Yeni Üyelik
68.
Bölüm

68. Bölüm

@ebrumelek

Keyifli okumalar dilerim 🙏

"Demek sizdiniz?" Bütün bedenime yayılan titremeyi bastırmaya çalışsam da ne denli başarılı oluyordum bilmiyordum. Bu zamana kadar Lord Jack'ten şüphelenmekte büyük aptallık ettim. Şehzade, kendini öyle güzel gizlemişti ki, Lord Jack'in bile tüm bunlardan habersiz olduğuna inanamıyordum. Onun sağ kolu Zack bile, şehzadenin adamıydı. Dahası da olduğuna emindim. Resmen Galler'i içten ele geçirmişti.

Aslında, Şehzade Ali'nin mağaradaki beklenmedik varlığı, karanlık entrikaların içinde daha da derin bir çıkmaza sürüklenmemi sağladı. Onu bu karmaşada görmek, hem hayrete düşürücü hem de korkutucuydu.

Şehzade yani Alex tam karşıma gelip az önce Zack'in oturduğu yere gelince, Zack ellerini önünde kavuşturup ayağa kalkmıştı. Alex, kısa şekilde arkamda kalan Ewan, Melek ve Arthur'da bakışlarını gezdirip sertleşmiş bakışlarla sorgular ve açıklama bekler gibi Zack'e döndü.

"Karşı koydular efendim. Yaralamak istememiştik ancak zapt edemedik" Sesinde hafif titreme yakaladığım Zack başını öne eğerek konuşmuştu. Alex Zack'ten bakışlarını çekmeden "yarasıyla ilgilenin" diyerek bana döndü.

"Tebaanıza zarar vermek değildi niyetim kraliçem. Bunun için üzgünüm. "

"Eğer onlara bir şey olursa hepinizi gebertirim" Emir'in bağırışıyla bile Alex gözlerini benden ayırmamıştı. Sert bir şekilde ona karşılık veriyordum bende.

"Onların gitmesine izin verirseniz samimiyetinize inanabilirim" dedim. Alex şaşırtıcı bir şekilde söylediğimi düşünüyormuş gibi bakışlarını tekrar Ewan'a çevirdi. "Sadece o," diyerek Ewan'ı işaret ederken, Melek'in rahatlar gibi nefes verdiğini duymuştum.

"O ve diğer baygın olan. Yanlarında leydi de olacak" Alex'in bakışları Melek'e dönerken alaycı bir tebessüm sunmuştu.

"2 senedir sizi izliyoruz. Onun bir leydi olmadığını biliyorum. O da sizin gibi bir savaşçı. Onu bıraktığımız an burayı başımıza yıkar" Alex'in sözleriyle kafamı itiraz edercesine iki yana salladım.

"Kraliçem, benimle pazarlık yapacak konumda değilsiniz. İyi niyetimi göstermek için o ikisini yollayacağım. McLean sınırındaki nöbetçilerinize yakın bir yere kadar askerlerim onları götürüp bırakacak. Sınırda şu an nöbetçiler var" Mclenan ile ilgili her şeyi bu kadar ayrıntılı bilmesi beni korkutsa da şaşırtmamıştı. Niyetini tam anlamıyla öğrenmek için kabullenerek kafamı aşağı yukarı sallarken, Alex adamlarından birine el işareti yapmıştı. Adamlar ayaklanıp Ewan'a ve Arthur'a yaklaşırken onları kollarından tutarak ayağa kaldırmışlardı ancak ikisi de hâlâ baygındı.

"Eğer o ikisine bir şey olursa hangi deliğe girerseniz girin sizi bulup öldürürüm." Bağırarak konuşmamla Alex, "size söz veriyorum. Bir zarar gelmeyecek. Onları bilgi almak için buraya getirmek zorunda kalmıştık ancak artık bunu size sorabilirim." diyerek bakışlarını bir ben de bir Emir ve arkadaki Melek'te gezdirdi. Ewan ve Arthur'un çıkarılışını izlerken, adamlardan biri Melek'in yanına giderek onu kolundan tutup Emir'le yanımıza oturtmuştu. Melek hâlâ giden Ewan'ın arkasından bakıyordu.

Mağaradan çıkarıldıklarında Melek öfkeyle konuştu. "Madem bizden bilgi istiyordunuz en başta gelip bizimle konuşabilirdiniz. Ewan, Arthur veya nöbetçi savaşçıları bu işe karıştırmanıza gerek yoktu. Fiona ve Emily'i kullanmanıza da gerek yoktu. Bizden bu kadar korkuyor olmanız niyetinizin iyi olmadığını da anlamamızı sağladı zaten. Ne öğrenmek istiyorsanız hemen konuşsanız iyi olur." Alex takdir dolu bir ifadeyle Melek'e bakarken tam karşımıza oturup bağdaş kurdu.

"Bir amacımız var ancak bu sizinle ilgili değil. Siz sadece olmayacak bir zamanda ortaya çıkıp işlerimizi baltaladınız, sonuçlara ulaşmama hep engel oldunuz sizin yüzünüzden McLean daha korunaklı bir krallık merkezi haline geldi. Bu yüzden sizi yakın takibe aldık. O zamanlar Büyük Dougal sadece klan beyiydi. Sizin de onun gibi savaşçı olmanız ve Tuğra'nın Kurt klanı varisi çıkması bizi ilgilendirmeyen meseleler olsa da siz farkında olmadan araştırmamıza hep kötü etkide bulundunuz. Bu sebeple sizi ortadan kaldırmaktan başka çare bulamadık. Evet, dediğin gibi sizden çekindim çünkü savaş becerileriniz alışılmışın dışında. İlk başta suikastçı olduğunuzu düşünmüştüm, hâlâ öyle düşünüyorum. Sizi ortadan kaldırmak için Fiona'dan destek aldık. Gri pelerinliler aracılığıyla sizi öldürecekti ancak siz bir anda ortadan kayboldunuz. İşin ilginç kısmı burada başlıyor." Lord Alex yerinde dikleşip bakışlarını bana sabitleyerek anlatmaya devam etti.

