Yeni Üyelik
69.
Bölüm

69. Bölüm

@ebrumelek

Keyifli okumalar💛

Heyecan; Göğsümdeki ritmik atışlar adeta bir orkestranın gizemli şefiyle uyum içinde çalışırken, bedenimi derin bir coşku ve merak dalgası sarıyordu. Nefesim hızla alınıp verilirken, her solukla heyecan, ruhumu bir serüvenin kollarına bırakıyordu. Kalbim, sakin denizlerin kıyısında değil fırtınalı okyanusun ortasında atıyor gibi hissediyordum; her vuruşu, bir sonraki sayfanın dönülmesini heyecanla bekliyor gibi. Gözlerim, bilinmezliğin gizemli sisine doğru yol alırken, içimdeki heyecanın beni nereye götüreceğini merakla keşfetmeye hazırdım.

25 yıl boyunca bilinmezlikle örülü bir dünyada yolculuk ederken, içimdeki boşluk adeta bir kuyunun derinliklerinde kaybolmuştu. Ancak şimdi öz ailemi bulmanın verdiği şaşkınlık ve gerilimle, içimdeki bu boşluk birdenbire bir bütün haline dönüşmeye başladı. Kalbim, uzun zamandır süren bir özlemle dolup taşarken, geçmişimle yeniden bağlantı kurmanın getirdiği duygusal bir fırtınanın ortasında buldum kendimi. Uzun yıllar boyunca hayalini kurduğum bu an şimdi gerçek olmuştu ve içimdeki sevinç, hüzün, korku ve umut dalgalarıyla dalgalanıyordu. Artık yıllar boyunca hasretini çektiğim ve akıbetini merak ettiğim ailemle yeniden bir araya gelmenin getirdiği duygularla dolup taşan bir denizin ortasındaydım. Bu merak içimdeki coşkulu bir keşif ruhuyla canlanırken, öz ailemin zorlu geçmişini keşfetmek için içimde bir alev gibi yanıyordu.

Mağaranın önünde atlara binip yola çıktığımızda kimse konuşmuyordu. Emir ve Melek benden uzakta duruyordu. Bir ara Emir ortadan kaybolmuş, ardından çalılıkların arasına sakladığımız çantalarımızla çıkagelmiş ve aynı sessizlikte atına binip Melek'in yanında yol almıştı. Dougal büyük siyah atı Gölge'nin üzerinde hemen arkamda otururken, şehzade Ali kendi adamlarının yanında ilerlemeye başlamıştı. Yolculuk başladığı andan itibaren üzerimde hissettiğim keskin bakışların onun ve adamlarının tarafından olduğunu biliyordum. Kimse işin aslını bilmediği için meraklı, tedirgin ve çekingen bir ifadeyle birlikte nereye gittiğimizi anlamaya çalışıyorlardı, buna rağmen hiçbiri şehzadeye soru sormaya cesaret edemiyordu; Zack bile...

Karanlık ormanın derinliklerinde ilerlerken içimdeki fırtınaları yatıştırmaya çalışıyordum. Dougal'ın yanımda olması bir yandan beni cesaretlendirirken diğer yandan da duyularımı daha da yoğunlaştırıyor ve savaşın getirdiği gerilimle dolu ormanın sessizliği arasında gidip geliyordu. Melek ve Emir'in bu ortamda olması ise bir yandan güvende hissettirirken diğer yandan da içimdeki karmaşayı daha da artırıyordu. Emir'e anlatmamıştım. Onun gözlerindeki kırgınlığı okumam için bakmama bile gerek yoktu. Melek ise Ewan yüzünden her an patlayacak bir ateş gibiydi. Savaşçıların etrafımızda yayılmış olması, bizi koruma altına aldıklarını hissettirse de bu durum aynı zamanda tehlikenin her an kapımızı çalabileceği gerçeğini de hatırlatıyordu. Ormanın kendi sesleri ve atların hızlı adımları arasında ilerlerken zihnim dalgalanıyor, düşünceler her adımda beni izliyor ve kafamda dolaşarak ruhumu adeta bir labirente hapsediyordu. McLean sınırını geçtiğimizde bile dikkatimi toplamak güçleşiyordu. Kafamda dolaşan olaylar ve içimde kopan fırtınalar, ruhumu adeta bir kasırgaya sürüklüyordu. Ancak başımı dik tutarak, içimdeki karmaşayla mücadele etmeye kararlı bir tavır sergiliyordum.

Dougal'ın nazikçe ve destek olurcasına koluma dokunmasıyla kafamı yana çevirip onunla göz göze geldim.

"Gergin olma," dedim fısıltıyla çıkan sesimle. Dougal'ın surat ifadesinde hâlâ şok ve tereddüt vardı. Emir'de olan kadar bir kırgınlık olmasa da açıklama bekler bir hali vardı ve insanların yanında bir şey sormak istemiyordu. Sert bakışları sürekli şehzade ve adamlarının üzerindeydi. Kimseden çıt çıkmıyordu.

"Hüseyin ve Eliza teyit edene kadar emin olamayacağım." Şehzadeye bakarak konuşurken onu ne onayladım ne bir itiraz cümlesi kurdum. Klana gidip Hüseyin onu tanırsa, olacakların bundan sonra nasıl ilerleyeceğini bilmiyordum. Çünkü sorunlarımız hâlâ bitmemişti. Sakallı Ahmet Veli Paşa, hâlâ onları arıyordu. Bundan sonra adımlarımızı çok daha dikkatli atmalıydık. Onları sonunda bulmuşken ve onlarda beni bulmuşken, Osmanlı tarafından yakalanıp idam edilmelerini kaldıramazdım.

Klanın gökyüzüne yükselen surlarının aşağısında ilerlerken, sessizlik etrafımızı sarmaya devam ediyor, adeta her adımımızla daha da yoğunlaşıyordu. Ancak bu sessizliği, kaleden yankılanan borazan sesi kesti ve kale kapıları bize açıldı. Melek, atını hızla sürerek öne geçerken toprağın altında hızlıca kayıyormuş gibi hissettirdi. Emir'de onun hemen arkasında güçlü bir rüzgar gibi ilerliyordu. İkisi önden giderek kaleye girip gözden kaybolmuştu. Arkalarındaki toz bulutuna bakarken iç geçirdim.

Dougal savaşçılardan birini yanımıza çağırdığında ilgim ona dönmüştü. Yanına gelen savaşçı "buyur reis" dediğinde Dougal, "Hüseyin'i bulup bahçeye getir" demişti tok bir tınıda. Savaşçı başını bir kez eğerek atını hızlandırıp surların içerisine doğru hızla gözden kayboldu.

Geniş sur kapısının büyükçe açılmasıyla birlikte, Rob'un siluetini de fark ettim; bizi bekliyordu. Yokluğumuzda klanın sorumluluğunu üstlenmiş olsa da, her zaman olduğu gibi onu görünce içimde hâlâ bir rahatlama hissi yoktu. Bir sorun çözülmeden yerine yenisi ekleniyordu.

Kapıya geldiğimizde şehzadenin bakışlarını tekrar üzerimde hissederek ona döndüm. Bir bana bir Dougal'a bakarak sessizce izin alıyordu. Dougal'ın eliyle kaleyi işaret etmesiyle, şehzade adamlarına kısa bir baş işareti yaptı ve hepsi önden içeriye yol aldılar. Rob, çatık kaşlarla gelenlere bakarken ardından hızla bakışlarını bana çevirmişti neler olduğunu anlamak ister gibi. Bakışlarımdan ruh halimi çözmüş olacak ki meraklı ifadesi daha da büyüyerek farkında olmadan bana doğru bir adım attı. Dougal'ın atı ilerletmesiyle Rob'un yanına yol alırken hızla ilerleyip tam önünde durduk.

"Neler oluyor diye sormayacağım bile..." Rob'un imâlı konuşmasıyla Dougal "Ewan ve Arthur nasıl?" diye sordu ve atımızdan hızla aşağıya indi.

"Arthur uyandı, Ewan'da uyanıp tekrar uyudu, ikisi de iyi. Sadece nöbetçilerden birinin durumu kötü. Max de gayet kendinde ancak çok afallamış." Rahat bir nefes verirken bahçede atlarını durdurmuş ve hâlâ atlarından inmeden bekleyen şehzade ve adamlarına döndüm.

"Bunlarla yolda mı karşılaştınız?" Rob'un sorusuyla kafamı iki yana sallayarak, "uzun bir gece olacak" dedim ve meraklı bakışlarla Rob'u ardımda bırakarak atı ahırlara yürüttüm.

