Yeni Üyelik
67.
Bölüm

67. Bölüm

@ebrumelek

 

 

Atlılar bize çok yaklaşmışken Lord Alex ayağa kalkarak bana elini uzatma inceliğini göstermişti. Az önceki sohbet yüzünden yüz hattı hâlâ üzgün dursa da elini tuttuğum an bana gülümsemiş ve yıllar boyunca aklımdan çıkaramayacağım o cümleyi kurmuştu.

 

 

"İsmini vermemiştik ancak göz rengi yüzünden Mil diyorduk eşimle... " Demişti.

Bal!

 

 

Elbette Balca diyemezdi, neden Osmanlı'ya ait bir Türk ismi koyduklarını açıklayamazdı elbette.

 

 

Bu insanlar, yani aslında benim ailem! Yıllardır saklanarak yaşıyorlardı.

 

 

Kimliklerini, isimlerini, kim olduklarını saklayarak yıllar geçirmişlerdi. Belki de içlerinde bile kim olduklarını saklayarak, geçmişlerini karanlıkta bırakmışlardı. Ancak şimdi, yıllar sonra, tam karşımda duruyordu.

 

 

Ben, onların kızıydım...

 

 

Tam, şu an karşımdaydı! İlk defa...

 

 

Buna zaten çok zor ikna olmuşken, kanlı canlı karşımda görmek beni çok farklı etkilemişti şu an. Dumur olmuştum. İstemsizce daha önce incelemediğim her yerinde gezdirdim bakışlarımı. Kırık burnuna biraz daha dikkatli baktım. Kaçarken mi olduğunu merak ettim. Yüzünde belirginleşen çizgiler, geçmişte yaşadığı zorlukları yansıtıyordu belki de. Derin bir çatışma ve karmaşa hissedebiliyordum onun bakışlarında. Gözlerinde bir hüzün beliriyor, dudaklarında ise belirsiz bir gülümseme oluşuyordu, sanki yıllar boyunca sakladığı duyguların yüzeyine yeni yeni çıkıyordu. Kırık burnuyla, sert bir dış görünüşe sahip olsa da, gözlerindeki yumuşaklık ve içsel çatışma, onun aslında derin duygulara sahip biri olduğunu gösteriyordu.

 

 

Onların yaşadığı zorlukları, sakladıkları kimliği ve duyguları düşündükçe, kalbimde bir acı hissettim. Onlar da benim gibi yıllar boyunca bu sırlarla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Ben buraya geleli 2. Senenin içindeyken, onlar 24 senedir saklanıyordu.

 

 

Şehzade Ali yani Lord Alex, Nur hatun yani leydi Nell'e dönüştürmüşlerdi kimliklerini.

 

 

Emir ve Rob'un beklenmedik kucaklamasıyla, düşüncelerim bir an için dağılıp yok oldu. İkisinin de endişeli sesleri kulaklarımda yankılanırken, donuk bir ifadeyle yüzlerine bakıyordum. Sorularına cevap bile veremeden, bedenimde Emir'in hızla dolaştırdığı eli ve Rob'un yüzümü kendine çevirmesiyle dikkatim dağılıyordu. “Tuğra, iyi misin?" diye sorduklarında bile, şaşkınlık içinde onlara bakıyordum. İncelemek, anlamaya çalışmak istiyordum, ancak kafam karışmıştı. “Bir yarası yok," diye seslendi Emir, ama ben hala kendime gelememiştim. Gözlerimi Alex'e çevirdim tekrar, sürekli bakmak istiyordum. Düşüncelerimde bile nasıl hitap etmem gerektiğini çözememiştim onlara.

 

 

"Şokta," Diyen Emir'le yüzümde ani baskı hissedip sudan çıkıp nefes alırcasına kendime gelerek kafamı geriye çektim. Rob, beni kendime getirmek için önce ufakça yanağıma tokat atmış, aynı anda Estelle iç çekerek şoka uğramıştı.

 

 

"Ben iyiyim," dedim, gülümsemeye çalışarak, ancak başarılı olamadım. Estelle'nin "Neler oldu baba?" diye sorduğunu duyunca, bu sefer bakışlarımı ona çevirdim. Bir kız kardeşim olduğunu düşünmek bile garip geliyordu. Gerçek anlamda kan bağım olan bir kız kardeşim vardı, Leydi Estelle...

 

 

O da şaşkınlık içindeydi, sonuçta bir kraliçeydim ancak benim durumum yüzünden herkes panik olmuştu, haklı olarak. Leydi Estelle'yi incelemeye devam ettim, daha önce gözden kaçırdığım detaylara odaklanarak. Her şeyi tanıdık hissetmek, her şeyi incelemek istiyordum, belki de bu, tanıdık bir şey bulmak için içimde doğan bir dürtüydü. İlk karşılaştığımızda, bu hisle doğduğumu hatırladım. Gerçekten de, 'kan bağı' dedikleri şey doğruymuş.

 

 

Lord Alex'in sözleriyle dikkatle ona döndüm, ona odaklanarak dinlemeye başladım. Gözlerim arasından mimiklerini kaçırmadım, bakışlarımı ona sabitleyerek devam etmesini bekledim. Sözlerinin sonunda, "...biraz geç kalsak da ikisi de sağ salim kurtuldu" dediğinde transa girmiş gibi onu izliyordum.

 

 

Kaşlarını çattığını fark ettiğim Lord Alex'den bakışlarımı çekmem gerektiğini bilsem de sürekli dikkatle ona bakmayı sürdürdüm. Leydi Estelle'nin korku dolu iç çekişini duyunca, istemsiz olarak ona döndüm. Zarif sesi kulaklarıma geldiğinde, yüzümdeki kan lekelerine baktı ve korku dolu bir ifadeyle, "Majesteleri iyi misiniz gerçekten de? Bu kan, krala mı ait?" diye sordu.

 

 

Konuşurken dudak hareketlerinden gözlerine çevirdim bakışlarımı. Lord Alex hâlâ benim tuhaflaşmamı garip buluyormuş gibi beni izlerken, sessizlik ortamı kaplamıştı. Herkes bana, ben de Leydi Estelle'ye bakıyordum.

 

 

"Tuğra!" Emir'in baskın sesiyle irkilerek daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Bir an için ona bakakaldım, ardından hızla kafamı sallasam da, "iyi misin?" diye devam ederken "iyiyim" dedim, sesimde hafif bir titremeyle. Ardından sesimi kontrol ederek devam ettim.

 

 

"Kan, eşkıyalara ait" dedim sorulan soruyu hatırlayıp. Emir ve Rob'un sorgulayan bakışlarına aldırmadan devam ettim. "Dougal ve Lord Jack'in şimdiye gelmeleri gerekiyordu ama hâlâ ortada yoklar" Farkına vardığım gerçekle bir an kalbimde korku tohumları filizlenerek bakışlarımı az önce Alex'in oturduğu kayaya çevirdim.

 

 

"Ona bir şey olmaz. Ben gider bakarım" Rob'un sözleriyle rahatlayarak nefesimi dışarıya verirken "iyi olduğuna emin misin? Hemen gidiyorum bak endişelenme," diyen Rob'a hızlı hızlı kafamı sallayarak onayladım. Az önceki tuhaflığımın sebebinin Dougal olduğunu düşünüyor olmalıydılar sanırım. Leydi Estelle ise saldırı yüzünden şokta olduğumu düşünse de Lord Alex sorgulayan gözlerle bana bakıyordu.

 

 

"Majesteleri," diyerek Leydi Estelle koluma girdiğinde, sanki elektrik çarpmış gibi irkildim. "Sizi bu konuda uyarmalıydım, çok özür dilerim. Maalesef, sarayımız sık sık saldırılara maruz kalabiliyor. Bölgede eşkıyalar terör oluşturmuş durumda," dedi. Leydi Estelle'nin sıcak kolunu hissederken, sözleriyle birlikte Emir'le göz göze geldik. Aramızda sessiz bir an oluştu oluştu.

 

 

Emir'in sinirle konuşurken kaşlarını çatarak belirgin bir tavır sergiledi: "Tuğra terör temizlemeyi sever, nerede olursa olsun. Ancak bir daha böyle bir mücadeleye girişirken yanında olduğumdan emin olsan iyi olur."

 

 

Rob, sessiz bir şekilde onaylayıcı bir mırıltıyla ekledi "Bir köşede benim de olduğuma emin olman gerek. En azından yakın konumlarda olduğumuzu bilmeden kılıçlara atlamamanı tercih ederim."

 

 

Emir'in sinir dolu cümleleri ve Rob'un sessiz katılımı, ortamın atmosferini bir an için sessizliğe büründürdü. Ancak bu sessizlik, bizim aramızdaki güçlü bağın ve birlikte geçirdiğimiz zorlu mücadelelerin bir göstergesiydi.

 

 

Emir, gözlerini kısarak, sanki bir şeyden emin olmak istermiş gibi ellerini beline dayayıp gözlerimin içine bakarak konuşmaya başladı. "Oraya ilk gittiğinde çişin vardı, değil mi?" dedi, çirkef bir tavırla. Estelle'nin ağzından şaşkın bir nida dökülüp elini ağzına kapatarak şaşkınlığını gizlemeye çalışırken, Rob dayanamamış olacak ki dudaklarını iki yana kıvırdı.

 

 

"Hayır..." diyeceğim sırada, Emir işaret parmağını uzatarak dudağıma dokundu ve sözümü keserek devam etti: "Sakın itiraz etme, vardı eminim. Ben sana ne demiştim Rob, görüyorsun değil mi? Göreceksin kızım sen, seni rezil edeceğim," dedi. Bu sözlerle Estelle'nin artık şoktan gözleri dışarı fırlayacak gibi bizi izliyordu. O an, içimdeki öfke ve şaşkınlık birbirine karışmıştı, ancak duygularımı dışa vurmak için doğru bir an değildi. Yine de dilimi çözmeye ve beni kendime getirmeye yetmişti.

 

 

"Sussana," dedim, dişlerimi birbirine bastırarak. "Hayır, tuvaletim falan yoktu." Emir eğilip gözümün içine bakmıştı yine.

 

 

"Valla yoktu," dedim, onu susturmaya çalışarak çünkü o söyleyince uzun süredir tuttuğum tuvalet ihtiyacım aklıma gelmişti. Bunu ona söylemeyecektim elbette!

 

 

"Çok şükür totem iptal o zaman," Emir'in sözleri bitince Alex, bakışlarını benden ayırıp araya girerek, "Yoksa siz Müslüman mısınız?" diye sorduğunda, üçümüzün de kafası aynı anda ona döndü. Bu beklenmedik soru karşısında o bizden daha şaşkın duruyordu. Çünkü daha küçük yaşta Osmanlı'dan ayrıldığımızı sanıyordu.

 

 

Tebessüm etmeye çalışarak "Elhamdülillah" dedim. Alex, saçlarıma bir an bakıp ardından tekrar bana döndüğünde yüzünde tatlı, sevecen bir gülümseme belirmek üzereydi. Ancak öncesinde, kızı Estelle ile çok kısa bir an göz göze gelmişlerdi. Manidar bir bakıştı. Birbirlerine olan anlayışın izlerini taşıyan, saliselik bir bakış. Emir'le aramızda olan gibi.