"Fiona'dan sizin ölümünüzün gerçekleşip gerçekleşmediği ile ilgili rapor beklerken, hiç ummadığım bir sonuç aldım. Mektupta sizden bahsetmemişti. Sadece Dougal hakkında önemsiz bilgiler vardı. Yardımcım Zack'i görevlendirip McLean'a yolladım. Kurt klanı varisi hakkında bilgi topla dedim. O da emrime uyarak oraya gitti. Fiona ona Mclenan'da o isimde biri yaşamadığını söylemiş. Zack bana bunu anlatınca 'Tuğra kim?' diye sordu. Yani kısacası, herkes sizi unutmuştu, ben hariç. Bu inanılır gibi değil, değil mi? Aylarca peşinizde olan sağ kolum Zack, sizinle aylarca vakit geçiren Fiona dahil herkes, Büyük Dougal bile sizi unuttu. Ben her şeyi hatırlıyordum, sizi hatırlıyordum. Sadece ikinizin ortadan yok olup Melek'in klanda kaldığını duydum. Sonra fark ettim ki sizin unutulmanızın tek bir sebebi var; siz o mağaraya girdiniz! Öğrenmek istediğim konu buydu. Siz Mclenan'da bir mağaradan geçip öteki diyara ulaştınız. Fiona sizi hatırlamadığı için o günle ilgili detayları bilmiyordu. Hangi mağaradan geçtiğinizi öğrenemedim ki Mclenan mağara kaynıyor. Siz geri gelene kadar ümitlerim tükenmek üzereydi çünkü Melek'i kaçırmaktan başka çarem kalmamıştı. Melek ise klandan hiç çıkmıyordu. Tüm ümitlerimin tükendiği an da siz çıkageldiniz. Artık hangi mağaradan yolculuk yaptığınızı öğrenebilecektim ve dediğiniz gibi sizden çok çekindim. Görülmemiş şeyler gören üç suikastçıdan gerçekten çok korktum. Hele ki Tuğra'nın kraliçe olmasından sonra işler çok zorlaştı. Sizi göz göre göre alıkoyamazdım. Tek çarem size yakın kişilerden bilgi almaya çalışmaktı. Galler'de olmanızı fırsat bilerek Mclenan komutanlarını alıkoydum. İşte tüm hikayem bu. Amacım gerçekten size zarar vermek değildi kraliçem aksine size Galler de sempati bile besledim. Tek öğrenmek istediğim, hangi mağaradan, hangi şehire geçtiniz?"

Melek'in endişeli bakışlarını yanımdan bile hissedebiliyordum. Aynı şekilde Emir'in gerginliği elle tutulur ölçüdeydi. Benimse zihnim, Lord Alex'in sözlerinin ardındaki derin anlamları çözmeye çalışıyordu. Anlamıyordum, şehzade zaten mağaranın nerede olduğunu biliyordu. Büyük ihtimal şu an 9 rahip ormanlarındaki geçit olan mağaradaydık biz şu anda. 24 sene boyunca kendini bu denli saklayıp güçlendirdiyse mağaradan da geçip kızını yani beni arayabilirdi değil mi? Hâlâ mağarayla ilgilendiğini ve Dougal ile uğraşmasının sebebinin de McLean topraklarında da aynı mağaradan olduğunu bildiğini biliyordum. Bizim mağaramızı arıyordu ancak elinin altında bir mağara varken bunca zahmete neden girsin ki? Başka bir amacı daha vardı. Belki de Hüseyin'lerin anlattığı gibi kızına özlem duymuyordu. Beni neden aramak için gelmemişlerdi ki onca yıl? Mağaranın sırrını bildiği için tarihi mi değiştirmeye çalışıyordu. Belki bunların tek amacı beni bulmak değil de onlara iftira atarak idam kararı çıkartan kardeşinden intikam almaktı.

"Biz mağara falan bilmiyoruz siz deli misiniz?" Emir'in sakin çıkartmaya çalıştığı sesine alaycı bir ifade eklemişti.

"Ewan'ı bir saçmalık yüzünden mi yaraladınız? Buradan hiçbiriniz sağ çıkmayacaksınız?" Melek de hemen ardından konuşurken Alex oldukça rahat duruyordu.

"Siz de ben de o mağaranın ne olduğunu biliyoruz. Bana numara yapmayın boşuna" diyerek yaşına göre çevik bir hareketle ayağa kalkıp kınından çıkarttığı kılıcını Emir'in boynuna doğru tutarak bana baktı.

"Mağara nerede?" dedi baskın bir tonla. Alex'ten gözlerimi alamazken "arkadaşımın kanı bir damla bile akarsa burayı yakarım" dedim. Alex tek kaşını kaldırıp Emir'e döndü.

"Demek kardeş değilsiniz. Siz tam olarak kimsiniz? Yoksa Dougal'ın yanına mı sızdınız? O, kardeş olmadığınızı biliyor mu?" dediğinde Emir hareketlenerek Alex'in kılıcından ani bir hamleyle kurtulup eline aldığı an tüm adamlar üzerimize çullanıp kılıçlarını bize doğrultmuşlardı. Emir kılıcını Alex'e tutuyordu.

"Beni öldürürsen buradan hiçbiriniz sağ çıkamazsınız?" diyen Alex'ten bakışlarını çeken Emir, Melek ve bana kontrol amaçlı dönmüştü. Emir'e onaylarcasına gözlerimi kapatıp açtığımda, kılıcı hızla yere fırlatıp bıraktı. Adamlardan biri koşup yerdeki kılıcı nazikçe alıp efendilerine yani Alex'e uzatırken, Zack beni çekerek yerime geri oturtmuştu. Bakışlarımı Alex'ten ayırıp sinirle Zack'e baktım. Melek'te yanıma oturtulduğunda Alex az önceki yerine geçerek tekrar bağdaş kurmuştu ancak adamlar hâlâ ensemizde bekliyorlardı.

"Mağara hangisi?" Alex tekrar konuşurken bana dönmüştü. "Son kez soruyorum yoksa sırayla öldürmeye başlayacağım. Bunu yapmayı gerçekten istemiyorum kraliçem ancak bana başka seçenek bırakmıyorsunuz!" Melek'in bakışını üzerimde hissederken, Alex Melek'i tutan adama bir baş işareti vermişti. Adam hareketlendiğinde kafamı o tarafa çevirdim. Benim dikiştutmazımı Melek'in boynuna dayayan adam, bıçağı çekmeye hazırlanıyordu.

"Sakın söyleme Tuğra. Bu tüm dünyayı mahveder. Ewan'a onu çok sevdiğimi söyle" diyen Melek'in gözleri dolmuştu. Tepesinde dikilen adam kabzayı sıkıp etine doğru bastırdığında, Emir'in kükreme şeklinde çıkan bağırmalarını bile duyamaz olmuştum...

DOUGAL

"İzler burada bitiyor" Rob'un sesiyle atımı hızla durdurup etrafa bir göz attım. Amcam Quany'nin klanına kadar izleri takip etmiştik. Yolda bizi karşılayan Kurt klanı savaşçıları bizi gördüğü için şaşırsa da yardım etme amaçlı peşimize takılmışlardı. Amcamın baş adamı olan Samuel peşinde olduğumuz adamları bulmak için tüm klanı seferber etmişti. Amcam şu an Ahmet Veli Paşa ile birlikte güvenliklerinden emin olmak için onlara tahsis ettiğim bölgede kalıyordu.

İzleri takip etmeye devam ederken tüm savaşçılar bölgede yayılmış bir şekilde ilerliyorduk. Bu bölge kayalıklardan oluştuğu için çok sayıda saklanma yeri bulunduruyordu. İçim hiç rahat değildi. Rahat olmamasının yegane sebebi sevgili dik başlı sevgilim Tuğra'ydı elbette. Ona her ne kadar güvensem bile Emir ile yalnız olmaları içimdeki korkuları büyütüyordu. Ya başlarına bir şey gelirse diye endişelenmekten önümdeki ayak izlerine konsantre olamıyordum. Yine de ona tek gidemeyeceği konusunda diretemezdim. Onu kısıtlayarak küçük gördüğümü düşünmesini istemiyordum. O ikisinin bir orduya bedel olduğunu biliyordum ancak yine de içimdeki endişeyi susturamıyordum. Bu endişelerimi de ona yükleyip geri dönülemez bir şekilde güvenini sarsarak aramızda uçurum oluşmaması için tek gitmelerine ses çıkartmamıştım.

