tuttuğu gibi havaya kaldırıp tam önüme getirip bıraktı. Bu hareketiyle gülmeme engel olamadan ona dik dik bakmaya devam ettim. "Sen yerken konuşabiliriz istersen" dediğinde hiç iştahım olmamasına rağmen sözleriyle elim çatala uzandı. Bir parça peyniri ağzıma atarken "zahmet etmişsin buraya kadar teşekkürler" diye mırıldandım ve yemeğime devam ettim. "Yani aslında sen bu zamanda mı doğmuşsun?" Bir anda sorduğu soruyla ağzımdaki lokmayı biraz daha çiğneyip yuttum ancak cevap vermedim. Teknik olarak burada doğmuş oluyordum değil mi? Tabii o kayıp bebek bensem!" "Bahsettikleri bebek eğer bensem öyle gözüküyor." Bunu kafaya takmadığını belli edip güçlü görünmeye çalışsam da bu konu hakkında çok konuşup açık vermemek istiyordum çünkü biriyle bunu detaylı konuşursam ağlama krizine gireceğimden korkuyordum. "O aileyi senin için bulacağım" Dougal'ın sözleri, ağzından bir yemin gibi çıkarken buruk bir tebessüm sundum. O aileyi hiçbir zaman bulamayacaktı. Tarihte 2. Mustafa'dan sonra kardeşi Ahmet tahta geçiyordu. Büyük ihtimal çoktan öldürülmüşlerdi. Şaka gibi ancak eğer o bebek gerçekten de bensem, Kürşat benim dedem mi oluyordu? Gerçekten bunca yaşadığım şeyden sonra kafayı yememiştim fakat bu olay benim akıl sağlığımı da aşıyordu! Dougal'la sessizliği paylaşırken kahvaltıdan biraz yiyerek çatalı bırakmıştım. Peçeteyle ağzımı silip tepsiye bırakırken Dougal stresli gibi görünüyordu. Bakışlarımı onun üzerinde uzunca tutarken, tepsiyi itip kendimden uzaklaştırıp bedenimi ona çevirmiştim. Dougal ayağını sallıyordu! "Dougal?" dediğimde, hızla bana dönüp ayağa kalkmasıyla birlikte, sanki büyük bir heyecan içindeymiş gibi bir hava oluştu. Gözlerindeki heyecan, neredeyse stresle iç içe geçmiş gibiydi. Ona anlamaz ve meraklı bakışlarla bakarken, hızla masaya gelip zambak maketini koydu ve ardından aceleyle arkasını döndü. Dougal, aniden arkasını dönüp bana yüzünü gösterdiğinde, yüzümde sevinç dolu bir gülümseme belirdi. Ellerimi uzatarak maketi nazikçe aldım ve parmaklarımla dikkatlice dokunarak avuç içime yerleştirdim. Dougal, ellerini pantolonunun ceplerinde tutarak, bana dönük bir şekilde ayakta duruyordu. "Bunu koleksiyondan ayrı saklayacağım" diyerek makete bir öpücük kondurdum. Dougal'ın dudakları iki yana kıvrılırken kafasını aşağıya eğip ayaklarına bakmıştı utanır bir edayla. Dougal utanmış mıydı yoksa? Elleri hala ceplerinde dururken bakışlarım gerilen kol kaslarından başlayıp bedeninde geziyordu. "Tahta ve bıçağı aldığımda, ellerim otomatik olarak bu maketi yapmaya başladı. Neden zambak peki?" diye sordu. Yine aynı konuşma, ama en azından öncekini unutmuş gibi görünüyordu. Alanna'nın ona dövmeden bahsettiğini düşündüğüm sohbetimiz! "Sen kokumu zambağa benzettiğini söylemiştin. Beni gördüğün ilk an aklına bu çiçekler gelmiş." Dougal bana böyle söylemişti ve bendeki dövmenin zambak olması da tamamen tesadüf olmuştu. Silah kaçakçılığı yapan örgüte sızdığımda, kabulün son aşaması olarak, örgüt üyelerinin herhangi bir çiçek dövmesi yapma zorunluluğu vardı. Kabulüm gerçekleştiğinde dövme yapacak kaçakçı bana bir çiçek seçmemi söylemişti. Sildireceğimi düşünerek aklıma ilk gelen çiçek ismi olarak zambak demiştim. Şeklini bile yapılana kadar tam olarak bilmiyordum. Dougal'ın bana zambaklar vermesi tamamen tesadüftü. Yani ikinci kere rezil olmaya niyetim yoktu Anladım anlamında başını sallarken, "kesinlikle doğru