Yeni Üyelik
66.
Bölüm

66. Bölüm

@ebrumelek

 

Keyifli okumalar

...

 

Emir'le konuştuktan sonra ata bineceğimiz alana doğru gitmiştim. Emir başım ağrıyor diyerek biraz dinleneceğini söylemiş ve kendi odasına dönmüştü.

 

Bahçeye geldiğimde leydilerin piknik havasında keyif yaparken çevresinde çalışan kızların telaşlı bir şekilde hizmet ettikleri bir manzara ile karşılaşmıştım. Bahçenin bir ucunda leydiler, renkli örtülerin üzerine serilmiş atıştırmalıklarla keyif yapıyor, diğer ucunda ise seyisler atlarına son dokunuşları yapıyordu. Piknik havasına girmişlerdi yani.

 

Bahçenin taşlı yolunda, çiçeklerin arasından ilerlerken etrafımdaki lüks kıyafetler içinde parlayan kadınları göz ucuyla süzdüm. Ben ise sade siyah binici kıyafetim ve omuzlarımdan salınan dalgalı saçlarımla adeta bir tezat oluşturuyordum. Leydi Estelle ve annesinin dikkatlice bana döndüğünü fark ettim. Diğer leydiler de sessizce konuşmayı kesip, merakla beni izlemeye başladılar. Renkli çiçeklerin arasında, lüks kıyafetler içindeki kadınlar ve aralarında ben, sade ve mütevazı duruşumla bir tezatlık yaratıyorduk. Leydi Estelle'in şaşkın bakışları, beni bir an duraklatsa da yüzüme büyükçe bir tebessümü yerleştirip onlara doğru yürümeye devam ettim.

 

"Kraliçem, lordlarda bize eşlik edeceklermiş, onları bekliyorduk," dedi Estelle'nin kelimeleriyle, başımı salladım. Fakat Estelle ile yalnız kalma planımın suya düştüğünü de anladım. Bir çıkış yolu bulabilmek için, "Onları neden bekliyoruz ki? Biz ata binmeye başlayabiliriz. Geldiklerinde bize katılırlar," diyerek seyislerden yaşlı olan adama döndüm.

 

Yaşlı seyis, bir an tereddüt etti, sonra başını hafifçe sallayarak, "hemen getiriyorum efendim," dedi ve atları hazırlamak için harekete geçti. Estelle'in gözlerinde şaşkınlıkla karışık tebessüm belirirken, içimde bir zafer hissi belirdi. Kendi çizdiğim yolu takip etmek, beni daha da güçlü kılıyordu.

 

"Bana da bir at hazırlar mısınız?" Leydi Estelle'nin sözleriyle tüm kızlar da ayaklanırken yaşlı seyis bize uzaktan kafasını sallayarak "elbette efendim" dedi. Leydi Estelle hemen yanımda gülümseyerek devam etti. "Ben de binmeyi önermiştim ancak leydiler erkekleri beklemek istedi" diye açıkladı.

 

"İsteyen bekleyebilir," derken seyisin getirdiği atı inceliyordum. Beyaz at, gözlerimde bir anlık şaşkınlık yarattı. O kadar güzeldi ki...Daha önce, Leydi Estelle'yi ilk gördüğümde üzerine bindiği o beyaz atı hatırlatıyordu bana. Gözlerim atın kıvrak hatları boyunca dolaşırken, aynı at olduğuna emin oldum. O gün, Leydi Estelle ilk kez gözlerime iliştiğinde, üzerinde binip bahçenin taşlı yollarında özgürce süzülüyordu. Beyaz atı, zarafeti ve güzelliğiyle adeta bir peri gibi görünüyordu.

 

"At sizin değil mi leydim?" diye sordum, yelesini okşadığım güzel ata bakarken.

 

"Evet, benim atım majesteleri. Çok asildir. Siz benim atıma binin lütfen," diye cevapladı Estelle, yanındaki annesi Leydi Nell ile göz göze gelirken.

 

"Bana başka at getirsinler lütfen leydim. Düzeninizi bozmak istemem. Belli ki bu ata siz alışıksınız, benim için fark etmez," dedim, atı sevmeye devam ederek gülümsedim. Sözlerimi duyan seyisin hareketlendiğini görürken, Estelle itiraz edecek gibi ağzını açarken, ben annesine gülümseyerek baktım.

 

Leydi Nell, gülümseyerek başını salladı. "Elbette, isterseniz size uygun bir at getirelim," dedi nazikçe.

 

Estelle ise bir an tereddüt etti, sonra gülümseyerek, "Siz rahat hissedene kadar başka bir atla ilerleyebiliriz, Kraliçem," dedi.

 

"Teşekkür ederim, Estelle," dedim içtenlikle. "Bir başka atla ilerlemek daha uygun olacaktır." Estelle'in anlayışı ve nazikliği, içimdeki takdir duygularını daha da pekiştirdi. Leydi Nell'in buyruğuyla seyis hemen yanımıza bir başka at getirdi. Bu kez, daha sakin bir yapıya sahip, kahverengi renkli bir atla karşılaştım. Atın gözleri, güven ve huzur doluydu.

 

Leydi Nell'e döndüğümde göz göze geldik. O zaten bana bakıyordu. Tebessüm etmeye devam ederek, "Gerçekten gençliğinize çok benziyor olmalıyım. Çok dikkatli bakıyorsunuz," dedim, samimi bir ifadeyle. Leydi Nell, mahcup bir şekilde gözlerini kaçırırken, "Kusura bakmayın majesteleri," dedi, ellerini koyacak yer bulamamış gibi hareket ettirerek. "Yaşlılık işte," diye devam etti.

 

Ben de gülümseyerek başımı salladım. "Hiç sorun değil, Leydi Nell. Sizinle birlikte olmak gerçekten keyifli," dedim içtenlikle. Leydi Nell'in yaşlılıkla ilgili bu espri dolu tavrı hoşuma gitmişti.

 

"Annecim ne yaşlısı, sen hâlâ çok genç ve güzelsin," dedi Estelle, Leydi Nell'in koluna girip samimi bir tonla konuşurken. Aralarındaki sıcaklık ve samimiyet, gerçek bir anne kız ilişkisinin güzel bir örneğini yansıtıyordu. Onları izlerken, içimde hafif bir duygusallık hissettim. Leydi Nell, Estelle'nin sözleri karşısında minik bir gülümsemeyle başını salladı. "Teşekkür ederim, kızım," dedi nazikçe.