 

 

Bu insanlar, kendilerini fiziksel olarak gizledikleri gibi yıllarca dinlerini de gizliyor olmalıydılar. Sakallı Ahmet Veli Paşa'nın hâlâ onları aradığı düşünülürse, Galler'de yaşayan Müslüman bir aile ilgisini çekebileceği için her ayrıntıyı düşünerek yıllarca kaçak hayatı yaşamış olmalıydılar. Bu düşünceler, zihnimde yeni bir anlayış ve merak uyandırdı, çünkü aralarındaki gizemi ve çekiciliği daha derinlemesine anlamak istediğimi fark ettim.

 

 

Şehzade Ali... Hâlâ inanamıyordum. O, tam da asalet ve gizem dolu havasıyla karşımdaydı.

 

 

Ben Balca'yım desem, hayat bizi hangi yollara savururdu?

 

 

Zamanda 300 sene öncesine gitmek, orada aşkı bulup evlenmek ve o dönemde yaşamak, mantığımca belki bir yere kadar kabul edilebilirdi. Ancak 2002 yılında doğmuş bir kadın olarak, biyolojik ailemi tam da burada bulmak, işte bu beni bile aşıyordu...

 

 

Duygusal karmaşa içinde, zamanda ve mekanda kaybolmuş gibiydim. Geçmişle bugün arasında sıkışıp kalmış bir ruh olarak, geçmişin sırlarını ve geleceğin belirsizliklerini taşıyordum. Bu gerçeklik, benim için ne kadar da çarpıcı ve sarsıcıydı! Hüseyin'lerle bunu konuşmak ve öğrenmek, zaten başlı başına büyük bir adımdı. Ancak gerçeği kanlı canlı karşımda görmek olayı bir adım daha ileri taşıyarak duygusal yoğunluğu arttırıyordu. İçimde karmaşık duygular dalgalanıyordu. Şaşkınlık, endişe, belki de kabullenme... Tüm bu duygular bir arada dans ediyordu içimde, beni adeta yutup götürmek için yarışıyorlardı. Gerçeği yüz yüze görmek sadece zihinsel bir süreç değil, aynı zamanda derin duygusal bir deneyimdi.

 

 

Ve bunu kaldırabileceğime inanmıyordum...

***

 

 

"Yemeği beğenmediniz mi majesteleri?" Alnıma dökülen saç tutamımı geriye iterken bu kelimeden ne kadar irrite olduğumu düşünüyordum. Dougal'ın küçük düşmemesi için kibar, zarif ve gerçek bir leydi gibi tavır takınmak zorunda kalsam da bu maskelerimi ustalıkla yapabildiğim için sık sık kendimi tebrik ediyordum. Dougal'da sıkıntılı olduğum zamanları anlayıp çevik bir şekilde konuya dahil olup konuyu çevirdiği için, aristokraside ben de onu küçük düşürmemek için bazı fedakarlıklar yapmak zorunda olduğumun bilincinde, ortama su misali uyum sağlamak zorunda kalıyordum.

 

 

Her şey senin için sevgilim...

 

 

"Evet," Verdiğim kısa cevapla bana soruyu soran leydi, sanki hayatında duyduğu en egzotik kelimeyi söylemişim gibi hayransı bir şekilde iç çekti. Göz devirmemek için kendimi zor tutarken Dougal'ın elini masanın altından bacağıma koymasıyla hafifçe boğazımı temizleyerek yerimde dikleştim.

 

 

Saldırıdan sonra beni gizlice saraya sokmuşlardı. Estelle odama banyo suyu getirerek kandan arınmamı sağlamıştı. Ardından Rob yanıma gelip Dougal'ın iyi olduğunu, saraya geldiklerini ancak Lord Jack ile toplantıda olduğunu söylemişti. Söylediğine göre yarasına da toplantı sırasında baktırmış, Jack'e de adeta ateş püskürmüştü. Lord Jack ona ay boyunca yapılan saldırı kayıtlarını, yaralanan veya ölen Galler halkının isimlerini ve sayılarının yazılı olduğu raporları göstermiş ve eşkıyalardan sorumlu olmadığını kanıtlarıyla anlatmaya çalışmıştı. O gece Dougal odaya sabaha karşı gelmişti. Yorgunluğu gözlerinden okunurken ona bir şey soramamış, konuşmayı sabaha bırakmıştım ve hiç uyumadan kahvaltıya inmiştik. "Lord Jack somut olarak kendini aklıyor. Ne sorarsam sorayım cevabı hazır. Cevaptan ziyade kanıtları ve delilleri de var. Saldırının onun tarafından gelmediği açık" demişti kahvaltıya inmeden hemen önce, yatakta başını göğsüme yaslamış derin nefesler alırken. Saldırı olayı ve toplantıda yaptıkları konuşmaları anlatırken göğsüme yatmayı tercih etmişti.

 

 

"Yine de!... " Dougal'ın yumuşak saçlarını elimle nazikçe tararken sormuştum çünkü ses tonunda bir gariplik vardı.

 

 

"Yine de," dedi iç çekerek kafasını hafif kaldırıp gözlerimin içine bakmıştı. "Bilmiyorum, her şey mantık çerçevesinde. Tüm ticaret anlaşmalarını inceledim. Vergi oranlarını, halkın gelir ve giderlerini ve daha bir sürü belge... Hiçbir hatası yok. Ya çok iyi bir lider, -ki o zaman kuzeni yerine eski İngiltere tahtına onun çıkması daha uygun olurmuş- ya da büyük sırlar saklıyor. Sadece çok iyi sır saklayan birinin hiçbir eksisi ortaya çıkmaz. Bize karşı çok nazik ve misafirperver davransa da iç güdülerim bu odada bile hep tetik halde Tuğra" diye bitirmişti cümlesini. İşte o an, ona Lord Alex ve leydi Nell ile keşfettiğim gerçeği söylemek dilimin ucuna kadar gelmişti fakat Dougal'ın dudaklarıma saldırmasının ardından tüm zihnimi kısa bir süreliğine boşaltma fikri bana daha cazip gelmişti. Nasıl olsa ben hazır olduğumda ve bu gerçeği kabul edip benimsediğimde, ilk söyleyeceğim insanlardan biri Dougal olacaktı.

 

 

"Yarın sabah ülkemize dönüyoruz. Konukseverliğiniz için memnunuz Lord Jack. Her ne kadar savunma konusunda eksikleriniz olsa da zamanla eksik yönlerinizi onaracaksınızdır" Dougal'ın sert çıkan sesindeki sözleri yemek masasına bomba gibi düşerken herkes yemeğini yemeyi bırakmıştı. Leydilerin yanakları korkudan kızarırken bakışlarımı sırayla herkesin üzerinde gezdirmiştim. Estelle mahcup bir şekilde bana bakışlarını yakalarken, aynı bakışı Lord Alex"te de gördüm. Masada rahat rahat yemeğini yiyen sadece Emir'di ancak onun belli etmese ve kimseye bakmasa da tetik beklediğini biliyordum. Aynı şekilde tetik bekleyen Rob, sadece Dougal'a odaklıyken ondan gelecek bir sözle masadaki herkesi doğrayacakmış gibi ifadesiz ve soğuk duruyordu. Fakat Lord Jack'in tam arkasında bekleyen kısa boylu adını hâlâ bilmediğim, ketum sağ kolunun bir eli kılıcının kınına uzanmıştı. Şu an herkes gergindi.

 

 

"Büyük Dougal'ı ağırlamak her insana nasip olmaz majesteleri. Sizi iyi ağırlamak için elimden geleni yaptım ancak dış tehditler için tekrar özürlerimi diliyorum" Bu sefer de salonda bulunan Galler askerlerinin yüzlerinden şaşkınlık ifadesi geçmişti. Hatta leydi Estelle bile şaşkın duruyordu. Ortamı yumuşatmak için hafif gülümseyerek boğazını temizlerken narin sesi duyuldu.

 

 

"Ah lordum, demek siz özür dilemek adlı sözcüğün varlığını biliyormuşsunuz," Gülümsemesi genişlerken bakışlarını bizden tarafa çevirdi. Politik ve zeki bir kızdı leydi Estelle ancak kurnaz olduğunu yeni fark ediyordum. Onun hakkında her geçen dakika yeni bir şeyler öğrenmek içten içe beni mutlu ediyordu.

 

 

"Kralım, Lord Jack bu yaşına kadar kimseden özür dilemedi. Sizin gibi büyük bir savaşçıya çok saygı duyuyor. İsminin şanı, kral unvanının önünde olan tek kral sizsiniz ve burada bizimle olduğunuz için çok memnunuz. Sizi tekrar ağırlamak isteriz" Evet, Estelle gerilimi kurnazlıkla geçiştirmişti ve Dougal'ın az önceki bir anlık sinirle parlamasının önüne geçtiğini düşünüyor olmalıydı ancak sadece benim bildiğim bir şey vardı. Dougal asla sinirle parlamazdı. En sinirli anında bile kafasında başka teraziler kurardı ve sinirli olarak gösterirdi kendini. Halbuki az önce masadaki tüm soylulara saldırıya ya da ona yakın bir duruma maruz kaldığını belli etmişti. Bunu planlamıştı. Gelirleri incelerken Lord Jack'in soylulardan çok yatırım aldığını görmüştü. Lord Jack'e tam güvenmediği için güçlenmesi işimize gelmiyordu.

 

 

Lord Jack masadaki tereddütlü soylu gözlerinin altından boğazındaki fuları çekiştirirken, Dougal çoktan yemeğine geri dönmüştü. Eli de hâlâ masanın altından dizimin üzerindeydi elbette. Kafamda bir dünya düşünce varken önümdeki tavuk etine odaklanmaya çalışsam da başaramıyordum. Ardından yemek kısa bir süre sessiz devam etmiş, bu sessizlikten sonra soylulardan biri Osmanlı ile başlattığımız ittifak hakkında yorum yapınca, tüm konu gidişatı o şekilde ilerlemişti. Herkes bu anı beklemiş gibi sohbete dahil olunca ister istemez onları dinlerken, Lord Alex ve leydi Nell'in tepkilerini gizlice incelemiştim. Hiç fire vermiyorlardı. Yorum yapmıyorlar ve ifadesiz bir şekilde yemeklerine devam ediyorlardı. En ufak bir gerilme belirtisi bile göstermedikleri için yıllardır bu konuda ne kadar ustalaştıklarını fark ettim. Soylular, Osmanlı'ya karşı gizli hayranlık besledikleri açık bir şekilde konuşurlarken, bunu sakladıklarını sanarak küçümseyici imalar da yapmaktan çekinmiyor, sanki tüm dünya siyasetini kendileri yönetiyormuş gibi yorum yaparlarken ve Osmanlı hakkında -doğulular- şeklinde konuşulurken dahi Osmanlı şehzadesi mimik oynatmamıştı. Ben bile bir ara sözler kanıma dokunduğu için müdahil olarak Osmanlı hakkında söyledikleri yanlış bilgileri, geniş Dünya ve Osmanlı tarihi bilgilerimi konuşturarak onları kırmızı suratla, ne diyeceklerini bilemeyecek durumda bırakırken ve Osmanlı'dan özendikleri kıyafet modasına bile girerek iyice morarmalarını sağlarken dahi Lord Alex sağır numarası yapmaya devam etmişti...