***

Hayatımda çok uzun günler geçirmiştim ancak bu bana en uzun geleniydi. Sonunda evime gelebilmiştim. Bahçede atlardan indiğimizde Dougal sanki hiç yorgun değilmiş gibi şehzadenin yanına yürümüş ve beklemelerini söylemişti. Attan inerken Rob'un yanıma gelip uzattığı elini tuttuğumda ikimiz yalnızdık, yine de ileride ki şehzadenin bakışlarının ağırlığı altındaydım.

"Emir'in nesi vardı neler oldu?" Emir'de ki problemi Rob bile fark ettiyse işim sıkıntı gibi duruyordu.

"Nöbetçilerle Ewan'ları alıkoyanlar Lord Alex'miş" dedim konuya direkt dalarak yürümeye başlarken. Rob, benimle birlikte kale binasına doğru ilerlerken, binanın önünde savaşçıların eşliği altında Dougal, Şehzade Ali ve Zack beklemeye devam ediyordu. Hiçbiri konuşmuyordu. Rob bir an tökezleyip dururken eli belindeki kılıca gitti.

"Aynı zamanda Lord Alex," dedim derin bir nefes alarak karşıda bekleyen şehzadeyi kafamla işaret ettim. "Şehzade Ali" dediğimde kafamı çevirip Rob'un gözlerine baktım. Sanırım o da Emir ve Dougal gibi kırılacaktı bana.

"Esma'nın bu bilgiyi asla öğrenmemesi gerek" diye hızla devam ederken Rob bir elini kaldırıp beni susturdu. İkimiz de yürümeyi kesmiş birbirimize bakıyorduk. Rob kafasını arada onlardan tarafa çevirip şehzadeyle göz göze geliyor olmalıydı çünkü onun bakışları hâlâ üzerimdeydi. Bir an önce benim gibi o da yalnız konuşmak istiyordu. Ancak Dougal'ın da dediği gibi ilk önce Hüseyin'lerle konuşmalarını istiyordum. Kendime zaman yaratıyordum.

"Ne diyorsun Tuğra hiçbir şey anlamadım" Anladığı şeylerden emin olamadığı için bakışları sertleşmiş, gür kirpiklerini hızlı hızlı kırpıştırıyordu.

"Mağarayı arıyorlardı ya, hani Emily ve Fiona... Her şeyi yöneten şehzadeymiş. Bizi, geçidi bulmak için izlemişler. Yollarına çıktığımız için ortadan kaldırmaya çalışmışlar. Bugün de geçidin yerini bildiğimiz için bilgi almak adına Ewan'ları alıkoymuş. Mağarayı kızı Balca'yı bulmak için arıyormuş." Tekrar yürümeye devam ederken Rob birkaç saniye olduğu yerde kalıp söylediklerimi sindirmek için bekledi. Ardından hızlı adımlarla bana yetişerek kolumdan tutup beni durdurdu.

"O, şehzade Ali miymiş yani?" Kafamı sallarken "senin baban?" diye devam ettiğinde elimle yüzümü sıvazladım. Başım çok ağrıyordu.

"Öyle" sesim fısıltı gibi çıkmıştı.

"Bunu nasıl anladın? Sanırım o da öğrenmiş çünkü sürekli gözü sende"

"Ben Galler'de anlamıştım Rob ancak kimseye söyleyemedim. Bunu size güvenmediğim ya da bir şeyler saklamak istediğim için değil," ellerimi kaldırıp alnımı tekrar sıvazlayarak baş ağrımı geçirmeye çalıştım, "bilemiyorum, içimde hazmetmek için kendime süre verdim. Sürekli kafamda senaryo kurdum ve onlara gerçeği açıkladığımı hayal ettim. Verecekleri tepkileri merak ettim ve hep bunu düşündüm. Leydi Nell, Estelle... Benim annem ve kız kardeşim. Bu bilgiyi kendi içimde bir süre yaşamak istedim sanırım" Derin bir nefes daha alarak Rob'un tek elini tuttum. "Sizden saklamak ve sizi kırmak değildi niyetim" Rob tuttuğum ellerimi sıkarken kafasını eğerek bana yaklaşmıştı.

"Sen ne anlatıyorsun şu anda, ne kırılması? Benim veya başkasının ne düşündüğü değil senin ne düşündüğün önemli. Babanı bulup bana açıklama mı yapıyorsun gerçekten? Tuğra?" Rob'un sözleriyle istemsiz gözlerim dolunca kafamı aşağıya eğdim. Rob, çenemden tutup kafamı kaldırırken "artık ilk önce başkalarını değil kendini düşün. Esma bu bilgiyi öğrenmeyecek merak etme. Her şeyi halledeceğiz" dediğinde ise hafif tebessüm ederek tuttuğum elini hafif sıktım. Rob da tebessüm ederek elini çenemden çekti ve yan tarafa dönerek şehzadeyi göz hapsine aldı. Boylu boyunca incelerken "şimdi dikkatli bakıyorum da, bakış ve duruşunuz çok benziyor" dediğinde ben de Rob gibi onlardan tarafa dönerek şehzadeyi tekrar inceledim. Kale binasının kapısından çıkan savaşçıyla yanında Brad ve ailesini görünce ise nefesimi tuttum. Hüseyin, kapıdan çıkıp neler olduğunu anlamak ister gibi önce etrafa bakmıştı. Ardından Dougal'ı görünce adımlarını ona doğru atmıştı lakin şehzadeyi görene kadar...

Bize biraz uzakta olsalar da kaçırmamak için her hareketini takip ettiğim ikilinin bakışları buluştuğu an Hüseyin ağlamaya başlamıştı. Hemen arkasından gelen karısı, Brad'in annesi Eliza da şehzadeyi gördüğü an dengesini kaybedince arkasından Brad onu tutarak destek olmuştu.

"Ali!" Hüseyin'in gür sesi tüm klanda yayılırken, şehzade olduğu yerde dikilmeye devam ederek bir Hüseyin'e bir yanındakilere bakıyordu. Birkaç adım atarak onlara yaklaşırken, ikili de aralarındaki mesafeyi kapatmıştı.

"Yaşıyorsun?" Eliza'nın sorusuyla Dougal yanımıza adımlamaya başlamıştı. İkiliyi izleyen gözlerim tekrar dolarken, aralarındaki mesafeyi kapatıp eski iki dost, kardeş gibi birbirlerine sarıldılar.

"Onu bulmuşsun!" Şehzadenin sözleriyle Dougal kolunu omzuma atarak beni kendine çekti. Eliza'da ki bakışlarım onun Brad'in desteğiyle yürüyüp ikiliye yaklaşmasını izledi. Şehzade ve Ali fısıldayarak bir şeyler konuşurlarken, Eliza ve Brad de onlara yaklaşmıştı. Savaşçılar, merakla olanları izlerken tehditkar bir şekilde beklemeye devam ediyorlardı. Aynı şekilde Zack ve şehzadenin adamları da saldırmaya hazır gibi bekliyorlardı. İkilinin bakışları beni bulurken Eliza da şehzadenin yanına giderek ona sarılmıştı. Bakışlarımı onlardan çekerek derin bir nefes aldım.

"Hüseyin'in durumu kötü gözüküyor. Şifacıyı çağırayım mı?" Rob'un sorusuna Dougal kafasını sallarken Rob yanımızdan ayrılmıştı. "İstemiyorsan konuşmak zorunda değilsin. Kendini nasıl hissediyorsun?" Dougal'ın sorusuyla kafamı yasladığım göğsünden kaldırıp bakışlarımı ona çevirdim.

"İyiyim, konuşacağım" Dougal'ın sessizliği karşısında içimdeki endişe biraz olsun hafifledi, onun dikkatli bakışları altında gülümsemeye zorlandım. "Çalışma odasını ayarlıyorum," dediğinde kafamı sallayıp odaklanmış bir şekilde tekrar Eliza ve diğerlerinin olduğu tarafa döndüm. Eliza'nın tebessümü, şehzadenin anlattıklarını ilgiyle dinlediğini gösteriyordu. Arada Brad'e göz kırpan Eliza, neşeli bir hava yaratıyordu. Şehzade, omzunun arkasından bana bakarak duruşumu gözlemliyor ve belki de bir hamle yapmaya karar veremiyormuş gibi iç çekiyordu. Hüseyin'in yönü bize döndüğünde, gözlerindeki parıltı dikkatimi çekti. Ardından hızlı adımlarla yanımıza doğru gelirken, içimde bir heyecan dalgası hissettim.