söylemişim" dedi. Ben gülümserken bakışları dudaklarımda oyalanıp ensesine kaşımaya başladı. "İyi olduğunu gördüğüme göre işlerimin başına gitsem iyi olacak. Akşam birlikte at sürelim mi?" Sorduğu soru ağzından sanki öylesine çıkmış gibi dursa da yüzündeki heyecan ve tedirginliği çok belliydi. Ya da ben artık onun her hareketini iyi bildiğim için duygularını anlıyordum. Gözlerimin parladığını fark etmiş gibi gülümsediğinde, “eğer müsaitsen elbette" diyerek son noktayı koymuştu. "İşim olmazsa neden olmasın?" Ağzımdan böyle çıksa da kalbim öyle bir çarpıyordu ki bunu başka bir zaman sorsaydı, büyük ihtimal hemen şimdi gitmek için kırk plan uydurabilirdim. Dougal, sadece kafasını sallayarak odadan çıkarken de kapattığı kapıya uzun uzun bakakalırken de her şeyin yavaş yavaş yoluna girdiği için içten içe şükrediyordum. Dougal sanırım benden hoşlanmaya başlamıştı. *** Emir'in emriyle, sağ elimdeki yayı bırakarak okun hedefe isabet etmesini izledim. Hemen altına düşünce, sol elimdeki yayı indirip gözlerimi devirerek, Emir'in ok atmada üstünlüğünü kabul ettim. Rob'la birlikte çalıştığı ayların meyvesini toplamıştı, ancak bana ok yarışı teklifi yaptığında kafamı dağıtmak için hemen kabul edip, birlikte bahçeye inmiştik. En azından kalede Brad ve ailesini görmezdim diye düşünmüştüm. Açıkçası onlara nasıl yaklaşacağımı ve ne söyleyeceğimi kestiremiyordum. Eliza ve Hüseyin, bana karşı içten bir duygusallık sergiliyorlardı. Gördükleri sembolü anladıklarında, benim o bebek olduğuma kesin gözüyle bakmışlardı. Anlattıklarına göre, onların şüphe duymaları için hiçbir neden yok gibiydi zaten. Emir'e de her şeyi anlatmak için uygun bir anı bekliyordum. Şu an bu konuları konuşmak istemediğim için bir süre öteleyecektim. "Tekrar dene." Emir'in direktifini izleyerek, yayı tekrar gerip oku yerine yerleştirdim. Hedefe doğru nişan alıp nefesimi tuttum. "Bırak!" dediği anda ok, öncekinin hemen yanına düşünce, Emir gülümsedi. "En azından istikrarlısın. Ben ilk seferde tahtaya bile isabet ettiremiyordum." Yayı aşağıya indirerek etrafımı kontrol ettim. Tekrar Emir'e dönerek kimsenin anlamaması için kendi dilimizde konuşmak için bir adım attım. "F'nin odasına girdin mi?" diye sordum, ne olur ne olmaz diye ismini kullanmaktan kaçınıyordum. Emir'in yüzündeki sinsi gülümseme ile sorunu hallettiğini anlayınca kaşlarımı çattım. "Madem hallettin bir saattir niye söylemiyorsun?" Diye çıkıştığımda uzamış saçlarını karıştırarak sakin bir ifadeyle omuzlarını indirip kaldırdı. "Ne kızıyorsun, unuttum odadan çıktığın mı vardı? Sorunun ne, onu da anlatmıyorsun. Brad'i takibe dalmışım," dedi ve elini pantolonunun cebine sokarak katlanmış kağıt yığınını çıkardı. "Bunları yatağının süngerindeki gizli bir cepte buldum, ama okuyamadım; malum, Gaelce yazılmış," dediğinde, içimde bir merak uyanmıştı. Kağıtları elime alıp, sabırsızlanarak okumaya başladım. Fiona hanım bakalım neler karıştırıyorsun? 