"Senin de aklında onlar var değil mi?" Rob'un yan tarafımdan gelen sesiyle kafamı aşağı yukarı salladım.

"Belki çoktan klana dönmüşlerdir" dedim endişelerimi bastırmaya çalışarak.

"Merak etme, ne kadar endişelensem de o ikisi başının çaresine bakabilir. Şu adamları yakalayıp işimizi bitirelim" Rob'un sesiyle bize doğru yaklaşan atlıları görüp kafamı o yöne çevirdim. Kurt klanı renkleri taşıyan bir bölük atlı arasında leydi Cora'yı seçince yüzüm istemsizce buruştu. Onun burada ne işi vardı?

"Kralım?" diyerek atını yanımda durduran leydi Cora'ya, savaşçılar attan inmeleri için yardım ederken, "leydim burada ne işiniz var?" diye bağırdım ters ters. Cora, etrafa bakıp yüzünü buruştururken atından aşağıya inerek önümde zarifçe eğildi. Bakışlarımı ondan çekerek savaşçılarıma aramaya devam etmeleri için el işareti yaptım.

"Kralım, buraya kadar geldiğinizi duyunca yanınıza gelip bir ihtiyacınız olup olmadığını sormak istedim. Quany şu an burada değil ve klanda teyzem yönetimde. Ben de sizi görmek istedim" Leydi Cora'yı dinlerken ona bakmamaya özen gösteriyordum çünkü ormanın bu şartlarına hiçte uygun olmayan bir elbise giymişti. Öyle ki yüzlerce savaşçının işi gücü bırakıp kaçamak bakışlarını onda gezdirdiğini görünce vücuduma bir sinir dalgası geldi.

"Şu an eğlence için burada değiliz. Bu şekilde giyinip işime engel olmaya hakkınız yok leydi! Hemen geri dönün. " Sesim kaba ve sert çıksa da şu an centilmen olamayacak kadar sinir doluydum. Leydi Cora'nın kıkırtısını işitip inanamaz bakışlarla ilk defa ona doğru döndüm. Etrafa bakışlar atarak savaşçıların onu izlediğini anlayıp kıkırdıyordu. Tanrı aşkına, kırmızı dekolteli bir elbiseyle elbette tüm bakışları üzerine çekerek savaşçılarımın dikkatini dağıtacaktı!

"Dougal," dediğinde samimi bir şekilde konuşması irkilmeme sebep olduğunda gülmeyi keserek tuhaf bir bakış attı. Birkaç adımla yanıma gelerek elini omzuma ve üst koluma dokundurarak devam etti. "Gerçekten beni bu kadar kıskandığına inanamıyorum. Kaleye birlikte gidelim. Seni misafir etmekten onur duyarım" Son cümleyi söylerken kolumdaki elini oynatıp pazularımda hoş olmayacak bir şekilde dolaştırmaya başladığı an kendimi geri çekip sertçe kolunu tuttum ve ittim. Biraz sert itmiş olmalıyım ki Cora'nın 'ah' dediğini işittim ancak umursamadan konuşmaya başladım.

"Buraya savaşçılarımı ve Ewan'ı bulmak için geldim. Bu kılıkla davet edilmeden buraya gelip savaşçılarımın dikkatini dağıtacak kadar aptal olman beni kızdırdı. Seni kıskanmak ise yapacağım en son şey bile değil. Bu zamana kadar yaptığın imalara kibar olmaya çalışarak karşılık vermedim ancak bir daha benimle ilgili bir ima yaparsan seni İskoçya'dan sürerim" Sözlerimle yüzünde az önceki şuh gülümseme silinip korku dolu bir ifade gelmişti.

"Seni terk ettiği zaman yanıma geleceksin ve ben o günü sabırsızlıkla bekliyor olacağım Dougal" Büyük cesaretle söylediği sözler ağzından bağırarak çıkmıştı. Etrafımızdaki tüm savaşçılar duymuştu. Bir adım ona yaklaşarak karşımdakinin bir kadın olduğunu kendime hatırlatarak ve kendimi zor tutarak devam ettim.

"Ne saçmalıyorsun!" dedim gür bir sesle, "karım beni terk etse bile sana asla gelmem. Onu tanımadan önce sana hiç gelmediğim gibi. Hele ki şimdi karıma delicesine aşıkken. Yanlış hayallere kapılma leydi Cora" dedim ve bakışlarımı ondan ayrırıp yanından geçerek yürümeye başladım. Duraksayarak arkamı dönmeden, "ayrıca karımın varisi olduğu klanda sen beni misafir edemezsin" diye ekleyerek Rob'un yanına doğru yürüdüm. Leydi Cora'nın imaları ve yakınlaşma çabalarını hiçbir zaman ciddiye alıp üzerinde bile durmamıştım. Zamanında klanımda nişanlanacağımızın dedikodusunu bile yaymışken gururunu kırmamak için bir şey dememiştim ancak şimdi evlendiğim halde hâlâ bu şekilde konuşması midemi tam anlamıyla bulandırıp ilk defa ona kırıcı konuşmama sebep olmuştu. Derin bir nefes alarak "bulun şunları" diye bağırdım savaşçılarıma.

Bir saatlik bir iz sürmenin ardından ormanın derinliklerinden çıkıp büyük bir tepeye ulaşmıştık. Rüzgarın hafif esintisiyle birlikte, nöbetçilerimin izlerini takip etmek için adımlarımızı hızla atmıştık. Cora'nın geldiği yerde izlerin bittiği noktadan sonra yeni bir iz bulmuş ve onu takip etmiştik. Kurt klanı savaşçılarını Cora ile kaleye gönderip kendi savaşçılarımla hareket etmeye devam etmiştim. Gün batımının son ışıkları tepeye vururken, gökyüzünde beliren ay yavaş yavaş parlamaya başlamıştı. Karanlık çökerken, etraf sessizliğe bürünmüştü. Öncü birliklerimizin yaklaştığını fark ettiğimde, duraksadım ve çevreyi dikkatlice gözden geçirdim.

"Reis, yukarıdaki ovada boş bir kamp var" Gözcünün sesi sessizce doldurduğu alanda, gözlerim etrafa hızla kaydı. Yukarıdaki ovada boş bir kamp olduğunu belirtmesiyle birlikte, bir an için sessizlik hüküm sürdü. Ardından, yanımdaki savaşçılara sessizce işaret ederek, etrafı sarmalarını emrettim. Gözcünün uyarısıyla birlikte, bir tehlike olabileceği düşüncesiyle herkes tetikteydi. Gözlerimizi ovaya dikip, herhangi bir hareket ya da tehlike işareti aradık.

"Bizimkilerden iz var mı?"