***

 

 

Yarım saat içinde yola çıkıyorduk. Bahçede toplanmış kalabalık arasında at arabamıza doğru ilerlerken Lord Jack Dougal ile yanımızda yürüyordu. Elbisemin altına buraya gelirken giydiğim kargo pantolonla siyah kazağımı giymiştim ve araba yola çıkar çıkmaz bu lanet elbise de üzerimden çıkacaktı.

 

 

"Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum majesteleri. 3 ay sonraki düğünümü sizi tekrar göreceğim için daha bir sabırla bekliyor olacağım" Dougal, Lord Jack ve Alex ile konuşarak yürümeye devam ederken, leydi Estelle'nin sesiyle adımlarımı durdurmuş ve bedenimi ona çevirmiştim. Yanında bekleyen annesine kayan bakışlarım olması gerekenden daha uzun gözlerinde kalırken, kendimi toparlayarak tekrar Estelle'ye döndüm.

 

 

Estelle... Acaba Türkçe bir ismi var mıydı? Neden şu an bunu merak ediyordum? Onların da bir şekilde yanımda gelmesini istesem de, Rob'un yakında olacak evliliği sebebiyle Dougal'ın Osmanlı sadrazamı için tahsis ettiği sınırdaki bölge yüzünden şu an gelmeleri mümkün değildi. Hele ki sakallı Ahmet Veli Paşa'nın, hâlâ peşlerinde olduğunu ve gizlice izlerini araştırdığını bilirken. Yıllardır buradalardı ve güvendelerdi. Onlara şu an kim olduğumu söylersem beni bırakmak istemeyebilir ve peşimden gelirlerdi. Böylece yıllardır saklanmaları boşuna olurdu.

 

 

"Ne konuşmuştuk Estelle?" Yüzümde tatlı bir ifade varken tek kaşımı havaya kaldırmıştım.

 

 

"Affedersin, hâlâ garip geliyor. Yani siz, sen kraliçesin ve sadece Tuğra demek... " Elimi uzatıp elini tuttuğumda kelimelerinin devamı anında kesildi.

 

 

"Tekrar görüşeceğiz. O zamana kadar kendine iyi bak" diyerek ve içimden gelerek ona sarıldım. İçimde gerçek sevgiyi hissederek sarılırken gözlerimi de kapatmış, Estelle'nin gizlice kokusunu almaya çalışıyordum. Burnuma ismini bilmediğim fakat çiçek olduğuna emin olduğum bir koku dolarken hafifçe tebessüm ettim. Ardından gözlerimi açarak tam yanımızdaki leydi Nell'e baktım ve nasıl olduğunu anlamadan Estelle'den ayrılıp kendimi ona sarılırken buldum. Bu yaptığım pervasızlık için ya deli olduğumu ya da bir arkadaş şefkatine aç olduğumu düşünebilirlerdi belki ancak asıl sebebini asla tahmin edemezlerdi. Nell'in bedeni ilk sarıldığımda kaskatı kesilirken her geçen saniyede yavaş yavaş gevşemeye de başlamıştı. Ondan burnuma çiçek değil ancak daha farklı, sıcak ve güvende hissettiren bir koku dolarken duygularıma zor hâkim olmuş, bu durumu daha da garip hale getirmemek için bedenimi hızla ayırmıştım. İki kadın da gülümsese de ifadelerinde saklı olan şaşkınlığı seçebiliyordum.

 

 

Daha fazla konuşmamam ve karşılarında durmamam gerektiğini çok şükür ki idrak ederek, onlara arkamı dönüp -Emir'in imalı bakışları altında- Dougal'ın yanına hızla yürümüştüm. Alex de Dougal ve lord Jack'in sohbetlerini dinlerken onların tam yanında bekliyordu. Dougal bana arkası dönük olduğu için az önceki iç çatışma anımı yakalayamamıştı çok şükür ki. Onlara bahsetmek için henüz hazır değildim. Önce benim sindirmem gerekiyordu.

 

 

Lord Alex'le göz göze geldiğimiz an, az önce yaşadığım duygular bedenimi tekrar ele geçirmiş olsa da kendime hakim olmayı başararak ona iyice yaklaşmıştım.

 

 

"Sizinle tanıştığıma memnun oldum lordum. Umarım bir sonraki karşılaşmamızda ok derslerine başlarız." Sözlerime Alex sıcacık tebessüm ederken titreyen sol elini yavaşça havaya kaldırıp bana işaret etti. Hayır bu Parkinson hastalığı değildi. İlk başta öyle sansam da ok atarken titremenin durduğunu gördüğüm an psikolojik bir durum olduğunu anlamıştım. Ancak şimdi kafamda taşlar daha da yerine oturuyordu. Hayatı boyunca tedirgin ve diken üstünde olduğu için vücudu tehlike anında normal haline dönüyordu. Sinir ve stres yüzünden normal zamanlarda titremesi oluyordu.

 

 

"Her ne kadar sizin gibi güçlü bir kadın savaşçıya ders vermek benim gibi yaşlı bir adamı mutlu etse de, bu titrek elden bir şey öğrenmeniz çok zor majesteleri" Hâlâ havada tuttuğu titreyen eline uzanıp avuçlarımın arasına alırken, titremenin durmasıyla ikimiz de aynı anda gülümsemiştik.

 

 

"Tam zamanında yetiştiğiniz için size hep borçlu kalacağım lordum. Tekrar görüşmek üzere" Hafifçe gülümsemeye devam ederken elimi ondan çektim. Aşağıya indirdiği elinin titremeye başladığını çok kısa bir an dikkat ederken Dougal'ın yanından geçerek arabaya bindim. Lord Jack'e bahçeye çıkmadan hemen önce kafa selamı vermiştim ve selam şeklime kısa bir an kaşlarını kaldırıp bakmıştı. Bir an önce yola çıkmazsam kalbimdeki her şeyi onlara bugün söylemekten korkuyordum.

 

 

"Tekrar görüşeceğiz" Dougal'ın sert sözleri benim arabaya oturmamdan hemen sonra çıkmıştı. Jack'den cevap beklemeden ve beni bekletmemek adına arabaya hızla binerken, perdesini de anında kapatmıştı. Dışarıda bizim savaşçılardan oluşan bölüğe kalkış için bilgi veren Rob'un sesini duyarken, hareket eden at sesleri de ona eşlik etmişti. Sonunda bizim arabamız da hareketlenirken Dougal'ın derin nefes vermesiyle bakışlarım yandan ona dönmüştü.

 

 

"İyi misin?" Dougal canı sıkkın bir şekilde burun kemerini sıkıyordu. Bana bakmadan, "çok yorgunum ve dinlenmek istiyorum" dedi. Bana doğru hareketlenirken kafasını bacaklarıma yasladı ve bedeninin yarısını yatar pozisyona getirdi. Kapalı gözlerinden sakallarına doğru kayan bakışlarım yorgun halde bile bu kadar yakışıklı olmayı nasıl başardığını düşünerek yüz hatlarında geziyordu. Ellerimi uzatıp alnına, kaşlarına ve saç diplerine nazikçe masaj yapmaya başlarken Dougal'ın boğazının derinliklerinden memnun bir ses çıktı. Dün gece hiç uyumadan toplantı yapmışlardı ve bu günü de yoğun görüşmelerle geçmişti.

 

 

"Uyu aşkım" Fısıldarken Dougal'ın nefesleri çoktan düzenli hale gelmişti. At arabası Galler'den hareket ederken, uzanıp perdeyi hafif araladım. Hep merak ettiğim, ilgimi çeken, hakkında birçok efsaneyi ve mitolojiyi sevdiğim Galler'e öyle heyecanla gelmiştim ki, gördüğüm güzellikler fazlasıyla hoşuma gitmişti. Doğa, burada çok farklı ve masalsıydı. Ancak artık burası ile ilgili aklımda kalacak tek düşünce, güzellikleri olmayacaktı.

 

 

Ailemi sonunda bulmuştum.

***

 

 

Saatler süren at arabası yolculuğu boyunca Dougal dört saate yakın kucağımda uyumuştu. Uyanmasın diye yerimde hiç kımıldamadan beklemiş, neredeyse nefret ettiğim elbiseyi bile çıkartamamıştım yine de Dougal'ın uyuyan simasını izlemek ve ailem hakkında düşüncelere dalmışken zaman benim için çabuk geçmişti. Dougal'ın hafif kımıldaması, ardından gözlerini hızla açıp uyku halinden anında çıkarak nerede olduğunu anlamasını izlerken hâlâ elim saçlarında geziniyordu.

 

 

"Tuğra," diyerek yerinde hemen doğrulurken elini uzatıp az önce yattığı bacağıma masaj yapar gibi dokunmaya başlamıştı.

 

 

"Özür dilerim bacağında uyuyakalmışım. Çok ağrıdı mı? Neden uyandırmadın?" Sosyal hayatında olduğu sert mizacını her zamanki gibi bir kenara bırakmış, ses tonu ve dokunuşları saf şefkat doluydu.

 

 

"Hiç sorun değil biraz daha iyi misin?" Alçak tonda konuşurken gözlerimiz birbirindeydi. Ona her geçen gün daha fazla aşık olup daha da bağlanıyordum. Ona bakmaya da sevmeye de hiç doyamıyordum.

 

 

"Baş ağrım geçmiş. Ama sen çok dalgın görünüyorsun. Kafanı kurcalayan bir şeyler var?" Sorusuyla bedenini bana daha da yaklaştırıp ellerini yanaklarıma koyarak bana doğru yaklaşmıştı. Dur daha yeni uyandın be adam, algıların ne çabuk açıldı?

 

 

"Oradan ayrılırken Lord Jack'in sağ kolu ortalıkta görünmüyordu. Geldiğimizden beri tuvalete bile yalnız gittiklerini düşünmüyordum. Her zaman peşinde olan adam, bizim gideceğimiz gün hiç görünmedi" Aslında kafamı kurcalayan aile olayıydı ancak bunu Dougal'la daha müsait bir zamanda konuşacaktım. Bu konu da aklıma takılmıştı gerçekten de.

 

 

"Evet" Dougal dudağıma küçük bir öpücük kondururken tekrar geri çekilip sözlerine devam etti.

 

 

"Sarayın doğu topraklarında eşkıya topluluğu görülmüş. Lord Jack sabah onu oraya göndermişti" Ona cevap vermeme izin vermeden tekrar dudağıma az öncekine göre daha yoğun bir öpücük kondururken anında ona karşılık vermiştim. Dougal benden ayrılırken gözlerime bakarak kaşlarını çatmıştı.