3 saat sonra Kafamdaki bez hızla çekildiğinde, saçlarımın birbirine karışan tutamları yavaşça yüzüme düşerken, karşımdaki yüzlere odaklanmıştım. Fiona'nın tek kaşını kaldırışındaki anlam dolu ifade, bütün vücudumu adeta tarayarak geçiyordu. Dudaklarında beliren hoş olmayan tebessüm, olduğumuz yerdeki gerilimi artırarak atmosferi değiştiriyordu. "Merhaba leydi Tuğra, nasılsınız." Dediğinde Emir'in ağza alınmayacak küfürleri yanımda yankılandı, ancak bakışlarımı Fiona'dan ayırmadım. Eski bir bungalov tarzı kulübede, rustik sandalyelere bağlı duruyorduk. Sağ yanımda Emir, sol yanımda ise başında hâlâ bez olan biri daha vardı. Elbette bu kişi Rob'du. Fiona'nın yanındaki kadın, gözlerini benden zorlukla ayırarak uzandı ve Rob'un kafasındaki bezi de çıkardığında, onun önünde bulunma sebebini sorgulayarak Fiona'ya döndü. Fiona, kadınla göz göze geldiğinde tek omzunu silkerek, "Ne yapayım kardeşim, kuyruk gibi peşinden ayrılmıyordu; mecbur onu da bayılttım" dediğinde, muhatap olduğu kadının soğuk bakışları tekrar bana dönmüştü. "Rob, iyi misin?" diyen Emir'in sesiyle beraber Fiona'nın yanındaki kadının ani bir hareketle elini kaldırıp Emir'e tokat atması, aynı anda gerçekleşmişti. Şokla gözlerimi büyüterek, Emir'le aynı anda kendi dilimizde küfür savurmuştuk. "O elini varya..." dediğimde, kadın dikkatlice bana döndü ve sinirlendiğini belirten bir gülümseme yüzüne yayıldı. "Leydi Tuğra," dedi imayla, "leydiye yakışmayacak bir ağzın var gerçekten. Söylediğin küfürü bir erkek bile söyleyemez!" dediğinde, ben de onun gülümsediği gibi karşılık verdim. Yüzündeki haince gülümseme kaybolmadan bana bakmaya devam etti. "Dougal sizi neden hala klandan göndermedi? Ne planlar yapıyorsanız hemen anlatacaksınız. Hepsini!" Ses tonunda hissettiğim meraklı tonla Fiona'nın hâlâ bir şey hatırlamadığına emin oldum. Gerçi hatırlasa bizi buraya böyle kuzu kuzu getiremeyeceğini de bilirdi ya. Fiona'ya hiç bakmadan diğer kadına gülümsemeye devam ettim. "Asıl sen kimsin? Kimi kaçırdığınızın farkında mısınız?" dediğimde, sanki çay içmeye gelmiş gibi sakin çıkan sesimle, Fiona'nın bakışları bende dursa da ona aldırmadan diğerine odaklandım. Yüzünde belirgin bir alaycılık vardı. Ellerini göğsünde kavuşturup sırtını dikleştirdiğinde, tüm beden hareketlerini itinayla takip ediyordum. Yabancı kadının tehditkâr duruşu karşısında bile içimdeki kararlılık, bu karmaşanın içinde başrol oynamaya hazırdı. "Quany Kurt'un piçisin elbette. Bir öneminiz yok." Fiona'nın araya girerek söylediği sözlerle bile bakışlarımı benden birkaç yaş büyük gösteren balık etli diğer kadından çekmemiştim. Fiona'nın sert tavrına rağmen, içimdeki kararlılık ve gözlerimdeki sorgulayıcı bakışlarla duruşumu koruyordum. Ellerim bağlı diye beni av sanıyorlardı. Düşmanlarımın yaptığı en büyük hata... "Planlarımız sizin gelişiniz yüzünden bozulduğu için buradasınız. Yanınızdaki yakışıklı savaşçının da arada kaynayacağı için üzgünüm," derken, gözleri haince parlayarak Rob'u baştan aşağıya pis bir ifadeyle süzmüştü. Kadının tavrı, o anın gerilimini havada hissettirirken, odanın içindeki herkesin nefes alışları bile durmuş gibi hissediliyordu. Kadının iğrenç iması ve bakışlarına karşılık çıldırmamak elde değildi ki Rob'un yüzünü buruşturması buna eşlik etmişti. "Ancak peşinde olduğumuz bilgilerin sizde olmadığına eminim" diyerek sözlerini bitirdi. "Kimsin lan sen?" Emir'in bağırarak sorduğu soruyla bakışları bu sefer Emir'e düşünce, onu da baştan ayağına kadar yavaşça inceleyip tekrar bana dönmüştü. Tek dudağını kıvırıp gülümserken, ellerini çözerek tam karşıma gelip önümde eğilmiş, elleriyle çenemi sıkıca kavramıştı. O an, odanın içindeki gerilim bıçak gibi kesilmiş, herkes nefesini tutmuş gibiydi. Fiona'nın kaşları derince çatılarak kadının üzerinde sabitlendi. Yüzümdeki rahat ifade ile ben de kadının gözlerine bakarken çenemi morartacak kadar sert