Yeni Üyelik
59.
Bölüm

59. Bölüm

@ebrumelek

Keyifli okumalar☘️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Tuğra uyan!" Gözlerimi hızla açtığımda bir an nerede olduğumu algılayamadan etrafıma göz gezdirdim. Mcarty'in kalesinde olduğumuz aklıma geldiğinde beni uyandıran Emir'e bıkkın bakışlarla karşılık verip yatakta arkamı dönüp uyumaya devam etmek için gözlerimi kapattım. Gece geç yatmıştık ve gerçekten çok yorgundum.

 

 

"Kızım kime diyorum kalksana kıyamet kopuyor aşağıda" Emir'in sözleriyle gözlerimi hızla aralayıp yatakta doğruldum. Bir elimle gözümü ovuştururken uyku mahmurluğunu yaşıyordum.

 

 

"Uyandırmak için şakalarından birini yapıyorsan..." dedim ancak Emir'in yüzündeki ifade oldukça ciddiydi.

 

 

"Valla şaka değil bu sefer, kalk kalk." Aklıma gelen senaryolarla yorganı üzerimden atarak ayağa kalktım. Dünkü pantolonumu ve gömleğimi giyerken üzerimde sadece şortum ve siyah atletim vardı.

 

 

"Al bıçağın burada" Emir'in yastığın kenarından çıkartıp uzattığı bıçağımı almadan son düğmemi de ilikleyip bıçağı belimdeki kayışa geçirdim. Kapıya birlikte ilerlerken, "Sorun ne?" Diye sordum.

 

 

"Klandaki birçok halk az önce toplanarak kalenin önüne geldiler. Hanımımızı görmek istiyoruz diyorlar. Dougal'ın savaşçıları onları tutuyor ama çok kalabalıklar." Bir bu eksikti!

 

 

Kafamı sallayarak merdivenlere yöneldiğimizde Dougal'ın sinirli sesini duyuyordum. Aşağıya indiğimizde kapıya doğru yürürken ses daha da yakınlaşmıştı. Tamamen dış kapıya geldiğimizde halktan bazı insanların sinirli sesleri de yükseliyordu.

 

 

Tamamen dışarı çıktığımız an halk arasında çoğu göz üzerimize döndü. Dougal, "O kadın klanı terk ederek kaçtı. Benim aileme zarar vermeye çalıştı. Cezasını kendi ellerimle vereceğim!" Demişti. Ses tonu herkesin duyabileceği kadar yüksek olmasına rağmen korkutucu bir etkiye de sahipti.

"Emily Mcarty bizim halkımızdandır."

"Hanımımızı bağışlayın!"

"Bir canımız kaldı almadığınız."

Halk arasında dikkatimi çeken bu sözlerle yerimde kasıldım. Bu insanlar Dougal'ı gerçekten benimsememiş, onu, evlerini katletmiş bir barbar olarak görüyorlardı. Bu korkuya rağmen toplanarak karşısına çıkmaya cesaret edebilmeleri ise takdire şayandı.

Dougal'a döndüğümde gözlerindeki hüznü fark etsem de suratı dümdüz bir ifadeyle bakıyordu. Sesler o kadar artmış ve karışmıştı ki artık kimin ne söylediğini anlayamıyorduk. Dougal'ın hemen yanında Oliver ise oldukça öfkeli duruyor, öldürecek gibi insanları izliyordu.

"Yeter!" Kendimden beklemediğim bir güçle çıkan sesimle Dougal'ın ve diğer herkesin bakışları bana döndüğünde halk arasındaki sesler de kesilmişti. Burada kimse beni tanımıyordu ve benden az önceki gibi bir çıkış beklemiyordu.

Sessizlikten faydalanıp, "ben Kurt klanı varisi Tuğra Kurt. Beni dinlemenizi istiyorum. Bu şekilde kimse anlaşamaz. Hepinizin şikayetleri ve söylemek istedikleri olduğunu tahmin edebiliyorum. Buraya geliş amacınız sadece Emily olmasa gerek. Belki de sizin için bu olay son patlama noktası olmuştur. Bu sebeple tam bir saat sonra herkesi sırayla ve tek tek dinlemeye alacağız. Kendi içinizde bir sıra oluşturup kalede misafirimiz olacaksınız. Reisiniz Büyük Dougal sizi dinleyecektir." Son cümlede Dougal ile göz göze gelince ona onaylıyor musun? bakışı atmıştım. Anlamış olacak ki kafasını sallayarak insanlara geri döndü.

"Leydi Tuğra'nın dediği gibi hepinizle tek tek görüşmek isterim. Bana çekinmeden her sıkıntınızı söyleyebilirsiniz. Savaş alanında beni merhametsiz olarak bilseniz de halkımın sorunlarına genel bir bakış açısıyla yaklaşacağıma emin olabilirsiniz. Dinleme ve çözüm bulma esnasında sevgili leydi Tuğra ve kardeşi Emir de tarafsız bir şekilde yanımızda olacaktır." Dougal da son cümlede bize baktığında gülümsememi bastırarak kafamı sallamıştım. Dougal, insanlara arkasını dönüp içeriye geçmeden önce elini uzatıp benim geçmemi beklemişti.

İçeriye girdiğimizde sesler azalmış olsa da tamamen kesilmemişti. Savaşçılar sanırım insanları sıraya sokmaya çalışıyordu. Emir önden giderken Dougal ile yan yana ilerliyorduk. Birkaç adım arkamızdan ise Oliver ve Fran geliyordu. Rob'un nerede olduğunu bilmiyordum sanırım hâlâ uyuyordu.

"Her konuda olduğu gibi iletişim konusunda da iyisin" Dougal'ın sözleriyle kafamı ona çevirmeden aşağı yukarı salladım.

"İnverness'te halkın sana gösterdikleri saygı sonucu senin de iletişiminin iyi olduğunu biliyorum Dougal. Herkes sana hayran. Savaşa gittiğinde arkandan çocuklar bile gözyaşı döktü." Dougal'ın yanımdaki varlığına dikkatimi vermek istemiyordum çünkü bir yandan gözüm etraftaydı. Buradaki savaşçılar hep kendi aralarında fısıldaşıyordu.

"Onlar beni küçüklüğümden beri tanıyorlar. Çok muhabbet seven biri değilim. Saygılarını onlar için yaptığım işlerle kazandım, sözle değil." Yine kafamı sallarken büyük salona da girmiştik. Dougal sanırım beni utandırmamak için dünkü yakınlaşmamız olmamış gibi davranıyordu fakat bilmiyordu ki ben ona karşı iyice arsız olmuştum.

Salonda birçok savaşçı vardı ve çalışanlar da kahvaltı servisine başlamıştı. Bizim girmemizle tüm savaşçıların gözleri bize dönmüştü. Bir tanesinin kalçama baktığını yakalamış ancak savaşçılardan asla böyle bir terbiyesizlik görmediğim için dalgınlığına gelmiştir diye düşünüp önemsememiştim. Bu adamlar sonuç olarak burada yaşasa da Mclenan savaşçılarıydı.

Dougal, masayı işaret ederken Emir önden giderek çoktan masaya oturmuştu bile. Dougal en başa geçerken ben de Emir'in yanına oturup "Rob nerede?" Diye fısıldadım." Emir yamuk bir gülüşle "yorgundur" dediğinde kaşlarımı çatarak ona döndüm ama dönerken tam karşıma oturan Oliver'la kısa bir an göz göze geldim. Surat ifadesi hâlâ sinirli duruyordu.

"Ne yorgunluğu bu? Gece kaçta uyudunuz ki?" Dediğimde gözlerim yine Oliver'a dönmüştü. Rob ne olursa olsun gün aymadan uyanırdı.

"Reis, onlara böyle bir imtiyaz vermeniz bence yanlış. Talepleri hiç bitmiyor. Doyumsuzlar" demişti Oliver. Emir de ona kulak kesilip soruma cevap vermemişti. Şimdi ikimiz de Dougal'a bakıyorduk.

Dougal sırtını sandalyeye yaslarken dik bir şekilde duruyordu. "Bir senedir kendi yöntemini uyguluyorsun zaten. Sana bunun için yetki vermiştim değil mi? Bana halktaki sıkıntılardan bahsettiğini hiç okumadım mektuplarında Oliver." Dougal'ın sakin sesiyle bile masalardaki kaşık ve çatal sesleri anında susmuştu. Oliver'ın gözlerinde öfkenin kıvılcımları tuzla buz olurken yerini paniğe bıraksa da sinirli hali geçmiyordu.

"Siz onların konuşmalarına bakmayın, ufak tefek sıkıntıları çok büyütüyorlar. Ben onların dilinden anlıyorum dilerseniz kendinizi hiç yormayın zaten bugün gideceksiniz. Kalenizin tadını çıkartın efendim" Oliver'ın sözleriyle tek kaşımı otomatik olarak kaldırdım.

"Sen ne dediğinin farkında mısın Oliver?" Dougal'ın sesi yine sakin çıksa da az sonra patlayacağını biliyordum. Oliver ile tekrar göz göze geldiğimizde bana bakarak devam etti sözlerine.

"Reisim, az önce onlarla görüşmek için siz değil leydi Tuğra söz verdi. Kendisinin Kurt klanı varisi olduğunu bilmiyordum bile, yine de kadınların bu tarz işlerde konuşması uygun olmaz. Halk sizi zayıf olarak görebilir."

Dougal'ın masanın altından sıktığı yumruklarını gördüğümde onunla göz göze gelmiştik. Gülümseyerek gözlerimi kapatıp açtığımda, Dougal adamı öldürmeden konuşmaya karar verdim ancak Oliver ölmeye ant içmiş gibi cümlesine devam etti.

"Ayrıca kardeşi lord Emir dururken leydi Tuğra'nın orada konuşması hiç uygun olmadı." Diyerek Emir'e küçük bir bakış atınca Emir de bana döndü.

"Kurt klanı varisi olarak sizden çok daha yetkiye sahibim lord Oliver. Kardeşim hakkında da bir daha konuşmayacaksınız," dedim. Dougal'ın kalesindeki savaşçılar kendilerine lord denmesine uyuz oluyordu. Hatta ben ilk geldiğim zamanlarda Dougal'a bile lord diyordum uyuz olduğum için. Az önce Emir'e o şekilde hitap ettiği için geri iade etmiştim.

"Ayrıca çenenizi bir an önce kapatırsanız kahvaltımı yapacağım. Daha çok işimiz var. Aksi olursa bu leydi, çenenizi yerinden oynatabilir." Emir'in beni işaret ederek bitirdiği cümlesiyle hiçbir şey olmamış gibi kahvaltıma devam edip muzip bir şekilde Oliver'a bakıyordum. Dougal, "cevabını duydun sanırım Oliver" dediğinde Oliver'ın boynunda kabaran damarı resmen gördüm. Elinde olsa beni öldürecekti.

