@ebrumelek
|
Keyifli okumalar😍 . "Ne kadar da yardımseversin!" Tuğra'nın anne babasının geri kalan eşyalarını, atlardan indiren kadınlara yardımcı olmaya çalışan Alanna'nın yanından geçerken yüzümü buruşturmuştum. Sesimle, yaptığı işi bırakıp omzunun gerisinden bana döndü. Cevap vermemesine ayrı tilt oluyordum. Tekrar önüne dönerek yerdeki bohçalardan birine uzanınca sinirle yanına yürüdüm. Alanna'ya tepeden bakarken yüzüme gıcık bir gülümseme takmıştım. "Rol yapmayı iyi beceriyorsun. Nazik, kırılgan ve tatlı biri olarak gösteriyorsun kendini, bravo" dedim ellerimi cebime sokarak. Alanna, bıkkın bir nefes vererek yerinde doğruldu ve tam karşıma geçip çatık kaşlarla bana baktı. "Ne istiyorsun Emir? Yine ne var!" Sırıtmaya başladığımda yüzü git gide daha da sinirli oluyordu. "Seninle ne işim olacak benim! Sadece varlığına ve numaralarına katlanamıyorum" dedim. Alanna oflayarak göz devirdi ve omzuma çarparak yanımdan geçip gitmeye kalktı. "Hey hey" dedim omzuma çarptığı için. "Benimle uğraşma artık. Sen ne kadar bana katlanamıyorsan ben de sana katlanamıyorum anladın mı? Birbirimizle konuşmayız olur biter," dedi hızlı hızlı konuşarak. "Cık" dedim dilimi damağıma vurarak. Bedenimi dikleştirip, "Sen konuşmayı oldukça seversin leydi Alanna. Özellikle de insanların arkasından konuşmakta üstüne yoktur. Masum ayağına yatarak gerçek karakterini çok güzel saklıyorsun" dedim iğrenç bir şeye bakıyormuş gibi gözlerine bakarak. Alanna'nın yanakları kıpkırmızı olurken istediğim gibi öfkesi tüm suratında belli olacak şekilde yayılmıştı. "Ben birisi hakkında ne konuşmuşum? Ne ima ediyorsun açık açık söylesene?" Sinirle bağırırken ahırların ilerisindeki birçok göz bize dönmüştü ancak umursamadım elbette. "Sen daha iyi bilirsin," diyerek az önce bana yaptığı gibi omzuna çarparak yanından geçip gittim. Arkamda sinirle homurdanmaları, sadece keyfimi daha çok yerine getiriyordu. Nina'yla kanka olup Tuğra'yı hatırlamadığı zamanlarda benim arkamdan konuştuğunu duymuştum. Nina denen gıcık kızla birlikte benimle alay ediyorlardı. O sözlerini asla unutmayacak ve burnundan her an böyle getirecektim. Tuğra, ailesiyle odaya konuşmak için gitmişti. Annesi ve kız kardeşine, Balca olduğunu söyleyecekti. Rob, çarşıda Esma'nın peşinde geziyordu. Sultan Esma alışveriş yapmayı çok seviyordu ve İskoç kumaşları da anladığım kadarıyla ilgisini çekiyordu. Rob'un ilgisinin de kumaşlarda olmadığına eminim. Melek zaten Ewan'ın yanında onun yarasıyla çocuğa bakar gibi ilgilendiği için ortalıkta yoktu. Yakında onlar için de düğün töreni düzenlenecekti. En iyisi Fran ve Max'in yanında takılmak diyerek etrafta göz gezdirdim. Biraz Max ile uğraşsam keyfim yerine gelirdi. Sessizce düşmana yaklaşma konusunda bana hava atamayacaktı bir daha. Klana geldiğinde baygındı. Bahçede boş boş dolaşıp Fran ve Max'i ararken, Connor Mcarty'in topraklarında sağ kalıp gelen insanlar için yeni inşaa edilen barakaların önüne kadar gelmiştim. Savaşçılar baraka yapımında el birliğiyle çalışıyorlardı. Kimi ağaç kesiyor, kimi duvar örerek barakaları hızla tamamlıyorlardı. O bölgeden gelen insanların çoğu hatta hepsi kadın olsa da, savaşçılara yardım ederek hızlı bir şekilde evlerini oluşturuyorlardı. Erkekleri çıkan isyanda ölmüştü ve o gün hayatımın en zor mücadelesini vermiştim. Fran ve Max'i en sondaki evin yapımında çalışırken görüp adımlarımı oraya doğru atmaya başladım. Yanından geçtiğim savaşçılar durup bana selam verirken ilerliyordum. Yürümeye devam ederken önüm bir anda kesildi. Gelen kadınlardan Rob'a yanık biri vardı. Hatta Connor'un eski