"Çok şükür, bu günleri de gördüm. Hayırlı olsun kızım" dedi Hüseyin, sesinde bir huzur vardı. Sanki yılların getirdiği tecrübelerin yükünü taşıyordu ve artık rahatlamıştı. Onun bu sözleriyle, içimde yine bir karışık duygu karmaşası oluştu. Bir yandan geçmişe dönüp bakmak, yaşadığımız her anın değerini anlamak istiyordum.

"Çok teşekkür ederim, Hüseyin," dedim, sesimdeki vakarla. Hüseyin'in samimi desteği içimdeki sevinci ve gözlerimdeki kararlılığı daha da güçlendirdi. Hüseyin'in gülümsemesi ve karşımda izlediğim konuşan Eliza'yla, artık duygularımı daha güçlü bir şekilde ifade etmekte kararlıydım.

"Seninle konuşmak istiyor," dedi Hüseyin sesindeki heyecanı saklayamadan. Kafasıyla onların olduğu tarafı işaret etmişti. Ne cevap vereceğimi merak ettiği gözlerinden belli oluyordu. Şehzadenin hayat hikayesiyle ilgili her detayı deli gibi merak ediyordum. Bu beklenmedik teklif karşısında içimdeki heyecanı dizginlemek güç oluyordu. Gözlerimdeki ışıltı, merakımı ve isteğimi belli ediyordu. O yüzden gözlerimi kaçırarak hevesli gibi gözükmemeye de çalışarak "Tabii, kesinlikle konuşmak isterim," diye yanıtladım yüzümde bir gülümseme belirirken. Aslında içimdeki heyecanı bastırmak için kendimi zor tutuyordum.

Hüseyin Dougal'dan tarafa dönerken, Dougal'ın omzumdaki eli baskı uygulamıştı. Dougal'ın beni yönlendirdiğini anlayarak ona ayak uydurdum. Birlikte Eliza'ların yanına ilerlerken kalbim gümbür gümbür atıyordu. Bizi fark eden Eliza ve Brad'in bakışları yüzümü bulmuştu. Eliza'yı tanıdım tanıyalı gözlerinin hiç bu kadar ışıldadığına şahit olmamıştım. Tam geldiğimiz an Nur hakkında konuşuyorlardı ancak yanlarına varmamızla sessizleşmişlerdi. Şehzade Ali, arkasına döndüğünde onun da Eliza gibi yüzünün ışıl ışıl olduğunu anladım. Bakışlarımı eline indirdiğimde, sol elinin eskisine göre çok daha fazla titrediğini anladım. Öyle ki titremesi omzundan itibaren başlıyordu.

"Klanınıza davetiniz için teşekkürler" Bariton sesini duyduğumda bakışlarım hâlâ elindeydi. Dougal'ın kafasını salladığını bedeninin hareketlerinden anlamıştım.

"Bu gece geri dönmemiz gerekiyor" diye devam etti şehzade. Bakışlarının ağırlığını hissediyordum. Yine de kafamı kaldırıp bakmaya çekindim. Heyecanımı anlamasından çekiniyordum çünkü içimdeki heyecanın dışarıya vurmasından korkuyordum

"Gidiş saatinize kadar çalışma odamda konuşabiliriz" Dougal benim konuşmayacağımı anlayıp durumu kurtarmak adına konuya girmişti. Şehzadenin göğsü hızla inip kalkıyordu. Bu sessizliğimi bozmak için bir şeyler söylemek istedim, ancak sözlerim dilimin ucunda donup kaldı.

"Bundan başka isteyebileceğim hiçbir şey yok" Cevabıyla kafamı kaldırıp yüzüne bakmıştım. Dolu dolu bakan, kaz ayakları arasında saklanmış gözleri benimle buluştu. Şehzadenin derin, o dolu dolu bakışları, gizemli bir hikayenin anahtarını taşıyormuş gibi parlıyordu. Gözlerim, onun yüzünde saklı olan her detayı yakalamak için telaşla dolaşıyordu.

Ve işte o an, gözlerimle şehzadenin ruhunun derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkmıştım. Göz temasımız, sanki iki ruhun birbirine dokunuşuydu; sessizlik, duyguların diline dönüşmüştü.

***

Dougal'ın ayarlamasıyla şehzade çalışma odasına götürülmüştü. Şehzadenin askerleri de yemek salonuna alınmış, çalışanlardan yemek servisi yapılmasını istemişti. Ancak ben, şu an şifa odasında Melek ve Ewan'ın yanına uğramak istediğim için kapıda bekliyordum. Ewan'ın son pansumanı yapılmış, Melek ise hemen yanında onunla şakalaşırken içeri girdim. İkisinin de bakışları beni hemen bulduğunda mahcup bir şekilde ikisine de baktım. Benim yüzünden yaralanmış olmaları beni derinden üzmüştü.

"Bakma öyle kraliçem iyiyim" Ewan'ın espriye vurarak konuşmasına Melek silik bir tebessüm sunmuştu. Bakışları bana dönerken konuşup konuşmamakta tereddütlü gibiydi. Melek'in bakışlarındaki endişeyi ve kızgınlığı fark ettim, ancak yine de içten bir tebessümle karşıladı beni. Ewan'ın yanına sessizce oturdum ve sessizliği kırarak konuşmaya başladım.

"İyi olmanıza sevindim" dediğimde Melek oturduğu yerde kımıldadı ve kaşlarını çatarak söze girdi "Vay be, yine başımızı belaya soktuk ha! Neyse, bari sağ salim döndük." Bunu söylerken kaşları ciddi bir ifadeyle kırışmıştı, dudaklarının gülümsemesinin aksine.

Ewan ona katılarak yerinde hafif kıpırdarken yarası acımış olmalı ki hafif inlemişti. Yarasındaki bandajı kontrol ettiğimde kanama olmadığını görüp rahatladım. Melek'in endişeli bakışları aramızda sessizliği doldururken, odadaki hava biraz gerginleşti. Bir an için sustum, sonra içimden geldiği gibi konuştum. "Gerçekten de üzgünüm. Sizi endişelendirdiğim için."

Melek'in ifadesi bir karış donmuştu. "Bu üzgün ifadeni sil artık Tuğra, senin yüzünden diye bir şey yok! Ben pervasız davranıp Ewan'ın yanına bodoslama daldığım için yaralandı. Senin sayende klana erken gidip tedavi olabildi," dedi, sesinde hem kızgınlık hem de samimiyet vardı.

Ewan, sessizce başını sallayarak ekledi, "kelebeğim doğru söylüyor. Senin yüzünden olmadı bu, Tuğra. Biz bu hayatta, savaşta beraberiz, kimsenin suçu yok."

"Ama yine de Emir'in yanına uğrayabilirsen iyi olacak. Bir şeye çok kızmış" Melek'in hafif fısıldayarak konuşmasıyla kafamı aşağı yukarı sallayarak avuç içlerimi pantolonuma sürüp ayağa kalktım. Melek, hafif bir gülümsemeyle başını salladı ve ardından Ewan'a dönerek "çok acıyor mu?" diye sordu. Ses tonu bir anda değişip cilveli bir ifadeye bürünmüştü. Kapıya doğru ilerlerken Ewan'ın, "çok acıyor kelebeğim" diye cevap verdiğini duyup yüzümde oluşan tebessüme engel olamadım. "Bir de çok açım. Artık yemek yiyebilir miyim?" diye sormuştu çocuk gibi konuşarak. Melek, "sadece çorba" dediğinde Ewan "onu kastetmedim" diye fısıldarken elim kapının koluna uzanmıştı. Melek'in uyarır gibi boğazını temizlemesiyle kapıyı hızla açıp dışarıya çıktım.

Koridor boyunca hızla ilerlerken, Melek'in sözleri zihnimde yankılanıyordu. Emir'in yanına gitmeliydim, onun haliyle ilgilenmeliydim ancak önce çalışma odasındaki gerçekle yüzleşmem gerekiyordu.