 

"Leydi Estelle tek çocuğunuz mu?" diye sordum, merakımı gizleyemeyerek. Kocasıyla olan yakın ilişkilerini gözlemlemiştim ve Estelle'nin ailenin tek çocuğu olup olmadığını merak etmiştim. Ayrıca, Fransız kökenli olmaları da dikkatimi çekmişti. Leydi Nell, nazik bir gülümsemeyle başını salladı. "Evet, tek çocuğumuz," dedi yumuşak bir ses tonuyla. "Estelle, bizim için mucizevi bir hediye. Onunla birlikte her anımızı değerli kılıyoruz. Aslında güzel Estelle'min bir ablası vardı," dedi, kaşlarım çatılırken. Leydi Estelle, hemen "Anne lütfen," diyerek annesinin elini daha sıkı tuttu. Onun gözlerindeki hüzün, ablasını kaybettikleri acıyı yansıtıyordu. Annesinin duygusal anılarla boğuştuğunu gören ben, hızla konuyu değiştirmeye karar verdim. "Üzgünüm," diye mırıldanarak dalgın dalgın atı sevmeye devam ettim. Bu ani ve duygusal an, içimde bir hüzün yaratmıştı. Ancak Estelle'nin ve annesinin hissettiklerine saygı göstermek için sessiz kalmayı tercih ettim.

 

"Evlat acısı çok başka kraliçem," diye devam etti Leydi Nell. Ses tonunda hüzün ve derinlik vardı. "Kaç sene geçti hâlâ ilk günkü gibi acı çekiyoruz. Estelle'm bize şifa olsa da her evladın sevgisi farklı oluyor." Onun bu samimi sözleri, kalbimin derinliklerine dokundu. Bir annenin kaybettiği bir çocuğunun acısını tarif etmesi zor olmalıydı. Bu sözler, anneliğin ne kadar kutsal ve hassas bir duygu olduğunu bir kez daha hatırlattı. Leydi Nell'in gözlerindeki hüzün, geçmişte yaşadıkları acıyı yansıtıyordu. Estelle'nin varlığı onlara bir neşe kaynağı olsa da, kaybettikleri evladın boşluğu asla tam olarak doldurulamazdı. Ben, sessizce başımı salladım, Leydi Nell'in sözlerini içime sindirerek. "Anlıyorum," dedim yumuşak bir ses tonuyla. "Anneliği henüz tatmadım ancak her evladın sevgisi gerçekten de benzersiz olmalıdır. Onların her biri, bize getirdikleri mutluluk ve güzelliklerle kalbimizi doldurur."

 

Yeni gelen kahverengi ata binmeye hazırlanırken boynumdaki kolyenin varlığını hissettim. Kıyafetlerimin altında gizli olan künyemle birlikte, göğsümde sakin ve güvenliydi. Ata yardımsız binerken bütün gözleri yine üzerimde hissederek bakışlarımı leydilere çevirdim. Bahçedeki sessizlik, adeta yüklü bir gerilimle doluydu. Tüm gözlerin tekrar üzerimde olduğunu hissetmem içimde bir tedirginlik oluşturmuştu. Leydi Estelle'in tebessümü ve destekleyici bakışları, içimdeki endişeyi hafifletti. Ancak diğer leydilerin şaşkın bakışları, içimde bir rahatsızlık yaratmaya devam ediyordu. Hayır neye bakıyorlardı acaba? Atın üzerinde duruşumda bir düzeltme yaparak, daha sakin ve asil bir görünüm sergilemeye çalıştım. Gözlerimi tekrar Leydi Estelle'e çevirdiğimde, onun sakin ve güven veren duruşuyla daha da dik leşe tek oturdum. Bakışlar üzerinden çekilmez kendi aralarımda fısıldaşma da başlamıştı. Sorunun ne olduğunu anlamaya çalışıp atın yularını tutarken bakışlarım yine leydi Estelle ile kesişti. O, diğer kızların aksine tebessüm ediyor ve oturuş tarzıma bakıyordu. Tabii ya, kadınların ata bacakları açık binmesi ayıp kaçıyordu.

 

Kimseye bir açıklama yapmadan ve ne diyeceklerini umursamadan atı yavaş yavaş hareket ettirmeye başladım. Bahçede, diğer kızlar seyislerin yardımıyla atlara binmeye çalışıyordu, ancak bir türlü başaramıyorlardı. Ben bir saniyede bindiğim ve hareket etmeye başladığım halde, hâlâ kimse ata oturamamıştı. Kibarlıktan öleceklerdi resmen. Üstelik leydiler, ata binerken iki bacağı aynı yöne doğru uzatıyorlardı.

 

Bu karmaşa içinde, Leydi Estelle beyaz atının yanına gidip tek hamlede otururken bacaklarını iki yana açarak bana göz kırpmıştı. Onun gülümsemesi, içimde bir zafer duygusu uyandırdı. Leydilerin şokla ve yüzlerini buruşturarak baktığını görünce keyfim daha da arttı.

 

Leydi Estelle yanıma gelirken, "Bütün sene bunu konuşacaklar, kraliçem," demişti kıkırdayarak. Onun bu espri dolu yaklaşımı, beni güldürdü ve içimdeki gerginliği bir nebze olsun hafifletti. Bu beklenmedik durumu Leydi Estelle'nin neşeli tavırlarıyla atlattığımız için minnettarım.

 

"Leydim, yarışa var mısın?" diyerek ona meydan okurken, o annesine kısaca göz attı. Yüz ifadesinde anlık bir endişe belirtisi gördüm.

 

"Annem söylenecek olsa da varım, kraliçem," dediğinde, "Lütfen Tuğra de," diyerek aradaki mesafeyi kaldırmaya çalıştım. Gözlerimde bir heyecan ve kararlılık vardı. Bu yarış, sadece bir eğlence değildi; aynı zamanda benim için farklı bir deneyimdi. Leydi Estelle'ye meydan okumak, içimdeki rekabet duygusunu ateşlemişti.

 

"Asla size isminizle hitap edemem," diye karşılık verdi.

 

"Peki o zaman," diyerek çitlerin dışındaki tepenin sonunu işaret ederek, "oraya ilk ulaşan kazanır leydim. Ben kazanırsam bana Tuğra diye hitap ederek bir sırrınızı vereceksiniz," diyerek şart koşmuştum. Kazanmak, hem kişisel bir gurur hem de Leydi Estelle'nin sırrını öğrenme fırsatıydı.

 

Leydi Estelle, gözlerinde bir kararlılık ve hafif bir şaşkınlıkla bana bakarken, bir an duraksadı. Belki de içindeki gizli sırların açığa çıkma ihtimali onu düşündürüyordu. Sonra, kararlı bir ifadeyle başını salladı. “Anlaştık," diyerek konuşmaya devam etti.

 

"İskoçya kraliçesinin bahis oynayacağı asla aklıma gelmezdi," diyerek kıkırdayan Leydi Estelle, "Baştan uyarayım, çok iyi bir biniciyimdir," diye ekledi. O esnada sadece tebessüm ettim ve "O halde ben kazanırsam, siz de bana bir sırrınızı vereceksiniz," dedim, kafamı sallayarak elimle yolu işaret ettim. Tam o sırada sarayın kapısından bahçeye çıkan erkekler görüş açıma girdi. Dougal'ın bedeni hemen dikkatimi çekti, aramızda epey mesafe olsa bile gözlerimiz anında kilitlenmişti. Lord Jack ve Estelle'nin babası Lord Alex de hemen yanındaydı.