 

 

"Kafandaki sorun sadece bu değil gibi! Klana döndüğümüzde her şeyi konuşacağız. Hepimiz Galler hakkında topladığımız istihbaratı birleştireceğiz. Lord Jack hakkında en ufak sıkıntılı durum bile, kafanı takmanı gerektirmez güzelim. O, bizim düşmanımız dahi olsa bize zarar veremez. Ama önce kalemize gidip bütün gün uyuyalım" Dougal'ın zaten kendisi çok güçlü bir liderken krallığını ilan etmesinden sonra yaptığı siyasetle de gerçek anlamda gücüne güç katmıştı. Biliyordum ki bu daha başlangıçtı. Onun ismi yıllarca okullarda okutulacaktı. Türkiye için önemi büyük bir lider olacaktı ki 2. Dünya Savaşı'nda Dougal'ın politikası sayesinde ondan sonra gelen liderler Türk'lere destek olacaktı. Elbette bu durum ben ikinci defa gelirken böyleydi. Bundan sonra kader nasıl değişecek, dünya nasıl şekillenecekti bilemiyorum ancak Türkler'le sıcak ilişkilerin temelleri çoktan atılmaya başlanmıştı. Bu durum umutlanmamı sağlıyordu.

 

 

"Aslında aklıma takılan bambaşka bir konu var ve sen sormadan söyleyeyim, bu konu hakkında şu an konuşmak istemiyorum" Dougal'ın yüzünde meraklı bir ifade geçerken "zamanı gelince ilk sana söyleyeceğim, " diyerek sözlerimi bitirdim ve soru sormasına müsaade vermeden onun gibi dudaklarını öpmeye başladım.

***

 

 

Mclean sınırlarına girdiğimizde ikindi saatlerinin sonundaydık. Sınırdan geçerken at arabasının penceresindeki perdeyi sonuna kadar açmış, etrafı izlemeye başlamıştım. Dougal ile yaptığımız konuşmadan sonra bana soru sormamış, beni kendi halime bırakarak 'istediğin zaman seni dinleyeceğim' demişti. Ardından sadece bir kere kısa bir mola vererek yolculuğu neredeyse tamamlamıştık.

 

 

Sahil şeridine geldiğimizde gözlerim tepedeki nöbet bekleyen savaşçıların olduğu konuma gitti. Mclenan topraklarının birçok yerinde nöbetçiler beklerdi. Bunu ticaret yollarından geçen tüccar ve yürüyüş yapan Mclenan halkının güvenliği için en işlek yerlere Dougal savaşçı yerleştiriyordu. Ayrıca ormanın iç bölgeleri ile mağaranın olduğu bölge yoğun gözlem altında tutuluyordu.

 

 

"Dougal!" diyen seslendim. Savaşçıların beklemeleri gereken tepede hiçbir hareketlilik göremeyince. Dougal'ın kafasının bana döndüğünü hissettiğimde ona dönmeden sözlerime devam ettim.

 

 

"Nöbet değişim saatlerini mi değiştirdin?" Neden kimse yok!" Dougal'ın bedeni hareketlenip kafasını kendi tarafındaki pencereden uzatıp tepelik alana doğru baktı.

 

 

"Hiçbir değişiklik yok, orada olmalılar. Biraz daha yaklaşalım ortaya çıkarlar" Savaşçıların beklemesi gereken tepe bize hayli uzak olsa da ben gerçekten de orada hiç hareketlilik göremiyordum. Dougal'ın dediği gibi bakışlarımı tepeden ayırıp yaklaşmayı beklerken kafamı uzatıp bizimle ilerleyen savaşçılarda göz gezdirdim. Topraklara girdiğimiz için üzerlerindeki gerginlik hatırı sayılır ölçüde kalkmış, kendi aralarında konuşarak ilerliyorlardı. Emir ve Rob da bizim at arabasının hemen arkasında gelirken yan yana sohbet ederek neşeyle gülüşüyorlardı. Eh, Emir gülüyor Rob homurtuya benzer sesler çıkartıyor desem daha doğru olurdu. Emir büyük bir kahkaha atarken kafasını hafif yukarıya kaldırdığında otomatik olarak benim de yüzüm gülmeye başladı. Emir'in gülmesi azalırken göz göze geldiğimiz an bana laf atmaktan da çekinmedi.

 

 

"Balkondan bakan meraklı teyzeler gibi ne bakıyorsun?" Göz devirirken gülümsüyordum da.

 

 

"Ne kaynatıyorsunuz?"

 

 

"Rob müstakbel eşini özlemiş mi diye soruyordum da. Epey özlemiş" diyerek bir kahkaha daha atan Emir'e, Rob bir şey fırlattı. Fırlattığı şey Emir'in göğsüne çarpıp yere düşerken Rob bana dönmüştü.

 

 

"Bunu daha önce de söylemiştiniz. 'Kaynatıyorsun' konuşmak anlamında mı?"

 

 

At arabasından biraz daha sarkarken kafamı aşağı yukarı sallamıştım. Emir hâlâ gülerken Rob ona ters ters bakmış ve açıklar gibi "özlemek demeyelim de merak ettim, bu zevzek dalga geçiyor işte" demişti. Ben de Emir gibi gülümseyip gözlerimi kısarken Rob bıkkın bir nefes verdi.

 

 

"Yani yabancı sonuçta alıştı mı diye yoksa başka bir amacı yok. O manyak kızı niye özleyeyim?" Diye iyice sıvayınca daha çok gülmeye başladım.

 

 

"Sizin konuşacak başka konunuz yok mu?" Rob'un sitemini duyarken kafamı diğer yöne çevirip tepelere bakmaya başlamıştım. Şimdi iyice yaklaşmıştık ve gerçekten de kimse yoktu. İçeride Dougal'ın gür sesini benimle birlikte herkes duyarken at arabası aniden durmuş ve Dougal adeta aşağıya uçarak inmişti. Emir de gülmeyi bırakıp atını hızlandırarak Dougal'ın yanına gelirken ben de çoktan pencereden bedenimi çıkartıp aşağıya kayarak inmiştim. Elbiseyi Dougal uyanır uyanmaz çıkartmıştım elbette.

 

 

"Neler oluyor?" Emir'in sorusuyla Dougal "şiii" Diyerek kılıcının kınını tutmuş ve bakışları tepedeyken gözlerini kısmıştı. Rob ve diğerleri de aynı yöne bakarken Emir "siktir, herkes nerede?" Diye sormuştu.

 

 

"Ewan görev değişimi yapmış olabilir mi?" Soruma Dougal'dan olumsuz yanıt gelmişti.

 

 

"Acil durum olmadığı sürece nöbetçileri yerlerinden çağırmayız" Bunu elbette biliyordum. Dougal'ın isyan için uzun aylar boyunca gittiği zamanlarda klanı Ewan'la yönetmiştik. Yine de bir umut sormuştum. Sahi nöbetçi savaşçılar neredeydi?

 

 

"At arabasını burada bırakıyoruz. Kaleye hemen" Dougal'ın gür sesiyle at arabasındaki at ile arabanın bağlantısına doğru yürüyüp bağlantıyı çözdüm. İki at serbest kalırken birine Dougal diğerine ben yönelmiştim. Arabanın içinde olan değerli mücevherlerimi de olduğu keseden alıp cebime koymuştum elbette. Her ne kadar kendi topraklarımızda olsak da burada bırakamazdım. Saniyeler içinde tüm savaşçılarla birlikte son hız kaleye sürerken nöbetçilerin yerlerinde beklememesinin sebeplerini arıyordum kafamda. Mclenan savaşçıları reisleri başlarında değil diye işlerini asla boşlamazlardı. Ewan bir durum yüzünden herkesi kaleye çekmiş olabilirdi. Yine de aklıma kötü düşünceleri getirmemeye çalışsam da askerliğe çalışan aklım hemen en kötü senaryoları kurup birden fazla teori ve plan üzerinde çalışıyordu.

 

 

Kaleye uzanan dik yamaçtan çıkarken surlar oldukça yakındı. Surların üzerinde olması gerekenden çok daha fazla sayıda savaşçıyı görünce kaşlarım istemsiz çatıldı. Ewan herkesi kaleye toplamış olmalıydı.

 

 

Çalan borazan sesinin hemen ardından sur kapısı açılırken, içeriye dört nala toz toprağı havalandırarak girdik. Bahçede olağandışı kalabalık toplanmıştı. Bizim geldiğimizi gören savaşçılar bize doğru yaklaşırken Fran'ı seçebilmiştim. Dougal'da onu görmüş olacak ki attan daha inmeden "neler oluyor?" diye bağırmıştı.

 

 

"Reis," diyen Fran kafasını aşağıya eğdiğinde attan inmiş etrafa bakıyordum. Fran'ın tekrar sesini duyduğumda kalbimde büyük bir korku oluşmuştu çünkü "Ewan!" Demişti. Dougal ani bir hamleyle Fran'ın gömleğinin yakasından tutup kendine çekerken gür sesi tüm bahçede yankılanmıştı. "Ne oldu?" diye bağırmıştı.

 

 

"Ewan ve Max dahil üç savaşçı yok!" İrice açtığım gözlerle Fran'a bakarken bahçede hiç çıt çıkmıyordu. Melek?

 

 

"Melek nerede?" Konuşurken Fran'dan cevap beklemeden koşar adımla kaleye doğru ilerledim. Emir hemen yanıma yetişip benimle gelirken, Rob Dougal'ın yanında kalmıştı.

 

 

"Benim tanıdığım Melek çoktan peşine düşmüştür. Kalede olduğunu sanmıyorum" Emir'in yorumuyla olayları tamamen öğrenmem gerektiğini hatırlayıp ilerlemeye devam ettim. Kalenin merdivenlerini üçerli adımlarla çıkarken Melek'in odasına da gelmiştik. Kapıyı çalmadan sertçe açarken içeride kimse olmadığını görüp ofladım ve geldiğimiz gibi aynı hızda gerisin geri yürüdük. Aşağıda olan karmaşada Dougal, yanında Fran ve Rob ile sinirle bize doğru geldiğini görünce olduğum yerde durup gelmelerini bekledim. Suratlarına bakılırsa işler hiç iyi değildi.

 

 

Yanımızdan geçerlerken ben ve Emir de peşlerine takılıp merdiveni bir daha çıkmaya başladık. Önde giden Fran'ın kolunu hızla tuttuğumda hafif duraksamasıyla "Melek?" diye sordum.

 

 

Fran kafasını iki yana sallarken "Arthur ile peşlerine düştüler. Gideli saatler oldu hâlâ haber yok. Klanın yönetimi saatlerdir bende. Tek yaptığım tüm savaşçıları olası bir durum için klana toplamak ve sizi beklemek oldu." Bugün geleceğimizi biliyorlardı elbette.

 

 

Çalışma odasına girdiğimizde Dougal masanın arkasına geçerek raftaki tüm haritaları masaya yatırdı. Koltuğa oturmadan masaya doğru eğilip ezbere bildiği haritalara göz atarken "en baştan anlat!" dedi Fran'a.

 

 

Ben de Dougal'ın tam yanına geçerken onun aksine sadece Fran'a bakıyordum. Ewan ve Max gibi güçlü savaşçılar durup dururken ortadan kaybolamazdı. Hele ki Max'in hayalet kadar sessiz ve çok iyi bir izci olduğunu iyi biliyordum.