***

Kapının önünde ne kadar süre durdum bilmiyorum ancak içerideki iç çekişi duyunca düşünmeden kapıya tıklattım. Kapıyı aralayıp sandalyede oturan adamla göz göze gelince içeriye adım atarak kapıyı arkamdan kapattım. Odadaki tüm maşalelere ek olarak masanın üzerindeki tüm mumlar da yanıyordu. Beni görünce ayağa kalkan şehzadeye doğru yönelirken üzerimde hâlâ kamuflajlarım vardı. Sanki beni ilk defa görüyormuş gibi kıyafetlerimden itibaren tüm bedenimde gözlerini gezdirirken yüz hatlarının altındaki acı yansıyordu. Ceplerimde, bıçaklarımda ve saçlarımda uzun uzun gezen bakışları gözlerimde durdu.

"Balca," fısıltısı kulaklarımda yankılanırken, birkaç adım daha atarak ona doğru yaklaştım. Ancak o, aradaki mesafeyi hızla kapatarak bana sarıldı ve ellerim havada kaldı. "Kızım, Balca'm," diyerek saçımdaki nefesini hissettim ve kafam karışmış bir şekilde ne yapacağımı bilemedim. Anın gidişatına kendimi kaptırmıştım, duygularımın bana yol göstermesine izin verdim.

"Seni bulmak için her şeyi yaptım. Geri almak için çok bedel ödedim. Çok şükür ki sen bize geldin," dedi kendi kendine, sesindeki titremeyi hissedebiliyordum. Ellerini yanaklarıma koyarak yüzüme bakarken, duygularını açıkça ifade etti.

Ellerinden kendimi zor da olsa ayırarak bir adım geriye çekildim ve arkamdaki sandalyeye oturdum. Şehzade, benim gibi karşımdaki sandalyeye oturmadan önce sandalyeyi tutup bana doğru yaklaştırdı ve tam karşıma çekerek oturdu. Bu hareketi ile aramızdaki mesafeyi kapatmak ve samimiyetini göstermek istediği belliydi.

"Nasıl buldun bizi? Orada neler yaşadın?" sesi öyle güçsüzdü ki, sesindeki zayıflık tüm acılarını ifade ediyordu.

"Kendimi bildiğim ilk anlarda o yetimhanedeydim," dedi titreyen bir sesle. "Tek eşyam, kundağımdaki bu broştu. Beş yaşına kadar orada kaldım, ancak sonra beni bir aile evlat edindi." Sözlerime başlarken şehzade sessizce ağlamaya başlamıştı. Ardı arkasına gözünden yaş akarken devam etmemi bekliyordu.

"Güzel bir çocukluk geçirdim. Ailemin tek evladıydım. Yaşadığım ülkemin en varlıklı ailelerinden biriydi, şanslıydım," dedim, yüzünde hala acı bir ifadeyle birlikte hafifçe tebessüm etti.

"Annen ve ben senin için her gün dua ediyorduk" dedi, sesi hala fısıltı gibi ancak içindeki duygu açıkça hissediliyordu. Gözlerindeki ışık, sevgi dolu olduğuna işaret ediyordu, bu da onun için çok değerli bir şey gibiydi.

"İyi bir eğitim aldım. Ailemin desteğiyle kendimi birçok alanda küçük yaşta geliştirdim," diye devam ettim. Geçmişine dair anıları paylaşırken biraz daha kendime güvenle konuşuyordum. Ailemin sağladığı imkanlar sayesinde yeteneklerimi keşfetme fırsatı bulmuştum ve bu benim için oldukça değerliydi.

"İyi insanlardı, demek" dediğinde kafamı aşağı yukarı sallarken onayladım. Ailemi düşünerek ben de bir tebessüm ettim. İyi insanların etkisi altında büyümek, hayata daha olumlu ve umut dolu bakmamı sağlamıştı. Bu düşünceyle içimde bir huzur ve minnet duygusu hissediyordum.

"Babam çok başarılı bir iş insanıydı. Üretim ve yatırımlar yapardı. Annem ise sanatçı ruhluydu, arkeolog olarak bilinen bir mesleği vardı ancak aktif olarak mesleğini yapmıyordu," dedim, geçmişimden bahsederek devam ettim. "Benim gelişimimde çok katkıları oldu. Hiç zorluk yaşamadan büyüdüm."

Şehzade, kafasını öne eğerek bir süre ayaklarına bakmıştı. Ancak hala beni dinlediği için sözlerime ara vermeden onunla anılarımı ve duygularımı paylaşmaya devam ettim.

"Annem tarihçi olmamı istiyordu, babam ise tek varisi ben olduğum için zamanı geldiğinde tüm işlerini bana bırakmak istiyordu. Evdeki tek huzursuzluk bu olurdu. İkisi benim geleceğim için tartışırdı. Bir gün annem yanıma gelerek şöyle demişti: 'İki mesleğe de sahip olacak yetenekte yetiştirdim seni. O yüzden üniversitede tarih okuyup yan dal olarak iktisat okuman gerekiyor.' Ben tarihi çok sevsem de, dayatma söz konusu olduğu için sürekli itiraz ediyordum. İktisat da istemiyordum. O gün aileme ilk kez rest çektim," dedim, şehzadenin bakışlarını üzerime çekerken gülümsedim.

"İkisine de asker olacağımı söyledim. Onlardan gizli sınava girip kazanmıştım," dedim, anılar aklıma gelerek. Şehzadenin şok olmuş bir ifadeyle bana bakışlarını hissediyordum. Gözleri bir kez daha kıyafetimde gezindi, belki de bu ani kararımı anlamaya çalışıyordu.

"Evde büyük bir tartışma çıktı. Ancak ben kararlıydım. O gün evden küçük bir valizle ayrıldım. Sonra askerlik okuluna başladım. Ailemle o gün tüm bağlarım koptu," dedim, duygularımı anlatarak devam ettim. "Yine de babamın gözleri hep üzerimdeydi. Uzaktan da olsa benim hakkımda bilgi sahibi olduğunu biliyordum. Yine de askeriyeden vazgeçemedim. Mezun olup mesleğe başladıktan bir süre sonra, Emir'in de dahil olduğu time katıldım." Şehzadenin gözlerinde merak ve anlayış vardı, belki de benim kararlılığımı ve aile bağlarından kopuşumu anlamaya çalışıyordu.

"Demek asker olmak istedin," dedi şehzade, hafifçe gülümserken. Ben de ona karşılık vererek kafamı salladım.

"Bir gün bir operasyonda çatışma halindeydik. Karşımızdaki hainlerden biri kaçmaya kalkınca, komutanım bana yakalama emri verdi. Ben de adamın peşine düştüm. Kaçarken bir mağaraya girince arkasından ben de içeriye girdim. Sonra kendimi Mclenan'da ki mağarada buldum." Şehzade şaşkınlıkla bana bakarken, "yani yanlışlıkla mı geldin?" diye sordu. Sanırım onları bulmak için geldiğini düşünmüştü.

"Evet" dedim, onaylarken. Şehzade, kafasını yukarıya kaldırarak, "Bu nasıl bir kader böyle?" diye sormuştu, şaşkınlık ve hayretle. Sanırım ikimiz de tüm bu olayların tesadüfi bir şekilde nasıl bir araya geldiğini sorguluyorduk.

"Arkadaşlarım diğer tarafta beni çok aramışlar. Emir, benim öz kardeşim gibidir. Melek ve diğer arkadaşlarımla birlikte beni aramak için geldiklerinde o ikisi de mağaradan buraya geldiler.

"O zamana kadar bizden haberin yoktu!" Tekrar onaylamak istermiş gibi sorduğunda, sessiz bir "evet" dudaklarımdan döküldü. Ardından, kolyemi dışarıya çıkartarak elimle tuttum. Altın sarısı kolye parmaklarım arasında belirginleşirken, şehzadenin bakışları kolyeme değmişti.

"Ülkemdeyken bu sembolün anlamını çok aradım. Tuğra sembolü olduğu belliydi ancak arka yüzündeki imzanın bir sahibi padişah yoktu. Ön yüzünde ki sembol... " dediğimde sözümü keserek "babamın imzası, aile mirasımız. Aynısı Estelle'de de var" diye araya girmişti.

"Evet ancak diğeri bilinmediği için bir anlamı olmadığını düşündüm. O zamana kadar gerçek ailem hakkında bilgi bulmaya çalışıyordum. Ancak bir şey bulamadığım gibi aramayı da bırakmıştım." Şehzade tekrar araya girerek "tahttaki tüm hakkım elimden alınınca imzamın da geçerliliği olmadığı için kayıtlardan silinmiş olmalı. İsmin bu yüzden mi Tuğra?" diye sordu. Yavaşça kafamı sallayarak onayladım.