 

"O zaman başlayalım," diyerek önüme döndüm, Leydi Estelle de atını hızlandırmaya hazırlanarak öne atıldı. Gözlerimizi tekrar ileriye çevirdik ve gökyüzündeki güneşin altında, bilinmeyene doğru ilerledik. İçimdeki savaşçı uyanmıştı ve artık hiçbir güç onu durduramazdı. Onunla birlikte aynı anda atımı öne sürerken, rüzgarın verdiği güçle başa baş ilerlemeye başladık.

 

Güneşin ışıkları, yemyeşil tepelerin üzerinde dans ederken, Leydi Estelle ile birlikte yokuş yukarı tırmanıyorduk. Her adımımızda, toprağın altındaki taşların çatırtısını duyuyordum. Rüzgar, saçlarımızı dağıtırken, bizi ileriye doğru iten bir güç gibi hissettiriyordu. Bacaklarım, atın karnına sıkıca sarılı, vücudum ise hafifçe öne eğilmişti. Ellerimi atın boyun kısmına hafifçe bastırarak dengemi koruyordum.

 

Rüzgarın hızla geçtiği yerlerde saçlarım ve kıyafetlerim dalgalanıyor, Leydi Estelle de benden farklı gözükmüyordu. Yanımda, benimle aynı kararlılıkla ilerliyordu. Gözlerindeki parlaklık ve hırslı bakışının yanı sıra yüksek sesle kahkaha attığını işitip ben de gülümsüyordum. Duruşumu daha da sabitleyerek hızımı arttırıp bir kafa boyu öne geçerken sadece önümüzdeki hedefe odaklanmıştım.

 

"Hadi," diye hırsla ilerleyen Leydi Estelle ile Rob'un öğrettiği taktikleri uygulayarak, sırtımı dik tutup atın enerjisini hissetmeye çalıştım. Sıkıca sardığım bacaklarımı arada sıkıp gevşeterek, hızını kesmemesini sağlıyordum. Gözlerim, tepenin sonuna az kalmışken, Leydi Estelle'nin son anda yaptığı hamleyi yan gözle görse de, gardımı indirmeden son bir güçle yönlendirme yaparken düzlüğe de ilk ulaşmayı başarmıştım.

 

Atı yavaşlatıp nefes nefese kalırken, Leydi Estelle'nin "vay canına" diye söylendiğini işitip, atın kafasını okşamaya başladım. Gözlerimiz buluştuğunda, aramızda bir dostluk ve rekabetin izleri vardı. Atın üzerindeki huzur ve özgürlük duygusuyla, Leydi Estelle ile aramızdaki yarışın tadını çıkarıyordum.

 

"Bu inanılmazdı, kraliçem," coşkulu bir sesle konuşurken, kaşlarımı imalı bir şekilde kaldırdım. Leydi Estelle anında, "Peki tamam, düzeltiyorum. Bu inanılmazdı, Tuğra," dedi.

 

"Böyle ata binmeyi nerede öğrendiniz diye sormayacağım bile. Kocanız kıtanın en güçlü savaşçısı," Leydi Estelle övgülerine devam ederken, ata binmemin Dougal'la bir ilgisi olmadığını söylemeden devam ettim. Beden dilimi kullanmayı iyi bilirim ve ata binmeyi de bilerek ikisini birleştirmem sayesinde iyi bir sürücüydüm sadece. Her ne kadar Dougal, savaşçılığıyla ünlü olsa da, ata binme yeteneğim tamamen kendi çabalarımın bir ürünüydü.

 

"Kimse etrafta yokken sözünüzün devamını da bekliyorum, Leydi Estelle," dedim, tepenin aşağısından gelen at seslerini duyarken. Leydi aşağıya göz attı, sonra atıyla dönüp tekrar benimle yüz yüze geldi ve düşünür bir ifadeye büründü.

 

"Aslında pek sırrı olan bir insan değilim," dediğinde kaşlarımı kaldırarak, "elbet vardır. O zaman karşılığında ben de sana kendimle ilgili bir bilgi verebilirim," diye devam ettim. Leydi Estelle'nin yüzünde mahcup bir ifade belirdi. İçinde sakladığı bir şeyler olduğunu hissedebiliyordum, ama ne olduğunu kestiremiyordum. Bu gizemli durum, aramızdaki ilişkiyi daha da ilginç bir hale getiriyordu.

 

"Yarışı siz kazandınız. Bilgi vermek zorunda değilsiniz ancak sizinle ilgili bir şey öğrenmek hoşuma gider, Majes... Tuğra," dedi, ismimi söylerken tebessüm ederek. Ardından ben konuşmadan onu beklerken devam etti.

 

"Pekala, o zaman şunu söyleyebilirim ki benim bir hastalığım var. Tedavisi mümkün değil ve birkaç kez ölümden döndüğüm söyleniyor. Bunu sadece ailem ve nişanlım biliyor çünkü hastalığımın sebebi bilinmiyor. Her gün kaynatılmış ısırgan otu içiyorum, hastalanmamak için." Leydi Estelle'yi dinlerken kaşlarım çatılmıştı. Bu beklenmedik açıklama beni etkilemişti. Bir an için sessiz kaldım, sonra içimden bir duygu dalgası geçti.

 

"Peki hasta olunca neler hissediyorsun?" Diye sordum detaylı merak ederek.

 

"Bir anda öksürmeye başlıyorum. Hiçbir sebep yokken boğazım yanıyormuş gibi nefes alamıyorum. Kalbim çok hızlı atıyor ve ölecekmişim gibi hissediyorum. Cildim kızarıp kabarıyor özellikle dilim şişmeye başlıyor. Isırgan otunu her gün içtiğim için bu belirtiler arada başıma gelse de daha hafif atlatıyorum" Bahsettiği belirtiler bana tek bir durumu çağrıştırmıştı. Ciddi bir alerjisi var gibi duruyordu. Melek daha iyi bilirdi gerçi.

 

"Peki bu durumu neden gizliyorsun?" Diye sordum. Estelle sıkıntılı bir nefes verirken saçlarını düzeltip anlatmaya başlamıştı.

 

"Lord Jack ile evlenmeme ailesi karşı çıkmıştı. Beni yanına eş olarak yakıştırmadılar çünkü ailem Fransız kökenli. Biz çok yakın iki arkadaştık ilk başta ancak birbirimize platoniktik de. Bunu ikimiz de itiraf edememiştik. Uzun seneler böyle geçti. Bir gün bana başka bir kadınla nişanlanacağını haber verdiğinde dünyam kararmış gibi hissettim. Kalbim öyle çok acımıştı ki onu sonsuza kadar kaybedeceğimi düşündüm. Ona arkadaş olarak yakın olmak bile bana yeterken başka bir kadınla evlenecek olması beni yıkmıştı. Ancak o anın verdiği gafletle tam bu tepede ona aşkımı itiraf ettiğimde aldığım tek cevap, harika bir öpücük olmuştu. Meğer o da benim gibi hissediyor, itiraf ederse arkadaşlığımı da kaybedeceği korkusuyla susuyormuş. Ardından nişanı bozdu ve buradayız" Dedi son cümlede tebessüm ederek. Onu dinlerken benim de yüzümde tebessüm oluşmuştu.