tutuyordu. Gözleri, içimdeki sırları okuyacakmış gibi yüzümü derinlemesine inceledi, bıraktığım nefesle birlikte odanın atmosferi daha da yoğunlaştı. Kadının omzunun üzerinden Fiona'nın kadına bakışlarının hâlâ devam ettiğini görebiliyordum. "Ben Dougal'ın karısıyım," yüzüme yakın bir pozisyonda söylediği sözlerle, transa girmiş gibi gözlerime bakmaya devam ederken, ellerimi yumruk yaparak tırnaklarımı avucuma doğru hırsla batırmıştım. O an, karışık duygular içinde sıkışmış gibi hissettim; öfke, şaşkınlık ve öldürme arzusu ile nefes almak zorlaşıyordu. Odanın içindeki atmosfer, sözlerinin yankısı ve o anın dramatik gerilimiyle dolup taşıyordu. Bilgi almak için kendimizi yakalattığımız bu yerde, bu kadının söylediği sözler öfkenin bir çağlayan gibi kanımdan akmasından başka bir işe yaramamıştı. Kendime sakin olmayı telkin etsem de, duyduğum bu sözlerle kıskançlığımı bastırmak çok güçtü. Hislerim, içimde bir fırtına gibi kıyamet kopartıyordu, ancak dışarıya yansıtmamak için direniyordum. Kadınla bakışmamız sürerken Emir'in kahkahasını duydum. Göz temasımızı kesen kadının yüzünde hince gülümseme yerini korurken Emir'e dönerek, "nişanlının aklı sanırım Dougal'da baksana yüzü renkten renge girdi" diyerek beni gösterdi. Gözlerimi kırpıp derin nefes aldım ve onun gibi gülümseyerek kadına bakmaya devam ettim. Ancak Fiona da dayanamamış gibi telaşlı bir ifadeyle sesini duyurdu. "Planımızla bunların ilgisi yok. Bence muhbirimiz olabilirler. Dougal'ın İrlanda'lı kızla evlenmesi daha kolay olur." Kadın bir hışım arkasını dönüp Fiona'yla göz göze geldiğinde bu sefer de ona doğru bir adım atarak tam karşısında durdu. "Asıl planımız Dougal'ın ölmesi mi sanıyorsun aptal kadın? Dougal o mağaranın yerini söylemeden ölmeyecek. Senden başka muhbire gerek yok!" Kadının sinirle ağzından kaçırdıkları yüzünden yutkunarak Rob'la göz göze geldik çünkü az önceki cümleyi Gaelce söylemişti. Emir anlamaz bakışlarla bakarak gözlerini pencerede gezdirip kafasında yeni planlar yapıyor olmalıydı. "Bizden ne istiyorsanız yaparız yeter ki bizi bırakın." Emir'in senaryoya bağlı kalarak söylediği sözlerle içimdeki öfke daha da artarak ciğerlerimi yakmaya başladı. Niyetleri az çok belli olmaya başlamıştı. Demek mağaranın peşindeydiler! Fiona'nın bizi unutması gerçekten de işimize yaramış görünüyordu. Arthur'un da karısına bizim mağaradan geldiğimizi söylememesi ise onu bu olaylarda aklıyordu. "Aslında işimize yarayabilirler kardeşim. Dougal onlara güveniyor." Fiona'nın sesiyle bakışlarımı diğer kadından hâlâ çekmemiştim. Bana kısa bir bakış atarak Fiona'ya döndüğünde düşündüğüm diğer şey ise kardeşim kelimesiydi. Gerçek kardeşi miydi yoksa dostluk anlamında mı kullanıyordu Fiona? Tip olarak da hiç benzemiyorlardı. "Kimsin sen?" Diye sordum tekrar. Kadının Hürrem sarısı saçlarıyla delici kahverengi gözlerinin hedefi benden ayrılmadan "işleri birazdan bitecek kardeşim" derken dilini dudaklarında gezdirmişti. "Konuşmayacaklar B planına geçelim. Seni kışkırtmasına izin verme! Dışarıda bekleyen 15 adam sayabildim. Döverken konuştururuz." Emir'in kendi dilimizde hızla söylediği sözlerle bakışlarımı kadından ayırmasam da dil dikkatini çekmiş gibi kaşlarını çatarak Emir'in üzerine atılıp yanağına bir tokat daha savurdu. "Başka dilde konuşmak yasak sizi yobazlar. Martin!" Diyerek dışarıya seslendi. Kapı gıcırtıyla açılıp iri yarı bir adam elinde parlak bir kılıçla