"Göremedim ama çadır kurmuşlar. Belki içinde olabilirler ya da bir iz bırakmış olabilirler." Kılıcımı çekerek tepeye tırmanmaya devam ettim, gözcünün verdiği bilgiyi düşünerek her adımı dikkatle atıyordum. Düzlüğe çıktığımda, kurulan kampa göz attım. İki ateş yakılmış, ancak kamp bomboştu. Gözcünün bahsettiği gibi, tek büyük bir çadır vardı. Kaşlarımı çatarken çevremi taradım. Sol taraftan gelen bir ıslık sesiyle dikkatimi dağıttım, hemen yanımdan gelen başka bir ıslığı takip ettim. Savaşçılarım arasında ıslıkla haberleşiyorduk. Kampın etrafını yuvarlak bir şekilde dolaşan ıslıklarla bir tam tur attığımızda, hâlâ şüpheliydim. Tehlike belirtisi yoktu ve karşımızda sadece boş bir kamp vardı. Bu kadar hızlıca terk etmiş olmaları şüpheliydi. Ayağa kalkarak öne çıkarken, kılıçları ellerinde tutan savaşçılarım da çevremizi sarmıştı. Kamp alanına girdiğimizde, her biri dört bir yana dağıldı. Rob'un sesini duyduğumda adımlarım ona yönelmişti ve çadırın içine baktığımda gözlerim şokla açıldı.

Çadırın içinde, sessizlik içinde Max ve nöbet için gönderdiğim tüm savaşçılarım elleri kolları, ağızları bağlı şekilde uzanıyorlardı. Rob ile aniden göz göze geldik, şaşkınlık ve endişe dolu bakışlarla birbirimize baktık. Ewan, Melek ve Arthur yoktu!

Tuğra'nın gittiği yönde bulunuyorlardı büyük ihtimalle ve bizi kurnazca dolaştırarak uzaklaştırmışlardı. Bu durumda, Tuğra tehlikede olabilirdi! Adrenalini hissederek, hemen harekete geçmek için kararlı adımlar atmam ve acilen Tuğra'yı görmem gerekiyordu.

Tehlikede olabilirlerdi, asıl hedef o bile olabilirdi! Lanet olsun...

***

TUĞRA

"Dur!" diye bağırdım, Alex'e dönerek. Melek'in kafasını iki yana salladığını görünce, içimde bir şeyler patladı. Çaresizlik; Melek'in yüzünden taşan bir tür umutsuzlukla doluydu. İlk defa böyle bir halini görmek, beni derinden etkilemişti. Gözlerim hızla mağara duvarlarında dolandı, belki bir çıkış yolu bulabilirdim.

"Mağaranın yerini söyleyeceğim ama arkadaşımı bırak, ikisini de. Sadece ikimiz konuşalım," dedim acelece. Alex'in yüzünde beliren kurnaz bir ifadeyle göz göze geldik. Sesi sakin ve derinlik doluydu, "İnsanlık, kendi karanlığını aramak için daima dışarıya bakar ancak gerçek cevaplar içimizde, derinlerde yatar. Ruhumuzun derinliklerindeki karanlık köşeleri keşfetmek, gerçek anlamda aydınlanmamızı sağlayabilir. Belki de gerçek cevaplar, sessizlikte ve huzurda gizlidir," dedi, 'ölümü' ima eden bir bakışla. Gözlerindeki kararlılık, sözlerinin altındaki ciddiyeti vurguluyordu.

"Mağaranın yerini söyleyeceğim" dedim tekrar üstüne basa basa ve daha yüksek sesle. "Dinliyorum" cevabıyla, "arkadaşlarım gitsin. Ben de seni mağaraya götüreyim" dediğimde Alex gür bir kahkaha attı, ardından adamına işaret yaptığında Melek'in acı dolu inlemesini duyup bakışlarımı korkuyla ona çevirdim. Benim bıçağımla Melek'in omzundan dirseğine kadar uzun bir çizgi halinde kesmişlerdi. Bedenim adeta donmuştu, şokun etkisi altındaydım.

"Her yanlış cevapta arkadaşlarını keseceğim. O mağaranın yerini öğrenmek için her şeyi yaparım. Kaybedecek hiçbir şeyim yok" Alex'in soğuk sesiyle irkildim, yerimde donup kaldım. Derin bir nefes alıp kafamı sağa sola sallarken, içimden düşüncelerimle savaş veriyordum. "Şu an olduğumuz mağara geçit mağarası değil mi zaten? McLenan'daki mağarayı aramakla neden vakit kaybediyorsun?" diye düşünür bir tonla çıkardığım sözlerle, Alex'in yüzünde bir anlık şaşkınlık belirdi. Gözlerinde bugün ilk defa bocalama vardı, sanki kendi karanlığına gömülüp çıkmakta güçlük çekiyordu.

"Demek bu mağaradan da haberdarsınız? Sandığımdan çok şey biliyorsunuz," dedi Alex, kaşları şaşkınlıkla yukarıya kalkarken. "Siz tam olarak kimsiniz?" diye sordu, yüzünde saf bir merakla. Gözleriyle bana bakarken, gerçekten de geçit olan mağarada olduğumuzu fark ettim. İlk kez geçirildiğim ve yetimhaneye bırakıldığım yerdi burası. İstemsizce etrafa göz gezdirip etrafı inceledim.

"Bu mağaradan neden geçmiyorsunuz?" dediğimde, Alex büyük bir öfkeyle ayağa kalktı ve kendi kılıcını dik bir şekilde tutarak karşımda durdu. Kılıcı bana doğrulturken, sol eli deli gibi titriyordu ve gözlerinde yanan bir öfke vardı. Bakışları, derin bir hınçla gözlerime saplanmıştı ve ağzından tükürükler çıkarak konuşmaya başladı.

"Çünkü yıllardır bu lanet mağara kapalı," dedi, sesindeki öfke ve çaresizlik belirginleşti. Kelimelerindeki titreklik, yüreğimin derinliklerinden yükselen hüzünle dans ediyordu. "Karşı tarafında bir yapı inşa etmişler," diye devam etti daha kısık bir tonla. Sözlerindeki acı dolu anlam, geçmişin karanlık gölgelerinin hala zihnini kaplamasıyla birlikte daha da derinleşti. "Geçitten geçemiyoruz çünkü geçit devasa bir yapıyla kapatılmış," diye devam etti. Sesindeki çaresizlik ve acziyet sırtımdaki yükün ağırlığını hissettirirken, gözlerindeki yılların getirdiği yorgunluk parıldıyordu. "Karşıdan yapılan duvarı yıkmak için de zamanımız olmuyor çünkü geçit açıldıktan beş dakika sonra kapanıyor," sözleri umutsuzluğun soğuk eli tarafından sıkıca kavranmış bir kalbin titreyen çığlığı gibiydi.