 

"Pekii, o zaman sıra ben de. Ben çok iyi ok atarım. Yanımdaki savaşçım Rob bana bu konuda harika dersler verdi, " dediğimde hem tepkisini ölçmek isteyerek bu bilgiyi vermiştim ancak beklemediğim şekilde leydi Estelle şok olmuş bir ifadeyle beni dinliyordu. Gerçekten bu söylediğime şaşırmıştı. Halbuki Lord Jack, Emir'in savaş becerileri için ima yaparak bildiğini belli etmişti. Eminim benim becerilerimi de biliyordu.

 

"Bu harika, lütfen bana da öğretin" Diyen leydi Estelle'ye tebessüm ederken kafamı da sallayarak cevap vermekten çekindim çünkü Dougal ile Lord Jack tepeyi aşmıştı.

 

"Demek buradasınız hâlâ. Siz gelmeyince birbirinize girdiğiniz ile ilgili iddiaya girmiştik," diyerek Dougal'a bakıp devam etti. "Yani ben iddiaya girmiştim ama kralımız bana cevap vermemişti" Jack yine oyuncu ifadesine geçerken gülümseyerek kurduğu cümleyle biz iki kadın da tebessüm ediyorduk.

 

"Tuğra ile biraz laflıyorduk hayatım" Estelle'nin yorumuyla Jack şaşkınca bana ve ona bakarken "Tuğra? İsimle seslenecek kadar yakınlaştınız mı? Kralım, sizinle bir at yarışı mı yapsak?" Diyerek şaşkınlığını belli etmişti ve hemen ardından Dougal'dan tarafa döndü. Cevap vermediğini anlayınca sözlerine devam etti.

 

"Ah kralım, hanımlar bizden birkaç adım öndeler demek ki. Biz sizinle hâlâ birebir görüşme bile yapamadık" Jack Dougal'a bakmaya devam ederken, Dougal onu ciddiye almadan yanıma gelerek atımın üzerinden elini belime koymuştu.

 

"İletişim konusunda kraliçem benim açığımı kapatıyor lordum. Biz biraz dolaşıp Galler'in güzelliklerini keşfedeceğiz. " Belime baskı uygulayınca kendimi bir anda havada, ardından Dougal'ın atının önünde buldum. Tek eliyle adam beni kendi atına almıştı. Estelle bu harekete kıkırdarken, Dougal Jack'in konuşmasını beklemeden atı hızla hareket ettirip bizi uzaklaştırmaya başlamıştı.

***

 

Galler'in eşsiz güzelliği, Dougal ile birlikte rüzgara karşı ilerlerken adeta masalsı bir atmosfer oluşturuyordu. Salık saçlarım sürekli yüzüme çarpsa da, Dougal'ın öpücükleri bu rüzgarın serinliğini unutturuyordu. Bir eli belimde sabitlenmiş şekilde, diğer eli ise belimin yanından uzanmış yuları tutarken aynı zamanda beni de sıkıca sarıyordu. Jack'lerle mesafemiz açıldıkça, eli yukarılara doğru kayarak göğsümün altına doğru okşayarak yol alıyordu.

 

Çayırlık alanda çiçeklerin enfes kokuları arasında ilerlerken, Dougal atı yavaşça sola çevirip bizi ormana doğru soktu. Yüksek çalılar ve sık ağaçlar arasında ilerlerken hızımız azaldı, ancak bu, yolculuğumuzun daha dingin ve huzurlu bir hal almasına neden oldu. Yavaşça ormanda ilerlerken doğanın derin sessizliği etrafımızı sardı. Kuşların melodik ötüşleri ve yaprakların hafifçe rüzgarla oynadığı sesler arasında adeta bir huzur bulmuştum. Dougal'ın atını ustalıkla yönlendirmesiyle birlikte ormanın içine doğru derinleştik. Güneşin ışıkları, yaprakların arasından süzülerek yere huzmeler oluşturuyordu. Dougal'ın nazik dokunuşları ve atın ritmik adımlarıyla, her anın tadını çıkartıyordum. Derin ormanın içinde gölgelerin oyununu izlerken, yanımda Dougal'la olmanın verdiği huzuru hissediyordum. Aramızdaki ufak dokunuşlar ve gülümsemeler, ortamı daha da samimi bir hale getiriyordu. Dougal'ın nazik dokunuşları, omzuma hafifçe değerken, içimde bir sıcaklık hissediyordum. Yüzümde bir tebessüm oluşuyor ve onunla olan bu yakın anların tadını çıkarıyordum.

 

"Seni çok özledim" Sözlerine kıkırdarken atı durdurmuş burnunu boynuma doğru yaklaştırmıştı. "Ben de çok," Dediğimde gıdıklanarak geri çekilmeye çalışsam da Dougal bana izin vermeden büyük bir öpücük kondurmuştu.

 

"Bu anlar dünyanın tüm karmaşasından uzak, sadece bizim. Seninle burada olmak, her şeyden daha değerli.”

 

Gülümseyerek yanıt verdim, iki eli de hassas yerlerimde gezinirken “Seninle paylaştığım her an benim için de çok değerli Dougal," dedim. Boynuma ıslak bir öpücük daha kondururken atın yavaş ritmiyle bedenlerimiz de birbirine değiyordu. "Hmm," Derken öpücükleri yavaşça dudaklarıma doğru çıkmaya başladı. Sırtımı tamamen göğsüne yaslarken biraz daha ona dönerek kolayca ulaşmasını sağlamaya çalıştım. Dougal’ın dudakları dudaklarıma değdiğinde, yine zamanın durduğunu hissettim. Her öpücük ilk öpücük gibiydi. Gözlerim kapalıydı ve sadece bu anın tadını çıkarıyordum. Onun nefesi hafifçe dudaklarımda geziniyordu. Kalbim hızla atıyordu sanki sonsuza kadar sürecekmiş gibi. Dougal’ın elleri kasıklarımda geziniyor, beni kendine çekerek bastırıyordu. Ben de ensesindeki saçlarla hafif oynarken ona tutunuyordum. Dougal’ın gözleri benimkilerle buluştu ve derin bir nefes aldı. “Seni seviyorum,” dedi fısıltıyla. Cevap vermeden gülümseyerek dudaklarına tekrar yaklaştım.

 

"Gitmemiz lazım" Dedim uzun diyebileceğim bir sürenin ardından zorla kendimi ayırdığımda. Konuşurken bile Dougal dudaklarıma öpücük kondurmaya devam ediyor, "hmm" Sesleri çıkartarak bir geri çekilip ardından yaklaşıp tekrar öpüyordu. "Gidelim," diye cevap verirken bile durum aynıydı. Nefeslerimiz birbirine karışmaya devam ederken gözlerimiz de birbirine kenetliydi. Dudaklarım çok şişmişti. Dougal beni öperken gözlerini hiç kapatmaz, beni izlerdi. Bu şekilde yeşillerine baktığımda onu direkt ruhumda hissederdim. Sanki ruhuma dokunuyormuş gibi.