içeriye adım attı. "Gebert şunları da işimize bakalım. Gel Fiona üzerine kan sıçramasın" Gaelce sözleriyle Fiona'nın da ayağa kalkmasıyla, ikisi birlikte kapıya yönelirken, içeriye gelen iri yarı adam robot gibi durmaya devam ediyordu. Kılıcını elinde tutarak kapanan kapının ardından tam karşımıza doğru yürümeye başlayarak önümüzde durdu. "Bak kardeş, hiç korkutucu değilsin. Bize hamle yaptığın an, o kılıcı kendi boynuna yersin!" Emir'in sözleriyle adam bir adım atarak tam önünde durdu. Ayaklarımı bütün gücümle kendime çekip, gererek hızla yere vurduğumda, kırılan sandalye ve kopan ipliklerle, ellerimi de çoktan çözmenin verdiği güvenle gücümü topladım. Hızla ayağa kalkarak adamın karşısına geçtim. Ellerimle kılıcının kabzasını sıkıca tuttum ve gözlerimdeki kararlılıkla sağlam bir yumruğu burnuna geçirdim. Bu ani hareketi beklemeyen adam, şaşkınlıktan afallasa da, yere düşmeden sabit durmaya çalışarak gözlerini büyüttü. Elindeki kılıca attığım tekmeyi savurduğumda, Emir'in arkamda ayağa kalkıp Rob'un iplerini çözmeye başladığını fark ettim. Emir’in sert tonu, "İlk işimiz sana düğümlerden kurtulmayı öğretmek," diyerek Rob'a talimat veriyordu. Aniden üzerime atlayan adamın saldırısını karşılamak için hızla yan kayarak, ayağına çelme takıp ardından sırtıma dirseğimi geçirdim. Henüz doğrulamadan, yerdeki ip parçasını alarak arkadan adamın boğazına dayadım ve ipi sıkmaya başladım. Adam, elindeki kılıcı düşürmüş, boğazındaki ipe elini götürmüştü. Kulağına kadar kızaran adamı iyice boğarken, Emir pencerenin kenarına giderek dışarıya hızlı bir bakış attı. "Amaçları mağaranın yeriymiş. Fiona mağaradan geldiğimizi bilmiyor, Arthur ona söylememiş. Dougal'ın yerini bildiğine eminlerdi," dedim, adamı boğmaya devam ederken, Emir'e duyduklarımı açıklayarak. Bu sözlerimle, iç içe geçmiş gizem ve entrikaların ortasında bir gerçeği de algılamış olduk. En başından beri tüm olay buydu! "Evlilik olayı ne peki?" Diyen Emir ile Rob'un yanıma geldiğini hissettim. Ben adamı boğmaya devam ederken hissettiğim etin yırtılması sesiyle kafamı Rob'a çevirdim. Yerden aldığı kılıcı adamın karnına sokup çıkartırken bana hafifçe omuz silkerek bir nevi sıradanlığın içindeki dehşeti yansıttı. "Kan istiyorlardı, uğraşma diye," dedi, omuzunu tekrar indirip kaldırırken. Ellerimin altında cebelleşen adamı görmezden gelip gözümü devirip yere bıraktım. "Ne yapıyoruz şimdi?" diye soran Rob'a sinsice gülümsedim. Yerdeki adamın cebindeki bıçağa hızla uzandım, elime geçirdim. Bu an, geleceğin belirsizliğinde gizli heyecanı taşıyordu. "Biraz eğleneceğiz" derken Emir'de benim gibi sırıtmaya başlamıştı. Onun da aksiyonu özlediğini biliyordum. "Şeytani Hürrem ve Fiona Rob'da. Gerisini ikimiz halledelim," dedi Emir'in sesiyle. Küçük bir kahkaha bastım, o kadına olan gıcık hâlâ geçmemişti ve Emir'in koyduğu lakabına içten içe tebessüm ettim. Rob kafasını sallarken kulübede durmaya devam etti, kadınların içeriye girmesini bekleyecekti. "Onlara zarar verme, dikkat edin," dedim, elimdeki bıçağı iki tur çevirip pencereye yaklaştım. Dışarıya kısaca göz attığımda, 5 adamın nöbet tuttuğunu fark ettim. Kapının olduğu yerden ise kadın ve Fiona'nın konuşma sesleri geliyordu. Birazdan kulübeye girdiklerinde, Rob onları karşılayacaktı. "15 kişi olduğuna yüzde kaç eminsin?" Diye sordum Emir'e, dışarıyı izlemeye devam ederken. Emir, elini ensesine götürdüğünde "yüzde 90" demişti. Ona