kalesinde Dougal'larla kalırken, bu kadın onun odasına gizlice ve uygunsuz kıyafetle girmiş ve odaya Rob ile girdiğimizde ikimiz de ufak çaplı bir şok yaşamıştık. Rob ile o olayda az dalga geçip dayak yememiştim. Rob tarafından dilimi kopartmakla bile tehdit edilmiştim. Ancak bu beni yıldırmış mıydı? Asla... "Lord Emir merhaba" Karşımda gördüğüm kızla iki adım geri atarak tedirgince "merhaba?" dedim. İnsanlarım görünüşlerini asla yargılamazdım ancak bu kısa boylu, epey toplu kız için Rob'u tam anlamıyla çıldırtmıştım. Kız, mesafe koyduğum o iki adımı kapatıp bana yaklaşırken tedirgince etrafa bakıp Rob'u aramıştım ancak ortalıkta yoktu elbette. "Duyuyor musunuz?" diye sorduğunda tedirgin bir suratla "neyi?" dedim. "Ah" dedi elini kalbine götürerek, "çiçekler, böcekler sanki şarkı söylüyorlar. Sizin adınızı fısıldıyorlar kulağıma" Gözlerimi korkuyla açarken öksürük tutmuştu. Öksürmeye başlarken adı Slyva olan -Rob'la çok dalga geçtiğim için kızın adını biliyordum- kız, aramızdaki geri kalan mesafeyi de kapatarak dibime kadar girmişti. "Lord Emir iyi misiniz? Ay çok heyecanlandınız değil mi?" demişti tebessüm ederek. Kendimi bir anda geri çekerek aramıza hatırı sayılır bir mesafe daha koyarak "Fra, Fran yani Max, onlar beni bekliyor leydim size iyi günler" diyerek tabiri caizse ayaklarımı götüme vura vura koşarak yanından ayrılmaya başlamıştım. Kaçtım desem daha doğru olur. "Beni düşünüyorsunuz demek siz de? Ah, günüm sayenizde elbette güzel. Size de iyi günler" Bu sözleri arkamdan bağırarak ve kalbini tutarak söylerken koşmaya devam ediyordum. Fran ve Max'in yanına gelince nefesimi düzene sokup geliyor mu diye de arkamı kontrol etmiştim. Topladığı bir kız grubuna beni işaret ederek bir şeyler anlattığını görüp gözlerimi yumdum. "Ne oldu hayalet görmüş gibisin?" Fran'ın sesiyle önüme dönerek Fran'a baktım. Üstsüz bir şekilde ağaç kütüğünü kaldırmış tek eliyle tutup bana sırıtıyordu. Max de uzun bir taburenin üzerine çıkmış çatının başlangıç kısmında bir tadilat yapıyordu. "Gel de yardım et" Max'in sesiyle arkama bir daha döndüm. Slyva ve diğer kızlar ileride sıralanmış, iş yapan savaşçılara bakıp kıkırdıyordu. Slyva'nın bakışları benim üzerimdeyken korkuyla yutkunarak, "yok benim işim var sonra görüşürüz" dedim ve uzaklaşmaya başladım. Ya ben Max'e bir şey diyecektim sanki ama ne olduğunu da unutmuştum korkudan. Neyse bir an önce bu bölgeden uzaklaşayım diye düşünerek arkama bile bakmadan bahçenin ön kısımlarına yürüdüm. İskoçya'da Geçici Osmanlı Özerk Bölgesi Albay Onur Işık Osmanlı Paşa'sının karşısında durduğumda, gözlerindeki ciddiyeti ve güveni hissedebiliyordum. "Sayın Quany, İskoçya'nın gücünü ve itibarını takdir ediyorum," dedi. "Klanınızın büyükelçi olarak atanması, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da güçlenmesine yardımcı olacaktır. Özellikle ticaret ve kültürel değişim konularında ortak çıkarlarımızı ilerletebiliriz. Kral Dougal'ın, sizi büyükelçi olarak atamasını diliyoruz. " Yer sofrasında bağdaş kurmuş onu dinlerken, "Teşekkür ederim, Ahmet Veli Paşa," dedim. "İskoçya, Osmanlı İmparatorluğu ile daha sıkı bir bağ kurmak istiyoruz biliyorsunuz. Bu, sadece ticaret ve kültürel alışverişle sınırlı değil, aynı zamanda güvenlik ve savunma konularını da kapsıyor. Birlikte çalışarak ortak tehditlere karşı daha güçlü bir şekilde durabiliriz. İngiltere de her konuda arkamızda olacaktır. Özellikle Rusya'nın gözü şu an üzerimizdeyken bu dünyadaki tüm dengeleri değiştirecektir." Gözlerimiz buluştuğunda, gelecekteki işbirliği ve dostluğun umuduyla doluyduk ve şimdiden