"Peki efendim, izninizle," dediğinde Dougal onu onaylarken masadan bir hışım kalkıp salonu terk etti. Çıkarken kapıyı arkasından hafif çarpmıştı.

"Kızgın olive yağ" Emir'in son cümlesiyle kahkahamı elimle bastırmak zorunda kaldım. Dougal'ın bakışlarını üzerimde hissetsem de dönüp bakmamıştım. Oliver gerçekten de sorunlu bir adamdı.

"Off canım bol yağda kızarmış patates kızartması çekti" gülmelerim azaldığında Emir'e dönerek "yaparız" demiştim.

***

Kahvaltımıza Emir'in yemek listeleri sıralamasıyla devam ederken salonun büyük kapısı açılıp Rob'un bedeni gözüktü. Gözleri şişmiş, suratı ise memnuniyetsiz bir ifadedeydi. Emir, Rob'u gördüğü an kahkaha atmaya başlayınca Rob ona öldürücü bir bakışla karşılık verdi. Rob, ciddi ciddi göz devirerek az önce Oliver'ın kalktığı yere oturduğu an kızlardan biri gelip eski servisi kaldırmaya başlamıştı. Elini alnına yaslamış, ağrısı varmış gibi bir ifade takınırken masasının önünün temizlenmesini bekliyordu.

"Rob iyi misin?" Dougal'ın sorusuyla Rob kafasını sallasa da Emir'e kötü bakışlar atmaya devam ediyordu.

"Çok iyi çoook, öyle böyle iyi değil" Emir'in alaycı ve imalı sözleriyle Rob önündeki çatalı alıp Emir'e doğrulttu.

"Kes sesini, kapat konuyu" Rob'un elinde çatalla uyarı dolu sözlerini kale almayan Emir ise gülmeye devam ediyordu. Dougal ile birlikte onların arasında dönen olaya anlamazca bakıyorduk ki diğer masada yemek yiyen Fran bile sesleri duymuş Emir'e eşlik edip gülmeye başlamıştı. Konuyu o da biliyor olmalıydı.

"Gülmesene sokacam çatalı şimdi" Rob öne eğilip çatalı biraz daha yaklaştırdığında, Emir ellerini havaya kaldırıp teslim oluyormuş gibi yapmıştı.

"Sakin ol kaazaanoovaa" Emir'in son cümlesiyle ok yaydan çıkmıştı. Rob kendini masanın üzerine atarak Emir'in yakasını tutmuştu. Emir gülmelerinin arasında kendini kurtarmaya çalışsa da başarısız oluyordu ve Fran da ayağa kalkmış gülerek masanın başında onların atışmasını izliyordu. Dougal ve ben müdahale etmeden olayı anlamaya çalışıyorduk ama nedense benim de yüzümde bir tebessüm vardı. Emir'in gülmesi çoğu zaman bana da bulaşıyordu.

"Sus diyorum yemin olsun dilini kopartırım." Rob, masanın üzerine tek dizini yaslamış Emir'in yakasını tutarken, diğer elini de Emir'in ağzına sokmaya çalışıyordu. Bu görüntüye karşı kahkahama artık mani olamamıştım. Bu esnada ikisinin de yüzü kıpkırmızıydı. Rob'un sinirden, Emir'in ise gülmekten. Dougal ise arada onlara bakarak sakin sakin kahvaltısına devam ediyordu.

"Ya bıraksana anlatsın" diyerek Rob'un elini çekmeye çalışsam da dilini iki parmağı arasında kıstırmaya çalışması yüzünden Emir daha da krize giriyordu. Anlamsız sesler çıkartarak bir şeyler söylüyor ama dedikleri anlaşılmıyordu.

"Yeter, bırakın şamatayı. Hızlı yiyin bir sürü işimiz var" Dougal'ın baskın sesiyle Rob tükürüklü elini çekip Emir'in ağzını rahat bırakmıştı ancak ona küfreder gibi bakarak masadan zıplayıp aşağıya inmişti. Emir derin bir nefes vererek peçeteyle ağzını kurulayıp az önce hiçbir şey olmamış gibi yemeğine devam etmeye başlamıştı.

"Neydi bu şimdi?" Diyerek onlara baksam da duyduğum pat sesiyle arkamı döndüm. Fran hâlâ kavgayı izlediği yerde, arkamda duruyordu ve Rob onun kafasına patlatmıştı.

"Yok bir şey yok önemli değil. Bilmiyor musun bu deliyi. Birdi iki oldular" dedi ve hırsını alamamış gibi Fran'ın kafasına bir daha patlattı. Ne olduğunu sorduğumda Rob'un panik yaparak bir şey yok demesine bakılırsa büyük bir olay vardı ve Emir'in diline düşmüş olmalıydı. Bunu yemekten sonra kesin öğrenmem gerekiyordu.

"Ah, ben ne yaptım ya" kafasını ovuşturan Fran, Dougal'ın ona ölümcül bakışlar attığını gördüğü an bir anda ortadan kayboldu. Rob galiba gerçekten de haklıydı. Fran, Emir'in ruh ikiziydi.

"Yemeğin bitti mi leydim?" Dougal'ın sesiyle tüm bedenimi ona çevirerek baktığımda hafif gülümsemiştim. Varlığı bile heyecandan nefesimin kesilmesine neden olurken tekrar bana karşı hisler beslemesi kırgınlıklarımı silip süpürüyordu. Eskiden çekinmeden ona dokunduğum zamanlara göre daha mesafeli olsak da benim için bu bile yeterdi.

"Bitti, insanları daha fazla bekletmeyelim" Dougal yavaşça ayağa kalkarken kafasını sallamıştı. Eliyle çıkışı işaret ettiğinde onun aksine daha hızlı sandalyemden kalkıp Emir'i de dürttüm. Rob'la uğraşmaktan yemek yiyememişti ve ağzına hızla yemek dolduruyordu. Dürtmemle hmm diye bir ses çıkartıp dolu ağzındakini hızla çiğnerken ayağa kalkmıştı ama anında suya uzanıp birkaç yudumla yiyeceğini yuttu. Ardından suyu dikleyerek ağzını çalkalar gibi yaptığında göz devirip önden yürümeye başladım. Dougal da Emir'in yanından geçerken yarım gülüş atıp omzuna pat patlamıştı.

"Geldim geldim" Emir'in sesiyle kapıdan çıkmış, karşıdaki diğer salona ilerlemiştim. Salona girdiğimde savaşçıların burayı çoktan hazırladığını gördüm. 3 tane sandalye yan yana bir masanın ardına konulmuştu. Bekleyen tanımadığım savaşçılardan birine dönerken Dougal ve Emir de arkamdan içeriye girmişti.

"Karşımıza üç dört sandalye daha yerleştirin. İnsanlar karşımızda ayakta mı bekleyecekler?" dediğimde savaşçılar birbirine baksa da harekete geçmemişti.

"Kralım?" Dougal'ı selamladıklarında bıkkın bir nefes vererek sağdaki sandalyeye oturdum.

"Leydi Tuğra'yı duydunuz!" Dougal'ın emriyle anında toz olan savaşçıların ardından göz devirip Dougal'ın yanıma gelişini izledim. Ortadaki sandalyeye oturduğunda Emir de diğer yanına oturmuştu.

Savaşçılar önümüzdeki masanın diğer tarafına da birkaç sandalye yerleştirirlerken Dougal, "sırayla çağırın" demişti. Bekleyenlerden biri salonu terk ettiğinde, Mcarty klanına gelerek halkın sorunlarını dinleyecek evrime nasıl ulaştığımı düşünüyordum. Buraya en son geldiğimde kaçmaya çalışıyordum çünkü.

Hayat gerçekten çok tuhaftı. Ya da ben de bir sıkıntı vardı.

Açılan kapının ardından gelen yaşlı bir adamın gözleri salonu inceleyerek taradı. Yanındaki savaşçı onun kolundan tutarak karşımıza doğru getiriyordu. Adam bize yaklaşırken hâlâ etrafı incelemeye devam ediyordu. Tam karşımıza geldiği an bakışlarını Dougal'a çevirdi.

Dougal, karşıdaki sandalyeyi işaret ettiğinde, adamın yüzünde anlamayı başaramadığı bir ifade belirdi. Sandalyeyi ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu. Bu durumu fark eden savaşçı, adamın yerine geçti ve sandalyeyi çekti. Adam, bu işaret sonucunda oturması gerektiğini anlamış olmalı ki tereddütle sandalyeye oturdu. Ancak oturuşu o kadar titiz ve dikkatliydi ki, en ufak bir rüzgar esse bile sandalyeden düşecek gibi görünüyordu.

"Krala derdini anlatmaya başla." Savaşçının uyarısı üzerine sinirli bir şekilde ters ters bakmama rağmen, kavgaya sebep olmamak için dilimi ısırdım.

Yıllardır Dougal'ın liderliğinde güçlü, disiplinli bir birlik oluşmuştu. Eğitim yaptırdığım için bunu birinci elden teyit etmiştim. Güçlerinin yanı sıra saygıda da kusursuz savaşçılardı. Ancak bu kaledeki bazı savaşçılar, kendilerini Dougal'ın otoritesinden çıkarmış gibi gözüküyordu. Kendilerini özel hissediyorlar, tavırlarıyla diğerlerine karşı üstünlük taslıyorlar ve burunları havada dolaşıyorlardı.

İçimde bir öfke ve hayal kırıklığı hissediyordum. Bu klanın bir ferdi olarak, birlik ve dayanışma içinde hareket etmek önemliydi. Dougal'ın liderliği altında, hepimiz güçlüydük. Çünkü o gerçekten muazzam bir liderdi. Buradaki halkın onu saymaması bile içime dert olmuşken kendi savaşçılarının tavırları çok gözüme batıyordu.

Ya da ben mi abartıyordum acaba?

"Şikayetin nedir?" Dougal'ın sesiyle bir adım geri giden savaşçının ardından kapı tekrar açılmış ve Oliver'ın bedeni gözükmüştü. Yaşlı adam, sorunlarını anlatmaya başlarken gözüm Oliver'daydı. İçeriye girdiği an odada bekleyen her savaşçı ona selam vermiş ve yerinde dikleşmişti. Tekrar karşımdaki adama döndüğümde Emir'in, "ineği öldüren kişiyle de görüşmemiz gerekiyor" dediğini duyduğumda, yaşlı adamın yaşadığı sorunun ciddiyetini tam olarak kavradım. Adamın gözlerindeki derin hüzün ve umutsuzluk, içimi acıtsa da Emir haklıydı. Ancak konunun başını kaçırsam da anladığım kadarıyla yaşlı adamın ineği tek geçim kaynağıydı.