"Geri dönmezsek orada sıkışırız bu yüzden yıllardır başka geçitler arıyorum," diye ekledi bir süre sonra. Kelimelerindeki arayışın huzursuzluğu fırtınanın yankılarıyla dolup taşarken, gözlerindeki kaybolmuş umut ışığı belirginleşti. "Kızımı bıraktım ben bu aptal geçitte! ve gidip geri alamıyorum!" dedi irkilmeme sebep olacak kadar gür bir sesle. Sesindeki öfke ve hüzün geçmişin derin yaralarından akan kanın acı tatlı bir karışımını yansıtırken, gözlerindeki acı dolu anılar canlanmaya başladı ve bir el boğazımı sıkmış gibi hissettim. Son cümlede ses tonunda öfkeyle parlayan gözlerindeki çaresizlikle dolu hüzün sesindeki titreşimlerle birleşerek yürek burkan bir melodiye dönüşürken, "Bana hemen mağaranın yerini söyle artık, lütfen." dedi, sesindeki son umut ışığı kaybolmuş bir yolcunun puslu hedefine yolculuğunu sürdürmek için son bir çığlığı gibi yankılandı.

"Orada, boynumda..." kılıca bakmaya devam ederken Alex ne dediğimi anlamamış gibi kılıcı dik bir şekilde nefes boruma biraz daha bastırdı. Keskin metalin soğukluğu, boynumun derisinde bir iz bırakıyordu. Gözlerimdeki akmak isteyen yaşlar, karanlık labirentlerde kaybolmuş bir yolcunun sessiz feryadı gibiydi, içimdeki hüzün derinliklerden yükseliyordu. Alex'in hareketi sanki dünyanın tüm ağırlığını omuzlarıma yıkıyordu, bedenim titreyerek bu yük altında eziliyordu. Her bir nefes içimdeki hüznün ağırlığını daha da artırıyordu, adeta göğsümdeki ağırlıkla nefes almak bile zorlaşıyordu. Bu an, yalnızca bir kılıcın ucundaki metalin soğukluğunu değil, aynı zamanda yüreğimin derinliklerinde yankılanan kayıp umutların ve sonsuz acıların da sembolüydü.

"Ne boynunda?" Sesi çok sert ve tahammülsüz çıkmıştı.

Kafamı havaya kaldırıp Alex'le göz göze geldim. Boğazımda bir yumru gibi oturan bir ağırlıkla nefes alıyordum. Gözlerim dolu dolu, içimdeki hüzün ve acıyla doluydu, ama ağlamamam gerektiğini biliyordum. Kendimi zorluyordum, yaşların dökülmesini engellemek için direniyordum. Dışarıya kararlı ve sakin görünmeye çalışsam da, içimdeki fırtınaları dizginlemek zordu.

"Boynumdaki kolyeme bak," dediğimde Alex'in gözlerine odaklandım. Bakışları kısa bir an boynuma kaydı, ardından kılıcı hafifçe geriye çekti ve ucunu boynumdaki zincire taktı. Zinciri yukarı çekerken, iki kolyem de kamuflaj giysimin üzerine çıktı. Biri askeri künyemdi, ama diğer kolye... Diğer kolye, derin bir sırrı temsil eden bir köprüydü ve bu köprüde gizemli bir gerçek yatıyordu.

Alex'in bakışları, boynumdaki kolyeye takılı kaldı, bedeni bir heyecan ve hüzün dalgasıyla donup kalmış gibiydi. Bir adım geri çekilip kafasını iki yana salladığında, şaşkınlık ve hüzün dolu bir ifade yüzüne yayıldı. Gözleri kocaman açılmış, bana doğru bakarken bir adım daha geriye çekildi ve kılıcı benden uzaklaştırdı, ancak eli hala kılıçta dik açıyla duruyordu. "Bu!" diye mırıldandı, sesindeki heyecan hüzünle birleşiyordu, bedeni sanki tüm gücünü kaybetmiş gibi yere oturdu, dizlerinin üzerinde titreyerek duruyordu. Etrafta hiç kimse ne olduğunu anlamazken, Zack "Efendim, iyi misiniz?" diyerek yanına gelmişti. Alex, titremesi had safhaya ulaşan elini kaldırıp Zack'in yaklaşmasını durdururken, gözleriyle bana bakıyor ve içinde heyecanın ve hüznün karışımıyla dolu bir fırtına kopuyordu. Gözleri geçmişle gelecek arasında sıkışıp kalan ruhların çaresiz çığlığını yansıtıyordu. Emir ve Melek'in adımı seslenmelerini duysam da gözlerimi karşımda çaresizlikten kıvranan adamdan alamıyordum.

"Onu nereden buldun?" diye sordu, ses tonu o kadar farklıydı ki adeta içinde bir fırtına kopsa sesi daha hüzünlü olamazdı. Sesindeki titremeyle sanki ağlıyormuş gibi çıkıyordu.

"Hep benimleydi," dediğimde kafasını hızla iki yana sallayarak "imkansız" dedi, sesindeki çaresizlik ve hayal kırıklığı derin bir iz bırakıyordu. Gözyaşlarımı zorla içime gömerek kafamı biraz daha yukarı kaldırdım, dik durmaya çalışarak içsel bir güç arıyordum. Ancak her kelime içimdeki hüznün ve yıkımın yansıması gibiydi, sanki kalbim parçalanıyordu ve ben bu ağırlığa dayanmaya çalışıyordum.

"Hüseyin ve Eliza ile iki aydır birlikteyim," dediğimde Alex'in gözleri söylediğim isimlerle bir an için donup kaldı, adeta hayret dolu bir manzara seyrediyormuş gibi. Ardından ayağa kalkmadan yerde sürüklenir gibi adımlarla tam karşıma geldi. Gözlerindeki şaşkınlık ve merak karışımı bir ifadeyle, "Sen?" diye sordu sesindeki ton şefkatle doluydu, önceki sertliğin yerini şimdi bir nezaket ve anlayış almıştı. Kafamı hafifçe aşağı yukarı sallarken "Ben, sanırım, Balca'yım," dedim kısık bir tonla. Alex titreyen elini kalbine götürdü, sanki bir şokun etkisiyle tüm yüzümü hızlı hızlı tarıyordu. Zack tekrar yanımıza gelerek "Efendim?" diye endişe dolu bir sesle bağırarak kılıcını havaya kaldırıp bana saldırmak üzereyken, Alex tüm gücüyle "Dur!" diye bağırdı ona. Melek ve Emir, ne olduğunu anlamış olacaklar ki şaşkınlık içinde ikimize bakıyorlardı, adeta olayların gidişatını şaşkınlıkla izliyorlardı.

"Ona sakın dokunma yoksa seni öldürürüm!" Alex'in öfkeyle feryadıyla birlikte Zack kafasını eğip birkaç adım geri çekildi, bedeni Alex'in tehdidi altında küçülmüştü. Alex, yüzümü kavrayarak titreyen elleriyle yanaklarıma dokunduğunda, ikimizin de gözlerinden artık yaşlar akıyordu. Gözlerimizdeki hüzün o anın atmosferini kaplamıştı, sanki içimizdeki kırılganlık ve acı gökyüzünden yağan bir yağmur gibiydi. Alex'in elleri hem fiziksel hem de duygusal bir sığınak gibi hissettiriyordu.