 

 

"11.00 deki nöbet değişimi sırasında güney taş bölgesindeki savaşçılar geri gelmedi. Diğer tüm birlikler değişim için geri gelmişlerdi. Ewan değişim yapacak olan savaşçıları oraya gönderdi ancak yeni giden savaşçılar da haber göndermedi. Bir tuhaflık olduğunu anlayınca Max'i ve bir bölük savaşçıyı alıp taş bölgesine gittiler. Nöbetçiler dahil onlarda geri gelmedi. Leydi Melek bir saat bekledikten sonra çıldırıp peşine düştü. Arthur onu yalnız bırakmamak için onunla gitti. Onlardan da haber yok." Saat şu an neredeyse akşam altıya gelmişti. Kaç saattir ortada yoklardı.

 

 

Güney taş bölgesinin mağaraların olduğu taraf olduğunu bir daha teyit etmek için, Dougal gibi bakışlarımı masanın üzerindeki haritalara çevirdim.

 

 

"Nöbet yeri mağaralara ne kadar yakındı?" Sorduğum soruyla Fran hemen "200 metre civarı" diyerek yanıtladı. Dougal'ın bakışları bana dönerken sinirle burun kemerini sıkmıştı.

 

 

"Ne bekliyoruz gidelim!" Emir'in sesiyle Dougal kafasını sallayarak Fran'a döndü.

 

 

"Savaşçı birliğinin dörtte üçü klanda kalsın. Geri kalanlar hemen hazırlansın. Dengeli bir düzenleme yap Fran, yarım saat içinde yola çıkıyoruz" Fran kafasını sallayarak odadan fırlarcasına çıkarken bakışlarım Dougal'a döndü.

 

 

"Ben ve Emir ayrı gideceğiz" Dougal'ın kaşları çatılırken devam ettim.

 

 

"Bizim yöntemlerimiz farklı Dougal. İki gruba ayrılmamız daha mantıklı. "

 

 

"İki kişi ve 300 kişiyi nasıl ayrı grup olarak nitelendirirsin. Tamam, ayrı gruplar olarak gitmek mantıklı ama ikinizi tek yollayamam!"

 

 

"Ben de sizinle geliyorum" Rob araya karışırken Emir ona dönerek kafasını iki yana sallamıştı.

 

 

"Rob, sen Dougal'ın yanında kal. Biz hayalet moduna geçerek iz süreceğiz." Rob, kendi zamanımıza bizimle geldiğinde Göktürk, Kadir ve Yusuf abiden hayalet moduna geçtiğimizde gerçekleştirdiğimiz bazı operasyon hikayelerini dinlemişti. Her ne kadar gizli bilgiler olsa da Rob'a anlatmaktan çekinmemişlerdi. Nasıl olsa onun sakladığı daha büyük sırlar vardı. Rob anlayışlı bir şekilde kafasını sallarken "tamam o zaman. Yine de dikkatli olun" dediği an Dougal sert bir sesle "hayalet modu da ne? Sen nasıl hemen ikna oldun?" diye çıkışmıştı.

 

 

"Kısacası iz bırakmadan kurtarma operasyonu diyoruz biz buna. Bölge bizim bölgemiz olduğu için işimiz daha kolay. Sen orada bizi göremesen bile hemen ensende oluruz" Diyerek Emir'e döndüm.

 

 

"Kamuflajın yok ama siyah giyin. Eline ne geçerse al. 10 dakika sonra sur kapısının dışında buluşalım" Emir bana kafa sallarken bakışlarını Rob'a çevirip, "orada görüşürüz kardeşim dikkatli ol" demiş ve odadan fırlarcasına çıkmıştı.

 

 

"Bu hiç hoşuma gitmedi" Dougal'a gülümserken tek omzumu kaldırıp indirmiş ve Emir gibi hem Rob'a hem de Dougal'a bakarak "dikkat edin" diyerek odadan fırlarcasına ben de çıkmıştım. Dougal daha fazla itiraz etmeden kaçmam gerekliymiş gibi hissetmiştim çünkü beni vazgeçirmek için kadar kırk tane fikir ortaya atardı eminim.

 

 

Koşar adım odama giderek dolabıma yöneldim. Dolabın en alt çekmecesini askeri eşyalarıma ayırmıştım. Özlem duyduğum ve sık sık açıp baktığım kamuflajımı çıkartıp hızlıca giyerken, çantamı da çıkartıp sırtıma asmıştım. İçini kontrol etmeme gerek yoktu çünkü gerekli tüm eşyalarım içindeydi. Kafama siyah maskemi takarak yedek çantayı alıp yedek maskemi de Emir için cebime koyduğumda hızlı adımlarla odadan çıktım.

 

 

Koridorda yürürken Alanna'nın odasının önünden geçerken duyduğum ağlamaklı bağırma sesleriyle adımlarımı duraksatıp Alanna'nın kapısını hızla açtım. İçeriye adım attığım an içerideki kadınların hepsi -Alanna hariç- çığlık atarken yüzümdeki maskeyi hızla yukarıya kaldırdım. Lanet olsun ki Esma da buradaydı!

 

 

"Kraliçem?" Esma ve mutfakta çalışan yeni sorumlumuz Blair'in şok ve korkuyla çıkan sesine aldırmadan, yatağında oturmuş hüngür hüngür ağlayan Alanna'nın yanına yürüdüm.

 

 

"Tuğra, abim yok onu bul lütfen" Diyerek daha da ağlamaya başlayan Alanna'nın kolları boynuma dolanırken Esma şokla kıyafetime bakıyor ve Alanna'nın sözlerini dinliyordu.

 

 

"Endişelenme canım, sağ salim bulacağız hepsini. Melek giderken bir şey dedi mi?" Alanna'nın kollarından kurtulup yüzüne bakarken sormuştum. Alanna, burnunu güçlü bir şekilde çekerken düşünür gibi sol tarafına bakmıştı.

 

 

"Hayır ama Arthur'la konuşurken Zack diye birinden bahsediyorlardı. Lütfen Tuğra o benim öz abim gibi. Onu getir!" Alanna ağlamaya devam ederken söz verir gibi "bulacağım" demiştim.

 

 

"Onunla ilgilenin!" Kızlara konuşurken Blair hemen yanıma gelerek Alanna'ya destek verir gibi sarılmıştı. Esma, kıyafetime bakarken "Angela'ya neden Melek dediğinizi anlamadım majesteleri ama sizin burada kalmanız daha uygun değil mi? İşinize karışmak istemem elbet ancak çok tehlikeli. Kral Dougal çok kızabilir."

 

 

"Kralın haberi var Esma Sultan. Ayrıca benim için endişelenmeyin. Ben de bir savaşçıyım" diyerek kapıya yöneldim. Hemen yola çıkmam gerekiyordu.

 

 

Alanna hâlâ ağlamaya devam ederken maskemi geri takarak sessizce odadan çıktım. Esma olayını daha sonra düşünecektim. Klanda artık herkes beni hatırladığı için maskeyle kimse yadırgamadan bahçeye kadar indim. Yine de meraklı ve korku dolu gözleri üzerimde hissedebiliyordum. Hazırlık yapan bir grup savaşçının önünden geçerken içlerinden birinin, "hanımımız yine böyle giyindiğine göre durum sandığımızdan daha kötü" dediğini duymuştum.

 

 

Sur kapısından dışarı çıktığımda atlıların hazırlığı bitmek üzereydi. 15 dakika içinde Dougal da yola çıkacağa benziyordu. Emir'i siyah kazak ve aynı renk pantolonla gördüğüm an, onun hazırlıksız gelerek kamuflajını getirmediğini tekrar hatırlayıp içim burkuldu. Aynı şekilde Emir de kamuflajıma hasretle bakıyordu.

 

 

"Nerede kaldın?" Sorusuyla elimde onun için daha önce hazırda beklettiğim çantayı ve cebimdeki yedek maskemi çıkartıp ona uzattım. Emir için ayarladığım çantaya halatları, yedek pusulamı, iki tabanca ve mermiler, bıçaklarımın yarısını, matara ve kurutulmuş yiyecek gibi birçok eşya koymuştum. Bunları önceden hazır bir şekilde bekletmek işime yaramıştı.

 

 

"Cebine koyman için bıçak ve silahları al ve yürü. Kestirmeden gideceğiz" Kestirme dediğim yer ufak bir dağdı. Normalde mağara bölgesine giderken o dağın etrafından at ile yolculuk yapıyorduk ancak atsız gideceğimiz için dağa tırmanmamız gerekecekti. Öyle çok dik bir dağ değildi ki zaten halatlarımız vardı. Neredeyse Dougal'lardan beş, on dakika kadar önce varmış olurduk ancak sessiz gideceğimiz için etrafı iyice görecektik.

 

 

Emir elimden maskeyi alarak hızla kafasına sabitlerken yürümeye başlamıştı. Yürürken çantayı açarak eline geçen bıçakları ceplerine yerleştirip tabancanın birini çıkartıp onu da arka beline takmıştı. Çantanın fermuarını kapatıp sırtına asarken, maskeyi de kafasına tamamen örtüp benimle birlikte koşar adım dağ yönüne yönelmişti.

 

 

Koşma temposunda dağın yamacından tırmanmaya başlamadan hemen önce halatları çantadan çıkartıp kayışlarla birbirimize bağlamıştık. Dağ da rahat bir şekilde yukarılara ulaşırken, Emir de ben de sessizdik. Nizami bir şekilde hareket ediyor, gözümüzü de dört açıyorduk. Sık sık aşağımızda kalan patika yola gelen geçen var mı diye kontrol ediyordum. Yamacın dik bir bölgesine geldiğimiz an belimdeki uzun olan bıçağımı çıkartıp tek elime aldım. Tam o esnada bizden yaklaşık 150 metre aşağıda kalan düzlükteki yolda atlı seslerini duyup bakışlarımı aşağıya indirdim.

 

 

"Bizimkiler geçiyor" Emir konuşurken benim gibi bıçağını çıkartmış tutunamayacağımız kadar dik olan kayaya saplamıştı. Bıçağı sapladığı yerden destek alıp kendini yukarıya çekerken ben de onun gibi yapmaya başladım. Dağın bu kısmı çok dikti ve tutunacak yer yoktu. Buraya kadar tutuna tutuna rahat gelsek de elli metre kadar bu şekilde ilerleyecektik. Dik kısmı aştıktan sonra yine eğimlenen yolda en zirveye ulaşmak birkaç saniyemizi alacaktı.

 

 

"Hızlı olalım" Emir'le seri bir şekilde kendimizi yukarıya çekerken sessizlik devam etmişti. Arada aldığımız veya bıraktığımız derin nefes sesleri dışında birkaç kuş kanadı sesleri vardı. Bir ara bıçağa tutunup kendimi yukarıya çekerken basmaya çalıştığım kayadan taşlar koparak aşağıya dökülmüş ve ayağım boşa çıkınca dengemi kaybeder gibi olmuştum ancak bıçağı sağlam tuttuğum için dizimi kendime çekerek kendimi yukarıya da verebilmiştim. Yine de kollarımda yanma olması canımı sıkmıştı. Bu formdan düştüğümü anlamama yetmişti.