ters ters bakarken omuzlarını silkerek, "kafamda kocaman bir çuval vardı. Hamlamışım" diyerek bakışlarını dışarıya çevirdi. "Ne zaman senin saymana güvensek, başımıza bir iş geliyor, hep hamsın" dedim, kendim kaba bir sayım yaparken. Buraya gelirken hiç direnmeden korkuyor numarası yapmamız buna sebep olduğu için Fiona, bizi öyle küçümsemişti ki kulübeye yalnızca bir adam göndermişti. O anlar kendimden nefret etsem de şu an avantajımıza olmuştu. "Melek'te bizimle olsaydı keşke" dediğinde yüzündeki hüznü yakalasam da kafamı tekrar açık pencereye çevirip üzerimdeki elbisenin kumaşını yırtmaya başladım. Altımdaki pantolonumla kalınca Emir'le tekrar göz göze geldik. İkimizde birbirimize kafamızı sallayarak açık pencereye tek ayağımı sessizce attım. Diğer ayağımı da pencereye atarak dışarıya atladım ve hafif çömeldim. Gezen adamlardan ikisini gözüme kestirirken Emir de arkamdan sessizce gelmişti. "Dougal'lar nerede kaldı?" Emir'in fısıldamasıyla aklımda bir dizi olay belirdi ve adamları dikkatlice izlemeye devam ettim. Üç saatten fazla bir süre önce, Emir'le birlikte ok çalışması yaparken Fiona'nın odasında bulduğu mektupları okumuştuk. Mektuplarda, kardeşim diye hitap ettiği birisine, klanda olan tüm olayları özetlemiş olmalıydı ki gelen cevap mektupları bu bilgilerle ilgiliydi. Özellikle Dougal'a dair istihbarat sağlıyordu. Fiona'ya gelen mektuplar, İrlandalıların planının başarılı bir şekilde ilerleyip ilerlemediğini sorguluyordu. Bu kişiler tarafından Nina ile olan evlilik planlanmıştı. Fiona meselesinin artık sonuna geldiğimizi düşünüp gördüğümüz mektupları Dougal'a göstermek için Emir'le odasına gittiğimizde, Dougal'ı yalnız başına yakalamıştık. Kaşları çatılarak okuduğu mektuplarla, ona klandaki hain olayını hatırlatmıştım. Fiona, Albayın güzergahını bilen Arthur'dan yolu öğrenmiş olmalıdır, demiştim. Dougal şok geçirse de sessizce izlemesi gerektiğini, benim bu işten uzak durmamı söylemişti. Ardından çalışma için tekrar Emir'le birlikte bahçeye inmiştik. Aslında benim amacım tamamen Brad'leri görmemek için koca klanda saklanmaktı. Tam bir saat sonra Fiona'nın tek başına klana geldiğini görünce, ufak çaplı bir şok geçirmiş ama belli etmeden çalışmaya devam ediyormuş gibi yapmıştık. Ben bilerek yayı yanlış tutmaya başladığımda Fiona, etrafa temkinli bakışlar atarak direkt bize yönelip sohbet açmış ve ardından 'Klanın dışında bir elma ağacı var. Marmelat yapacağım, toplamamda yardımcı olur musunuz?' diye sormuştu. Teklifini kabul edip bir saat sonra sur girişinde buluşabiliriz diyerek ondan ayrılmıştık. Odamın kapısını kapatıp hemen elbisemin altına pantolonumu giyerek Dougal'ın yanına gitmiştim. Fiona'nın teklifini ona söyleyince bu durum daha da şüphelenmesini sağlamıştı çünkü Fiona kocasıyla birlikte izin alarak klandan ayrılmıştı. Mektup olayında çok emin olamasa da buraya gelerek yaptığı teklif onun da içine kurt düşürmüştü. Savaşçılarından birine Arthur'u bulmasını söyleyerek bizi de takip ettireceğini, yine de dikkatli olmamı söylemiş ve öfkeli bir suratla yanımdan ayrılmıştı. Her adımın gizemi çözmeye biraz daha yaklaştığı bir atmosferde, klanın içindeki entrikalar giderek karmaşık bir hal almıştı. Ancak artık sonuna gelmiş gibi duruyordu. Altında yatan sebep için her şey aklıma gelebilirdi fakat mağaranın bu işin içinden çıkması beklemediğim bir durumdu. Demek ki Fiona'nın hatırladığı zamanlarda