Başını önüne eğen adam, kırışmış ellerini birbirine dolayarak söze başladı. "Majesteleri, çok sayıda şahidim olsa da, torunlarımın gereken gıdayı alamamasıyla karşı karşıyayım. Zaten birisi evimizin damı aktığı için hasta oldu. Bu durum karşısında ne yapacağımı bilemiyorum."

Bu sözler karşısında içim daha da burkulurken, gözlerim yaşlı adamın yüzüne sabitlendi. Yaşadığı zorlukları, çaresizliğini ve elinden geleni yapmaya çalışmasını hissedebiliyordum. Huzur dolu bir hayatı hak eden torunlarının yaşadığı zorluklar karşısında vicdanım sızladı. Bu sorunla bu zamana kadar neden ilgilenilmemişti.

Kafamı yavaşça çevirip, Dougal'ın sinirli olduğu zamanlarda yaptığı burun kemeri sıkma alışkanlığını fark ettim. Bu hareket, onun için bir tür sakinleştirme ritüeliydi. Dougal'ın sinirli enerjisi, odadaki sessizliği daha da yoğunlaştırırken, yaşlı adam doğal bir şekilde konuşmasına ara vermiş ve başını öne eğmişti. Onun sessizliği ise, odada adeta bir sis perdesi gibi yayılan hüzünle birleşerek herkesin dikkatini çekmişti.

Gözlerim, yaşlı adamın üzerinde dolaşırken, kıyafetlerinin durumu gözüme ilişti. Eskimiş ve yırtık yamalı kıyafetler, onun zorlu yaşam mücadelesini açıkça yansıtıyordu. Gözlemlediğim kadarıyla, bazı yerlerinde yeni açılmış delikler de vardı. Bu durum, yaşlı adamın sadece temel ihtiyaçları karşılamak için bile zorlanabileceğini gösteriyordu.

"Her ay düzenli olarak gıda yardımı yapılıyor. Temel bakliyatlar ve tahılların yanı sıra belli başlı sebzeler ve temel kumaşlar da klan tarafından ücretsiz karşılanıyor" Dougal'ın sözlerine şaşkınlıkla karışık bir merakla kulak verdim. Halka düzenli olarak gıda yardımı yapıldığını biliyordum ancak bu kadar geniş kapsamlı bir yardımın olduğunu tahmin etmemiştim. Yine de şaşırdığımı belli etmemek için kendimi zor tuttum.

Yaşlı adamın irislerinin aniden korkuyla sol tarafa kaydığını fark ettim. Gözlerini izlediğimde, Oliver'ın olduğu tarafa baktığını anladım. Oliver, oda arkasındaki köşede sessizce duruyordu ve yaşlı adam onu dikkatle takip etmekteydi. Bu kadar belirgin bir takipten sonra, yaşlı adamın içindeki korkuyu anlamamak için kör olmak gerekiyordu.

Bu durum beni tedirgin etmişti. Oliver'ın hareketlerinden ve yaşlı adamın korkulu bakışlarından, bu durumu daha yakından araştırmamız gerektiğini hissediyordum. Çünkü Oliver kendi kendini reis ilan etmiş kafasına göre yönetim biçimi uygulayıp halkın tarafımıza düşmanlığını kazanıyor gibi duruyordu. Bu arada da halk perişan oluyordu elbette!

"Ee, şey" diye gevelerken titreyen ellerindeki parmaklarıyla da oynamaya başlamıştı.

Emir, ansızın ileri uzanıp adamın panik dolu ellerini sıkıca kavradığında, adam bir an için şaşkınlıkla kafasını yukarı kaldırıp, derin bir korkuyla Emir'e doğru baktı.

"Burada seni yargılamak için değil, sorununa çözüm bulmak için toplandık. Yardım almıyor musunuz?" Emir'in samimi sözleriyle birlikte arka planda hafif bir hareketlenme başladı, bu sırada Oliver'ın yaklaştığını fark ettim. Gözlerinde sadece korku değil, aynı zamanda öfkenin de izlerini taşıyan parıltılar vardı ve bakışları yaşlı adamın sırtına sabitlenmişti, sanki en ufak bir hata yaparsa gözleriyle ateş edecekmiş gibi.

"Cevap ver, yardım gelmiyor mu?" Dougal'ın sabırsız, sert sesi araya girdiğinde adam resmen yerinde sıçrayarak kafasını iki yana salladı. O esnada Oliver da masanın yanına yaklaşmıştı.

"Yardımların hepsi geçen hafta yapıldı reisim" Oliver'ın inkar eden sözleriyle masanın altından Dougal'ın elini sıktım. Bana döndüğünde gülümseyip gözlerimi kapatıp açarak tekrar yaşlı adama döndüm.

"Gidebilirsiniz, sıradaki gelsin." Sözlerimle yaşlı adamın yüzündeki hayal kırıklığı o kadar fazlaydı ki kendimden nefret etmiştim. Sorununu elbette ki çözecektik ancak diğer insanları da dinlememiz gerekiyordu. Böylece sorunun büyüklüğünü de tam anlamıyla çözebilirdik.

Adam bir savaşçı eşliğinde çıkarılırken sık sık tedirgin bir şekilde arkasını dönüp kontrol ediyordu. Kapı kapandığı an sinirli bakışlarım Oliver'a döndüğünde, Dougal'ın bomba patlamış etkisi yapan bariton sesi yankılandı.

"Oliver!" Demişti tek kelime. Bu kelime bile Oliver'ın sırtını kamburlaştırmasına yetmişti.

"Efendim doğru değil size raporlarını bile yolluyorum. Her ay gıda yardımı yapıyoruz" kendinden emin çıkan sesine karşı Emir'in alaycı gülüşü eklenmişti.

"Peki o halde, sıradaki gelsin" Dougal'ın dişlerini sıkarak söylediği cümleyle bakışlarımın hedefi hâlâ Oliver olsa da yan tarafımdaki hareketliliği anlamıştım. Emir, Dougal'a doğru uzanıp bir şeyler fısıldamıştı. Kısa bir an bakışlarım onlara kaydığında Emir'in sözleri bitmiş olacak ki Dougal kafasını sallayarak yüksek sesle konuştu.

"Peki Emir git dinlen sen" Kaşlarımı çattığımda Emir'le göz göze gelmiştik. Bana göz kırptığında ağzımı açmadan onun salondan çıkışını izledim. Yürürken elini ağzına kapatıp sesli bir şekilde esnemişti. Oliver kısa bir an Emir'e baksa da tekrar Dougal'a dönünce, Dougal ona boş sandalyeyi işaret etmişti. Yüzünde memnun bir tebessüm oluşan Oliver, Emir'in salonu terk etmesinin ardından boş sandalyeye gelip oturmuş ve sırtını dikleştirmişti.

Kapı açıldığında genç bir çift gözüktü...

***

Yaklaşık bir saattir insanları dinliyorduk. İlk yaşlı adamla olan görüşmeden sonra gelen hiçbir insan maddi zorluktan bahsetmemişti. Gıda yardımı aldıklarını iddia etmişlerdi ancak yalan söylemişlerdi. Bize söyledikleri sorunlar genel olarak birbirlerini şikayet etmek üzerineydi. "Komşum horozunu benim bahçemde dolaştırıyor, onun oğlu benim oğlumu dövdü, borcunu ödemedi, bana iftira attı..." Bahsettikleri sorunlar bunlardan ibaretti. Kimsenin klan ve yönetimle ilgili sıkıntısı yoktu yani. Gelen genç bir kadının eski kıyafetini süzerek başka kumaşı olup olmadığını sormuştum ancak kadın gözlerini kaçırarak "elbette bir sürü kumaşım var. Tarladan geldiğim için bunları giyindim" demişti. Herkes bir şeyler saklıyor veya yalan söylüyordu. Dougal da bu durumu fark etse de bir şey söylemeden sakinliğini koruyor ve susuyordu. Oliver, kendi kafasına göre konuşup onlara çözüm bulmaya çalışıyormuş gibi fikirler üretip gıcık bir şekilde arada gülümsüyordu. Hatta bulduğu saçma fikirlere karşı insanlar ona teşekkür bile ediyordu. Ancak bu teşekkürler hiçbir zaman insanların gözlerine ulaşmıyor, yüzleri tedirginlikle dolup taşıyordu.

Masanın üzerinde parmaklarımı sinirli bir şekilde oynatırken Oliver'ın yakalarından tutup ağzını yüzünü dağıtmamak için kendimi çok zor tutuyordum. İnsanları korkuttuğu ve konuşturmadığı belliydi ve bunu kanıtlamak gerekiyordu. Nasıl bir yol izleyeceğimi düşünürken Dougal'ın saçma sakinliği de sinirimi oldukça yükseltiyordu. Öyle ki bir ara acaba uyudu mu diye bile kontrol etmiştim.

Yeni birinin girmesini beklerken açılan kapıdan siyahlar içinde biri gözükmüştü. Emir, simsiyah bir pelerini üzerine almış, ceplerine bıçakları dizmiş yanındaki iki savaşçının kolunu tutuyordu. Şaşkınlıktan ona bakarken arkasından giren Rob'u ve yanındaki savaşçıları görüp bakışlarımı yan tarafıma çevirdim. Dougal, yavaşça ayağa kalkmış, Oliver ise gözlerini kocaman açmıştı.

"Ne oluyor burada?" Oliverin sert çıkan sesiyle oluşan hareketlilik ile Dougal bir anda onun kafasını tutup masaya küt diye vurarak orada yaslı kalmasını sağladı. Dougal öyle bir bastırıyordu ki kafasını, Oliver'ın bağırışları salonun dışına bile çıkıyordu.

"Hareketlerini takip ettim, seni izledim. Bakışlarımla seni dünden beri defalarca uyardım ancak hâlâ aynı hatayı yapmaya devam ediyorsun. Benim olduğum bir konumda sesinin ayarına dikkat edeceksin. Benim kim olduğumu unutmuşa benziyorsun. Kral olmam bir şey değiştirmedi, ben hâlâ senin liderin Büyük Dougal'ım." Son cümlede kafasını bir kez daha tutup masaya çarpmıştı. Ayağa kalktığımda Emir'in yere diz çöktürdüğü savaşçılara baktım. Bu kalede yaşayan Mclenan savaşçılarıydı bunlar.