"Bıraktığınız yetimhanenin müdürü bu broşu bulunca ismimi Tuğra koymuş. Zamanımda genelde erkek ismi olarak kullanılsa da o, öyle uygun görmüş" dedim, geçmişime dair bir parçayı daha paylaşarak.

"Hüseyin'lerle nasıl karşılaştın?"

"Connor Mcarty, Dougal'a olan düşmanlığı yüzünden beni ve Rob'u alıkoymuştu. Orada Brad ile kesişti yollarımız, birlikte oradan kaçtık. Küçüklüğünden beri esir ediliyormuş. Connor'un babası, mağaranın peşindeymiş. Hüseyin'lerden bu bilgiyi öğrenmek için oğullarını yıllarca esir etmiş. Onlar, size olan sadakatleri yüzünden mağara hakkında bilgi vermemişler. Brad'de bende ki sembolün aynısını gördüm. Eliza, şekli unutmamak için aynı sembolden yaparak oğluna vermiş." Şehzade uzunca gözlerini yumarken, anlattıklarımı düşünmesi için kendisine bir an verdim. "O adam sadece bir kuklaydı" dedi fısıltılıyla.

Son dediğinin üzerinde durmadan, "O dönem, mağaranın sırrını çözmüştük. Kendi zamanımıza geri dönmüştük ancak oraya gittiğimde aklım hep burada kalmıştı. Hem Dougal'ı özlüyordum, hem de Brad'de ki sembol aklımı karıştırıyordu" Şehzadenin gözlerinden tekrar yaşlar akarken burnumu çekerek konuşmaya devam ettim.

"Geri döndüm... ancak herkes bizi unutmuştu" Şehzade bana bakmadan "gidenler silinirler," diye fısıldadı sanki başkasının sözlerini tekrarlıyormuş gibi.

"Mağara sandığımızdan daha fazla sır ve sürpriz barındırıyormuş," dedim gülümseyerek. "Rob'u kimse unutmamıştı. Garipliği bu noktada fark ettim. Zamana ait olmayanların unutulduğunu da anladım." Şehzade uzanıp elimi tuttuğunda susup gözlerine baktım. Bu sessiz an, birbirimize olan bağımızın derinliğini yansıtıyordu. İçimdeki huzur ve kabullenme duygusu ile aramızda görünmez ipler oluşmuştu.

"Ama hatırlanmaya başladın değil mi?" Kafamı evet anlamında sallarken, "Brad'in ailesini bulmam gerekiyordu. Kendi zamanımda onlara ait bir defter bulmuştum. Bu defterde sembolümün resmi vardı ve şehzade Ali ismi geçiyordu. Onları bulup kolyemi gösterdiğimde bana her şeyi anlattılar. O zamandan beri Dougal her yerde sizi aradı" Şehzade elimi tutup yüzüne yaklaştırırken, elimi koklayıp üstüne uzun bir öpücük kondurmuştu.

"Seni bulamadan öleceğimi düşünüyordum. Dünya gözüyle bir kez görmek için her şeyi yaptım," dedi, elimi tekrar öperken. Bu sözler ve gözlerindeki bakış, geçmişte yaşadığı zorlu mücadeleleri ve beni bulmak için gösterdiği kararlılığı yansıtıyordu. Şehzade, içindeki sevgi ve bağlılığı ifade ederken, ben de onunla birlikte geçirdiğimiz bu an'a bir kez daha minnettar oldum.

"Osmanlı hâlâ sizi arıyor" diye araya girdiğimde hızla kafasını kaldırıp bana baktı. Yüzünde bu kez farklı bir ifade vardı.

"Kiminle tanıştın?" diye sordu, Osmanlı ile yaptığımız ittifakı biliyordu elbette.

"Sadrazam ve üç paşası" dedim şehzade derince yutkunurken, "sadrazamın kızı ile Rob evlenecekler. Burası sizin için hiç güvenli değil" diye devam ettiğimde şehzade elimi bırakıp arkasına yaslandı.

"Size, bizi mi sordular?" dedi sakin bir tınıda. "Dolaylı olarak değil ancak sizi aradıklarını anladım" dediğimde şehzade tekrar öne doğru eğildi. Gözlerime uzun uzun bakarak ekledi,

"Yıllardır peşimizde olan insanlar aslında Osmanlı değil!"

***

Şehzadenin anlattıklarıyla şoka girmiştim. Öyle bir hikaye dinlemiştim ki tüm bildiklerimin yanlış olduğunu anladım. O kadar büyük ve sinsi bir tehlike altındalardı ki, kızları olarak ben de bu tehlikenin içindeydim.

Kanlı canlı şu an karşımda olmaları bile bir mucizeydi.

Osmanlı'nın dahi onları bulmaması gerekiyordu. Şehzade Ali gerçekten çok iyi bir askerdi. İzini yıllar boyu kaybettirerek hem ailesini hem tüm dünyayı ve Osmanlı'yı kurtarmış, bu uğurda kızını yani beni kaybederek fedakarlık yapmıştı. Anlattıklarını Dougal'la paylaşmak ve onun bu konu hakkında bilgilerini öğrenmek için sabırsızlanıyordum.

"Annen," diyerek söze girdiğinde tüm düşüncelerim dağılarak şehzadeye odaklandım.

"Seni nişanda ilk kez gördüğü zaman ağlayarak odaya gelmişti. Bana 'kızımızı buldum Ali' diye seslenmişti ağlayarak. Ona bunun mümkün olmadığını nazikçe anlatıp yatıştırmıştım ama haklıymış. Ona o kadar benziyorsun ki, aynı zamanda hiç benzemiyorsun. Duruşun, bakışın ile benim kopyamsın" Sözleriyle tebessüm ederken şehzade de gülüyordu ancak aynı zamanda gözyaşları akmaya da devam ediyordu.

"Seni ilk gördüğümde çok kısa bir an, ben de aynı şeyi düşünmüştüm. Sen, bu klanın dışında tek başına antreman yapıyordun. Büyük Dougal, uzak bir mesafeden seni izliyordu. Yine de yalnızdınız ve ben saldırıp sizi öldürebilirdim. Kılıcımı çekmiş sana doğru ilerlerken yüzünü ilk kez görmüştüm. Kılıcımı indirip sana bakakaldığımı hatırlıyorum" dedi göz yaşını silerken gülerek devam etti. "Sana saldıramadım. Geri çekilme emri verip oradan uzaklaştım. Kan dökmeden mağaranın yerini öğrenmenin yollarını aradım. Fiona'yı o günden sonra emrim altına aldım"

"Eh, şansını denemeni görmek isterdim" dedim gülümseyerek. "Çok eğitimli bir savaşçısın. Ülkemizden kaçtığımız dönemde annenin hamile olduğunu öğrenince ülkemden uzak kalacağın için çok üzülmüştüm. Çocuğuma iyi bir eğitim veremeyecektim ve bu yüzden elimden geldiğince en iyi şekilde yetiştirmeyi planlıyordum. Tabii önceliğim can güvenliğinizdi. Erkek olursa en iyi savaşçı olarak eğitecektim. Kız olursa da dünyanın en iyi leydisi..."

"Zamanımı az çok gördün" dedim beni bıraktıkları günü hatırlatarak.

"Peki şimdi ne olacak?" diye devam ettim. Buraya asla gelemezlerdi. Anlattıkları şeylerden sonra hiçbir yer güvenli değildi.

"Ben Lord Alex'im unuttun mu? En yakın zamanda annen ve kardeşini buraya getireceğim. Her ne kadar senden ayrılmak istemesem de gidip onları almam gerekiyor" Kafamı aşağı yukarı sallarken dış kapıdan tık diye ses duydum ama ciddiye almadan şehzadeye bakmaya devam ettim. Sandalyesinden kalkıp bana sarılırken bu sefer ben de karşılık vererek ona sarılmıştım.

Oradan çıktığımda koridorda yukarı aşağı volta atan Emir'i görünce, kapıyı arkamdan kapattım. Emir, durup yüzünü bana dönerken rahatlar bir nefes vererek aramızdaki mesafeyi kapatarak yanıma gelmişti. Bir Emir'e bir kapıya bakarken, "valla kapıyı dinlemedim" demişti. Hâlâ ona bakmaya devam ederken iki elini ortaya çıkarıp avuç içlerini açmıştı. "La kızım vallaha diyorum bak elimde bardakta yok. Sadece seni merak ettim" dediğinde sessiz kalmaya devam ediyordum.