 

Ormanın derinliklerinden çıtırtı sesi duyana kadar öpüşmeyi kesemedik. Duyduğumuz sesle aynı anda birbirimizden ayrılırken Dougal anında etrafı dinlemeye başlamıştı. Ben de onun gibi tüm algımı çevrede gezdirirken etrafımızın sarıldığını anlayıp panik oldum. Ayak bileğimde ayarladığım iç cebime sakladığım dikiş tutmazım dışında hiç silahım yoktu. Dougal da ise hiç yanından ayırmadığı kılıcı ile tam ortada kalmıştık.

 

"Saraya çok yakınız, geri dönelim hemen" Dougal konuşurken beni riske atmak istemediği için geri gitmeyi teklif ettiğini biliyordum ancak gidiş yolumuzdan da gelenler vardı. Henüz bedenlerini göstermemişlerdi. Kafamı olumsuz anlamda iki yana sallarken, "en az 50 kişi var," dedim. "Çok kalabalık!"

 

"Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim. Fırsatını bulduğun an kaçıp yardım çağıracaksın." Dougal, attan inerken beni de belimden tutup indirirken konuşmuştu.

 

"Ben ve kaçmak?" derken ileride kılıçlı bir adamı gördüm. Sıradan, eski bir kıyafetle eşkıya gibi dursa da bu kişilerin kim olduğuna emin olamıyordum. Lord Jack, kendi topraklarında bize saldıracak kadar yürek yemiş olamazdı. Saldıracaksa bile onun daha sinsi bir plan yaparak bu işten sıyrılmaya çalışacağını bilecek kadar tanımıştım onu. Bu topraklarda başımıza bir şey gelirse, İskoçya ve İngiltere buraya savaş açar, yıkar geçirirdi.

 

"Silahın yok aşkım" Dougal çevreye o kadar kilitlenmişti ki binici kıyafetimin ayak bileği kısmındaki cebinden çıkarttığım bıçağımı görememişti. Deminden beri her yerime dokunduğu için silahsızım sanmıştı. "Sen bulamadın yalnız, Senin kılıcından daha ölümcül" Diyerek gülümseyip gösterirken tam kafamın yanından hızla bir ok geçip ağaca saplandı. Dougal beni aniden kendinden tarafa çekerken "bir dahakine her yerinde gezindiğimden emin olacağım" Diyerek oktan kıl payı yırtmamı sağlamıştı. Pekii, büyük bir sorunumuz vardı!

 

"Sırt sırta verelim" Diyerek Dougal'ın arkasına geçerek sırtımı ona dayadım. Bağırma sesleriyle birlikte etrafımız sarılırken adamların gerçekten de daha çok kalabalık olduğunu görüp derin bir nefes aldım. Keşke telefon ya da telsiz olsaydı da Emir'lere haber verseydim diye de içimden geçirerek bıçağımı sıkıca tutmaya devam ettim. 'Bir daha canım sıkıldı diye söylenmeyeceğim' diye kendi kendimi azarlarken, arkamda Dougal'ın hareketlerini algıladım. Ona birileri saldırmıştı ve karşı koymaya da başlamıştı. Benim karşımdaki adamlar henüz atakta bulunmadan beni izlemeye devam ediyordu.

 

Sonunda birisi kılıçla karşıma doğru yürüdüğünde Dougal'a bakarak temkinli olmaya çalışıyor, beni ciddiye bile almıyordu. Sonuçta bir leydiydim değil mi? Adam göz ucuyla Dougal'ı izleyip bana tokat atmak için elini kaldırdığı an bıçağımı çoktan boynuna takıp yatay bir şekilde çekmiştim. Boynundan oluk oluk kan akarken karnına doğru ayağımı kaldırıp ani bir atakla elindeki kılıcı kapıp tekmemi de aynı anda savurarak yere düşmesini sağlamıştım. Tüm bu olanlar birkaç saniye içinde gerçekleşirken, Dougal'ın ciddi bir dövüş içine girdiğini arada sırtıma yaptığı baskıdan anlıyordum.

 

"Gelin bakalım, " Diye söylendim bir elimde bıçağım diğerinde kılıcı tutarken. İki elimi kullanmayı öğrettiği için Rob'a minnet duyarken kılıcı elimde çevirmeye başladım. İki adam aynı anda bana doğru koşarken Dougal'dan çok az uzaklaşıp yerde dizlerimin üzerinde kendimi sürükleyerek kılıcı sağdakine savurdum, aynı hızda kalkmadan bıçağımı soldaki adamın dizine sokup çıkartırken dengesini bozarak hızla ayağa kalktım. Adamı tutup sırtını kendime çevirip yaslarken geri geri giderek tekrar Dougal'ın sırtına yapıştım. Bıçağımı önümde tuttuğum adamın boğazının yan tarafından bir defa soktuğum bıçağı çıkartmadan beklettim çünkü bıçağı çıkarttığım an kan kaybederek geberip tüm ağırlığını bana yükleyecekti. Adamı tutmada tüm desteğim bıçağın kabzasında olurken diğer elimde kılıcı dik bir şekilde ileriye uzatmıştım.

 

Adamlardan geri kalanlardan altısı aynı anda bana koşarken küfür ederek bıçağı soktuğum boğazdan çıkartıp tüm kanın yüzüme ve üzerime dökülmesine aldırış etmeden gelen kişilerden korunmak için adamı önümde siper etmeye devam ettim. Birinin kılıcı önümdeki adamın karnına girerken yandan beline bıçak sokup çıkarttım. Diğer yandan gelene tekme atıp uzaklaştırırken uzun zamandır ilk defa korktuğumu hissettim. Dougal ile yalnız olmamız, bana veya ona en ufak bir zarar gelme düşüncesi beni esir alırken adrenalin seviyem hat safhadaydı. Belki de girdiğim her mücadelede Emir ve Rob da yanımda olduğundan ve şu an olmamaları yüzünden kendimi eksik ve yalnız hissediyor ve buhrana giriyor da olabilirdim ancak içimde sıkıntı vardı, Dougal için korkup bir an önce karşımdaki herkesi öldürmek için çok hızlı hareket ediyordum. Şimdiden bile nefes nefese kalmıştım ki ben nefesimi kontrol etmeyi iyi bilirdim. İçimdeki panik yüzünden kontrolü kaybetmiştim. Kendimi toparlamak adına derin bir nefes alırken önümdeki ölü beden de artık daha da ağırlaşmaya başladığı için sola savurup bıraktım ve karşıma çıkanlardan birinin burnuna sağlam bir tekme savurmak için zıpladım. Dougal'la yine aramı açmak zorunda kalmıştım. Karşıma çıkan çok iri bir adama kılıç soktuğumda ölmemiş, bana kılıcı geri savurarak karşılık vermişti. Kılıç darbesinden eğilip kurtulurken bıçağımı iki kere hızlı hızlı beline sokup çıkartmıştım. Etin çıkarttığı ses kulaklarıma dolarken adam hâlâ dimdik ayakta kan akıtırak bana karşılık vermeye devam edince sinirlenerek sırtına zıplayarak boynuna bacaklarımı sarıp bıçağımı defalarca bulduğum her boşluktan bedenine sokup çıkarttım. Adamın hareketleri yavaşlasa da hâlâ yere düşmemesine şok geçirip Dougal'ı da arada kontrol ettim. Kanaması olsa da iyi durumda gözüküyordu. Tam o esnada arkadan ona doğru gelen kılıç darbesiyle çığlık atarak "arkanda" Diye bağırdığımda Dougal çevik bir hareketle kendini yana kaydırıp darbeden sıyrılmış, ve aynı hızda arkadaki adamın kolunu tek kılıç darbesiyle kopartmıştı. Uzun boylu iri adamın boynunda oturmaya devam edip aşağıda kalanların kılıçlarına karşılık verirken diğer elimdeki bıçağı, üzerinde olduğum adamın boğazına sokarak çevirmeye başladım. Yavaş yavaş aşağıya doğru indiğimi hissederken adamın bedeni de gücünü çekmişti.