tek amacı bendim. Benimle yakınlaşması, mağara hakkında sorular sorması hepsi bununla ilgiliydi. O zamanlar mağaranın yerini bile biliyordu ancak hafızasının silinmesiyle ortak çıkarlar güttüğü kadına bu bilgiyi verememişti. İşte mağara yüzyıllar boyunca kendini böyle korumuş olmalıydı. Belki de bilgiyi vermiş ancak onlar da unutmuştu. Bu iş bugün bitecekti... Yavaşça ayağa kalkıp sessiz adımlarla karşımdaki iki adama arkadan yaklaşmaya devam ettim. Hava hâlâ aydınlık olmasına rağmen sessizliğim yüzünden varlığımı fark etmeleri imkansızdı. Elimdeki bıçağı aniden sağdakinin böbreğine saplarken, soldaki adam irkilerek arkasını dönmüş ve sert tekmemle karşılaşmıştı. Diğerinin belinden çektiğim bıçağı hızla ona savurduğumda, elimi tutarak bıçağın darbesinden kurtulan adam beni savurarak iki adım geri gitmemi sağlamıştı. Elimdeki bıçak ise çoktan onun eline geçmişti. Elimle önüme gelen saç tutamlarını kulağımın arkasına sıkıştırıp boynumu çıtlatmış ve yerdeki kanlar içinde yatan diğer adama bakmadan karşımdaki adamın üzerine koşmaya başlamıştım. Bıçağı dik bir şekilde bana tutarken tam yanına gelince bir anda eğilip savurduğu bıçaktan kurtulmuş ve erkekliğine sağlam yumruk atmıştım. Eh, vaktim yoktu. Adam bütün gücü çekilmiş gibi eğilip inleyince, yanına gidip saçlarını sıkıca tutmuş ve dizimi suratına geçirmiştim. Elindeki bıçağa uzanıp çekerek aldığımda hamle yapmaya çalışsa da bir tekme daha atıp onu engellemiş ve bıçağı boynuna doğru sertçe çekerek yere bırakmıştım. Yüzüme sıçrayan kanı kolumla silerken hızla arkamı dönüp Emir'in üç kişiyle cebelleştiğini görüp koşarak yanına gitmiştim. Adamlardan birinin arkasından ensesine sertçe bıçağı sokup çıkarttığımda Emir'in karşısındaki adama sadistçe gülümsediğini görmüştüm. Bizimki yumruk yemiş olmalı ki dişleri kandan kıpkırmızı olmuştu. "Rob kadınları paket ediyor, eh onun işi en zoru" diye alayla konuşarak havada zıpladığı an elimdeki bıçağı Emir'e fırlattım. Havada yakaladığı bıçakla karşısındaki adamın boynuna dik bir açıyla sokarken birlikte yere düştüler. Diğeri Emir'e arkadan yaklaştığında ona doğru koşacakken çıkan seslerden etrafımızın kalabalık bir şekilde sarıldığını gördüm. "Yüzde 90 mı demiştin?" Dediğimde Emir'in inleme sesiyle alaycı gülüşü aynı anda oldu. "Ben hâlâ 15 görüyorum" dediğinde ben de gülümseyerek en az 50 kişilik gruba baktım. Emir'e daha yakın olan adama doğru atılacakken, yanımdan rüzgar sesi çıkartarak geçen hızlı ok, Emir'in arkasındaki adamın karnına saplandı. Kafamı çevirip okun geldiği yöne baktığımda Dougal'ın heybetli bedenini ormanın yeşilleri arasında görüp gülümsedim. Yanında sadece 5 savaşçıyla birlikte gelen Dougal, tüm yüzünü siyah bir boyayla boyamış, parlak zümrüt yeşili gözleri siyah boyanın kontrastıyla daha da belirginleşiyordu. Elinde kaldırdığı kılıçla güçlü adımlarla bize doğru yaklaşıyordu. Gözleri vücudumda gezinirken, suratımdaki kandaki çizgilerde kayboldu. Dougal'la birlikte gelen savaşçılar, etrafımızda dağılarak düşmanlarla çatışmaya başlamıştı. Emir de onlara katılırken, ben oturmuş, Dougal'ın iri cüssesinin yaklaşmasını sükûnetle izliyordum. Hava, kılıçların çarpışma sesleriyle ve uçuşan kan damlalarının hışırtısıyla dolup taşarken, ormanın içinde küçük bir savaş başlamıştı. Benim içimdeki savaş ise Dougal'ın ormandaki baskın aurasının kalbimi ne denli attırdığıyla ilgiliydi. Hissettiğim heyecan, çevremizdeki