birçok strateji kurmuştuk. Ancak biliyordum ki, önümüzdeki zorluklar ve uluslararası politika, bu umudu sınayacak engellerle doluydu. Ahmet Veli Paşa'nın dostça tebessümüne karşılık verdim ve sofradaki yemeklere doğru eğildim. Osmanlı geleneklerine uygun şekilde yapılmış yemekleri tattığımda, içimdeki özlem duygusunu bastırmaya çalıştım. Ancak yaprak sarmayı görünce boğazımda bir düğüm oluşmuştu. Derince yutkunarak çatalıma bir tane aldım ve yavaşça yemeye başladım. Paşa'nın gözleri bana doğru kaydığında, hafif bir gülümsemeyle baktım ve konuştuğumuz konuya geri döndük. "Sayın Paşa," dedim, "düğün için tam bir tarih düşündünüz mü? İnanıyorum ki, bu kutsal bağ, aramızdaki dostluğu daha da pekiştirecektir. Bir an önce nihai sonuca kavuşmasını temenni ediyorum." Sözlerimle Paşa başıyla onayladı ve gözlerindeki samimi anlayışı hissettim. "Sadrazamımızın ülkede görevleri bittikten sonra hemen yola çıkacaklar," diye devam etti Paşa. "Birkaç hafta sonra İskoçya'da olacaklar. Padişahın kız kardeşi ve ablası yani eşim de düğün için gelecekler. İki ülke arasındaki ilişkilerin güçlenmesi için çaba göstermek, bizim ortak çıkarlarımıza hizmet edecektir. Ancak Padişahımız evli çiftlere, Osmanlı'ya da ziyaret gerçekleştirmesini talep edebilir." Kafamı olumlu anlamda salladım. Osmanlı padişahı Rob'u yanına çağırırsa gitmemezlik yapamazdı. Tuğra'nın bu konuda ne diyeceğini şimdilik düşünmemeye karar verdim, lakin karşı çıkabilirdi. O üçü son zamanlarda yapışık üçüz gibi olmuşlardı. Birbirlerinin arkalarını kollamaları hoşuma gidiyordu. Tuğra da Emir de kendi öz evladım gibiydi. Rob zaten neredeyse elimde büyümüştü, on yıl boyunca yanımda olmuştu. Gözlerimi kaldırdığımda, Paşa'nın yüzünde bir neşe belirmişti. "Bu ziyarete elbette siz ve kral da davetli olacak," dedi. "Ve bu vesileyle, Osmanlı'nın muhteşem manzaralarını da görebilme fırsatı bulacaksınız. Ülkemizin misafirperverliğini ve zengin kültürünü deneyimlemenizi dört gözle bekliyoruz. Gerçi siz daha önce ziyaret etmiştiniz." "Memnuniyet duyarız" dedim ağzıma bir yaprak sarması da atarken. Hünkar beğendiye de uzanırken, "beğendiniz sanıyorum" dedi yaşlı paşa. Kafamı sallarken "değişik bir lezzet ancak çok güzelmiş" dedim sanki hayatımda ilk defa yiyormuş gibi yaparak. Saray mutfağı olduğu için daha önce yediğimi anlamaması gerekiyordu. Paşa, "üzüm ağacının yapraklarından yapılır o yemek," dedi yaprak sarmasını işaret ederek. "İçine pirinç, baharatlar ve kuş üzümü konularak zeytinyağıyla pişirilir" Kaşlarımı şaşırmış gibi kaldırırken ağzıma bir tane daha attım. Rahmetli anamın yaprak sarması gibi olmuştu gerçekten de. "Değişik bir lezzetmiş. Şimdiden favorim oldu" dediğimde Ahmet Veli Paşa gülümsedi ve gözlerini masanın kenarında bekleyen komutanlarında gezdirdi. "Siz de diğer çadırda yemeğinizi yiyebilirsiniz" dedi Osmanlı komutanlarına. Komutanlardan bazıları bizi yalnız bırakacağı için biraz tereddütlü olup ben de bakışlarını gezdirdiler. O esnada Paşa, yemeklerden yemeye devam edince komutanlar çadırdan çıkmak zorunda kaldılar. Çadırda Ahmet Paşa'yla yalnız kaldığımız an çadırın kapısını göz ucuyla kontrol ettiğini gördüm. Meraklansam da belli etmeden sarmaları ikişerli üçerli yemeye devam ettim. Ahmet Paşa tespihini sofranın üzerine bırakarak bakışlarını bana çevirdi. "Quany, sizinle bir konu hakkında konuşabilir miyim?" diye sordu. Ağzımdaki sarmayı hızlıca çiğneyip mideme bayram yaptırırken çatalımı bırakıp vücudumu dikleştirdim. Önemli bir konu olmalı ki herkesi çadırdan çıkardı. "Elbette Paşa'm, nedir?" diye sordum. "Bu benim için hususi