"Özür dilerim Tuğra. Sana kızdığım konu benden bunu saklanan değildi. Orada, o mağarada kendi hayatın ve Melek'in hayatı tehlike altındayken donup kaldığın için kızdım. Affet bu garip kulunu" Son cümlede beni güldürmek için ses tonunu değiştirirken dayanamayarak gülümsedim ve ona sarılıp aynı hızla ayrıldım.

"Senden saklamak değildi niyetim" Emir üzgün gözlerle bana bakarken "gerçekten o şehzade Ali mi?" diye sorduğunda kafamı sallayarak onayladım.

"Emir," dedim koridoru kontrol ederken. Emir soru dolu gözlerle bakmaya başlarken derin bir nefes alarak ona döndüm.

"Bir işimiz var" dediğimde kaşlarını merakla havaya kaldırırken bana biraz daha yaklaşmıştı. Çalışma odasının kapısını kontrol edip tekrar Emir'e döndüm.

"Sence, hiçbir mühimmat olmadan Osmanlı sarayında hazine odasına sızabilir miyiz?" Emir sözlerimle şok olurken ağzından oha diyen bir nisan kopmuştu. Çalışma odasından gelen seslerle şehzadenin dışarıya çıktığını anlayarak Emir'in omzundan tutarak hızlıca yandaki odaya sürüklemiştim. Emir ile odaya girip kapıyı ardımızdan kapattığımızda, koridorda şehzadenin ayak seslerini dinledim. Merdivenden aşağıya indiğini anlarken Emir'e dönerek ağzı bir karış açık yüzüne baktım.

"Sen ciddisin?" dediğinde kafamı sallayarak düşünceli bir şekilde konuşmaya başladım.

"Başka bir seçenek daha var ancak o olmazsa son çare saraya sızmamız gerekecek" Emir kahkaha atmaya başlarken kafamı çevirip karanlık odada gezdirdim bakışlarımı.

"İskoçya kraliçesi hırsızlık mı yapacak?" dediğinde daha çok kahkaha atarken şşş diyerek onu susturmaya çalışmıştım ancak Emir krize girmiş gibi gülüyordu.

"Lan sus, hırsızlık demeyelim. Almamız gereken bir şey var. Çok önemli bu Emir?" Emir biraz daha kendine geldiğinde hoh diyerek derin bir nefes almıştı.

"Hürrem Sultan'ın mücevherlerini almayacaksak asla adım atmam. Tarihte ismin sidikli hırsız kraliçe diye geçecek" Kendi söylediği şeye tekrar gülerken omzundan olduğunu düşünerek bir tane patlatmıştım. Yüzüne gelen tokadımla ah dediğinde "yapabilir miyiz, yapamaz mıyız?" dedim.

"İşimiz zor. Bunun için saraya normal bir şekilde girmemiz lazım. Kocan bir şekilde bizi davet ettirirse, hazine odası emrinize amade olur" Ben de zaten böyle düşünmüştüm ancak en ufak bir hatada Dougal'ın başı derde girebilirdi. Aklımdaki diğer seçeneği de düşünmem gerekiyordu. O biraz daha riskliydi ancak saraya gizlice girmektense ilk o seçeneği denemem daha mantıklıydı.

"Tamam, bu şimdilik aramızda kalsın. Şehzadeyi yolcu edeyim" diyerek odadan dışarıya çıktım.

***

Gece saat üç sularında, Şehzade son vedasını yapmış ve ayrılmıştı. Dougal'la birlikte sessizce odaya çıktık. Kaledeki hemen hemen herkes uykuda olduğu için koridorlar sessizdi. Kendime banyo hazırladım ve hızlıca yıkanmaya başladım. Dougal, çalışma masasında belgelerle meşgulken odada derin bir huzur hakimdi. Arada bir bana bakıyor, gözleriyle derin düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. Ben ise küvetin içinde vücudumu köpürtmeye devam ediyordum. Saçlarımı duruladıktan sonra tekrar sabunlamaya başlayacağım sırada yan taraftan gelen hışırtılarla Dougal'ın yanıma yaklaştığını fark ettim. Ona dönüp gülümsedim ancak çevik bir hareketle elimdeki sabunu kapıverdi.

"Nasıl hissediyorsun?" diye sordu, parmak uçları saç diplerime dokunurken. Düşüncelerim ve planlarım, onun sesiyle bir anlığına dağılıvermişti. Gözlerim oda boyunca süzülürken, sabunun kokusu odayı dolduruyordu.

Sırtımı tahta küvete yaslayıp gözlerimi kapattım. "Bugün yeni şeyler öğrendim," dedim, kafamı rahatlatan masaj hareketlerini hissederken. "Jean Alfred diye bir isim hiç duydun mu?" diye sordum, sessizliği bölerken. Sözlerimle Dougal'ın elleri bir an için durdu. Yüzünü bana çevirip yaklaştığında kapalı gözlerimi açtım. Dougal'ın yüzü oldukça ciddi bir ifadedeydi, düşüncelerim hızla yön değiştirdi.

Dougal'ın sözleri odanın huzurlu atmosferini bir anda bozdu. "Jean Alfred adını nereden duydun?" dediğinde, Dougal'ın da bilgi sahibi olduğunu anlamamak imkansızdı. Gözlerimdeki endişeli ifade sessizliğin etrafımızı sarıp sarmaladığı bir anın içinde buluştu.

Dougal'ın sorgulayan bakışları eşliğinde bir an duraksadım. "Hakkında neler bildiğini anlatırsan söylerim," dedim. Dougal, yüzüme birkaç saniye daha bakarken, tas kabın içindeki suyu alarak saçlarımı durulamaya başladı.

"İnsanlar ismimin önüne 'Büyük' lakabını takmaya başladığı sene, o adam benimle irtibata geçmişti," diye sözlerine başladı. Saçlarımı durulamaya devam ederken, onu dikkatle dinliyordum.

"Jean Alfred, unutmamamın sebebi çok ısrarcı olmasıydı. Kardeşlik denilen bir topluluğun lideriymiş. İnsanlara dünya düzeni, köklü değişiklikler vaat ederek evrensel bir düzenin kapılarını aralıyor, radikal dönüşümlerin hayalini kurduruyordu ve daha iyi bir dünya ideolojisi satıyordu. Dünyanın en yetkin savaşçılarını, seçkin ruhlarını topladıklarını övünerek aktarıyordu, benim gibi yetenekli bireyleri de kapsamlarına alacaklarını böylece dünyayı değiştireceğimizi vaat ediyordu. Sayısız tapınak şövalyesi ve sadık yeminli şövalyeler, ona bağlıydı. Birçok lideri yönettiğini de işitmiştim. Dünyanın her yerindeler ve çok tehlikeliler. Topluluklarında katı bir sıralama düzeni bulunduğunu, her aşamanın ayrı bir öğretiye sahip olduğunu da öğrendim. En son konuştuğumda Jean, 33. ve en yüksek kademeye sahip dünyadaki üç kişiden biriydi" Dougal saçımı nazikçe sıkıp suyunu akıtırken, ben de küvette ayağa kalkmaya başlamıştım. Tası tekrar suya daldırıp çıplak ve köpüklü tenime de su dökerken, tek elini belime sarmış beni sabitliyordu. Vücudumdaki köpükler suyla birlikte bacaklarımdan aşağıya akarken Dougal tası bırakıp göbeğimin altındaki çiçek dövmemi okşamış ardından havluyu alıp bana sarmıştı. Havlunun önünü tutup sarmasında yardımcı olduğumda Dougal belimden tutarak beni küvetten havalandırmıştı. Yatağın üzerine beni bırakırken, önceden ayarladığım iç çamaşırlarımı da giydirmeye başlamıştı.

"Peki sana başka neler anlattı? Yani kardeşlik ile ilgili?" dedim geceliğimin kollarını geçirirken.

"Arka planda yaptıkları işleri bilmiyorum. Neler olduğunu anlatacak mısın artık sevgilim?" dediğinde, Dougal altındaki pantolonu çıkarıp yatağa uzandı. Ben ise dizlerimin üzerinde oturarak yavaşça ona doğru döndüm. Tek eli belime dokunarak nazikçe parmaklarını tenimde gezdirirken, yüz yüze bakıyorduk.

"Şehzade," dedim biraz daha Dougal'a yaklaşarak devam ettim. Belimdeki elinin hareketleri içimdeki karmaşayı sakinleştiriyordu.

"Tüm bu olanlardan önce, onlar sarayda yaşarken başlamış her şey," söze girdiğimde Dougal'ın yüzünde merakla karışık bir ifade belirdi.