Fran ve Max'in de odaya girmeleriyle, ikisi Dougal'ın yanına yürüyüp Oliver'ı ondan alıp yerde diz çöktürdüler. Dougal, masadan uzaklaşıp diğer savaşçılara tiksinti dolu bir bakış atarak Emir ve Rob'a döndü.

"Neler öğrendin?" Diye sordu Dougal. Emir, önündeki savaşçılardan birine tekme savururken cevap verdi.

"Biz ilk görüşmeyi bitirdiğimiz esnada sırada bekleyen insanları tehdit ediyorlardı. Ben onların dilini anlamadığım için Rob'u da kılık değiştirip yanıma çağırdım. Halkın arasına karışınca konuşulanları duymak bile istemezsiniz. Şu," dedi bir tekme daha attı adama. "Kadınlardan birini ahlaksız bir şekilde taciz ediyordu. Klandan para ve gıda almadığını söyleyen herkesin dilini keseceklermiş biz gidince. Onlar gidecek, bizimle kalacaksınız diyerek insanları manipüle ediyorlardı."

"Benim bunlardan haberim yok!" Oliver'ın arkadan boğuk bağırmasına karşı daha fazla dayanamayıp ona doğru yürüdüm. Fran'ın elinden çekiştirip yakalarını tuttuğum adama sağlam bir kafa gömdüğümde benim bile alnım acımıştı ama duyulan çıt sesiyle burnundan oluk oluk kan akmaya başlamıştı. Oliver'ın çığlığı yankılanırken geriye düşmeden Fran onu arkadan tutmuş, bana hayran hayran bakıp gülmüştü.

"Bunu neden yaptınız" arkada Dougal'ın yerdeki savaşçılardan birine dokunmadan ama dokunsa daha yakıcı olabilecek olan ses tonuyla sorduğu soru karşısında adam hiç beklemeden yanıt vermişti. "Oliver'ın emirlerini yerine getirdik biz" demişti. Ardından diğerlerinden biri Dougal'ın baskın aurası karşısında hiç sorulmadan kendisi lafa atlamıştı.

"Oliver bize çok para verdi. Kendi klanımızı kuracağımızı ve hepimizin çok daha zengin olacağımızı söyledi. Buraya gelen tüm savaşçıları bekar olanlardan seçmiştiniz. Hepimiz burada bir hayat kurmak istedik. Bu yüzden Oliver ne dediyse yaptık. Buna gelen esirleri serbest bırakmak da dahil..." Son cümlede beynime kurşun yemişim gibi hissettim. Gözlerimi kocaman açarak önümde duran Oliver'ın yakalarını bir daha tutarken arkamda da hareketlilik olmuştu. Dougal, savaşçıya bağırarak "Ne saçmalıyorsun?" Diye bağırmıştı.

Oliver'ın gözlerini uzunca kapatması üzerine yanağına tokat atarak kendine gelmesini sağladım. Hesabını vermeden bayılmak yasaktı. "Sabaha karşı esir kadınları klandan çıkarttı Oliver. Siz far kedince biz de haberimiz yokmuş gibi aramaya başlayacaktık. Ben çok üzgünüm reisim lütfen affedin" Adamın bülbül gibi şakıması sonucu birkaç yumruk sesi gelmiş ardından Dougal yanıma gelerek Oliver'ı elimden resmen çekiştirerek almıştı.

"Emily ve Fiona nerede?" Dougal kendi savaşçılarına güvenip onları kontrole elbette gitmemişti, buna biz de dahil. Nasıl olsa savaşçılar başlarında nöbet tutuyorlardı diye düşünmüştük ancak kendi savaşçılarımız onları klandan yollamıştı.

"Ben öyle emir aldım. Üzgünüm ama burada reis benim." Oliver'ın sözleriyle Dougal korkunç bir biçimde gülümsedi. Ardından okkalı bir yumrukla başlayarak Oliver'a adeta daldı.

***

Oliver bayıldığı zaman Fran onu ve odadaki diğer savaşçıları hücreye kapatmıştı. Emir, Rob ve Dougal ile tüm savaşçıları bahçeye toplamıştık. Anladığım kadarıyla Mclenan savaşçıları burada hayatta kalan Mcarty savaşçılarıyla ortak olmuşlardı. Dougal önce yaklaşık 100 kişi olan kendi savaşçılarını sıraya dizdiğinde biz sadece 10 kişiydik. Fran ve Max'in dışında klandan gelen 4 savaşçı daha yanımızdaydı. Hepimiz olanlara çok şaşırmıştık çünkü Oliver'ın ihanetini anlayabilsem de Dougal'ın klanında doğup büyümüş ve bu kaleye gelmiş savaşçıların bir senede ihanet edebilmesine akıl erdiremiyordum. Para sanırım her zamanda insanları ihanete sürüklüyordu.

Arthur ise dün gece Fiona'yı ziyaret edip berbat bir halde koridorda bir saat boyunca çömelip beklemişti. Öğrendiğim kadarıyla Dougal yanına gidene kadar tahta zeminde küçücük kalacak şekilde çömelip oturmuş, Dougal'ın onunla konuşması sonucu canlılığını tekrar kazanmıştı. Ne konuştularsa Arthur gece tek başına yola çıkarak klandan ayrılmıştı.

"Bana ihanet ettiniz" Dougal'ın sert sözleri bahçede yankılanırken, savaşçılar başları önde bekliyorlardı. Dougal bu konuşma sırasında Mcarty'li savaşçıları çağırmamıştı çünkü onların ihanetini anlayabiliyordu.

"Zengin olmak istedik reis" pişkince birinden çıkan cümleyle Dougal yavaş yavaş yürümeye başladı. Yürüyerek sırayla dizilmiş savaşçıların arasına karışınca içim tedirginlikle doldu. Kalabalıklardı ve bir kere büyük bir ihanet etmişlerdi. Kılıçları da hâlâ bellerindeydi ve Dougal tek başına aralarında dolaşıyordu. Korkusuz duruyordu ama ben korkuyordum.

"Buraya ailesi olmayan savaşçıları yolladım değil mi? Mclenan'dayken siz kimsesiz miydiniz peki? Kimseniz olmadığı halde hepinize ev vermedim mi? Yemek vermedim mi? İş vermedim mi? İstediğiniz her şeye ulaşabilecek kadar para vermedim mi? Siz ne yaptınız, burada size emanet ettiğim insanların parasını çaldınız, namusuna göz diktiniz, aç gözlülük yaptınız" Dougal bağırmadan konuşuyordu ancak ses tonu öyle baskındı ki beni bile yerimde titretmişti. Savaşçılarda gezdirdiğim bakışlardan bazıları bizim üzerimizde, bazıları başları önde ancak elleri kılıçlarının kabzasında, bazıları da tedirgin bakışlarını çevrede gezdiriyordu.

"Benim emanetime ihanet ettiniz" Dougal cümlesi biter bitmez elindeki kılıcı savurup savaşçılardan birinin boynuna savurdu. Bedeninden kopan kafa, yere düşerek birkaç kez sekerek başka bir savaşçının ayakları dibinde durdu. O an fitilin ateşi yakıldı ve savaşçılar kılıçlarını hızla çekip bize doğru koştu.

Fran'ın önceden elime tutuşturduğu kılıcı çekerek havaya kaldırdım ancak bakışlarım Dougal'daydı. O, savaşçıların arasında dolaştığı için etrafı bir anda sarılmıştı. Salgıladığım adrenalinle vücudumda hızlanan kan, iç organlarımı es geçerek bacaklarıma ve kollarıma doluşunca hızlanan adımlarım ona doğru koşmuştu. Önüme çıkan kim varsa kılıçtan geçirerek Dougal'a doğru koşar adım yürümeye başladım. Şu an olanlara inanamıyordum. Biz şu an Mclenan'lı savaşçılarla çarpışıyorduk. Üzerinde Dougal'ın rengi yeşil kilt olan savaşçılar, onu öldürmek için etrafını sarmıştı.

"Tuğra, seni koruyorum ona koş" Emir'in bağırmasıyla diğer elimle de bıçağımı alarak iki el saldırmaya başladım. Karşıma çıkanı kılıçla blokluyor, bıçakla son hamleyi yapıyordum. Sol elimle bıçağı da iyi kullanabildiğim için şimdiden 6, 7 savaşçıyı yere sermiştim bile. Arkadan bir tekme yediğimde Dougal'la mesafemiz çok az kalmıştı. Onun dört savaşçıyla aynı anda savaştığını görmüştüm.

Hızla arkamı dönerek bana tekme atan adamın dik savurduğu kılıcına karşı kendimi yana atıp koltuk altıma sıkıştırıp bıçağı boynuna sapladım. Yere düşmeye başlayan adamdan bıçağı hızla çekerek arkamı döndüm ve Dougal'ın etrafının tamamen sarıldığını görüp dişlerimi sıktım. İskoçya'nın en güçlü savaşçısıyla kendi yetiştirdiği üç dört savaşçı bile zorlanarak meydan okuyordu. Bahar şenliklerinde her sene birinci çıkmasına şaşmamak lazımdı, gerçekten bedeninin büyüklüğüne göre çok çevik ve sert savaşıyordu. Albaydan ve benden öğrendiği teknikler sayesinde de gücüne güç katıp yenilmez olsa da onun için yine de endişe ediyordum. Elimdeki bıçağımı hiç düşünmeden savurup karşısındaki adamlardan birini isabet ettirdiğimde, tek elim boş kalsa da diğer eldeki kılıcı iki elimle sıkı sıkıya tuttum. Karşıma gülümseyerek çıkan bir savaşçıya saldırmaya başladım.

"Seni gördüğümden beri becermek istiyorum Dougal'ın sürtüğü. Ölecek olman çok yazık" savaşçının sözleriyle vücudumda dolaşan sinirle onu parçalarına ayırmak istiyordum. Gözlerime kırmızı bir pus inmişti adeta. Sinirden gülmeye başlarken adam kılıcını bana doğru tutmuş benim gibi gülerek, "hoşuna gitti değil mi? Senin için iddiaya girmiştim" dediğinde gülümsemem kan dondurucu bir hâl aldı. Kafamı yana sertçe eğerken boynumu çıtlatıp karşımdaki mahlukata baktım. Bunlar asla Mclenan savaşçıları değildi, olamazdı. Mclenan savaşçıları beni görünce kafalarını yere eğmekten boyunları tutuluyordu. Bunlar, burada yasayarak ve beyinleri yıkanarak asimile olmuş bir avuç idiot ordusuydu. Krallar bile Dougal'a kafa tutmaya çekinirken bunlardaki özgüven değil aptallıktı zaten.