bir mesele. Sizinle uzun süredir dostluğumuz sürüyor biliyorsunuz. Size güvenebilir miyim?" Tek kaşını kaldırırken gözümün içine doğru bakıyor ve bakışlarını kaçırmıyordu. "Bana güvenebilirsiniz? Mesele her neyse, bu çadırdan dışarıya çıkmayacak" dedim kendimden emin bir ses tonuyla. Paşa derin bir nefes alarak tespihi tekrar eline aldı. "İki kaçak arıyorum. Osmanlı'ya karşı suçlular. Yıllardır bulamıyoruz, ne yaparsak yapalım bulamadık. Tüm ülkelerde casuslarım var. 20 sene önceye kadar Fransa'da yaşadıklarını öğrendim ancak yakalayamadan izleri silindi. En son bu ülkede oldukları haberini aldım. Büyük ihtimal kimliklerini değiştirmiş olmalılar. Bulmam da yardımcı olur musun? Bu çok hayati ve kişisel bir mesele?" Ses tonunu kısarak anlattığı sözlerle yüzündeki ciddiyeti inceliyordum. "Eğer İskoçya'daysalar mutlaka buluruz. Suçları nedir?" dedim merak ederek. Bu kadar gizli bir şekilde araştırması beni meraklandırmıştı. Kiminle karşı karşıya olduğumu bilmeliydim. "Vatan hainliği!" dedi tok bir sesle. "Ancak yakalanırken kesinlikle sağ olmaları gerekiyor. Yargılanmaları ve sorgulanmaları lazım." Kafamı sallarken daha çok bilgi gerektiği için devam ettim. "Bana haklarında detaylı bilgi verir misiniz? Nasıl birilerini arayacağız?" Paşa, suyunu içerken bardağı dikkatlice geri koydu ve düşüncelere dalmış bir şekilde birkaç saniye bekledi. "Kayıp şehzade Ali ve karısı Nur hatun." Sözleriyle ufak çaplı bir şok yaşayarak öksürmeye başladım. Demek bir şehzadeyi bulmamı istiyordu. "Ahmet Veli Paşa, bu büyük bir iş" dedim yemekleri unutup Paşa'nın yüzüne bakarken. Kafasını aşağı yukarı sallayarak sakallarını kaşımaya başladı. "Şehzade, padişahın gözde hatununu acımasızca katletti. İdam kararı çıktığında ordu komutanından destek alarak ülkeyi terk etti, kaçtı. Yıllarca onları aradık. İngiltere'ye kadar izlerini sürdük. Dönemin İngiltere kralının da izniyle izlerini İskoçya'ya kadar takip ettik. Bu ülkede bir aileden yardım almışlar." Paşa'yı merakla dinlerken araya girdim. "Haklarında bu kadar bilgi öğrenmenize rağmen yakalanamadılar mı?" Kafasını iki yana salladı. "İlginç bir şekilde bir an da ortadan yok olmuşlar. Askerlerden hepsi yanlarında kundakta bir bebekte olduğunu söyledi. Bebekle birlikte kaçmaları bana da tuhaf gelse de, 25 senedir ortada yoklar" Düşünceli bir şekilde masanın üzerindeki yiyeceklere bakarken devam ettim. "Peki gerçekten de ölmüş olamazlar mı? Dediğiniz gibi yanlarında bebekle kaçmaları için şehzadenin üst düzey yetenekleri olması gerekir. Yıllardır ustaca saklanmaları akla pek yatkın değil" dedim endişelerimi paylaşarak. "Şehzade hayatımda gördüğüm en iyi askerdir. Hayır Quany, yaşıyorlar, bundan eminim. Dünyanın neresinde saklanıyorlar bilmiyorum ancak onları bulmak benim kişisel meselem. İskoçya'da olmadıklarına emin olmamı sağlar mısınız?" Kafamı aşağı yukarı sallarken birkaç günlük iş olduğunu düşünüyordum. İskoçya'da her bir klanda, köy de casusum vardı ve bir haber salmamla, birkaç ize ulaşabilirdim. "Olmuş bilin Paşa'm" dedim tekrar çatalıma uzanıp yaprak sarmaya yönelirken. *** Çarşı’nın kalabalık sokaklarında, ellerimde ağır torbalarla yürüyordum. Alışverişin telaşlı sesleri içinde, etrafımdaki insanların bakışlarını üzerimde hissedebiliyor, bazılarının gizli gizli beni süzdüğünü ve kıkırdadığını fark ediyordum. Torbaları omzuma daha sıkı sarıp, gözlerimi devirerek önümdeki tezgahın yanında heyecanla alışveriş yapan genç kızı izlemeye başladım. Tam o sırada yanımdan geçen yaşlı bir çoban, göz göze geldiğimiz anda elimdeki torbalara bakıp kahkaha atarak