 

Adam yere düşmeden üzerinden zıplayarak yerde takla atarak Dougal'a yaklaşıp gelen darbelere karşı koymaya devam ettim. Çok az kişi kalmıştı çok şükür ki. "İyi misin?" Dougal'ın sesini duyup karşımdan gelen kılıca kendi elimdeki kılıcın keskin olmayan yüzü ile durdururken, diğer elimdeki bıçağı alttan karnına sokup çıkartmış, "hiç yaram yok" Diye cevap vermiştim.

 

"Aferin karıma," Dougal'ın sesiyle tüm endişelerim tuzla buz olurken gülümseyip bedenimin de biraz gevşediğini hissettim. Tam 7 kişi kalmıştı benim tarafımda. Biraz uzakta gördüğüm hareketlilik ile karşımdaki adamın erkekliğine tekme atarken, uzakta ok ve yaya sahip birisi dikkatimi çekmişti. Yine gelenler var diye düşünüp erkekliğine vurduğum adamı seri bir hamleyle önüme çekerken, karşıdan gelen ok savaştığımız adamlardan birine isabet etmişti. Oku atan beden görüş alanıma girerken, Lord Alex ile göz göze gelmiştim. Bakışlarımız buluşurken ikimiz de şaşkın duruyorduk.

 

Şaşkınlığına son verip yeni bir ok eline alarak yaya takarken, ben de kılıcımla önüme gelenle çarpışmaya devam ediyordum. Lord Jack'i yandan görürken, o hiç düşünmeden kendini savaşın ortasına atarak bizimle birlikte çarpışmaya başlamıştı. Lord Alex, uzakta durmayı tercih ederek yaşına göre oldukça çevik davranıp hızla ok atışına devam ederken, karşımda kalan adamlar sırayla yere düşmüştü. Arka tarafıma dönerek Dougal ve Jack'e destek vermek amaçlı hamle yapmak için hazırlanırken, adamın birine arkadan tekmeyi koyarak öne düşmesini sağlamıştım. Yere düşen adamın dizinde eklem bölgesine yandan sağlam bir tekme koyduğumda bir daha ayağa kalkamayacağına emin olarak Dougal'ın çarpıştığı iki kişiden birine bıçağımı fırlatarak kalbine girmesini sağladım. Ardından az önce diz eklemine tekme attığım yerdeki adamın karnına kılıcı dik sokup aşağıya çekerken bağırsaklarına kadar açıldığına emin olup yanından hızla uzaklaştım. Elimle gözümdeki kanı silerken ağzıma dolan bakır tadı yüzünden yüzümü buruşturup yere tükürdüm. Dougal herkesin işini bitirmiş, Lord Jack kalan tek adamla dövüşüyordu. Değişik sanatsal hareketler yaparak ancak kılıcı işini bilircesine kullanırken oldukça soğuk ve korkutucu duruyordu. Onun hamlelerine kısa bir bakış atarken Dougal hemen belimi tutup beni kendine çekmiş ve ellerini iki yanağıma koyarak yüzümü kontrol etmişti.

 

"Yaran ne durumda?" Diye sorduğumda hafif tebessüm ettiğini görüp elimi beline götürdüm. Dokunmamla hafif inlerken, "öldürücü değil," Diye mırıldandı. Lord Jack tarafında da inleme sesi duyarken bakışlarımız ondan tarafa döndüğünde karşısındaki adamı yere serdiğini gördük.

 

Hepsi bitmişti.

 

"Kim bunlar?" Dougal'ın sert sözlerinin hedefi Lord Jack'ti. Dougal'a cevap vermeden cebinden çıkardığı mendille yakasını temizlerken ayakkabılarına bulaşan kana iğrenç bir ifadeyle bakıp ayağını çimene silmeye çalışıyordu.

 

"Özür dilerim majesteleri. Benimle hiçbir alakaları yok. Eşkıya bunlar" diye devam eden Lord Jack'ten bakışlarımı çekip bize doğru gelen yaşlı adama dönmüştüm. Estelle'nin babası gerçekten de gözüktüğünün fazlasıymış ve yine yanılmamıştım. Kırık burnundan ve bakışlarından belliydi.

 

"Kraliçem siz?" Diyen yaşlı, uzun boylu Lord Alex, beni savaşırken görmenin şaşkınlığını hâlâ üzerinden atamamıştı. Adam beni her gördüğünde dumura uğruyordu. İlk başta eşine benzetip şaşırmış şimdi de birilerinin bağırsaklarını ve boğazını parçalarken görmüştü.

 

"Yardım için teşekkürler lordum" dediğimde bedenimin bir yanını Dougal'a yaslamıştım. Onun eli arkadan belime dolanıp göbeğimin üzerinde duruyordu. Lord Jack ile olay hakkında konuşuyorlar daha doğrusu Lord Jack'i neredeyse öldürecek şekilde azarlıyordu. Lord Alex ile bakışmaya devam ederken, "böyle savaşmayı nerede öğrendiniz kraliçem?" Diye sordu. Bu esnada Dougal hareketlenip yerdeki cesede uzanmıştı. Onun hareketiyle bedenimizdeki temas kopmuştu.

 

"Uzun hikaye lordum, peki siz? Ticaretle uğraştığınızı sanıyordum" dedim kaşlarımı kaldırıp elindeki yayı işaret ederken. O hedef almalarının kalitesini bilecek kadar Rob'u ok atarken izlemiştim. O esnada Dougal'ın Lord Jack'le konuşmaya devam ederek bana uzattığı bir şeyle bakışlarımı Alex'ten ayırıp, uzatılan bıçağıma bakışlarım kayarak uzanıp elime aldım. Dougal fırlattığım cesetten alarak üzerindeki kanları bile temizleyerek bana uzatmıştı. Alex'in de bakışları bıçağıma değerken kaşlarını çattığını gördüm normal olarak. Bu tarz bir işçilikte bıçağı ömrü hayatında ilk defa görüyordu.