"Bende seninle iddiaya giriyorum. Bence ben seni üç parçaya bölerek geberteceğim" derken savurduğu kılıçtan eğilip kurtuldum. Adamın kahkahası karşısında yakınlarımda Rob'un olduğunu gördüm. Karşısındaki adamla çarpışsa da bakışlarıyla beni kontrol ediyordu sürekli.

"Bence ben seni yaralayıp tam burada becerip Dougal'ın önüne atacağım" dediğinde tekrar gülümseyerek kahkahamı engelleyemedim ve saldırıya geçerek adamın üzerine koştum. Bir elimle kılıç tutan elini tutarak erkekliğine sağlam bir diz atarak iki büklüm olmasını sağladım. Hıncımı alamadan kılıç tutan eline savurduğum kılıcımla, elinin bileğinden kopup kılıçla yere düşmesini izlerken, her yere damardan fışkıran kan eşlik etmişti. Üzerime sıçrayan kana aldırmadan acımasızca karşımda çığlık atan adama kahkaha atarak yakalarından tuttum ve dik durdurup erkekliğine bir tekme daha attım. Adam yere düştüğünde elinin acısı erkekliğinin acısını bastırıyor olmalı ki diğer eliyle kanlı kesilmiş bileğini tutuyordu.

"Bu iki," diyerek savurduğum kılıçla diğer elini de dirsek kısmından ayırırken gövdesinde de kesik açılmıştı. Kesiğe bakıp yüzümü buruştururken adamın gözleri kaymaya başlamıştı.

Rob'un bakışlarının ağırlığı altında kılıcımı 90 derecelik açıyla tutarak erkekliğine indirdiğim adamın son kalan gücüyle kopan çığlığı, savaş alanında yankılanmıştı. Tekrar kan içinde kalan kıyafetlerime aldırmadan "Bu da üç" diyerek Dougal'ı kontrol etmek için kafamı kaldırmıştım. Yüzü sinirden gerilmiş bir halde bana bakıp karşısındaki adama tekme attığını gördüm...

Çok kalabalıklardı... bitmek bilmiyorlardı ve Mcarty savaşçıları da karşı safta yerlerini almışlardı. Yaklaşık 300 savaşçıya karşı 10 kişiydik ancak iyi idare ediyorduk. Bu imkansız gibi gözükse de gerçekten iyiydik. Fran ve Max, Dougal'ın özel yetiştirdiği savaşçılardı. Gördüğüm kadarıyla hepimizin ufak tefek kesikleri olsa da iki savaşçımızı kaybetmiştik. Dougal'ın da birkaç yara aldığını kesilmiş ve kanlanmış gömleğinden görebiliyordum. Emir ve Rob makine gibilerdi. Emir hiç yara almamıştı ve gülerek savaşıyordu. Üzerinde envai çeşit silah olduğu için hepimizden daha donanımlıydı. Ben de öldürdüğüm kişilerden henüz cesetleri yere düşmeden aldığım bıçakları ceplerime koyarak iki el savaşıyordum. Buraya geldiğimizden beri en kanlı çarpışmamı yaşıyordum. Hiç bu kadar kalabalık bir grupla savaşmamış olsam da kılıç kullanmada kendimizi geliştirdiğimiz için zorlanmıyorduk. Herkes en az iki kişiyle savaşmak zorunda kalıyor, üçüncü kişi arkadan saldırmaya kalkıyordu. Ben ve Emir kılıcı yalnızca bloklamak için kullanıyor, gerisini kendi yöntemimizle hallediyorduk. Saf olarak da hepimiz birbirimize yakın durduğumuz için birbirimize arada destek atıyorduk. Emir o kadar çevikti ki üç kişiyi aynı anda yere seriyor, üstüne Fran ya da Max'e destek atıyordu. Onlar da Emir'den böyle bir performans beklemediği için şaşırmış duruyorlardı. Dougal zaten başının çaresine baktığı için içimdeki tedirginlik azalmıştı yine de bir gözüm hep onun üzerindeydi. Onun da aynı şekilde benim.

Yaklaşık bir saatin ardından Fran ağır bir yara almıştı. Karşı tarafın sayısı yarı yarıya azalsa bile artık hepimiz oldukça yorgun düşmüştük. Fran, göğsüne yediği derin kesikle Emir bedenini ona yaklaştırmış yardım ediyordu. Duyduğum seslerle kafamı kaldırıp sur kapısına baktım. Birileri geliyordu...

Karşımdaki adamın karnına soktuğum bıçağı çevirirken bahçeye halkın ellerinde tahta sopalarla girdiğini gördüm. Bazılarının elinde eski kılıçlar vardı ancak çoğunluğunda tahta sopalar, taşlar ve bakırdan tencere gibi aletler bulunuyordu. Gelenlerin hepsi köyün erkekleriydi. Savaş ortamına bakan erkekler, yerdeki kanlara ve çarpışan bize bakarken bir süre oldukları yerde durmuş, ardından en öndeki bir adamın bağırması üzerine kendilerine gelmiş olacaklar ki bizim yanımızda yer alarak savaşa katılmışlardı. Ellerindeki aletlere karşı savaşçılara şansları çok azdı. Yine de bir senedir neler yaşadılarsa düşman gördükleri Dougal'ın yanında savaşa hazırlanmışlardı.

Onların gelmesiyle üzerimizdeki baskı oldukça azalsa da köylüler pek iyi değildi. Şimdiden çoğu katledilmeye başlamıştı. Dougal'ın onlara bağırarak "geri çekilin" diyen ikazlarını bile dinlemeden yerlerinden kımıldamadan ellerinden geleni yapıyorlardı.

"Elinizi çabuk tutun" köylülerin katılmasıyla gücüm tazelemiş gibi hissetmiştim. Hızlanarak önüme kim gelirse acımadan kesip biçiyor, eğilip kalkıyor, zıplayarak öldürüyordum. Her yer artık kan gölü olmuştu. Hareket ettikçe ayaklarımın altı kayıyordu. Yüzümde kanın kaplamadığı bir boşluk bile kalmamıştı. Gözümün içine bile sıçrayan kanla tek göz savaşmaya devam edip fırsat buldukça yüzümü temizliyordum. Dougal'la sonunda önümüzdeki cesetlerden dağ olmuş engeli aşarak yan yana geldiğimizde sırtımı ona yaslamıştım. "İyi misin?" Sesiyle cevap veremeden kılıcımı kullanmaya devam ettim. Adamı yere serdiğimde "evet" diyebilmiştim çünkü ağzımı açtığım an burnumdan damlayan kan ağzıma doluyordu.

Burnumu kolumla ellinci kere silerken, "köylüleri geri çek" diye bağırdım çünkü yaşlıların çoğu ölmüştü. Geri kalan gençler ise yerde buldukları kılıçlarla beceriksizce karşılık vermeye çalışıyorlardı. Aslında fena değillerdi ancak karşılarında Mclenan savaşçıları vardı.

"Geri çekilin hemen" Dougal'ın sesine gençlerden biri karşılık verdi.

"Bir senedir eziyetlerini çekiyoruz. Buradan ayrılmayacağız" açıkçası Connor'un halkının bu kadar cesur olacağını düşünmüyordum yine de düşmanlıklarının Dougal'a olmadığını anlamıştım. Onlar, Dougal'ın her şeyi bilip eziyet görmelerine göz yumulduğunu sanıyor olmalıydılar.

Uzun bir zaman sonra çarpışmanın şiddeti de azalmaya başladı. Emily ve Fiona'yla buraya gelirken on kişiydik ancak dördünü kaybetmiştik. Bizden kalanlar Dougal, Emir, Rob, Fran ve Max'di. Rob bacağından yara almıştı. Fran'ın durumu ağır gibi gözükse de ayakta durmaya çalışıyordu, Emir onun hemen yanındaydı. Max kan gölü içinde tanınmayacak halde çarpışıyordu ve Rob ona yakın duruyor, ben ise Dougal ile hâlâ sırt sırta devam ediyorduk. Köylülerden hayatta kalanlar ise bir avuç kadardı. Mcarty klanınının erkekleri bugün itibariyle yok olmuşlardı. Karşı tarafta ise tek tük kişi kalmıştı.

Tüm tehditler sonunda bittiğinde kendimi nefes nefese yere attım ve nabzımı yavaşlatmaya çalıştım. Ellerim dışında yaram yoktu, onu da gelen kılıçları tutarak elde etmiştim. Dougal yanıma çömeldiğinde sur kapısından koşarak giren kadınları gördüm. Çoğu ağlayarak yerdeki cesetlere koşup kendi yakınını buluyor ve kontrol ediyordu. Hayatta kalanlar ise sevdikleriyle sarılmaya başlamıştı. Emir anında Fran'ın yarasını kontrol ederken, Max ve Rob'da onun yanına gitmişti.

"Fran'ın durumu kötü" kimin bağırdığını anlamadan kendime gelmeye çalıştım. Kadınlar yaralı erkekleriyle ilgilenirken Dougal'ın gözlerine bakarak ayağa kalktım. Dayanamayarak ona yaklaşıp kafamı göğsüne yasladığımda, tek eliyle sırtıma sarılmıştı. Diğer kolunda yara olduğunu biliyordum çünkü en çok Dougal'ın üzerine yüklenmişlerdi.

"İnanılmazsın" fısıltısıyla yükselen sesleri duyup istemeyerek göğsünden ayrıldım. Kanla kaplı suratımın izi gömleğinde kanların üzerinde desen oluşturmuştu. Bakışlarımı bizimkilere çevirdiğimde Emir'in Fran'ı sırtlandığını gördüm. "Şifacı var mı?" Rob'un kadınlara seslenmesiyle bir tanesi hızlı adımlarla yanlarına koşturdu. Bu klanda kadınların çoğu ne yapmasını biliyor gibi duruyor ve yaralılara kendinden emin kontroller sağlıyorlardı. Bazılarının bakışlarını üzerimde hissetsem de Emir'in yanına yürüyüp Fran'ı temiz bir zemine uzandırmasını izledim.

Kadın gömleğini keserek göğsündeki yaraya bakarken elindeki bezi yaraya bastırdı. "Alkol lazım" dediğinde Rob kale binasının içine koşarak gitmişti. Kadın bezi bastırmaya devam ederken Fran anlamsız şeyler fısıldıyordu. Dougal Fran'a kısaca bakmış ve köylülerin yanına gitmişti.

Rob, elinde bir sürü alkol şişesiyle gelirken nereden bulmuş bilmiyorum ama iğne iplik setini de almıştı. Kadının eline tutuşturduğu malzemelerden birkaç şişe alkolü alarak diğer kadınlara dağıtmaya başlamıştı. Kanlı zeminde yürürken birkaç kez tökezlese de ağlayan ve müdahale etmeye çalışan kadınlara şişeleri ulaştırmıştı. Dougal ise hayatta kalan, bizimle savaşan erkeklerle bir şeyler konuşuyordu.