mücadeleyle iç içe geçmişti. Dougal'ın etkileyici duruşu ve parlak gözleri, adeta atmosferi değiştiriyor ve içimdeki duygusal fırtınayı körükleyerek kalbimin ritmini hızlandırıyordu. Ormanın derinliklerindeki bu savaş, hem dış dünyada yaşanan çatışmalarla hem de içsel çalkantılarımla bütünleşmiş gibiydi. Bana doğru geldiğinde güneşi arkasında bırakarak yüzüme gölge düşmesine sebep olmuştu. Tam tepemde dikilirken, kılıç tutmayan elini bana doğru uzattığında, küçük bir tebessüm gönderip uzattığı eline kendi elimi kaldırıp avucuna koymuştum. Bakışlarım Dougal'ın arkasına düştüğünde birisinin ona yaklaştığını ima ettim. Elimi bırakmadan arkasını dönerek gelen kişiye kılıcını savurup bloke etmişti. Sol elini de kullanabildiğini öğrenmenin şaşkınlığıyla etrafa kısa bir göz gezdirdiğimde en az 30 kişinin ayakta, bir o kadar da yerde ceset olduğunu gördüm. Dougal'ın elini tutmaya devam ederek boştaki elimle belinde asılı hançere uzanırken Dougal adama tekme atıyordu. Çekip çıkardığım hançerle bana doğru atak yapan başka bir adamın kılıcına yandan hızla çarparak kafamı sıyırmasını sağladım. Adam kılıcı tekrar kaldıracakken hançerimi yan çevirip koluna savurup çizerek kan fışkırmasını sağladığımda, Rob görüş açıma girdi. Emir'le sırt sırta vermiş kılıç savuruyorlardı. Sanırım kulübedeki kadınları bağlayarak aramıza katılmıştı. Dougal'ın bedenime çarpan bedeniyle sağlam durarak düşmememizi sağlayıp bana yumruk atan adamın darbesinden kaçınıp hafif eğildim ve karnına hançerimin kabzasıyla defalarca vurmaya başladım. Adamın inlemesiyle Dougal karşısındakinin işini bitirmiş olacak ki beni hafif ittirerek yumrukladığım adama çevik bir hareketle kılıcını sapladı. "Kulübede başka kim var?" Diye sordu. Fiona'nın bağırışları kılıç seslerini bile bastırarak kulağımıza ulaşıyordu. "Suç ortağı bir kadın daha var ama tanımıyorum" derken bizimkiler herkesi çoktan halletmiş sayılırdı bile. Dougal elimi bırakmadan yerdeki cesetlerin üzerinden birlikte atlayarak yönümüzü kulübeye çevirdik. Bağırışlar ve kan göletleri çimenleri kızıllığa boyamış, kan kokusu ormanın kokusunu bastırmıştı. Kulübenin kapısına sert bir tekme indiren Dougal'la, kapı hızla duvara çarpıp geri gelecekten yine ittirip birlikte kulübeye adım atmıştık. Fiona direkt kapıya doğru dönük olduğu için göz göze geldik. Yüzü ağlamaktan şişmiş, gözleri korkudan büyümüştü. Diğer kadını Rob karşı tarafa bakacak şekilde bağladığı için yüzünü göremiyorduk ve sesi de çıkmıyordu. Fiona, Dougal'ın yüzünü gördüğü an gözleri korkuyla daha da büyürken yalvarmaya da başlamıştı. "Beni tehdit ettiler lütfen" dediğini seçebilmiştim ancak Dougal'ın bakışları Fiona da değil arkası dönük olan diğer kadındaydı. Birlikte birkaç adım daha atıp Fiona ile sırt sırta bağlanmış diğer kadının karşısına geçtiğimiz an, Dougal tokat yemiş gibi irkilerek kaskatı kesildi. Öyle gerilmişti ki tuttuğu elimi bile deli bir güçle sıkıyordu. İkisinin de gözleri birbirine kenetlenmişken kadının yüzünde az öncekilere göre çok daha masum duran bir tebessüm vardı. Bakışlarım Dougal'a döndüğünde kaşlarının olabildiğince çatık, suratının boyanın altında bile bembeyaz kesildiğini ve oldukça sinirli olduğunu anladım. Sonra duyduğum kelimelerle nefes almayı bile unuttum. "Emily!..." dedi Dougal. "Merhaba sevgilim" diye cevap veren kadına dönünce, Dougal'ın tuttuğum elini anlık şokla bırakmıştım... Emily mi?
|
0% |