"Kızım?" Elleri yanaklarımda titrerken tüm odak noktam sadece ondaydı. Sanki dünyada başka kimse kalmamış gibiydi, sadece ikimiz vardık. Gözlerimizdeki yaşlar geçmişin kederli hatıralarının bir yansımasıydı ama şu an, bu hüzünlü anın içinde hissettiğimiz duyguların kırılganlığına rağmen birbirimize sadece bakıyorduk. Benim her şeyin farkına vardığım o gün gibi bakıyordu bana. Tüm yüzümü ezberlercesine.... Elleri, sevgi ve koruma dolu, yanaklarımı sarmalarken odağı sadece birbirimizde bulmuştuk, tüm dünyayı dışarıda bırakmıştık..

"Tuğra!" Melek'in sesi bakışmamıza ara verirken derin bir nefesi ciğerlerime çekip hafif yan dönerek arkadaşlarıma döndüm. Emir bana açıklama yap bakışıyla baksa da karşımdaki adamın Şehzade Ali olmasını idrak etmenin şokuyla ona da bakıp duruyordu. Bir onda bir ben de gezdirdiği bakışlarıyla arkalarındaki adamların hâlâ onlara kılıç tuttuklarını idrak ettim.

"Balca'm!" çok kısık çıkan sesiyle Emir'den çektiğim bakışlarımı tekrar ona çevirdim. Az öncekine göre daha sıktığı yanaklarımla başımı ona çevirmiştim.

Bu isim.

Balca!... içimde derin bir savaşın fitilini ateşleyen kelime. Aniden, geçmişimle bugünüm arasında bir köprü kuruldu ve o köprü üzerinde yürümeye çalışırken ayaklarım adeta çamura saplanmış gibi hissettim. Kelime, yıllar öncesine bir kapı açtı ve orada geçmişteki hüzünler, sabırsız araştırmalar, bekleyişler, terk edilip gözden çıkarılışlar ve kayıplarla yüzleşmek zorunda kaldım. Bir yandan, unutulmuş anılar, güzel ve eğlenceli anılar, zorlu sınavlar ve acı hatıralar gözlerimin önünden geçerken, diğer yandan bugünü ve geleceği göz ardı edemiyordum. Bu içsel savaş, beni paramparça etti ve kalbimde bir hüzün dalgası yarattı. Ne yapacağımı, nasıl hissetmem gerektiğini bilemiyordum; sadece bu duygusal fırtınanın ortasında savrulup duruyormuşum gibiydi.

"Derhal geri çekilsin herkes," dediğinde, bana baksa da sözleri kendi adamlarınaydı. Arkamda duyduğum hareketlilikle, hepsinin emrine anında uyup geri çekildiğini, bakmasam bile anladım. Onun gözlerime bakarak hafifçe gülümsemesiyle, son kalan kalem de yıkılıp gözyaşlarımı yine serbest bıraktım. Bu çok tuhaf bir duyguydu. Tüm duvarlarımı yıkacak kadar güçlü, huzuru her zerremde hissedecek kadar saldırganca beni ele geçiriyordu. Her bir damla, içimdeki kargaşayı yatıştırmak için bir fırsat gibiydi, ama aynı zamanda bu duyguları dizginlemekte aciz olduğumu da gösteriyordu. Onun gözyaşları; içimdeki fırtınanın bir yansıması gibiydi, çaresizce kıyıya vuran dalgalar gibi...

O an, mağaranın dışından gelen ıslık sesiyle bir gözyaşı daha gözümden düşerken bakışlarımı çıkış yönüne çevirdim. Çevik ve ani bir hareketle mağaranın içine akın eden yeşil kiltli savaşçıların vücutlarının bronzluğu kenarlarda asılı olan meşalelerin ışığında seçilirken, kılıçlarının demirimsi rengi adeta parladı. Gölgelerin arasından ter ile kaplanmış devasa bir gölge seçilebilecek kadar hızla mağaranın içine girerken, Dougal'ın sertleşmiş gözlerinde çıkan kıvılcımları yakaladım. Gözlerinde ölüm vardı... Ölümün soğukluğu ile iç içe geçmiş bakışları bana dokunan ellerdeydi. Bu an, karanlıkla aydınlığın muhteşem dansı gibiydi; karanlık gölgelerin gizemli esrarıyla, Dougal'ın ölümü çağrıştıran parlayan gözleri arasındaki çarpıcı tezat. Artık nereye gidersem gideyim peşimden geleceğini biliyordum.

"Dougal," fısıltıma rağmen, yanaklarımdaki ellerin sahibi bakışlarını benden hâlâ çekmeden, gelenlere bakma zahmetine bile girmemişti. Gözleri, sanki korların içinde bir ateşin kıvılcımları gibi parlıyor, ezberler gibi ve burada olduğuma inanamazcasına yüzümde geziniyordu. Sadece titreyen elleriyle yanaklarımı sıkı sıkı tutup yüzümü incelemekten kendini alamıyor gibiydi. Etrafta onun adamları ile Zack'in harekete geçtiğini anlasam bile, ellerinden kendimi çekip çıkartamayacak kadar pelteye dönmüş bir vaziyetteydim. Emir'in "Dougal, durun" dediğini işitsem bile gözünü kan bürümüş Dougal, ona yaklaşan beş adamı çoktan tek hamlede kılıçtan geçirmişti bile. Tam 5 adam... Adım attığı yerler kan gölüne dönerken, ulaşmaya çalıştığının ben olduğunu biliyordum.

Bakışları bir ben de, bir yüzüme dokunarak ağlayan on'da gezinirken, yüzü kaskatı kesilmişti. Gözlerindeki ateş, bir yangının içinde kaybolmuş bir yaratığın soğuk yüzünü andırıyordu.

"Dougal, bekle!" dediğim anda, kılıcını göğe doğru kaldırmış, Zack'in kalbini hedef almıştı. Dougal, bir fırtına gibi, öfkeyle dolu gözlerle etrafına bakınca, çevremizdeki her şey adeta durmuş gibiydi. An, saniyeleri dondurmuş, bir nefeslik bir an içinde tüm hayatın yükünü hissettiriyordu. Sözlerimle duraksayan Dougal'ın kılıcı beklenmedik bir yöne sapmış, Zack'i kolundan yaralamıştı. Bu an, adeta bir tablo gibiydi; karanlıkta parlayan kılıç, kanın kızıla büründüğü bir yara ve hemen ardından gelen sessizlik... Kendimi bir adım geriye çektiğimde, Dougal'ın gözlerindeki kararlılıkla yüzleştim. Şu anda onu yalnızca ben durdurabilirdim çünkü Dougal'ın öfkesi bir volkan gibi içini kemiriyordu ve bir kez ateş püskürtmeye başladığında, hiçbir şey onu durduramazdı.

"Tuğra" dediği an ayağa kalkıp sıcak ellerden sıyrılıp başka bir sıcak bedene sarıldım. Dougal'ın kolları enseme dolanırken kafası son derece karışmıştı çünkü ona sarıldığım an tüm gardımı herkesin önünde indirmek pahasına da olsa indirmiş, burnumu boynuna gömmüş az önce kendimi bastırdığım için içimde küçük bir çocuk gibi kopmaya hazır sessiz bir çığlıkla delicesine ağlamaya başlamıştım. Yüreğimi Dougal'ın kollarında döküyordum. Dudaklarım bedenine sığınmış, gözyaşlarım ise onun omzunda yaşam bulmuştu. Bu sarılma bir başka türlü bir bağlanmaydı, tüm varlığımızı bir araya getiriyordu.