Bu klana ne zaman gelsem bahçede mutlaka kan gölü oluşuyordu.

***

Hava artık kararmıştı. Üzerimdeki kandan kurtulmadan bahçeye inip kadınların kanlı zemini temizlenmesine yardım etmek için aşağıya inmiştim. Cesetler çoktan toplanıp uzak bir noktaya üst üste yığılmıştı. Bizimkilerden ölen 4 savaşçı ve köylü erkeklerin cesetleri ayrı tutulmuş ve onlara tören düzenlenecekti. Hainlerin cesetleri ise birkaç saat içinde yakılacaktı.

Bahçeye çıktığımda ellerindeki kovalar ve fırçalarla, yerdeki kan izlerini yıkayan kadınları gördüm. Beni gördükleri an yaptıkları işlere ara vermişlerdi. Merdivenlerden inip yanlarına ulaştığımda ilk geldiğim gün odama yemek getiren kadın hızla bana yaklaşıp boynuma sarılınca şaşkınlıktan ellerim havada kaldı. Kadın benden ayrılıp yüzümde yıkadığım halde kalan kurumuş kan lekelerine bakarak ellerini yüzümde gezdirdi.

"Biz onların Büyük Dougal'ın emrinde olduğunu sanıyorduk. Siz, bizi dinleyeceğinizi söylediğinizde sırada beklerken onlar gelip bizi tek kelime etmememiz için tehdit ettiler. O zaman sizin bir şeyden haberiniz olmadığını anladık. Yine de tek kelime edemedi kimse. Ne olacağını bilmiyorduk çünkü kendimizi korumamız gerekiyordu. Dougal'ın bizim için onlarla savaştığını gören erkeklerimiz ellerine geçen ne varsa savaşa katıldılar ve onurlu bir adam olarak öldüler. Bizi siz kurtardınız. Bundan sonra tüm sadakatimiz Dougal'a." Kadın ellerini omuzlarıma düşürüp bana sıcak bir tebessüm sunup diğerlerine döndü.

"Leydi Tuğra" diyerek beni tanıttığında kadınların hepsi merakla bana bakıyordu.

"Ruhları şad olsun" dedim. Ölenlerin arkasından buradaki halka böyle söylenirdi. Kadınlar başlarını sallarken içlerinde biri, "böyle iyi savaşmayı nasıl öğrendin?" Dediğinde diğerleri de onu onaylarcasına kafalarını sallamıştı. Meraklı genç kadınlar etrafımı sarmış gözlerini bedenimde gezdirirken, daha yaşlılar yerlerinde oturmuş beni izliyordu.

Tek omuzumu indirip kaldırırken hafif tebessüm edip cevap vermemiştim ancak sorular devam ediyordu. Oturan yaşlı kadınlardan biri "leydiyi sıkmayın da yardıma gelin" dediğinde kızlar onu dinleyerek yanımdan ayrılmıştı. Sorular arasında Dougal'a da iltifat geldiğinde kasılsam da gülüşümü bozmamıştım. Hep bir elden temizliğe başlayan kadınlardan birinden önce kovayı alarak kanlı zemine döktüğümde, benim yardım etmeme şaşırsalar ve itiraz etseler de onları dinlemeden yardıma devam etmiştim.

İşin sonlarına doğru otorite sahibi yaşlı kadın bana bakmadan, "leydim siz çok yoruldunuz lütfen dinlenin artık. Bir şey de kalmadı" demişti. Artık banyo yapmam gerektiğini düşünerek yavaşça ayağa kalktığımda memnun bakışlar altında "kolay gelsin" diyerek kaleye geri dönmüştüm. Fran uyuyordu ve yarası dikilmişti. Şifacı kadın yaranın tehlikeli olmadığını söylemişti ki bence de sorun yok gibi duruyordu. Yine de çok kan kaybettiği için tedirgindim. Banyo yapıp onu ziyaret etmek istiyordum.

Kale bomboştu...

Koskoca kalede sadece biz kalmıştık. Dougal, önce Oliver'ın hücresine ziyaret edip onunla bir şeyler konuşup onu öldürmüş, ardından çalışma odasına giderek belgeleri incelemeye başlamıştı. Gönderdiği paraların nereye harcandığını bulmaya çalışıyordu çünkü Oliver hiçbir şekilde halka vermemiş, halk alması gereken gıdayı almayıp hastalık ve açlıktan neredeyse kırılmıştı. Bir sene içinde onlarca çocuk ölmüş ve bundan Dougal'ın asla haberi olmamıştı. Onun bildiğine göre burada hiçbir sıkıntı yoktu.

Dougal belgelerle uğraşırken mutfağa ilerleyip sobanın üzerine koyduğum kaynar su dolu büyük güğümü havlu ile tutarak taşımaya başladım. Önceden kaldığım odaya kaynar suyla ilerleyerek tahta küvete kaynar sudan döktüm. Ardından tekrar aşağıya inerek bir kaba soğuk su doldurmaya başladım. Banyo yapıp Fran'ı kontrol edecek ardından vurup kafayı uyuyacaktım. Aynı işlemi tekrarladığımda soğuk suyu odama taşıyarak kaynar suyun içine döküp suyu ılıklaştırdım ve hızla üzerimi çıkartmaya başladım. Bedenimi küvete adeta attığımda su anında rengini kaybedip kırmızılaşmıştı. Hızlıca kurumuş kanları ovalayarak bedenimden arındırıp yavaşça ayağa kalktım ve çıplak bedenimle küvetteki kirli suyu fazladan getirdiğim kovaya boşaltıp temiz sudan yine banyo suyu hazırladım. Bu sefer saçlarımı da çözerek sabunu elime alıp güzelce banyo yapmaya başladım.

***

Klanda 5 gün kalmıştık. Bu 5 gün boyunca Fran'ın durumu iyileşmişti. Ölenler için cenaze töreni düzenlemiş, kalan halk evlerine çekilmiş, kalenin ambarında bulduğumuz, depolanmış kilolarca yiyeceği halka dağıtmış ve Dougal'ın belgelerle ilgilenmesine yardım etmiştik. Bu süreçte toplam 15 saat bile uyumamıştım. Anlaşıldığı üzere Oliver, Dougal dışında Zack denilen bir adamdan da maddi yardım alıyordu. Bu yardımı ne karşılığında aldığının kanıtını bulamasak da Zack ismine Emily sayesinde aşinaydık. Ayrıca Emily ve Fiona'nın da nerede olduğunu bilmiyorduk çünkü peşinden yollayacak adamımız kalmamıştı. Dougal, onların yakında ortaya çıkacağını düşündüğü için çok umursamıyor gibi dursa da kendine yapılan ihanete karşı asla tahammülü olmadığını belli edecek bir ruh halindeydi. Öyle ki öldürdüğü kendi yetiştirdiği savaşçıların ihanetinin etkisini bile hâlâ üzerinden atamamıştı. Fran, Max ve Rob'un burada kalmasını söyleyerek kendi klanımıza gideceğimizi söylemişti. Oraya gittiğimizde buraya güvendiği birilerini artık yollayamayacağını bilecek kadar tanıyordum onu. Aklında bir plan vardı ancak benimle henüz paylaşmamıştı. Sürekli düşünceler halindeydi.

Yola çıkmak için hazırlanıp bahçeye çıktığımda, köylü kadınların bizi yolcu etmek için bahçede beklediğini gördüm. Bazı küçük kızların elinde çiçekler vardı ve heyecanla bana bakıyorlardı. Emir, atının eyerini düzeltirken kalabalığa bakış atarak "hayranların seni bekliyor" demişti. Kadınlara yaklaştığımda bazılarının öne atılarak sarılmasına içtenlikle karşılık vermiştim. Küçük kızlar çiçekleri bana uzattığında gülümseyerek almış ve saçlarını okşamıştım.

"Leydim tekrar gelin lütfen" yaşlı kadının sözleriyle kafamı sallayıp gülümsedim. Bu insanları asla yalnız bırakmayacak, sık sık kendim kontrol edecektim. Dougal'a güvensem de kadınların sorunlarıyla ayrı ilgilenecektim.

"Her fırsat bulduğumda yanınıza gelmeye çalışacağım. Dougal da yaralarınızı onarmak için elinden geleni yapacaktır"

"Dikkatli gidin leydim," "kendinize iyi bakın" Sözleri arasında onlara tekrar gülümseyip yanlarından uzaklaşacakken, yaşlı kadının "çok iyi bir kraliçe olacaksın kızım" Sözlerini duyup gülümsemiştim. Ben ne kraliçe ne başka bir şey olmak istiyordum. Ben sadece Dougal hep yanımda olsun istiyordum. Dougal bir köylü bile olsa benim için durum böyleydi.

"Siz de kendinize iyi bakın" diyerek küçük kızlara el sallarken atıma doğru yürüyüp bindim. Emir, sıkkın duruyordu ki sebebini biliyordum. Rob'un burada kalması içine sinmiyordu. Ancak Dougal birkaç ayarlama yaparsa Rob kısa sürede yanımıza geri dönerdi.

Yola çıkmak için Dougal'ı beklerken Emir'in dikkati dağılsın diye atımı yanına götürdüm. "Shh, geçen Rob neden senin dilini koparmaya çalıştı?" Diye sordum gülümseyerek. Emir, aklına gelenle küçük bir tebessüm gönderip kalenin kapısına baktı. Bence o Dougal'ı değil Rob'un yolcu etmek için gelmesini bekliyordu.

"Mutfakta çalışan bi kız var. Eh o biraz," dedi elini genişçe açarak "balık etli" diye bitirdiğinde elimle koluna yapıştırdım.

"Dalga mı geçiyorsun?" Dedim kınar gibi ancak Emir ellerini açarak hemen inkar etti.

"Hayır ya ondan değil. Kız Rob'a yanık. Hem de baya baya yanık. Dibinden ayrılmıyordu. O gece alkolü fazla kaçırıp yataklara dağıldık. Rob'un odasının önünden geçerken iyi geceler diyerek birbirimizden ayrıldık ama Rob odasının kapısını açtığı an bildiğin çığlık attı." Dedi gülmeye başlayarak. Kaşlarımı çatarak dinlemeye devam ettim. "Ne olmuş ki? Dedim merakla öne eğilip.