 

"Hobi diyelim. Avcılığa ilgim var. Ancak sizin bir savaşçı olmanız beni şaşkına çevirdi. Hayatımda daha önce hiç kadın savaşçı görmemiştim. Üstelik siz İskoçya kraliçesisiniz." Alex bana oldukça tuhaf bakmaya devam ederken zarifçe gülümsemeye çalıştım ancak yüzümdeki kanlardan bu hiç mümkün olmamıştı. Lord Alex refleks gibi ani bir hareketle cebinden bir mendil çıkartıp bana uzatırken hiç düşünmeden mendili alıp yüzümü silmeye başlamıştım. Yüzümü silerken Dougal hâlâ Jack'i tehdit etmeye devam etse de Jack alttan alarak suçu olmadığını, böyle bir şey yapmak için sebebi olmadığını söyleyip duruyordu. Jack ile göz göze geldiğimizde elimdeki mendil kıpkırmızı olmuştu. Kaşlarımı kaldırırken o konuşmayı bitirip bana bakmaya başlamıştı.

 

"Kraliçem iyisiniz değil mi?" Kaşlarımı havada tutmaya devam ederek sinsi bir şekilde gülümsedim. Kafamda her şey artık çok daha netti. Lord Jack hiç şaşırmamıştı!

 

"Evet," Dedim mendili geri verip vermemek konusunda kararsızlık yaşayıp, vermeden cebime sıkıştırırken. Lord Jack yerdeki cesetlere kısa bir bakış atarak "bu kadar kişiyi ikiniz mi öldürdünüz yani, hakkınızda söylenenler gerçekten de abartı değilmiş" diye mırıldanmıştı.

 

"Kraliçenin üzerindeki lekeleri kimse görmeden bizi saraya sok," diye emir veren Dougal'la, Jack hemen kafasını sallayarak Lord Alex'le göz göze gelmişti. Lord Alex, "benimle gelin majesteleri" derken Dougal yerdeki cesetlerin üzerini aramaya başlamıştı. Bakışlarım ona dönerken "birazdan geleceğim aşkım, siz gidin" diye mırıldanmıştı. Lord Alex'e geri dönerek onunla birlikte uzaklaşırken, elimdeki bıçağımı tutmaya da devam ediyordum.

 

Az önce Dougal'la birlikte romantik anlar yaşayarak atla geçtiğimiz yerlerden, yaya bir şekilde Lord Alex ile geri dönüyordum. Yüzümü silsem de hâlâ kan lekeleri olduğuna emindim çünkü burada sıcak çatışma yaşarken boyumun kısalığından dolayı fışkıran kan ilk yüzüme dökülüyordu. Yanımdaki adam da yayını sırtına asmadan elinde tutmaya devam ederken benim hızıma ayak uydurarak sessizce ilerlese de, aklında soru işaretleri olduğunu biliyordum ancak o soru sormaya cesaret edemiyordu.

 

En sonunda boğazını temizleyen adamın "savaşmayı babanız mı öğretti majesteleri" Diye sorduğunu duydum. Sesi kendinden emin çıksa da yine de tereddüt vardı. Yürümeye devam ederken "evet babam öğretmek zorunda kaldı. Ben çok meraklı bir çocuktum. Bu konulara hep ilgim olduğu için kendimi yaralamamı önlemek adına öğretmekten başka çaresi kalmadı" dedim tebessümle konuşurken. Söylediğim her kelime yalandı elbette.

 

Lord Alex de benim gibi tebessüm ederken "çok başarılısınız. Gerçekten hayran kaldım. Sizi izlemekten hedef alamadım" dediğinde sesli bir şekilde kıkırdadım. Gerçekten çok içten gülme isteği gelmişti numara değildi yani.

 

"Lord Alex, bu hedef alamamış halinizse söyleyin de, olur da bir gün size meydan okuma cesaretini göstermeyeyim," dedim yaşını onure ederek. Lord Jack'in ne gibi oyunları vardı bilmiyorum ancak bu aile olaya çok dahil değildi. Kötü niyetli olduklarını da düşünmüyordum. Leydi Estelle, leydi Nell ve Lord Alex'e gerçekten kanım çok kaynamıştı. Sözlerimle Lord Alex, genç bir delikanlı gibi yüzü kırışarak gülerken sol elinin titrediğini fark ettim. Yemekte titremesi de dikkatimi çekmişti ancak bu titremeyle nasıl hedef alıyordu anlamamıştım. O da bakışlarımı takip edip eline bakarken, sağ elini titreyen sol elinin üzerini kapatmıştı.

 

"Normal zamanlarda böyle hep titriyor, yayı elime aldığımda anlıyormuş gibi titreme duruyor," dediğinde kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.

 

"Bu çok ilginç bir durum lordum. Ok ve yay sizin için bir hobiden fazlası sanırım. Baksanıza vücudunuz bile alışık" Derken gülümsesem de gerçekten ilginç bulmuştum bu durumu.

 

"Leydi Nell'i tavlamak için çok kullanmam gerekti kraliçem" dedi eşi gibi nahif bir ses tonuyla."

 

"Osmanlı'nın hangi şehirlerini gezdiniz lordum?" Diye sordum. Genelde Osmanlı konusunda Türkler ile konuşmamak ve sırlarımın belli olmaması için özellikle kaçınmış olsam da Lord Alex ile kendimi rahat hissetmiştim. Hem artık albay Onur Işık'tan çoğu bilgiyi öğrenip ezberlemiştim de.

 

"Başkent Konstantiniyye ziyaretim oldu" Yürürken birbirimize bakarak konuşmaya devam ediyorduk. Aramızda sıradan bir sohbet sürse de uzaktan bizi izleyen biri dehşete düşebilirdi. Her yeri kan içinde bir kraliçe ile titreyen sol el ile yay tutan yaşlı bir adam gülüşerek yürüyorlardı.

 

"Ben de orada doğmuşum ancak Edrene'de bir süre yaşadım. Türkler çok başka bir millettirler" dediğimde Alex'in gülümseyen ifadesi silinmişti.

 

"Ziyaretim sırasında ben de hayran kalmıştım. Ve itiraf etmem gerekirse taşını toprağını bile özledim." Lord Alex'in son cümlesiyle tebessüm eden suratım anında donuklaşarak yandan profilini inceledim. Son kurduğu cümle bana çok tanıdık gelmişti. Memleketini özleyen bir Türk'ün cümleleriydi bunlar! Emir'in burada sık sık kullandığı gibi...

 

"Kraliçem?" Lord Alex'in başka şeyler de söylediğini ancak şaşkınlıktan kaçırdığımı fark ederek panikleyerek yüz ifademi düzeltmeye çalıştım.

 

"İyiyim sadece yoruldum, biraz şurada oturalım mı hem karanlık çökerse saraya girmem daha kolay olur" dedim. Zaten ormanlık alandan da çıkmış çayır olan tepeye gelmiştik. Görülmemek için bilerek ata binmemiştik. Az sonra Dougal'lar da saraya gelmek için yanımızdan geçerlerdi.

 

"Elbette lütfen oturun, nasıl düşünemedim yorulmuş olmalısınız. Bir de yaşlı bu adamın boş sözlerini dinleyerek ayrıca yoruluyorsunuz, benim hatam" dedi büyük taşa bakarken. Ardından hemen ellerini üzerindeki cekete uzatıp benim için çıkartıp kayanın üzerine sereceğini anlayarak "ona gerek yok teşekkür ederim. Siz de oturun lütfen" diyerek kayayı işaret ederek bağdaş kurup yere çöktüm.