yürüyüşünü hızlandırdı ve gülmeye devam ederek gözden kayboldu. Onun bu davranışı karşısında öfke ile geriye dönüp baktım ve kendi kendime mırıldandım, “Ne hallere düşmüştüm böyle?” Esma’nın ardından torbalar dolusu yükümle adımlarımı sürdürüyordum. Alışveriş sevdası hiç bitmiyordu bu kızın. Yeni bir kumaşın paketlenişine şahit olurken onun neşe dolu ses tonu, tezgahın sahibine minnettarlığını ifade ediyordu. Ben ise sanki orada yokmuşum, hissedilmeyen bir gölge gibi peşinde geziyordum. Derin bir nefes alıp Esma’nın peşinden çarşı meydanına doğru ilerledim. O etrafındaki herkese, satıcılara bile, güler yüzünü ve sıcaklığını sunuyordu. Her durduğunda, insanlarla samimi bir sohbetin içine dalıyor, onların yüzlerine neşe saçıyordu. Benimle de asla muhatap olmuyor ve görünce yüzü asılıyordu. Yine de bilmediği bu topraklarda yalnız dolaşmaması adına takip etmeye devam ediyordum. Başımın üstüne yükselen torbaların ağırlığı altında, her duraklamasında onu bekleyen sabırsız bir bekçi gibiydim. Esma’nın hareketleri çarşıda bir güneş gibi parlıyor, etrafındaki herkesi aydınlatıyordu. Onun bu doğal çekim gücü insanları bir araya getiriyor, sohbetlerin ve kahkahaların kaynağı oluyordu. Elimde tuttuğum torbaların arasından sızan kumaşların renkleri, Esma’nın seçimlerinin ne kadar canlı ve cesur olduğunu gösteriyordu. Onun bu coşkusu, çarşıdaki herkesin yüzünde bir tebessüm yaratırken, benim içimdeki huzursuzluğu artırıyordu. Esma, kumaşları incelerken, “Bu desen harika değil mi? Bahar için mükemmel olacak.” dedi saatlerdir ilk defa bana seslenerek. Ben, torbalarla mücadele ederken, “Evet, çok güzel" dedim elindekilere bakmadım bile. "Ama şu torbaları bir yere bıraksak iyi olacak.” Esma, tezgahtara dönerek “Bu kumaştan iki metre alayım. Ah, bu renkler! Tam da istediğim gibi” dedi heyecanlı bir ses tonuyla. Tezgahtar gülümseyerek “Tabii hanımefendi, en güzel kumaşlarımızdan biri. Baharın tüm canlılığını taşıyor” dedi satış yapmanın verdiği heyecanla. Esma mutlu bir şekilde “Harika! Peki, bu kumaşı bir elbise olarak hayal edebiliyor musun? Bu kumaşla baharın ruhunu yakalayacağım” dedi elindeki kumaşı havaya kaldırıp bana gösterirken. Açıkçası şu an ilgilendiğim tek şey bu alışverişin bitmesiydi. “Elbiseyi hayal etmekten ziyade, şu an tek hayal edebildiğim bu torbalardan kurtulmak " diyerek ağzımın içinde homurdanmaya da devam ettim. "Baharın ruhunu yakalamak yerine, sanırım ben kışın soğuğunu hissediyorum bu torbalarla” dedim ancak Esma duymuş gibi kaşlarını derince çattı. Elindeki kumaşları katlarken alaycı bir tonla “Seninle evlenmek zorunda kalmak… sanki bir medeniyetsiz savaşçıyla anlaşma yapmak gibi. Ne bekliyordum ki?” Beni bir medeniyetsiz savaşçı olarak nitelendirdiğini duyduğumda içimdeki öfke kabardı. Gözlerimdeki yangın, Esma’ya doğru yükseldi. Onun soğuk bakışlarına karşı, ben de saldırganlaşmaya hazırdım. “Esma,” dedim sert bir sesle, torbaları adeta yere fırlatırken sinirle “Seninle evlenmek zorunda değilim. Ailelerimizin baskısı altında olabiliriz, ama bu benim hayatım ve ben kendi seçimlerimi yaparım” dedim. Esma, gözlerini devirerek: “Ah, kendi seçimlerimiz… Eğer o kadar medeniysen, neden kralının baskısına boyun eğiyorsun? Neden karşı çıkmıyorsun?” dedi sertçe bakmaya devam ederek. Aynı ifadeyle ona bakarken, “Karşı çıkmak mı? Benim hakkımda hiçbir fikrin yok ve sen? Sen de aynı durumdasın, Esma. Din değiştirdiğimde sana fikrin sorulmuştu yanlış hatırlamıyorsam. Ama en azından ben, bu durumdan memnun olmadığımı açıkça söylüyorum, ” dedim ses tonumu bir tık daha yükselterek. Etrafımızda