"Ben tabii Rob'un kalın çığlığını duyunca anında geri dönüp odasına daldım. Bir baktım ki o kız gecelikle bunun yatağında oturuyor. Rob, eliyle gözünü kapatmaya çalışıyor. Kız beni görünce utanıp odadan kaçtı tabii." Emir'in kahkahalar eşliğinde anlattığı olayla ben de tebessüm ettim. O yüzden kazanova diye dalga geçmişti demek ki. Biz konuşup gülmeye devam ederken kalenin kapısından Dougal, ardından Rob, Max ve göğüsü sargıda Fran dışarıya çıkmıştı. Rob ile göz göze gelince gülümsememi bastırmaya çalışmıştım.

"Dediğim gibi geri dönene kadar burada kalın. Dikkatli olun" Dougal'ın ardındakilere söyledikleriyle atı Gölge'nin üzerine binmesi aynı anda olmuştu. Max kafasını sallarken, "Merak etme reis" diye mırıldanmıştı.

Dougal atını çevirip benimle göz göze geldiğinde "gidelim mi?" Demişti. Kafamı sallarken Rob'un Emir'le sarıldığını görüp beklemiştim. Rob, Emir'den ayrılıp atımın yanına geldiğinde eğilip boynuna kollarımı dolamıştım.

"Dikkatli ol bana tek parça lazımsın" dediğimde aynı karşılığı o da vermişti. Birbirimizden ayrıldığımızda arkada bekleyen kadınlara son kez dönerek el sallamış ve atımı hızlandırıp Dougal'ın ardından ilerlemeye başlamıştım.

***

Klana giden yol boyunca Dougal sessizdi. Yemek yemek için bile durmamıştık çünkü klandan ayrılmadan bir şeyler atıştırmıştık. Arada Emir'in savaş yöntemleri hakkında birkaç övgü söylemiş ve durum hakkında konuşmuştu. Emir'in fikirlerini önemsiyor gibi onu dikkatle dinleyerek sözlerini kafasında tartmış, gerekli cevaplarla konuyu derinleştirmişti. Kılıç kullanmayı bize Ewan'ın öğrettiğini söylediğinde Dougal ile göz göze gelmiştik.

"Sen o dönem İngiltere için isyana gitmiştin. Kalede sizi beklerken yapacak başka işimiz yoktu" diyerek cevap vermiştim ki durum gerçekten de bundan ibaretti.

"Kendi zamanınızda oldukça iyi askerler olmalısınız. Tuğra senin bedenine göre birinden beklenilmeyecek kadar güçlüsün." Emir gülümseyerek, "Sen onun günlük spor rutinini görsen böyle konuşmazsın. Ayrıca o elbisesinin altında kasları gizli" dediği an ortamda çınlamaya benzer bir sessizlik oluşmuştu. Çınlama sesi sanırım benim kulağımdan geliyordu.

"Elbisenin altı?" Dougal'ın az öncekine göre soğuk çıkan sesiyle boğazımı temizleyerek anında konuşmaya başladım çünkü Dougal yanlış anlamıştı.

"Bizim zamanımızda giyim tarzı çok farklı Dougal" Emir de kafasını sallayarak beni onaylamıştı.

"Rob'la yakın zamanda sohbet edersen kadınları görünce verdiği tepkileri sana anlatsın. Bir kıza neredeyse neden çıplak geziyorsun? Diye sormuştu ki kız çantasını bunun kafasına vurmuştu." Emir'in sözleriyle aklıma gelenle kahkaha attım. Kütüphaneye gittiğimizde bu durum aynı şekilde yaşanmıştı. Karşısında Rob'u gören kız onu beğeniyle süzerek izlerken aynı karşılığı Rob'dan aldığını sanmış ancak Rob kıza yaklaşıp 'neden çıplaksın?' diye sormuştu. Çantayı kafasına yediğinde de bize dönüp "burada herkes fakir anlaşılan. Kumaş alamamışlar" demişti.

İnverness'te Mclenan klanının surları gözükmeye başladığında son hız yokuş yukarıya çıkıyorduk. Havadaki rüzgarda dalgalanan saçlarım örgülü olmasına rağmen geriye savruluyordu. Borazan sesiyle kalenin kapısı açıldığında bizi karşılayan savaşçılara bakmadan hızla bahçeye ilerledik. Borazan sesini duyup bahçeye koşturan insanlar arasında Melek, Ewan ve Alanna'ya dikkat etmiştim. Attan indiğimde Emir'le yan yana yürümeye başladık.

Dougal kimseye bir şey söylemeden Ewan'ın yanına ilerlemişti. "Arthur'la hemen odama gelin" dediğinde onun hâlâ dinlenmediğini fark ettim. Anlaşılan bir süre daha çalışmaya devam edecekti. Ewan şaşkın bir şekilde tiplerimize bakarak "Ne oluyor?" Dediğinde Melek ve Alanna yanımıza gelmişlerdi. Melek bana hızla sarılırken Alanna biraz arkada dudaklarını kemiriyor ve tedirgin gözlerle bana bakıyordu.

"İyi olmanıza sevindim Tuğra" diyen Melek, Emir'le de sarılıp neler olduğunu sormuştu. Emir ona olanları özet geçerken benim bakışlarım Alanna'nın üzerindeydi. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyor gibi bakıyordu. Onunla konuşmak istemiyordum.

"İzninizle dinleyeceğim ben" dediğimde Melek anlayışla başını salladı. Kaleye yürürken ileride gördüğüm Brad'le birkaç saniye göz göze gelmiştik, ardından bakışlarımı hemen çekmiştim. Kendimi kaleye götürerek merdivenlere oradan da hasret kaldığım odama hızla yürümüştüm.

***

Gözlerimi açtığımda bedenimde hâlâ ağrılar vardı. Kaç saattir uyuduğumu bilmiyordum ancak havaya baktığımda gece olmuştu. Karnımın açlığını önemsemeden yatakta pozisyon değiştirip tekrar uykuya dalacakken, masanın üzerindeki tepsi dikkatimi çekti. Sanırım ben uyurken birisi bana yiyecek bir şeyler getirmiş fakat uyandırmadan gitmişti. Bir şeyler atıştırmak için doğrulup ayağa kalktım ve masaya yaklaştım. Ekmeği alıp arasına yiyeceklerden doldurup sandviç haline getirip hızla mideye indirdim. Bunu yaparken gözlerim hâlâ kapalıydı. Yemeğimi yiyince tekrar yatağa yatıp uykuma devam ettim.

Gözlerimi tekrar açtığımda sabah olmuştu. Sanırım bir gün boyunca uyumuştum. Kaç gündür uykusuz olmanın acısını bedenim iyi çıkartmış olmalıydı ki bir gram uykum kalmamıştı. Ağrılarım devam etse de yataktan kalkıp yarım saat ısınma hareketleri ardından günlük spor rutinimi yapmaya ve kaslarımı açmaya başladım. Sporum bittiği zaman temiz suya bezi sokarak ıslattım ve bedenimi hızlıca temizleyip üzerimi değiştirdim. Çoktan başlayan kahvaltı salonuna doğru yürümeye başladım.

Salona girdiğimde herkes kahvaltının sonlarına gelmişti. Brad ve ailesi direkt gözüme çarpınca bana bekleyiş içinde bakmışlardı. Onlarla da bugün konuşup akıllarındaki yanlışı düzeltecektim ancak onlardan elimi çekmeyecektim. Yine de benim her zaman dostum olarak kalacaklar, gerekirse Balca'yı ve ailesini onlar için arayacaktım.

"Afiyet olsun" derken Emir'in yanına kendimi atarak oturdum ve servis gelene kadar onun tabağında kalanları atıştırmaya başladım. Dougal kahvaltıda yoktu. Melek ve Ewan kendi aralarında sohbet ederek yemeklerini yiyorlardı.

"Tuğra sonunda uyandın" Melek'in gülümseyerek söylediği sözlerle kafamı aşağı yukarı salladım.

"Pertim çıktı resmen" dedim kendi dilimde. Melek'i görünce sözcükler ağzımdan kendi dilimizde çıkmıştı. Gülümseyen Melek aynı şekilde karşılık verip, "olanları duyduk. Keşke biz de yanınızda olsaydık. Klanda genel yas ilan edildi. Dougal tüm klan liderlerini toplantı için çağırdı. İngiltere kralı Royce Boyd'u bile davet etti. Herkes her yerde o iki kadını ve Zack denilen adamı arıyor" tekrar kafamı sallarken Emir elime vurup elimden zeytini almıştı.

"İyi olmanıza sevindim Tuggra" Alanna'nın sesiyle cevap vermeden açılan servisten yemeğime başladım. Onunla gerçekten bir süre konuşmak içimden gelmiyordu. Emir bile görmemezlikten gelerek ona laf atmıyor, kalan yemeğine devam ediyordu.

"Düğün hazırlıkları ne durumda, ertelenecek mi?" Emir'in sorusuyla Melek ve Ewan üzgün gözlerle birbirlerine baktı.

"Çok kısa bir süre için ertelenecek." Ewan'ın cevabıyla yemeğimi hızla bitirip ayağa kalktım. Dougal'ın yanına uğrayıp klan hakkında ne karar verdiğini soracaktım. Hem de onu görmek istiyordum.

"Afiyet olsun" diyerek ayağa kalktığımda Alanna'nın da yerinde hareketlendiğini gördüm ancak hızımı kesmeden çıkışa ilerledim. O bana yetişmesin diye daha da hızlanmıştım ki amacıma ulaşarak merdivenlere ulaştım. Dougal'ın çalışma odasının önüne geldiğimde içeriden gelen bağırışları duyuyordum. Seslerden birinin Arthur olduğunu anlayıp kapıyı tıklatmadan odaya girdim.

Odaya girdiğimde sesler kesilip iki kafa da bana döndü. Kapıyı arkamdan kapatırken oldukça rahattım. Sandalyeye oturduğumda Arthur'un ve Dougal'ın yorgunluktan çökmüş yüzlerine baktım.

"Onları bulamadınız galiba?" Konuya girmemi beklemeyen Arthur'un yüzünde sinirli bir ifade oluştu ancak bu sinir bana değil karısından bahsettiğim içindi.

"O gece onu öldürecektim!" Arthur sözlerinden sonra kendini karşımdaki sandalyeye attığında elleriyle başını ovalamaya başladı. "Senin bir suçun yok Arthur" desem de yüzü kıpkırmızıydı.

"Hepsi benim suçum leydim. En başından benim suçumdu. Annemi dinlemeyip kendimden yaşça büyük biriyle evlendim. İlk kocası ölmüştü ve yalnızdı. Bana yoldaş olur diye düşünmüştüm halbuki o arkamdan kuyumu kazıyormuş. Aptal bir adam olarak ona güvendim ve asla bir şeyden şüphelenmedim. Kim bilir daha neler yaptı?" Arthur, Fiona'dan çok kendini suçluyordu. Az önce Dougal'la ne konuda tartıştıklarını bilmesem de uzanıp elimle omzunu tuttum.