"Şehzade Ali sarayda eğitim aldığı dönemde en yakın arkadaşının ihanetine uğramış. Söylediğine göre bir gün arkadaşının bir konuşmasına kulak misafiri olmuş. Osmanlı'nın çökmesi ve dünyada 'kardeşliğin' yönettiği tek devlet düzeni hakkında konuşulan bir konuyu gizlice duymuş. 'Ay taşı' denilen bir eşya arıyorlarmış, şehzadenin arkadaşı diğer konuştuğu askere, neden hâlâ taşı bulamadığı için kızıyormuş. Şehzade tüm bu konuşmayı dinlerken bahsettiği taşın ne olduğunu anlamış çünkü padişah babasının diğer eşine yeni hediye ettiği kolye, ay taşındanmış. Konuşmayı dinleyip oradan uzaklaşırken arkadaşı onun varlığını fark edip peşine düşmüş. Tüm konuşmamı dinlediğin için seni öldürmem gerekecek demiş. Şehzade de ona diklenmiş elbette ve sarayın arka bahçesinde aralarında kavga çıkmış. Kavga sırasında arkadaşı taşın anahtar olduğunu ve o taşa sahip herkesin dünyayı yöneteceğini söylemiş. Şehzade neyin anahtarı olduğunu o zaman anlamamış. Şehzade onu saraydan göndermeye çalışırken arkadaşı, padişahın eşini öldürüp suçu şehzadeye atmış. Ölen Sultan'ın boynunda o ay taşından kolye varmış. Osmanlı askerlerinde hatta yönetimde önemli konumlarda bile bu kardeşliğin casusları olduğunu anlamış." Dougal her sözümle şaşırırken "ay taşı diye bir şey hiç duymamıştım" dedi konu ilgisini cezbetmişti.

"Arkadaşının ismi Jean Alfred'miş" dedim tek kaşımı kaldırırken. "Şehzade taşın ele geçirilmesinin yanlış olacağını düşünüp Sultan ölmeden hemen önce odasına gizli girip onu çalmış ve sarayda güvenli düşündüğü bir yere saklamış. Jean odaya girip kolye şeklindeki taşı bulamayınca, padişahın eşini öldürüp suçu şehzadeye atmış. Tüm casuslarını da görgü tanığı yaptığı için şehzade suçlu bulunup karısıyla saraydan kaçmak zorunda kalmış. Ordu komutanı, Hüseyin'in abisi kaçmasında ona yardım etmiş. Jean, taşın hâlâ şehzadede olduğunu sanıyor ancak giderken yanına almamış. Yakalanırım diye düşünmüş sanırım. Taş hâlâ sarayda bir yerde ve ne işe yaradığını öğrenmemiz lazım. Bu yüzden Jean hâlâ şehzadenin peşinde. Tüm dünyaya yayılan bir topluluksa, kardeşliğinin üyeleri de sarayda hâlâ yönetimde olabilir. Belki sakallı Ahmet Veli Paşa'da onlardan biridir."

Dougal derin bir nefes alarak elini belimden çekip kafasının altına koydu ve kollarını iki yana açtı. "Kardeşliğin güçlü ve çok gizli olduğunu biliyorum. Benimle direkt irtibata geçtikleri için haklarında bu kadar çok şey biliyorum. Bazı düşmanlarım konusunda zamanında yardımcı olmaya bile çalışmışlardı. Karşılık bekleyecekleri için kabul etmemiştim elbette. İsyan çıkardığım Kral William'da o topluluktaydı. Bir sembolleri var sana çizerim şeklini. Kral, kademe olarak 20'lerde olmalıydı. Jean Alfred ise 33. kademede ve bu gösteriyor ki kraldan bile daha yetkili, ancak hep gizli, perde arkasında kalır. Her sene bana mutlaka davet mektubu gönderir. Şimdi kral olduğum için bizzat konuşmaya gelmesini bekliyorum." Odanın içindeki hava gerilmişti, sanki her kelime bir yük gibi boşanıyordu.

"Dougal, o taşı bulmalıyız. Neyin anahtarı olduğunu çözmeli ve yok etmeliyiz. Taşın şehzadede olduğunu düşünüp sarayda aramamışlar ve şehzade bu yüzden yıllarca saklanmak zorunda kalmış. Tüm ailesi onu katil sanmış."

"Sarayda ki taşı öylece nasıl alacağız?" diye sordu Dougal. Sırtımı aşağıya indirip Dougal'ın dudaklarına yaklaşırken fısıldadım.

"Birkaç fikrim var aşkım..."

***

Ertesi günün ilk ışıklarıyla birlikte, kahvaltı öncesi ilk hedefim Ewan'ın odasıydı. Ewan'ın daha iyi olduğunu görmek içimi bir nebze rahatlatmıştı. Ardından Arthur ve Max'i ziyaret ettim, onların da iyileştiğini görmek güzel bir duyguydu. Günün büyük bir kısmını bu ziyaretlerle geçirdikten sonra, kendimi klanın manzara tepesinde buldum. Tek başıma denizin dalgalarını izlerken, uzaklardan gelen borazan sesiyle dalgaları terk edip surlara doğru baktım. Kapının önünde oluşan hareketlilik, kalabalık bir grubun yaklaştığını işaret ediyordu. Atlıların arasında kadınların da olduğunu, giydikleri kıyafet renklerinden anlayabiliyordum. Yokuştan aşağıya inerek gelenleri karşılamak için ilerledim.

Atlılara doğru ilerlerken, Dougal'ın kalabalıkla birlikte geldiğini fark ettim. Gelenler bana arkaları dönük olsa da, şehzadenin uzun boylu siluetini ve yan döndüğünde belirginleşen eğri burnunu görmemek imkansızdı. Şehzade, verdiği sözü tutmuş ve eşini ile kızını getirmişti. Ancak bu kadar erken gelmelerini beklememiştim. Gece boyunca yolculuk yapmış olmaları nedeniyle, sanırım hiç uyumamıştı dünden beri.

Bahçenin kenarında, halı yıkayan kadınların meraklı bakışları gelenlere çevrilmişti. Bir kadın sopayla halıya vururken, diğeri su döküp köpürtüyordu; ancak at üzerindeki renkli kıyafetli kadınları gözetlemekten geri kalmıyorlardı. Benim geldiğimi fark eden kadınların yüzlerinde tebessüm oluştu ve bu gülümsemeyle ben de kendi dudaklarımı kıvırdım. Kadınlar, işlerine dönerken, atlılara doğru adım adım yaklaştım.

Estelle'nin enerji dolu sesi, etrafa bir cazibe yayıyordu. Bakışlarını etrafta gezdirirken onun ne kadar alımlı ve güzel bir genç kız olduğuna bir kez daha dikkat ettim. Çoğu savaşçının bakışı farkında olmadan ona dönmüştü bile. Estelle'nin güzelliği karşısında adeta büyülenmiş gibi bakıyorlardı. Ne yaptığını anlayan savaşçılar hızla bakışlarını kaçırıp kafalarını eğseler de Estelle'nin zarafeti karşısında bunda ne kadar zorlandıkları belli oluyordu. Alanna'nın "hoş geldiniz" demesiyle Estelle ondan tarafa dönerek zarifçe reverans yaparken, şehzade arkasını dönüp beni fark etti. Gözlerinde hemen parıldama başlayan şehzadeye tebessüm ederken bakışlarım ondan ayrılıp eşine dönmüştü. O ve Estelle hâlâ beni fark etmeden Alanna'yla sohbete başlamışlardı.

"Kızım," şehzade yanıma gelip fısıltıyla konuşurken, yakından ve gün ışığında yüzünü bir kez daha inceledim. Şu an çok yorgun gözüküyordu. Göz altları çökmüş, gözleri şişmişti. Yine de öyle güzel ve sevgi dolu bakıyordu ki heyecandan kalbim çarpmaya başlamıştı. Gözlerindeki bu ışıltı, yorgunluğunu ve endişesini gizlemeye yetiyordu. Yüzündeki her çizgi geçirdiği zorlu günlerin izlerini taşıyordu ancak yine de o, kraliyetin zarafeti ve asaletiyle donanmış bir görünüme sahipti.

"Hoş geldiniz" dedim gülümsemeye devam ederek. Ellerimi tutmak için uzansa da etrafa bakış attığında vazgeçerek geri çekildi.