geçen insanların bakışlarını hissederken. Esma, kızgınlıkla, “Memnun olmamak yetmez. Eğer gerçekten bir şeyler yapmak isteseydin, şu an burada olmazdık” dedi kumaşlara bakmaya geri dönerek. Bu kız benim sinirimi fena arttırıyordu. Öfkeyle devam ettim, sesimdeki ton sertleşerek çarşı esnafını bile ürkütmüştü. "Ve sen, her zaman her şeyi en iyi bilen Esma, neden hâlâ buradasın? Neden kumaş seçip, düğün hayalleri kuruyorsun?" Esma, nefret dolu bir bakışla kısa bir an bana baktı, ardından satıcıya göz atıp kumaşlara bakmaya geri döndü. "Çünkü bazen savaşçı olmak yerine, akıllıca davranmak gerekir. Ve şu an için en akıllıca davranış, bu evliliği kabullenmek," dedi, ses tonundaki kabullenişi hissetmiştim. "Bu evlilik, bir savaş alanından farksız," diye daha alçak bir ses tonuyla fısıldadı, ancak duydum. "Ve ben, bu savaşta yenik düşmeye niyetli değilim," bunu daha yüksek sesle söyleyip bana bakmıştı. Yorgunlukla iç geçirdim, “Yenik düşmek? Bu sadece bir evlilik, Esma. Ama sen her şeyi bir mücadele olarak görüyorsun değil mi?" Esma, gözlerindeki öfkeyle “Çünkü bu bir mücadele!" dedi. "Ülkelerimizin bizi bir araya getirme çabaları, kendi hayatlarımız üzerinde bir savaş ilanı, ” diye devam etti sertçe. "Peki, bu ‘savaşta’ benim rolüm ne olacak?" diye sordum. "Senin düşmanın mı, yoksa müttefikin mi?” Gözüme perde inmiş gibi öfkeliydim. Esma, dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle, “Düşman olup olmadığını zaman gösterecek. Ama şunu bil ki, ben hiçbir zaman bir başkasının gölgesinde yaşamayı kabul etmem!” dediğinde yumruklarını sıkmıştı. Esma’ya meydan okurcasına “Ve ben de, bir başkasının hayallerinin peşinde koşmayı reddediyorum. Eğer bu evlilik bir savaşsa, o zaman belki de her ikimiz de kendi cephelerimizde savaşmalıyız.” dedim gözlerine uzun uzun bakarak. Esma, kararlılıkla ellerini gevşeterek, “Öyleyse, anlaşmış gibi görünüyoruz. Her birimiz kendi yolumuzu çizeceğiz. Ve belki de bu evlilik, iki bağımsız ruhun birlikteliği olur” dediğinde tekrar homurdanmamak için kendimi zor tuttum. *** "Ben sizin kızınız, Balca'yım..." Karşımda şok ifadesiyle bana bakan kadın, elini kalbine götürerek koltuğa yığıldı. Estelle'nin "anne" diye bağırmasıyla kendime gelerek hemen elini tuttum ve nabzına bakındım. Şehzade, korkuyla "Nur?" diye sesleniyordu. Nabzının hızla attığını hissedip derin bir nefes aldım ve aynı hızla ayağa kalkarak odanın kapısını açtım. Geniş koridorda kafamı uzatıp "leydi Melek'i bulun!" diye boşluğa seslenirken yan odada temizlik yapan kadınların beni duyacağını biliyordum. Aynı hızla koltuğa tekrar ilerlerken, Estelle ve babası panik haldeydi. "Sadece baygın gibi" dedim sesimi bulup. Pat diye gerçeği söylemek, doğru bir karar değildi. Hep böyle fevri olmanın ceremesini çekiyordum ancak başka türlü nasıl söylenir bilememiştim. Kadına bir şey olsaydı ne yapardım diye düşünmek bile istemiyordum. Geçen dakikaların ardından Nur hâlâ kendine gelememişti. Melek'in elinde küçük ilk yardım çantamız ile odaya daldığını gördüğümde derin bir nefes aldım. Bana bakarak "bağırdığını söylediklerinde acil bir durum olduğunu düşünerek yanıma aldım" dedi. Allah'tan Ewan'ın odası da bu kattaki koridordaydı. Melek benim gibi önce nabzına bakıp ardından burnundan solunum kontrolü yaptı. Estelle "ne yapıyorsun?" diye sormuştu. "Biraz açılın da nefes alsın" Melek de Estelle'ye sert bir şekilde karşılık verirken bana dönmüş, "sadece baygın" diyerek Nur'u sırt üstü konuma getirip ayaklarının altına yastık yerleştirmeye başlamıştı. "Birazdan kendine gelir korkmayın" diye ortaya konuşurken