"Birine güvendiğin için kendini suçlama Arthur. Sadece seni değil hepimizi kandırdı." Arthur ellerini kafasından çekmeden Dougal konuşmaya dahil oldu.

"Burada kalacaksın konu kapanmıştır." Arthur ellerini kafasından çektiğinde yerinde dikleşerek Dougal'a kırgın gözlerle bakarak kafasını salladı ve ayağa kalktı. Bana dönerek zoraki bir gülümseme gönderip odadan dışarıya çıktı.

Dougal'la yalnız kalınca "Fiona'yı bulduğu yerde öldürecek. Onun aramalara katılmamasını istedim" diyerek az önceki kavgalarını açıklamıştı. Kafamı sallarken sandalyede arkamı yaslanmıştım.

"Geldiğimizden beri hiç uyumadın mı?" Dougal cevap vermeden önündeki kağıtları eline alıp masaya vurup düzeltti ve kenara kaydırdı. Benim gibi arkasına yaslanırken gözlerinde oluşan koyu halkaların bile bir insana bu kadar yakışmasının adil olmadığını düşünüyordum.

"Uyumak önemli değil. İşleri düzene oturtmam lazım. Herkesi buraya çağırdım genel bir toplantı olacak. Şu Zack denilen adam ve onun kime çalıştığını elbet bilen birileri vardır. Toplantı sırasında Mcarty klanının ortadan kaldırılmasını da konuşacağım." Sözleriyle kaşlarımı çatarak anlamaya çalıştım.

"Tüm halkı buraya yerleştireceğim. Zaten erkeklerin çoğu öldü. Connor'un eski kalesi boş ve bana ait kalacak" Bencede en mantıklısı buydu. Oraya birilerini göndermek yerine halkı kendine yakınlaştırma çok daha iyiydi. Oradaki kadınlar ve kalan erkekler sefalet içindeydi.

"Buna çok sevindim" diyerek sandalyeden ayağa kalktım. Dougal'ın yanına doğru yürürken kendimdeki bu cesarete şaşırarak yürüyordum ancak Dougal gerçekten de çok yorgun görünüyordu. Sandalyesini arkasına geçtiğinde ellerimi çok aşağıya indirmeye gerek kalmadan omuzlarına koydum.

"Biraz dinlen Dougal. Evrak işlerini Ewan halleder" derken omuzlarına masaj yapmaya başlamıştım. Dougal elimin hareketiyle gevşeyerek kendini sandalyeye daha da yaslayıp hafif aşağıya kaydı.

"Tuğra" dedi bir süre sonra boğuk sesiyle. Masaj yapmaya devam ederken kafamı yana eğerek yüzüne baktım. O da bana döndüğünde dudağının kenarı kıvrıldı.

"Neden geri gittin?"

Sorduğu soruyla masaj yapan ellerim bir anda durdu. Dougal, bedenini bana çevirip ellerimi tutarak avuç içine aldı. Sandalyesini de çevirdiğinde bacaklarının arasına beni sokarak ayakta durmamı sağlamıştı.

"Bunu yapmak zorundaydım" diyebildim avuçlarının arasındaki ellerime bakarak.

"Beni sevdiğini sanıyordum. Gitmene nasıl izin verdiğimi anlayamıyorum zaten ancak senin neden gittiğini merak ediyorum. Seni hatırlamadığım bir sebepten kırmış mıydım?" Kafamı iki yana sallarken gözlerine baktım.

"En başından beri gideceğim belliydi. Seninle aramızda bir şeyler başladığında bile bunu biliyorduk. Yine de duygularımıza engel olamadık. Bu konuyu hiç konuşmuyor, özellikle konuşmaktan kaçınıyorduk ancak içten içe ikimiz de bunu biliyorduk. Benim bir görevim vardı ve Emir ile Melek'in sağ salim evine gitmesini sağlamak zorundaydım. Ben onların komutanıydım. Sen İngiltere'ye giderken bu konu açıldı ve gideceğimi sana söyleyip veda ettim. Bir de sana mektup yazmıştım." Dougal kafasını sallarken elimi biraz daha kendine çekip bedenimi yaklaştırdı. Başım omuzlarına yaslanırken "Seni göndermemeliydim" diye fısıldadı. Beni göndermemek için kendi geç kalsa da gri pelerinlileri peşimden yollamıştı zaten.

"Yine de benim için geri geldin" fısıltısı kulağıma ulaştığında kalp atışlarım son gücüyle çalışıyordu. Kelimeler dilime dökülüp ağzımdan çıkamıyordu. Dougal'ın yakınlığı sayesinde burnuma dolan yoğun kokusu tüm beynimi bulandırmış gibi ayaklarımdaki güç çekiliyordu.

"Seninle alakalı bir şey hatırlamama gerek yok. Seni ilk gördüğüm an bile hissettiğim tanıdıklık, tanımaya başladıkça hislerimin bu kadar hızlı bir şekilde yoğunlaşması... Ben sana yeniden aşık olmadım Tuğra. Ben sana zaten aşıkmışım ki bu hisler ortaya çıktı. Bir insana bu kadar kısa sürede benim gibi bir bağlılık hissedilmez. Sen yanımda olmadığın her an nefes alamıyormuş gibi oluyorum. Gözlerim her yerde seni arıyor. Yanımdayken bile gözümü senden alamıyorum. Ağzından çıkacak her harfin kölesi olmak istiyorum. Geri döneli geçen kısa sürede böyle hissetmemin tek sebebi, zaten bunları hep hissetmem. Seni unuttuğum için duygularımı da unutmuş gibiydim yine de kalbimde hep bir özlem vardı. Neye karşı olduğunu anlayamadığım özlem duygusuyla mücadele edip hasta olduğumu düşünüyordum. Şimdi ise tüm zamanımı sana ayırmak istiyorum. Seninle sohbet etmek, gülüşmek, tüm sırlarını öğrenmek, aptal gibi unuttuğum her şeyi yeniden dinlemek istiyorum. Yaşadığımız her anıyı senden bir daha duymak gerekirse yenilerini oluşturmak istiyorum." Dedi ve kafasını geriye çekip çenemi tuttu. Omzuna yasladığım başımı nazikçe ittirerek yüz yüze bakmamızı sağladı.

"Tuğra," dedi ve yaklaşıp dudağıma minik bir öpücük kondurdu. Hafif uzaklaşıp bir parmak mesafe bıraktı. Gözleri öyle ışıl ışıldı ki yeşil boyanın içinde ateş yanıyormuş gibi hissettiriyordu. İrileşmiş kahve tonlarında göz bebekleri bile irislerindeki baskın yeşili bastıramıyordu.

"Tha mi ann an gaol leat. Tha mi airson do phòsadh an-dràsta fhèin" fısıldadığı sözlerle bir dejavu gibi hissetmekten kendimi alamadım ancak sözcükleri beni dumura uğrattı. Aşk itirafını yaptığı zaman da Gaelce fısıldamıştı ve dili bildiğimi bilmiyordu. Yine aynı durum olmuştu ancak bu sefer çok daha büyük bir şey itiraf ediyordu.

Gülümseyerek yaklaşıp dudağına öpücük kondurduğumda Dougal çenemden tutmaya devam ederek beni kendisinden ayırdı. Nefes nefese gözlerine bakarken kaşları havaya kalkmıştı.

"Gaelce biliyorsun!" Bunu sorarcasına söylememişti. Gülümseyerek kafamı salladığımda Dougal alt dudağını ısırıp tebessüm etmişti.

"Sana aşığım, seninle şimdi evlenmek istiyorum Tuğra" az önce itiraf ettiği cümleyi İngilizce'de söylediğinde beynim durmuş gibi hissediyordum. Ne diyeceğimi nasıl bir tepki vereceğimi bile şaşırmış, ağzımdan hızlı hızlı nefes alıp veriyordum çünkü oksijen ciğerlerime yetmiyordu. Dougal bir elini belime kaydırıp beni dizine oturttuğunda kollarımı uzatıp boynuna dolamıştım.

"Bunu beklemiyordum" kelimelerin hepsini unutmuştum. Kafamda hiçbir düşünce kalmamıştı.

"Hatırlamadığım için sana olan hislerimden emin değilsen..." Dediğinde gülümseyerek yanağına öpücük kondurdum.

"Öncekinde teklif etmeden herkesin içinde duyuru yapmıştın ondan" dediğimde Dougal tek kaşını kaldırıp gülümsedi. İşaret parmağımla gözlerinin altındaki halkalara, oradan kaşlarına dokunup gözlerine bakmaya devam ettim.

"O sayılmaz o zaman. Geleneklerine göre erkek teklif etmesi gerekiyormuş ancak o dansı beceremem. Teklif sonrası kadının olumlu ya da olumsuz bir cevap vermesi gerekiyormuş." Aklıma Ewan'ın yaptığı dans gelince kısa bir kahkaha attım.

"Dans aslında yok" dedim gülmeye devam ederek. Dougal'da benimle kahkaha atınca parmağımı kaşlarında ve alnında gezdirmeye devam ediyordum.

"Benimle evlenir misin?" Dougal'ın ciddiyetiyle, kalbim bir an için durdu. Gülümsemem azalsa da içimdeki sevinç hiç eksilmedi. Onunla evlenmek istemekten daha çok istediğim bir şey yoktu. Gözlerinin içine bakarak cevap verdim: "Seninle evlenirim." Dougal, beklemek gibi bir niyeti olmadığını anladığım şekilde, belimi sıkıca tuttu ve beni kendine doğru çekti. Diğer eli enseme dokundu ve dudaklarımı nazikçe öpmeye başladı. O an, her şeyin tamamen mükemmel olduğunu hissettim.

Gözlerinin içine bakarak, bu anı her zaman hatırlayacağını biliyordu Tuğra. Dougal'ın sevgi dolu öpücükleri, Tuğra'nın kalbini daha da hızlandırıyordu. Bu öpücük, birlikte geçirecekleri mutlu bir geleceğin ilk adımıydı. Tuğra, hissettiği tüm sevgi ve umutla, o anı sonsuza kadar kalbinde taşıyacağını biliyordu.

İkisi de o anın tadını çıkarırken, etraflarındaki her şey unutulmuş gibiydi. Bu an, onların birlikte yazacakları yeni bir başlangıcın habercisiydi. Tuğra ve Dougal'ın yüreklerindeki sevgi ve kararlılık, onları gelecekte nelerin beklediğini bilmeseler de, birlikte her zorluğun üstesinden gelebilecekleri inancını taşıyordu....

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%