"Baba der misin Balca'm?" Hiç beklemediğim bu cümle karşısında donup kalmış, bu an beni hazırlıksız yakalamıştı. Estelle'nin "Baba, Tuğra" diyen sesi, bakışmamızı bölmüştü. Beni de şehzadeye cevap vermekten kurtarmıştı. Kafamı çevirip Estelle'nin el sallayarak yanımıza yürümesini izlemeden önce annesine döndüm. Kaşlarını çatmış bir bana bir kocasına bakıyordu. Yanında gelen yardımcı kadınla eşyalarını indiriyorlardı. "Tuğra, babamın burada acil işi olduğu için habersiz geldik kusura bakmayın" Estelle'nin sesiyle tekrar ona dönerken bakışlarım annesinden ayrılmıştı. Alanna da o esnada yanımıza gelmişti.

"Davete gerek yok leydim. Ne zaman isterseniz kapımız her zaman açık. Burada olmanıza çok sevindim" dediğimde Alanna çekingen bir şekilde gülümsüyordu. Galler'e bizimle gelmediği için onlarla tanışmamıştı ancak benim sıcak yaklaşımım sayesinde biliyorum ki Alanna'da sıcak davranacaktı. Nina olayından sonra bu konularda çok hassas davranıp beni üzmemeye gayret gösteriyordu.

"Çok teşekkür ederim" dediğinde Alanna söze girip, "yemeğe kadar odanızı göstereyim leydim. Yorgun olmalısınız" demişti. Estelle, Alanna'ya gülümseyerek tekrar teşekkür ederken bakışlarımı yanımdaki adama çevirmiştim. Şehzade hâlâ aynı özlem ifadesiyle bana bakıyordu.

"Lordum, buyurun lütfen" diyerek kaleyi işaret ederken gözlerinde karamsar bir ifade geçmişti. Göz ucuyla Estelle ve Alanna'yı kontrol ederek tekrar şehzadenin gözlerine bakmıştım.

"Balc... " dediği an bahçede tiz bir feryat koptu. Öyle ki ahırların orada durup bana mahremiyet sağlamaya çalışan Dougal'ın bile eli kılıcına gitmişti. Estelle'nin "anne!" diye korku dolu bağırışıyla hepimiz ona doğru yönelmiştik. Leydi Nell bir anda dizlerinin üzerine çökmüş kale binasına doğru bakarak bağırıyordu. "Eli," dediğini duyunca benim de bakışlarım karşıya yöneldi. Eliza, bize baya uzak bir mesafede çiçekleri suluyordu.

"Ali, Alex" diye kekeleyen leydi Nell, kocasının kolunu tutup işaret parmağıyla Eliza'yı işaret etmişti. Ali diye hitap ettiği için Estelle kısa bir an tereddütlü bakışlarını bana çevirse de annesinin yanına gidip onum gibi diz çökmüş ve "anne tamam" demişti. Ardından çömeldiği yerden kafasını yukarıya kaldırıp daha fazla pot kırılmaması adına "kraliçem izninizle biz odaya çıkalım. Annem epey yorgun" demişti. Alanna onlara yardımcı olmak adına yanlarına gidip annesinin koluna girerken, şehzade olduğu yerde durmaya devam ediyordu. Dougal yanımıza gelip diğer yanıma geçerken, telaş içindeki kadına bakıyordu. Estelle ve Alanna, onu uzaklaştırırken Dougal şehzadeye yönelik "söylemedin sanırım" diye sormuştu.

Şehzade bakışlarını bana çevirirken "söyleseydim Galler'den buraya heyecandan gelemezlerdi, dayanamazlardı. Bir de, senin söylemeni istedim" dedi elimi tutarak. Dougal'ın bakışının ellerimizde olduğunu bilmem için bakmama bile gerek yoktu.

"Zaten Eliza'yı da gördü. Onunla konuşmak isteyecek. İstersen yani müsaitsen şimdi birlikte gidelim mi?" Şehzadenin elimi lütfen dercesine hafif sıkmasıyla kafamı Dougal'a çevirdim. Gözlerinde anlayış olan kocama gülümserken tekrar şehzadeye dönerek kafamı olumlu anlamında salladım.

"Balca'm" diyen şehzade herkesin içinde dayanamayarak bana tekrar sarılırken, ben de kollarımı ona dolamıştım. Elbisenin omzunda hissettiğim ıslaklığı düşünmeden sarılmaya devam ettim.

***

Kalacakları odanın kapısı açık, çalışanlar bir içeri bir dışarı girip çıkıyorlardı. Ellerinde nevresimler, kumaşlar ile telaşla hareket eden kadınlar, şehzade ve beni görünce daha da acele hareket ederek odayı boşalttılar. Şehzade hemen bir adım arkamdan gelirken heyecanlı ifadesini çok yansıtıyordu. Bir de eşinin tepkisi için biraz korku duyduğunu da belli ediyordu. "Bir anda söylemesek mi kalbine bir şey olmasın?" diye sormuştu merdivenlerden çıkarken. "Siz daha iyi tanıyorsunuz" dediğimde yüzü bozulmuş gibi bir ifadeye bürünüp sessizliğe dönmüştü. Baba demediğim için de hâlâ beklenti dolu olduğunu biliyordum ancak diyemiyordum henüz. Sebebini ben de bilmiyordum.

Açık kapıdan içeriye girerken leydi Nell'nin koltuğa oturmuş, Estelle'nin onun avuç içlerini ovduğunu gördüm. Bizi görünce ayağa kalkan leydi, eşine bakarak "Alex, Eliza burada onu gördüm" demişti beklenti dolu bir sesle. Ardından bana dönerek "majesteleri, klanınızda çok eski bir dostumu gördüm. İzniniz olursa onunla görülebilir miyim?" diye sormuştu gözleri dolu doluyken. Bir şey desene dercesine kocasına imalı bakış atıyordu ancak ben de şehzade de sessizdik. Leydi bir bana bir kocasına bakıp cevap beklerken, şehzade onun elini tutup "gel aşk" diyerek koltuğa doğru çekiştirdi. Estelle babasının bu tavrına şaşırıp kaşlarını çatarken bakışları arada bana dönüyordu. Şehzade karısını oturtup odanın kapısını kapatmaya gitti. Kapıyı kapatıp yanımdan geçerken elini omzuma koyarak beni de diğer koltuğa yönlendirdi. İki kadın şaşkınca bize bakarken, ifadesiz bir yüzle sessizliğimi kuruyordum. Kıyafetimin altındaki kolyem, sanki çok sıcakmış gibi beni yakıyordu.

"Nur, sana söylememiz gereken bir şey var" Şehzadenin hitabıyla leydi gözlerini kocaman açarak uyarır bir bakış atmıştı. Estelle, oturduğu koltuktan öksürürken sahte bir kahkaha atmış ve "ah babamın taktığı şu lakaplar" diyerek kıvırmaya çalışmıştı. Ancak ifadesiz yüzümüze bakıp ciddi bir şey olduğunu anlayan leydi Nell, kızına uymadan bize korkuyla bakmaya devam ediyordu.

"Söylesene Alex ne oldu? Eliza ile mi ilgili? Eminim ben o kadın Eliza'ydı, gözlerim çok iyi görür biliyorsun" Leydi artarda konuşurken şehzade konuya girmem için bakışlarını bana çevirmişti.

"Evet o Eliza'ydı" diyerek söze girdiğimde, leydi hızla bana dönmüştü. Gözlerinde rahatlama ifadesi geçerken gülümsemişti de...

"Ben sizin kızınız, Balca'yım" dediğimde ortam buz kesmişçesine, zaman durmuşçasına herkes şaşkın bir ifadeye büründü. Sözlerimin etkisi sanki duvarlarda yankılanıp bana geri dönmüştü. Salonda aniden bir sessizlik hakim oldu. Oda sanki, bir soluk alıp verme arasında durmuş gibiydi. İki kadın da şaşkınlık içindeydi, gözlerini bana dikmişlerdi. Duvarlardan yansıyan ışık, odanın içine yumuşak bir dokunuş gibi yayılıyordu, ancak bu ışık artık sıcaklık taşımıyordu. Tenimde sert bir rüzgar gibi hissediyordum.

Sanki bir tuşa basmışsın da zamanın akışını eski haline getirmişsin gibi leydi Nell, Nur'un hıçkırıkları, sessizliği bir enstrümanın yüksek perdeden çaldığı bir notaya dönüştürdü, elini kalbine götürerek koltuğa yığıldı.

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%