"Herkes kılıçlarını indirsin" O'nun arkamdan sesini duyduğumda başımı Dougal'ın bedeninden ayırıp burnumu çekerek arkamı döndüm. Emir, Melek'in yanındaydı. Yarasına baskı uygulayıp kanamayı engelliyor ancak hâlâ büyük bir şaşkınlıkla o'na bakıyordu. Melek'in yüzü ise hayalet görmüşçesine kireç gibiydi.

"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Bunun bedelini ödeyeceksiniz, hepiniz, tüm Galler" Dougal'ın yemin gibi çıkan sözleriyle kolunu can simidine sarılır gibi tutarak bana bakmasını sağladım. Dougal bakışlarını anında bana çevirirken neden ağladığımı anlamamazca ve korkuyla bana bakıyordı. Kafamı iki yana sallarken, "tüm savaşçıları dışarı çıkar" dedim herkesin gözleri üzerimde beni böyle güçsüz ve zayıf bir anımda gördükleri için utanırken. Dougal derin bir nefes alıp kafasını hafif yana çevirdiğinde savaşçılar ona temkinli bir bakış atsa da, O'nun, "siz de çıkın" diye kendi adamlarına seslenmesiyle hepsi anında dışarıya hareketlendi. Dougal'ın aksine o'nun adamları daha önce dışarıya çıkmıştı.

***

Karanlık gecenin örtüsü altında yükselen ormanın derin uğultusu, mağaranın içine sızan gizemli bir nefes gibi yankılanıyordu. Dougal, Emir, Melek, ben ve o, bu sessiz gecenin içinde, kendi iç dünyalarımızla yalnız kalmıştık. O'nun hüzünlü bakışları, benimkilerle kesiştiğinde, Dougal kolunu nazikçe etrafıma dolamıştı, sanki içimdeki karanlığı hafifletmeye çalışıyordu. Emir ve Melek'e bir an göz gezdirdiğinde, Melek'in kolundaki sarı bandaja takılıp kalmıştı. Melek, sıkıntı olmadığını söylerken, Ewan ve Arthur'un durumu hakkında endişe ettiğini belirtti. Ancak bu sorudan ve uğultulardan sonra "onları bulduk ve klana Rob ile birlikte gönderdim" dediğini seçebildim Dougal'ın. Ardından gelen derin sessizlikte, benim bakışlarım hâlâ karşımdaki yaşlı adamdayken, arkadaşlarım ve Dougal'ın gözlerinin ikimizde yoğunlaştığını hissediyordum.

"Dougal," dedim, boğazımdaki düğümü temizleyerek, sesim son derece çatallanmış bir şekilde çıkıyordu.

"Bu, Şehzade Ali..." Sözlerimle birlikte, o'nun bakışları daha da hüzünlü bir hal alırken, sırtını dikleştirip, daha önce Galler'de olduğundan farklı bir şekilde, kendinden daha emin bir tavır sergiliyordu. Dougal'ın sinirli ve şaşkın bakışları hızla bana dönerek, sorgulayan bir tonda "Ne demek, şehzade? Nereden biliyorsun yalan söylemediğini?" diye sordu.

"Balca'yla yalnız konuşmak istiyorum" O'nun araya giren sesiyle, Dougal hızla arkasına dönerken "doğru söylediğinden emin olmadan asla" diye adeta tüm mağarayı titretecek şekilde bağırmıştı.

"Gerçeği az önce öğrendi" diyerek, sesimin sarsıcı yankısıyla Dougal, tuttuğu kolumu koruma içgüdüsüyle sıkıyordu, bana inanamaz bir bakışla bakarken. "Yani sen zaten biliyor muydun?" diye sordu, sesinde yumuşaklık ve şaşkınlığın belirgin olduğu bir tonla. Dougal'ı durdurmazsam her an sorgulamadan kılıcından geçirebilirdi.

"Galler'de anladım. Size anlatmak için doğru zamanı bekliyordum," dedim, sesimde bir kararlılık vardı. Emir ve Melek sessizce her şeye tanık olurken, Emir'in bakışlarında Dougal'ın ifadesiyle aynı bir gücenmişlik belirdi. Anında Emir'den gözlerimi kaçırdım.

Kimsenin dışarıya çıkmayacağını anlayan o, bana doğru birkaç adım attığında, Dougal'ın gölgesinin altında duruyordum. "Nasıl?" diye fısıldadı, ancak bu söz sanki kendi iç dünyasına yapılmış bir konuşmaydı. "Nasıl geldin buraya?" Yaşlı adamın sessiz adımları, gecenin derin sessizliğinde yankılanıyordu, gözlerim onun yaklaşan siluetini izlerken kalbim hızla çarpıyordu. Dougal'ın varlığı karanlıkta bir hayalet gibi soluklaşıyordu, adeta yok oluyordu. Yaşlı adamın sakin ama merak dolu bakışları beni tekrar içsel bir fırtınanın ortasına sürüklerken, Dougal da Emir ve Melek gibi sessiz izleyiciye dönüşmüştü. İçimde bir çalkantıyla yaşlı adamın sorularına cevap vermek için hazırdım, ancak kelimelerin yüzeyime yabancı gibi düştüğünü hissediyordum.

"Bu," dedim Dougal'ın bedeninden biraz uzaklaşırken ve nefesimi derinlemesine çekerken "Uzun bir hikaye" diyerek bitirdim cümlemi. Artık gözyaşlarıma izin vermiyordum. Dinginlikle kaplı bir kabullenişi içime çekmiştim.

"Biz yıllardır, Allah'ım," diyerek yüzünü avuçlarıyla silerek bir adım daha attı bana doğru. O bir adım daha attığında, sanki varlığımdan emin değilmiş gibi, ama aynı zamanda yanımda olma arzusuyla dolu bir çırpınış içindeydi.

"Biz yıllarca geçmeyi denedik. Bu toprakları terk etmek zorunda kaldık. Seni ilk bırakmak zorunda olduğumuz senelerde... Gözümü karartıp ertesi sene gelmeyi denedik ancak komutanım yani Hüseyin'in kardeşi o zaman öldürüldü. Biz de yakalansaydık seni bir daha geri alamazdık. Bu yüzden kaçtık, kaçtım, bekledim. " Her kelimeyi söylediğinde diğer kelimeye geçemeden ara verip konuşuyordu.

"Tek amacım güçlenip seni alabilmek için buraya geri dönmeyi beklemekti. Başardım da, Fransa'da ki dostumda kaldık birkaç sene. Onun askerleriyle gizli bir kimlikle buraya geri döndük. O ay tutulmasını bekledik. Sonunda o gün geldi ancak," dedi, durdu ve gözünden bir damla yaş akarken "geçit kapanmıştı" dedi titrek bir sesle.