bakışları bana dönmüştü Melek'in. Estelle, ağlayıp kesik kesik hıçkırırken derin bir nefes almış ve az önce söylediğim sözü yeni idrak etmiş gibi bakışları bana kitlenmişti. Şehzade ise karısının elini tutarak bana bakıyordu. "Kendine geldiğinde kıyafetlerini değiştirip daha rahat bir şeyler ayarlarsanız iyi olur, geçmiş olsun" Melek eşyalarını toplayarak ayağa kalkarken şehzadenin bakışları ona dönmüştü. "Sen de oradan geldin değil mi?" diye sordu Melek'e. Melek bana kısa, tedirgin bir bakış atarak kafasını olumlu anlamda sallamış, ardından "daha sonra sohbet ederiz, ben sizi yalnız bırakayım" diyerek ve bana cesaretlendirici bir bakış atarak odadan çıkmıştı. "Ablam olduğunu nasıl öğrendin?" Estelle'nin sesiyle şehzadeden bakışlarımı ayırıp ona döndüm. Kolyemi yakamın altından dışarı çıkartıp ardından da boynumdan çıkartıp ona uzattım. Estelle, titreyen elleriyle kolyemi alırken gözünden ardı arkasına yaşlar akıyordu. "Benimkinin aynısı" derken odada başka bir hıçkırık sesi duyuldu. Nur, kendine gelmiş Estelle'nin elindeki kolyeme bakıyordu. Yerinden bir anda doğrulmaya çalışırken, şehzade onu durdurup ani kalkmasını engelledi ancak Nur uzanıp kolyeyi kızının elinden aldı. Kolyeme derince ve detaylıca bakıp incelerken, parmaklarına ve kolyenin üzerine gözyaşları damlıyordu. Bakışlarını bana çevirdiği an kıpkırmızı gözleriyle daha çok ağlamaya başlarken, şehzade destek verircesine koluyla ona sarılmıştı. "Bu o, benim broşum. Taç şeklini ellerimle çizmiştim" Kolyenin üzerinde Brad'inkinden farklı olarak taç sembolü vardı. "Onu kaybetmemek için kolye haline getirdim" dedim altın zincirini işaret ederken. Nur sembolü dudaklarına götürüp öperken öyle içli ağlıyordu ki, onun bu haline farkında olmadan benim de aynı şekilde katıldığımı fark ettim. Şehzade gülümsese bile gözlerinde büyük bir özlem vardı. Estelle sadece bana bakıyor ve dudakları titreyerek gözyaşı akıtıyordu. "Balca'm, ah benim bebeğim" Nur, şehzadenin kollarından kurtulup bana sarılırken ona aynı şekilde karşılık vermiştim. "Güzel kızım, annem" kendi kendine söylenirken omzumda ıslaklık da artıyordu. Kendini perişan edercesine haykırıp ağlarken, "aşk, ağlama artık gözünü seveyim. Bak kızımız artık yanımızda" demişti şehzade. Nur, inanamıyormuş gibi bana daha sıkı sarılırken tüm kemiklerimde baskı hissetmiştim. "Bana her şeyi anlat yavrum, neler yaşadın, nasıl buldun bizi? Geçit kapanmıştı biz, biz sana gelmeye çalıştık. Her gün kan ağladık, yine de başka geçit bulamadık" Benden ayrıldığında yanaklarımı iki yandan tutup uzun bir öpücük kondurmuştu. Cevabımı beklemeden "annem" diyerek daha çok ağlamaya başlamış ve bana tekrar sarılmıştı. Omzunun üzerinden şehzadeyle göz göze geldiğimde ağzının içinden dua okuduğunu anladım. Bakışları mutlulukla parlıyordu. Bir elini Estelle'nin omzuna koyarak onu göğsüne çekmiş bizi izliyorlardı. "Ben" dedim Nur'un sarılmalarının arasında boğuk çıkan sesimle. Ardından şehzadeye anlattığım gibi doğruları biraz daha özet geçerek anlatmaya başladım. "Ben bilmiyordum. Buraya arkadaşlarımla yanlışlıkla geldik. Hüseyin ve Eliza ile kesişti yollarımız. Kolyemi gördüklerinde her şeyi anlattılar" Nur benden ayrılıp gülümseyerek gözyaşı akıtmaya devam etti. "Allah'ıma şükürler olsun karşına çıkmışlar. Ölmeden önce seni görebildim yavrum. Sen orada kalınca benim ruhum da seninle birlikte orada kaldı. Hayatta kalmamın hiçbir anlamı kalmamıştı. Seni geri almak için yaşamaya ve hayatta kalmaya mecburdum. Kardeşin doğduğunda bile acımız geçmedi." Estelle'ye bakışlarımı çevirdiğimde tüm yüzümü taradığını