 

 

"İyi misin?" Emir'le birbirimize bağlı olduğumuz için düşmemiz çok zor bir ihtimaldi zaten. "Evet az kaldı" dediğimde son bir kaç adım daha ilerlesek dik kısımı atlatacaktık. Emir, benimle aynı şekilde senkronize olurken her hareketimiz aynı anda ilerliyordu. Bıçağı sapladığım yerden çekerken diğer elimin parmakları tüm gücü taşıyordu. Bıçağı bir üst kısma saplayıp kollarımı kullanarak kendimi yukarıya çekerken ayağımı da düzlüğe atarak tepeye ulaşmıştık.

 

 

Emir de hemen yanımda tepeye çıkarken derin bir nefes alarak aramızdaki halatın bağını çözmüştük çünkü aşağıya inerken daha farklı bir bağlama yöntemi kullanacaktık. Düzlük olan tepe kısımdan mağaranın olduğu yöne doğru zirvede koşmaya başladık. Dağın tepesinde yönümüzü belirlediğimiz uçurumun önünde durup nefeslendik.

 

 

"İnmesi daha kolay en azından" diyen Emir, halatı komple elimden alırken düğümler atarak atlama pozisyonu haline getirmeye çalışırken, sağlam gördüğü bir kayaya dolayarak tüm gücüyle birkaç kez çekiştirdi. Sağlam olduğuna emin olunca bağladığı halatın diğer ucunu ikimize dolarken, uçuruma daha da yanaşıp dürbünümü de çantadan çıkarttım. Mağara hemen 500 metre kadar aşağıdaydı.

 

 

Emir de halat işini bitirip benim gibi dürbünle kısa bir inceleme yaparken "Dougal'lar henüz varmamış" dedi. Dürbünümün lensini mağara girişine çevirip inceledim.

 

 

"Aşağısı temiz gibi" Emir düşündüklerimi söylerken "nöbet tutulan yer şurası mıydı?" Diye sordum elimle işaret ederek. Emir dürbünü gösterdiğim yere çevirirken, "klan bayrağı asılı bak orası" Diyerek baktığım yerin az ilerisini işaret etmişti. Yere düşen klan bayrağını seçtiğim an kafamı salladım ve bölgenin çevresine de bakmaya başladım.

 

 

"Emily ve Fiona'nın yardakçısı olabilir mi bunlar?" Emir halatları hazır etmiş kayıştan bana bağlamak için yanıma gelmişti.

 

 

"İçimden bir ses Lord Jack diyor" dedi ben cevap vermeden aynı Rob gibi düşündüğünü belli ederek.

 

 

"Amacı mağaralar mı yani? Emily ve Fiona mağara hakkında bahsetmişlerdi. Yerini öğrenmek isteyen bu kişi kim olabilir? Mağaranın yerini öğrenmek isteyenlerin hakkımızda da her şeyi de bilmesi gerekmez mi?"

 

 

"Merhum Connor'un babası mağaraların peşinde değil miydi? Brad'i sırf bu yüzden yıllarca alıkoymamış mıydı? Belki de Hüseyin'ler zamanında mağaralardan birilerine bahsetmiştir?" Emir'in sunduğu fikir mantıklı gibi dursa da Lord Jack'ten de şüpheleniyordu. Aynı benim gibi. Ondan başkası olamazdı. Yine de...

 

 

"Lord Jack sonuç olarak eski kralın kuzeni. Connor'un babasından mağara hakkında bir şeyler duyup araştırmak istemiş olabilir. Şükür ki McLean klanında onlarca mağara var da yerini bulamadılar. Geleceğe gidip bilgi alarak ve bunu kötüye de kullanırlarsa işler arapsaçına döner" dedim en kötü ihtimalleri düşünerek.

 

 

"Hayır," diye devam ettim kendi kendime konuşuyormuş gibi sözlerime devam ederek. "Connor'un babasıyla alakası yok bu durumun. O sadece 9 rahip ormanlarında geçit mağarası olduğunu biliyordu. Mağara sadece tutulma zamanlarında açıldığı için yerini hiçbir zaman öğrenemedi. Brad'in ailesi de çocuklarını kaybetmek uğruna ona bilgi vermediler. Şehzadeye sadık kaldılar. Bu kişi başka biri ve Dougal'ın klanındaki bir mağaranın geçit kapısı olduğunu biliyor. O mağarayı kullanan sadece biziz. Benim ailem de zamanında 9 rahip ormanlarında ki mağarayı kullanmış" dediğimde halatla bağlama işi de bitmişti. Saniyeler sonra mağaranın önünde olacaktık.

 

 

"Hâlâ lord Jack üzerine tatlısına iddiaya giriyorum,." Emir son sözleri söyleyerek geri geri giderken, ben de ona uyarak adımlarımı uçurumdan uzaklaştırmıştım. Lord Jack neden mağaranın peşine düşebilirdi ki? Ailem hakkında gerçeği bilse ve ondan bunu isteseler bile, onların yolculuk yaptığı ve bildikleri tek mağara 9 rahip mağarasıydı. Gerçekten, kafam çok karışmıştı.

 

 

Emir'in hareketiyle ben de aynı anda uçuruma doğru ters bir şekilde koşarak, kendimi boşluğa bıraktım.

***

 

 

Dağın yamacından kendimizi aşağıya bırakırken ayaklarımı karnıma çekerek terse tırmanır şekilde aşağıya iniyorduk. Yere yakınlaştıkça ipin kayışını çözüp kendimi en aşağıya bıraktığımda anında yere düşüp ayaklarımın üzerinde durmuştum. Etrafta hiç ses yoktu.

 

 

"Önce nöbet yerine göz atalım." Emir'in fısıltısıyla kafamı sallarken sessiz ve hızlı adımlarla ormanın içine daldık. Nöbet yerine geldiğimizde, yerdeki izleri incelemeye başladım.

 

 

"Mücadele yoğun olmuş, kan izleri var" Emir de yere çömelip izleri incelerken "ani saldırmışlar bak sürüklenme izi var şurada" dediğinde gösterdiği yere baktım.

 

 

"Biz yine de mağaraya da bakalım" Emir yerden kalkıp kafasını sallarken, "sonra da geri dönüp bu sürüklenme izlerini takip edelim" demişti. Birlikte yönümüzü mağaraya çevirirken dejavu hissiyle sarmalandım. Emir de aynı şeyi hissetmiş olacak ki bir ara göz göze geldik. Ardından konuşmadan yürümeye devam edip, mağaranın önünde her zaman bulunan gizemli sarmaşığı kesmeye başladık. Sarmaşığı kestikten hemen sonra mağaranın içine girmeden refleks olarak kafam gökyüzüne doğru kalkmıştı. Olası bir ay tutulması olmadığına emin olduğumda, derin bir nefes alarak kendimi mağaranın içine yolladım.

 

 

"Mağara kendini yenilediği için buraya gelmiş olsalar bile izler hiç yok." Emir el fenerinin ışığını duvarlarda gezdiriyordu. Arkadan duyduğumuz at sesleriyle Dougal'ların geldiğini düşündüm ve mağaranın girişinden ileriye baktım. Nöbet beklenen yere doğru son hız geliyorlardı.

 

 

"Mağaranın çevresine de bakalım" Emir kafasıyla onaylarken mağaradan dışarıya hızla çıkıp çevreyi incelemeye başladık. Dougal'lar nöbet tutulan yere gelmiş, savaşçılar yayılmış bir şekilde düzene girmişlerdi. Bakışlarım uzaktan Dougal'ı seçerken Emir'in "Tuğra!" demesiyle kafamı ondan yana çevirdim.

 

 

"Şuraya bak" dediği yere yürüdüğümde yerde boğuşma izleri yüzünden toprağın aşınmasını gördüm. Nöbet beklenen noktadaki kadar büyük bir boğuşma değildi. Herkes tarafından yapılmış olabilirdi. Korku dolu bir iç çekişle izleri etraflıca izlerken, çimenlerin arasında parlayan bir şey dikkatimi çekti. Ne olduğuna bakmak için eğilirken Melek'in bıçağının kabzasını görüp elime aldım.

 

 

"O Melek'in" Emir'in onaylamasıyla savaşçılardan bazılarının bize doğru yürüdüğünü gördüm. Rob'un sesini uzaktan duyduğumda gelenlerin arasında olduğunu anlayarak izleri incelemeye devam ettim. Batı tarafına doğru sürüklenme ardından at ayak izleri vardı.

 

 

"3 tane at varmış. 3 ya da 4 kişi Melek'i nasıl alıkoymuş ki?" Atlıların bu kısımda az olması benim de kafamda soru işareti oluşturmuştu. Rob yanımıza geldiğinde "nöbet noktasının aşağısında kalabalık bir grubun izleri var" diye bilgilendirdiğinde bakışlarım arkamda kalan Rob'a döndü. Tarif ettiği yer buranın tam tersi yönündeydi. İki farklı noktada birbirine zıt şekilde iki iz vardı.

 

 

"Bu yönde de gidenler varmış" Rob şaşkınca kaşlarını kaldırırken tereddütlü bir şekilde arkasını dönerek kontrol etmişti.

 

 

"İkisi de birbirine ters yönde. Hangisi doğru iz? Buradaki şaşırtma olabilir. Nöbet noktasındaki yakın mücadele izleri çok belli." Emir benden önce cevap vererek "sanırım ikisi de doğru. Nöbetçileri farklı yöne, Melek'i farklı yöne götürmüşler" dediğinde Rob'a bıçağı işaret etmişti. Rob bakışlarını elimdeki bıçağa çevirince onun Melek'e ait olduğunu anlayarak derince iç çekti.

 

 

"Dougal'a söyle biz Melek'in izini takip edeceğiz. Siz Ewan ve nöbetçileri bulun. Melek'in yakalanması bile tuhaf belki bilerek kendini yakalatmıştır" dediğimde Rob kafasını sallayarak "reise söyleyeceğim siz de dikkatli olun" diyerek yanımızdan ayrılmıştı. Atla ilerledikleri için çok uzaklaşmış olabilirler diye düşünerek "Rob, iki at gönder bize" diye arkasından seslenirken savaşçıların nöbet bölgesinde buldukları ize doğru toplu halde hareket etmeye başladıklarını gördüm. Rob cevap vermese de hızla ilerleyerek birilerine bir şeyler söyleyerek seri hareketlerle bize iki at gönderirken, kendi de atına binerek Dougal'ın peşinden ilerlemişti.

 

 

Gelen bir savaşçı yanında atları bize getirirken "sağ ol" diyen Emir ata binmiş peşinden ben de diğer ata binmiştim. İzleri takip ederek Dougal'lara zıt yönde ilerlerken yolun ne tarafa gittiğini kafamda tartmaya çalışıyordum. Bu yol, Galler tarafına, Dougal'ların yolu ise İngiltere topraklarına çıkıyordu. Tabii aralarda birçok İskoç klan toprakları da vardı.

 

 

İzleri uzun süre takip ettik. Sessiz olmaya özen gösterdiğimiz için atı çok hızlandırmıyor yine de tatmin edici bir hızda ilerliyorduk. Artık hava kararmıştı ve bu saatlerde ilerlemek bizim için daha kolaydı. Geçtiğimiz bir bölgede sönmüş ateş görünce atı durdurup yere atladım. Emir de peşimden inip çevreyi kontrol altına alırken, "burada mola vermişler" dedi. El fenerimi açıp yerde gezdirerek Melek'e ait bir şeyler aradım.