Yıllar boyu içimi saran ağırlık, yaşlı adamın anlattıklarıyla daha da belirgin hale geliyordu. Her kelime, geçmişin tortularını gün yüzüne çıkararak ruhumun derinliklerine kadar iniyordu. Terk edilmemiş olmanın verdiği bir tür şaşkınlıkla, bunu onun dudaklarından dinleyerek, içimde sakladığım tüm hüzünlerin boşuna olduğunu düşünmeye başlamıştım. Benim için hayatlarını tehlikeye atan insanların varlığını bilmek, yıllardır taşıdığım terkedilme korkusunu hafifletiyordu. Çünkü aslında gerçek ailem beni terk etmemişti, onlar beni sevmişti. Ben terk edilmemiştim! Öylece yetimhaneye bırakılıp merak edilmedim sandığım her anım boşunaydı. Benim için hayatlarını riske atmak pahasına her yolu denediklerini işitmek, göğsümdeki kimseye belli etmediğim ve her zaman terk edileceğime, sevilmeyeceğime inandığım tüm o senelerin ağırlığının üzerimden kalktığını hissediyordum. Çünkü hep düşüncem şu olmuştu; ailem beni terk etmeseydi yeni ailem beni kendi kalıplarına sokmaya çalışmazdı. Beni sevmek ve benden utanmamak için bunu yapmak zorundalar düşüncesiyle, genç kızlık yaşıma kadar gelmiş, ardından başkaldırı gibi olduğunu hissettiğim askerlik mesleğini tercih etmemle, tüm tabularımın doğru çıkarak, beni büyüten ailem bana anında sırt çevirmişti. Aslında bunların hiçbiri gerçek değildi. Ben istenmeyen bir çocuk değildim, yük de değildim. İki ailem de beni seviyordu. İstanbul'daki babamın gerçek sevgisini, askerliğim pasif hale döndüğünde elinden geleni yapacağını söylediğinde ve beni mağaradan uğurlarken ki gözyaşlarında fark etmiştim. Ve bu yaşlı adam, tüm hayatını beni bulmak için harcamıştı.

Tahtı için değil, intikam için değil, sadece beni bulmak için.

"Sonra anladık ki geçidin diğer tarafına bir yapı inşaa etmişler. Bu geçit İstanbul denilen bir şehre çıkıyordu. Seni orada çocukların yaşadığı bir eve bırakmak zorunda kalmıştık fakat artık yol kapalıydı. Ben de tüm hayatımı başka geçitler bulmak için adadım. Bu riskliydi yine de vazgeçmedim. 4 sene sonra annen tekrar hamile kalınca buraya yakın topraklarda yaşamaya karar verdik. En yakın kara parçası Galler'di. Hem araştırmalarım için de zaman kaybı olmayacaktı." Bakışları Dougal'a dönerken devam etti.

"Ardından her yerdeki casuslarımdan birinden kulağıma bir fısıltı geldi. Tam iki sene önce. Bir mağaradan gelen üç arkadaştan bahsetti bana. Fiona. Bu arkadaşların tuhaf kıyafetleri ve aksanlarından, farklı silah ve yeteneklerinden. O günden sonra peşinize düştüm. Amacım o mağarayı bulmaktı. Bu uğurda sizi bile gözden çıkarmıştım. Birkaç defa sizi kaçırma girişiminde bile bulundum. Kendi kızım gelmiş halbuki!" Bir süre durup ardından devam etti. "Her denemem başarısız oldu ben de farklı yollar aradım. Siz ortadan kaybolduğunuzda, geçitten geri döndüğünüzü anladım. Dougal'ın mağaranın yerini bildiğini düşündüğüm için de -ve ona gidip bunu soramayacağımız için de- annen, İrlanda temsilcisi ile anlaşma yaptı. Onun büyük kızı Lord Jack ile evlenecekti ancak Lord Jack kız kardeşine aşıktı. Annen de İrlanda temsilcisi Oscar'a casus olarak diğer kızını Dougal ile evlenmesini teklif etti. O, bu teklife atladı elbette. Onun kızı Dougal'dan mağaranın yerini eşi olarak öğrenip bize söyleyecekti. Hepsine mağarada hazine olduğuna inandırdık."

"Yıllardır seni unutmadık. Hep ümidimiz vardı. Biliyorum ki ömrümüz yetmese bile Estelle bizim tüm amacımızı devam ettirecekti. Sen, yanımızda olmasan bile hep kalbimizdeydin" Öylece bakmaya devam ediyordum. Ağzımdan tek kelime, tek soru çıkmıyordu. Melek'in kısık sesli inlemesini duyduğum an bakışlarımı ondan çekip arkadaşıma döndüm. Melek dik durmaya çalışsa da kolundaki bezin koyu bir renge bulandığını seçebildiğimde silkelenircesine kendime geldim.

"McLean'a gidelim. Eski dostlarını da görmek istersin," dedi, sesi oda içinde yankılanırken. Ona halen nasıl hitap etmem gerektiğini belirlemekte zorlanıyordum. Artık Alex demek istemiyordum. Şehzade demek, derin bir sır gibi saklı kalmalıydı, bu yüzden elimden geldiğince uzak duruyordum. Ancak 'o' demekten başka bir belirtme kullanamıyordum. Kabullenmiştim. Kolyemi gördüğü an, gözlerindeki o ifadeyle birlikte her şeyi kabul etmiştim. Yine de temkinli olmak istiyordum sanki. Onları bir kere bulduktan sonra kaybetme korkusu, içimi sarmıştı, belki de bu yüzden bağlanmaktan kaçınıyordum. Sözlerinden sonra yanımda hissettiğim sıcak beden ve saçlarımın dibine Dougal tarafından kondurulan öpücükten sonra Emir'in hareketlendiği niye fark ettim. Melek de ardından mağaraya yönelirken, o, hâlâ aynı yerde durmaya devam ediyordu.

"Klanda sizi misafir edelim" Dougal'ın sesiyle davet edildiğinde, temkinli bedeni gevşeyerek kafasını aşağı yukarı salladı. Bizim önümüzden mağaradan çıkarken bakışları taşlarda yavaşça geziniyordu. Dougal, hemen yanımda bedenime sıkı sıkı sarılırken benim gibi onu izliyordu.

Ay ışığının dans ettiği ormanda, McLean'in savaşçıları ve onun adamları bekliyordu bizi. Emir ve Melek, sessizce boş atlara binmişlerdi, göz temasından kaçınarak onlara doğru bir bakış bile atmamaya dikkat ediyordum. Dougal'ın atı Gölge'nin önünde durdum, ardımdan ise Dougal'ın biniciliğiyle, o büyük ve güçlü atın sırtında yükseldim. Hemen ardıma binen Dougal'ın atı öyle devasaydı ki ikimizi birlikte zorluk çekmeden taşıyabildiğini biliyordum. O, kendi adamlarına bir baş işareti yaparken nereden çıktığını bilmediğim fazladan atlarla hepsi bizimle birlikte klanın yolunu tutmuştu.

Gölge'nin sırtında, yıldızlarla dolu gökyüzünde, 9 rahip ormanlarında yıllar önce kaybolduğum mağaranın önünde, kalbimdeki heyecan ve umut ile bilinmeyenin derinliklerine doğru ilerliyordum. Ve böylece, yeni bir başlangıcın eşiğinde olduğumuzu da biliyordum...

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%