 

"Ayrıca hiç de boş değil. Her dakikası bana keyif verdi lordum. Osmanlı hakkında bilgiye sahip, daha önce gidip görmüş insanlar kolay kolay karşıma çıkmıyor. Sizinle bu konuda konuşmak hoşuma gitti" diyerek az önceki konuya geri dönmeye çalıştım. Lord Alex derin bir nefes alıp kayaya otururken, bakışları kısa bir an bana dönüp elindeki yayını yavaşça yere bırakmıştı.

 

"Çok uzun zaman oldu gideli. Her şey çok değişmiştir elbet" İstediğim konuya geri dönmenin verdiği rahatlamayla ellerimi arkaya uzatıp yasladım. Neden bu konuya takılmıştım bilmiyorum ancak içimden bir ses kurcalamamı söylüyordu.

 

"Az önce bir tımar adamın öldüreceği kadar çok adamla mücadele verdiniz. Sanki bunları yapan siz değilmişsiniz gibi rahat olmanız, babanızı daha da merak etmemi sağladı." Ona gülümserken "babam da sizinle tanışmaktan onur duyar, umarım bir gün tanışma fırsatı bulabilirsiniz," dedim.

 

"Ben sıradan, yaşlı bir adamım. "

 

"Üstelik çok da mütevazisiniz" diyerek tekrar gülümsemiştim.

 

"Mütevazı olmak önemli bir erdemdir. Her birimizin yaşamında önemli deneyimler vardır, sizin deneyimleriniz de sizi benzersiz kılar."

 

Ellerimi yasladığım yerden çekerek dik oturup gökyüzündeki gri bulutlara baktım ve havanın değiştiğini fark ettim. Tekrar bakışlarımı ona odaklarken, "Basit, sıradan ve yaşlı olmak da aslında karmaşıklığı anlamak demektir. Belki de sıradan görünen bir hayat, en derin hikayelere sahiptir." dediğimde bakışlarımız kesişmişti. Dudaklarının iki yana kıvrılmasıyla yüzünde kırışıklıklar oluşurken aslında çok yorgun görünüyordu. Kimdi bu insanlar ve neden beni kendilerine çekiyorlardı?

 

"Türk kahvesini özlüyorum" Bir anda ağzımdan çıkan cümleye ben de anlam veremezken Lord Alex'in gülümsemesi daha da büyüdü.

 

"Size bir sır vereyim majesteleri. Sevgili eşim leydi Nell'de, kızım da Türk kahvesi aşığıdırlar. Onlar için sürekli kahve aldırırım. Sarayda eminim size istediğiniz kadar ikram eder." Kaşlarım havaya kalkarken "ben içine bal koymayı çok severim yalnız" dedim alakasız bir şekilde. Aslında böyle bir şey hayatım boyunca hiç yapmamıştım. Ben tüm kahve çeşitlerini şekersiz, çaya da duruma göre bazen biraz şeker atarak severdim. Sözlerimle Lord Alex'in gülümsemesi donuklaşırken bakışları da gözlerime gitmişti. Uzun uzun gözlerime bakarken "göz renginiz çok eşsiz kraliçem" dedi.

 

"Evet öyle ancak annemin de benimle aynı tondu" diye yalandan cevap verdiğimde yüzünde büyük bir hüzün dalgası görüp kalbim son hız atmaya başladı. "Yaa," Demişti hayal kırıklığı gibi çıkan bir tonda. Sanki gözlerime bakarken bir şeyden umutlanmış gibi olup, ben olumsuz bir cevapla onun umudunu kırmışım gibi... Ya da ben mi kuruyordum bütün bunları kafamda. Kan kokusu mu çarpmıştı beni?

 

"Neden hüzünlendiniz? Yanlış bir şey mi söyledim?" diye sordum ellerimde titreme hissederek. Bütün vücudum işi gücü bırakıp kan pompalama yarışı yapıyormuş gibi, kalbimin atışı göğsümü delecek kadar çoktu. Neden böyle heyecanlandığımı da anlamıyordum.

 

"Estelle'min bir ablası vardı, kaybettik. O aklıma geldi kraliçem. Gözleri sizin gibiydi." Gözlerim dolarken defalarca yutkunup nefes almaya çalıştım. "Ah, sizi üzmek değildi niyetim" Diye devam ederken mimiklerimde oluşan değişiklikleri fark ettirdiğini anladım. Boğazımı temizlerken cevap veremeden elim de kıyafetimin üzerinden kolyeme gitti. Aklıma leydi Nell ve Estelle geldi. Yüz hatları, hareketleri... Beni Nell'e benzetmişlerdi. Hatta şok olmuşlardı ancak ben bir benzerlik göremediğim için bu durumu çok önemsememiştim. Brad'in anne ve babası Hüseyin ve Eliza'nın anlattığı hikayeler doldu aklıma. "Annen Nur kısa boyluydu ama çok hoş bir kadındı. Senin boyun ve huyun aynı baban" demişti. Babam Ali için söylediklerini zihnimde tartarken okçuluk hakkında bir bilgi aradım ancak böyle bir şey anlatmamışlardı. Tepenin aşağısından, saray kısmından gelen at seslerini duyarken hızla soru sordum.

 

"Kızınızın ismi neydi" Soruma Alex şaşırsa da gelen at seslerinin olduğu tarafa kısaca bakıp soruyu kafasında tarttı. Bu bilgiyi öğrenene kadar gerekirse tüm aileyi tek tek sıkıştıracaktım. Gelen atlı her kimse biraz daha yavaş gelse iyi olurdu.

 

Alex tekrar bana dönerken "isim koymamıştık henüz," diyerek hayal kırıklığına uğramamı sağlarken elim de boynumdan uzaklaşmıştı. Tepeden atıyla Rob, Emir ve leydi Estelle'yi bir arada çıkarken gördüğümde kanlı izli yüzüm ve kıyafetlerimle Emir'le uzaktan göz göze gelmiştim. Ardından Rob'a dönerken ikisi de beni inceleme altına almış gibi aşırı derecede endişeli duruyorken beni gördükleri an yüzlerindeki rahatlamayı seçebilmiştim. Yanlarında ki beyaz atta bana doğru gelen Leydi Estelle ise bana çok ilginç bir tabloyu anımsatmıştı. Ata biniş şekli, başını dik tutuşu... sanki karşıdan Emir, Rob ve Tuğra üçlüsü geliyor gibi his uyandıran beynime küfür ederek az önceki hayal kırıklık cümlesini aklıma getirip düşünceleri kafamda kovdum.

 

Atlılar bize çok yaklaşmışken Lord Alex ayağa kalkarak bana elini uzatma inceliğini göstermişti. Az önceki sohbet yüzünden yüz hatları hâlâ üzgün dursa da elini tuttuğum an bana gülümsemiş ve yıllar boyunca aklımdan çıkaramayacağım o cümleyi kurmuştu.

 

"İsmini vermemiştik ancak göz rengi yüzünden Mil diyorduk eşimle... " Demişti.

 

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%