 

 

"Oyalanmadan devam edelim" Emir'e kafamı sallarken hiçbir şey bulamayıp feneri geri kapattım. Bu esnada Emir mataradan biraz su içerek aynı matarayı bana uzatınca alıp hızla büyük iki yudum su içip geri uzattım ve atıma tek hamlede bindim.

 

 

Tekrar yola çıktığımızda neredeyse bir saat boyunca hiç durmadan ilerlemiştik. Yol, bizi dost klan Frian klanına, klanın merkezine girmeyip çevresinde dolaşarak oradan da orman yoluna doğru ilerletmeye başladığında, yollarına dolana dolana devam ettiklerini anladım. Orman yoluna bizim klandan da geçebilirlerdi ancak izlerini kaybettirmek için Frian klanına kadar giderek dolanmışlardı. "Burada kükürt kokusu yoğun. Neresi burası?" Emir'in sessiz konuşmasıyla nereye gittiğimizin çoktan farkına varmış bir şekilde, dakikalardır kaskatı olan bedenimi ona çevirdim.

 

 

"9 rahip orman yolu burası. Ormanın ortasındaki yanardağdan geliyor koku" Emir şaşkınca bana bakarken "yani gerçekten de mağaranın peşindeler. Kim lan bunlar?" demişti biraz sesini yükselterek. McLean klanındaki mağaranın varlığını biliyor ancak yerini bilmiyorlardı. Halbuki Melek'i kaçırdıkları yerdeki mağara, geçit mağarasıydı. 9 rahip ormanlarındaki mağarayı ailem ve Connor'un babası biliyordu. O da ormandaki hangi mağara olduğunu bulmaya yıllarını harcamış, ancak bulamadan ölmüştü. Ailem belki de birilerine mağaradan bahsetmişti ve onlar peşine düşmüştü. Çünkü ailem de Lord Jack de şu an Galler'deydi. Bu işi onlarla bağdaştırmadan Melek ve Ewan'ı bulmaya odaklanmalıydım.

 

 

"Sen iyi misin Tuğra" Emir'in sözleriyle daldığım düşüncelerden sıyrılıp kafamı ona çevirdim. Sahil yolunu aşarken 9 rahip ormanlarının girişi de, uzaktan seçilen yanardağın zirvesi de görüş açımdaydı. Ormana girdiğimiz an yaya ilerlemeliydik.

 

 

"Melek ve Ewan'ı düşünüyorum Emir, " dediğimde Emir kafasını iki yana salladı.

 

 

"Hayır, Galler'de saldırıya uğradıktan sonra bir tuhaflaştın Tuğra. Hadi itiraf et yaşlandın" Şaka yollu takılıp keyfimi yerine getirmeye çalışırken hafif tebessüm etmiştim.

 

 

"Bak görüyor musun senin şu an bana sensin yaşlı falan demen gerekiyordu" diyerek ciddileşen Emir sözlerine devam etti. "Lord Alex'e bakışın çok tuhaftı Tuğra. Senin yanına geldiğimizde şokta olduğunu söylemiştik ya, sen iki saldırıyla şoka girmezsin. Sen başka bir şey yaşıyordun o anda. Alex'e sanki evrenin sırrını çözmüş gibi bakıyordun?" Emir her ne kadar her şeyi şakaya makaraya vursa da aslında çok dikkatli ve işine gelince çok ciddi bir insandı, gözünden de hiçbir şey kaçmazdı maalesef ki.

 

 

"Şu an Melek'e odaklanalım. Sonra konuşuruz" Benim sözlerim de tamamen kabullenme içerirken ormandan içeriye giriş yapmıştık. Emir de ben de atları yavaşlatıp inerken, Emir ikimizin atını da alarak yoldan uzak bir ağaca bağladı.

 

 

"Orman çok sık, sisli ve ay ışığı da gelmiyor. Adımlarına dikkat et" Emir'e gülerken "kafam o kadar da dalgın değil Emir. Bastığım yere dikkat ederim elbette" dediğim an adım atarak kendimi bir anda havada buldum. Ağzımdan küfürler kaçarken Emir panik yapmakla gülmek arasında gidip geliyordu. Ormanın girişini tuzaklamışlardı ve şu an tek ayağımdan baş aşağıya sarkıyordum.

 

 

"Oradan inmek için yardıma ihtiyacın var mı?" Emir gülmesini bastırmaya çalışırken oflayarak bıçağımı çıkarttım ve gövdemi yukarıya çekerek ayağımı tuttum. Ayağıma bağlı olan ipe tutunarak, ayağımdan ipi kesmeye başladım. Kopan iple tepedeki ipin ucunu tuttuğum için sırt üstü yere düşmeden dik bir şekilde ipe asılı kalıp ardından kendimi kontrollü bir şekilde yere bıraktım. Ayaklarım yere değerken ellerimi birbirine çarparak tozlarını silkelerken "sakın gülme, devam edelim" diyerek sinirli bir şekilde yürümeye devam ettim. Emir'in kısık kıkırtısını duyarken duraksar gibi olduğumda "tamam tamam kafan gayet yerinde eminim" diyerek laf sokma fırsatını da kaçırmamıştı.

 

 

Ormanın derinliklerinde el fenerimi yere tutarak izleri hâlâ takip ederken artık hava alacakaranlık kuşağına girmek üzereydi. İlerlerken tam üç tane mağaranın yakınlarından geçmiştik. Bugün tutulma olmadığı için içimiz rahat olarak Melek'in hâlâ buralarda bir yerlerde olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu. Büyük ihtimalle ondan ve Ewan'dan bilgi almak için kaçırmışlardı. Başka amaçları olsa yol üzerinde cesetlerini bulurduk. "Şii" diyen Emir'le adımlarım yavaşlarken yerde çömeldim. İleride bir mağaranın önünde birileri vardı ve hatta ateş bile yakmışlardı. "Bulduk" Emir'e cevap vermeden dürbünümü çıkartıp ateşin başında oturan kişileri inceledim. Hiçbirini tanımıyordum. Kıyafetleri de siyah ve kahverengi ağırlıklıydı. Herhangi bir klana aitlik taşımıyordu ancak emin olamazdık.

 

 

"Kalabalık değiller. Dougal'ların takip ettikleri izler daha belirgindi. Büyük ihtimal o izleri şaşırtma amaçlı yapmışlar ve yanlış iz üzerinde farklı yöne ilerleyeceğimizi düşünüp peşlerine düşmeyeceğiz diye çok temkinli olmamışlar. Melek'in bıçağını bulmasaydık biz de Dougal'ların olduğu yönde ilerlerdik çünkü oradaki izler çok daha belirgindi. Bu takip ettiğimiz iz, oradan geçen herhangi birilerine bile ait olacak kadar az sayıdaydı. Kabul ediyorum çok akıllıca."

 

 

"Melek bıçağını bilerek bırakmış olabilir" Emir de benimle aynı şeyi düşünürken "Ewan'a ulaşmak için bilerek yakalanmış olabilir" diyerek ilk teorisi güçlendirdim.

 

 

"Dalıyor muyuz?" Emir'in sözleriyle adamları saymaya başladım. Tam 7 kişi mağaranın önünde vardı. Etrafta kimse yoktu gerçi yoğun siste vardı. İçerideki sayıyı bilmiyordum ancak bizim takip ettiğimiz sadece üç atlıydı. Demek ki başka bir yerden bu ormana gelmişlerdi.

 

 

"Amaçlarını öğrenmek için iki kişiyi sağ bırakıp sessizce giriyoruz" Emir onaylarken dürbünü cebime koyarak iki elime de bıçağımı aldım. Emir ateşli silahlarımızı da çantalara koyarak, çantaları olduğumuz ağacın dibine bıraktık. Olası bir durumda bu silahları kimsenin görmemesi gerekiyordu. Zaten sayıca az kişilerdi. Çok kalabalık olsalardı silahları asla bırakmazdık. Emir hâlâ bölgeyi incelerken harekete geçeceğimiz an göz göze gelip birbirimize kafamızı sallamış ve anında beklediğimiz yerden fırlayarak dışarıya çıkmıştık.

 

 

Sessiz adımlarla gölgelerde kalmaya devam ederek ilerlerken, bekleyen adamların büyük bir ciddiyetle durduklarını fark ettim. Kendi aralarında bile hiç konuşmuyor ateşi de bir şeyler pişirmek için yakmış olmalılar ki içlerinden biri ateşten aldığı eti koşar adım mağaraya taşıyordu. Bana en yakın adama arkadan yaklaşıp elimi ağzına koyar koymaz boynundaki damarına sert bir baskıyla bayıltırken, yere düşmeden yakalayıp kenara doğru çekiştirip bıraktım. Biraz daha ilerleyip dağılmış şekilde bekleyen adamları tek tek ve sessizce etkisiz hale getirirken, Emir'in varlığını yakınlarımda hissettim. Ancak onu göremiyordum. Aşırı sessiz hareket ediyor, geçtiği yerlerde adamlar yok oluyordu. Ateşe iyice yaklaşırken kendimi mağaranın duvarına yaslayarak sesleri dinlemeye başladım. İçeriden belli belirsiz Melek'in sesini duyduğumda derin bir nefes bırakıp yerimde dikleştim ve ayağımı kaldırıp adım atacakken başka bir ses daha duyup yerimde dondum.

 

 

Ses biraz tanıdıktı ve çok net çıkmıştı. "Az sonra efendim gelecek. O gelene kadar konuşsanız iyi olur" demişti.

 

 

"Biz bir şey bilmiyoruz neden anlamıyorsunuz. Ewan'ın yarası var ona bakmama izin ver" diye Melek'in cevabını da duyunca Emir'in ateşin başındakileri hallettiğini anladım.

 

 

"Tamam çabuk ol, yanlış bir şey yaptığın an ölür." Adamın sesi tekrar duyulurken mağaranın girişinde artık kimse kalmamıştı. Emir, içeriye girelim mi diye bana işaret yaparken elimi dur anlamında kaldırıp dinlemeye devam ettim.

 

 

"Amacınız hani bize zarar vermek değildi. Ewan çok kan kaybetmiş. Onu bırakın gitsin" Melek sinirli bir sesle bağırırken adam "kılıcıma atladı sen de gördün. Efendim gelip size soru sorana kadar bekleyemedi. Ölürse sen cevap vereceksin" dedi.

 

 

"Seni lanet olası!" Melek'in çığlıkla karışık bağırmasıyla bakışlarımı tekrar Emir'e çevirerek kafamı salladım. İkimiz de aynı anda mağaraya dalarken, içeride yakılmış ateşin ışıkları altında sırtı bize dönük kısa boylu bir adam, etrafta da ayakta nöbet tutan ondan fazla siyahlı adamını görmüştüm. Sessizce ilerleyerek mağaranın koridorundan geçerken adamları tek tek öldürerek veya bayıltarak gidiyorduk. Mağaranın dışında etkisiz hale getirdiğimiz tüm adamları oldukları yerde bırakmamış, görülmeyecek yerlere sürüklemiştik. Efendim dediği kişi gelirken hiçbir ceset ya da baygın adam görmeden mağaraya girecekti yani.

 

 

Yol boyunca bekleyen tüm adamları indirdiğimizde, mağaranın içinde geniş açıklığa kadar geldik. Melek, Ewan'ın yarasına bastırmaya çalışırken göz göze geldiğimizde belli etmeden hemen bakışlarını kaçırdı ve "bize tuzak kurdunuz!" diye mırıldanmasıyla arkamızdan birçok ayak sesleri geldi. Emir okkalı bir küfür savurup arkadan gelenlere karşı savunma pozisyonuna geçerken, ben sırtı dönük adama bakıyordum.

 

 

Yavaşça bana doğru döndüğünde onun Lord Jack'in sağ kolu olduğunu gördüğümde ise nedense hiç şaşırmadım. Yüzünde tuhaf bir tebessüm olan adam yavaşça ayağa kalkarak "merhaba kraliçem, ben Zack" demişti.

 

 

Ona sırtımı dönerken Emir'e destek olurcasına mağaraya girenlerle çarpışmaya başlarken, adamın olduğu kısımdan da gölgelere saklanmış bir düzine adamın arkadan gelip bizi ortada sıkıştırdıklarını anladım. "Size zarar vermek değil niyetim kraliçem. Arkadaşlarınıza da öyle. Açıkçası burayı bulmanız beni çok şaşırttı. Efendim de sizi burada gördüğünde çok şaşıracak. Halbuki sizi ters yöne yönlendirmiştim" dedi. Ona cevap vermeden karşımdaki adama tekme atıp kendimden uzaklaştırırken "Lütfen mücadele etmeyi bırakın da konuşalım “dedi. "Ah, o en iyi adamımdı" gibi şeyler söyleyip kendi kendine yorumlar yapıyordu. Yüzümde maskeye rağmen beni görmeden 'kraliçem' diye seslenerek aslında beni beklediğini belli etmişti. Her ne kadar 'sizi gördüğüme şaşırdım' dese de.

 

 

Sayıca fazla oldukları için biraz zorlansak da karşı koymaya devam ediyorduk. Adamlar öldürmek için değil etkisiz hale getirmek için saldırıyorlardı bu da gözümden kaçmamıştı. Zack'in arkadan 'ı ııı, bence silahlarınızı atmanız iyi olacak" dediğinde Melek'in "Tuğra!" dediğini duydum. Karşımdaki adama kafa atıp kendimden uzaklaştırırken hızlıca arkamı dönerek göz ucuyla onlardan tarafa baktım. Zack, kılıcını ileride baygın yatan Arthur'u ın boğazına dayamıştı.

 

 

"Tamam bırakıyoruz" diye panikle konuşurken Zack eliyle reverans yapar gibi bir işaretle bıçağımı göstermişti. Emir "sikicem ama ha" diyerek bıçağı cebine koymaya yeltenirken, adamlar bıçağı elinden alıp yere atarak Emir'i yakalamışlardı. Aynı şekilde iki kişi de benim kollarımı tutarken öne doğru itilip ortaya ilerlemek zorunda kalmıştık. Bizim yakalanmamızla Zack kılıcını Arthur'dan uzaklaştırırken Melek oflayarak bana üzgünüm bakışları atıyordu. Zack az önceki yerine oturup bağdaş kurmuştu. Tam karşısına oturtulurken adamlar yüzümüzdeki maskeleri çıkartmıştı. "Max nerede?" diye Melek'e hitaben konuşurken, "nöbetçi savaşçılarla ters yöndeki iz tarafından götürdüler" demişti.

 

 

Zack ile karşılıklı otururken onun rahat tavırlarına bakıyordum. Sonunda bu Zack denilen adamı bulmuştum. "Lord Jack neyin peşinde?" diye sordum sertçe gözlerine bakarken. "Bizden ne öğrenmek istiyorsunuz?" Emir de hemen ardımdan konuşurken Zack hâlâ son derece rahat gözüküyordu.

 

 

"Benim olduğumu nasıl anladın?" diye devam ederken maskeden beni nasıl tanıdığını anlamaya çalıştım ama Zack sadece yüzüme bakıyordu.

 

 

"Burada soru sorması gereken siz değilsiniz kraliçem." Aldığım cevapla sinirle bakmaya devam ederken bir an önce sorularımı yanıtlamasını bekliyordum. "Ayrıca Lord Jack'in bunlarla bir ilgisi yok" dediğinde sinirle ters ters bakmaya devam ettim.

 

 

"Efendim, sizi bir buçuk yıldır takip ediyor. Bir anda ortaya çıkan iki kadın savaşçı ve onlar gibi farklı bir erkek savaşçı. Siz üç arkadaşın bir adım arkasında her hareketinizi takip ettik. " Zack söze başladığında göz devirip "Fiona'nın adamın olduğunu biliyoruz bunları geç. Neden bizi takip ediyorsunuz? Dougal ile derdiniz ne?" Bağırarak konuşurken sesim mağarada yankı yapmıştı. Melek arkada Ewan'ın yarasına elinden geldiğince tedavi yapmaya devam ederken hıçkırığını duyuyordum.

 

 

"Ayrıca McLean klanının komutanı ölürse, Dougal sizi kül eder" diyerek dikkatini Ewan'a vermesini sağladım. Zack, bakışlarını Ewan ve Melek'e çevirirken söylediğimi kafasında tartar gibi düşünüp adamlarına dönmüş ve kafasıyla bir işaret vermişti. Adamlardan ikisi ayağa kalkıp Ewan'ın yanına giderken yarasıyla ilgilenmeye ve nereden çıkardıklarını bilmediğim bazı otları yarasına koymaya başlamışlardı.

 

 

"Ben sadece emir kuluyum kraliçem. Bu sorularınızın cevaplarını size efendim verebilir. Ben sadece sizin yokluğunuzda bilgi almak için komutan Ewan'ı kaçırmakla görevliydim. Şu kadın ve diğer komutanlar peşine takılınca, onları da yanımda getirmek durumunda kaldım. Efendim bana bu kadını da götürürsem sizin de peşimize düşeceğini sıkı sıkı tembih ederek ondan uzak durmamı söylemişti. Ancak bu inatçı kadın peşimizi bırakmadı. Yani geleceğinizi tahmin etmiştim yine de şaşırtma yaptığımız için bizi bulacağınızı düşünmüyordum."

 

 

"Bana masum numarası yapmayın. İçimize köstebek koyup yıllarca her adımımızdan haberdar oldunuz. Dougal'ı İrlanda temsilcisinin kızıyla evlendirmeye çalışıp, her neyin peşindeyseniz bu yolla öğrenmeye çalıştınız. Dougal'dan korktuğunuz için açık açık hiçbir girişim yapamadan yinede elinizi üzerimizden hiç çekmediniz. Bu uğurda Dougal'ın eski karısı Emily'i bile kullandınız. Neden!" diye bağırarak konuşmaya devam ettim. Artık cevaplar almak lazımdı.

 

 

"Dediğim gibi bunların cevabını ben veremem kraliçem. Bana verilen emir, size zarar vermeden öğrenmek istediğimiz bilgiyi ele geçirmek. Büyük Dougal'a gidip bunu açıkça soramazdık. Dougal'da Efendi'nin istediği bir şey var. Bunu da birazdan gelecek olan efendim ile konuşabilirsiniz. Artık sizi yakaladığımıza göre, efendim öğrenmek istediği bilgiyi açıkça sorabilir. Büyük Dougal'ı gerçekten karşımıza almak istemezdik ki aklı başında olan kimse bunu istemez. Ancak bizim peşinde olduğumuz bilgi çok değerli."

 

 

"Senin ağzını burnunu kıracağım!" Emir'in araya girmesiyle Zack'in yüzünde tebessüm oluştu.

 

 

"Melek, o iyi mi?" Melek'e doğru bağırdığımda, "bilmiyorum baygın ama ateşi yok" demişti telaşlı bir sesle. "Arthur da sadece baygın gibi. Nefes alışı düzenli ama kafasına sağlam vurdular" diye devam etti.

 

 

"Galler'de Dougal ile bana saldıran eşkıyalar Lord Jack ve senin emrinde miydi?" Zack'e geri dönerken kafasını iki yana sallamıştı.

 

 

"Hayır kraliçem onlar gerçektende eşkıyalardı. Ayrıca dediğim gibi Lord Jack'in tüm bunlardan haberi yok" Sözleriyle alaycı bir şekilde gülerken, "yani sen de Lord Jack'in yanında bir köstebeksin?" dedim. Zack bu durumdan memnun olmadığını belli eden bir yüz ifadesi takınırken, "Lord Jack'in köstebeği değilim. Ona zarar vermem ancak bu dava farklı. Onu bundan uzak tuttum. Fiona için de üzgünüm. Sizden bir şekilde haber almamız gerekiyordu. Onun Emily'nin üvey kardeşi olduğunu öğrenince bunu kullandık. Emily zaten Dougal'ı geri kazanmak için teklif dahi yapmamıza fırsat tanımadan her şeyi kabul etti. Geçen sene sizi uzaktan izlemek kolaydı ancak birkaç ay önce sizinle ilgili tuhaflıklar meydana geldi. O tuhaflıklar yüzünden biraz daha üzerinize düştük..." Zack'i dinlerken mağaranın girişinden gelen ayak sesleriyle Zack devam edemeden benimle birlikte arkasını dönerek gelene baktı. Ne tuhaflığından bahsettiğini anlamadan, bize doğru gelen siyah bir pelerini seçerken, tek bir kişi tok adımlarla dar koridordan yürüyüp yaklaşıyordu. Zack hemen ayağa kalkıp saygılı bir şekilde gelen kişinin önünde eğilip selamlarken, diğer adamlar da kafalarını eğerek onu selamlamıştı.

 

 

Yüzünde bir peçe olan uzun boylu biri tamamen görüş açımıza girdiğinde bizi tutanlar hariç herkes hâlâ öne eğilir pozisyonda duruyordu. Adam, bizi görünce duraksayıp karanlıkta bakışlarını bana diktiğini hissettiğimde ben de karanlıkta gözlerinin olduğu bölgeye göremesem de baktım.

 

 

"Kimsin sen?" Sorumla adam kendine gelir gibi adım atmaya devam ederken kısa bir el hareketiyle ona eğilen adamlara hareket çekmişti. Hareketiyle eğilen tüm adamlar tekrar dik dururken, adam yavaş adımlarla olduğumuz açıklığa kadar girmişti.

 

 

Işık vücuduna gelerek görüş açımı netleştirirken, tanıdık olan gözlerine uzun uzun bakarak derin bir nefes aldım. Elini kaldırıp yüzündeki peçeyi yavaşça aşağıya indirsede de ben kim olduğunu zaten anlamıştım.

 

 

"Lord Alex!" dedim imalı bir tonda.

 

 

"Kraliçem, nedense burada olmanıza hiç şaşırmadım? Bir sonraki karşılaşmamızda size ok atma dersi vereceğimi söylemiştim halbuki..."

 

 

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%