fark ettim. "Sen ne zaman öğrendin baba?" diye sorduğunda Nur bakışlarını kısa bir an kocasına çevirmişti. "Dün öğrendim, hemen sizi almaya geldim aşk" dedi Nur'a bakarak cevap verirken. "Ben sizi yalnız bırakayım biraz dinlenin" diye ayağa kalkmaya yeltendim çünkü gerçekten çok duygusaldım. Kendimi bıraksam hüngür hüngür ağlayacak gibiydim. Ancak birkaç damla yaşla sınırlı kalabilmiştim. "Gitme" dedi Nur panikle, "nolur kal burada" Nur gözlerime istekle bakarken aynı bakışları diğerlerinde de hissediyordum. Kalktığım yere geri otururken gülümsemiş ve kafamı sallamıştım. *** Gün batımının kızıllığı pencereden süzülerek odanın içini altın bir ışıkla dolduruyordu. Saatlerdir süren sohbetin neşesi, odanın her köşesine yayılmış, zamanın nasıl geçtiğini unutturmuştu. Blair’in titizlikle hazırladığı kekler, masanın ortasında, çayın buharıyla dans edercesine bekliyordu. Ancak heyecanın ve sohbetin getirdiği bir iştahsızlıkla, o güzelim kekler dokunulmamış bir şekilde kalmıştı. Şimdi ise, günün son ışıklarıyla birlikte, açlığın sesi kulaklarımda çınlıyordu. Hikayemi anlatırken Estelle ve Nur'un şaşkın bakışlarıyla karşılaştım. Gözlerindeki şaşkınlık ve endişe, hikayemi anlatırken duyduğum kelimelerin etkisini yansıtıyordu. Estelle, sarsılmış bir şekilde beni dinlerken arada bir derin bir iç çekiyordu, yanaklarına dökülen gözyaşları sessizce izler bırakıyordu. Babasına sıkı sıkıya sarılmış gibi duruyordu, onun desteğine ihtiyacı olduğunu belli ediyordu. Nur'un ise tepkisi daha dramatikti. Gözlerindeki şaşkınlık, adeta bir kabusun gerçekliğine tanıklık etmiş gibiydi. Sözlerim asker olduğumu belirttiğimde, yüzünde solgunluk belirdi ve dudakları titremeye başladı. Bir an için nefesi kesilmiş gibi durdu, ardından kendini toparlamaya çalıştı. Ancak bakışları hâlâ derin bir endişe ve korkuyla doluydu. "Sözlerim sizi üzmüş gibi görünüyor" dedim anlatacaklarımı bitirerek. "Senin için endişeleniyorduk. Ama bu kadar... Bu kadar farklı olabileceğini düşünmemiştim" dedi Estelle. "Yine de hayattasın ve çok iyi bir ailen olmuş" dedi Nur sesindeki hüznü gizleyemeden. Asker olmam yüzünden çok korkmuşlardı. Zamanın farklılığını bir gün bile olsa gördükleri için, korkuları daha da büyüktü. "Asker olmasaydım burada olmazdım" dedim. Bakışlarım şehzadeye kayarken. "Baban gibi..." Nur fısıldasa da duymuştum. Göz göze geldiğimizde "demek babana çekmişsin. O çok iyi bir askerdi. Aynı zamanda marangoz ustasıydı" dedi kocasına sevgi dolu gülümseyerek. "Büyük Dougal'la hayatta kalabilmek için mi evlendin?" diye sordu Estelle. Nur ve şehzadenin bakışları bana dönmüştü. "Hayır, onu sevdim. Geçitten tekrar geçmiştim ancak onsuz yapamadım, geri döndüm" dediğimde odaya sessizlik hakim olmuştu. "Hayatta kalabilmek için savaşmak zorunda kaldığın her an, seni daha da güçlü kılmış,” dedi şehzade gözleri parlarken. "Yemeğe birlikte inelim mi? Eliza ve Hüseyin'le de karşılaşırsınız" Saat çok geç olmuştu ve artık konuyu da değiştirmem gerekiyor gibi hissediyordum. Çok ağlamışlardı ve hâlâ devam ediyorlardı. Nur, Eliza'ların varlığını yeni hatırlamış gibi yüzü aydınlandı. Ayağa kalktığımda iki kadın da heyecanla iki yanıma geçmişti. Şehzade bize kapıyı açarken birlikte koridora adımladık. Elbette koridorda Emir volta atıyordu. Bizi görünce adımlarını durdurup şehzadeye kafasıyla selam verdi ve bana bakıp kafasını gel anlamında yana eğdi. Nur beni bırakmak istemiyor gibi sıkı sıkı tutarken, "siz inin hemen geliyorum" diyerek Emir'in yanına yürüdüm. Yüzünde telaş vardı ve bu ifadesi beni korkutmuştu. "Noldu?" dedim kendi dilimizde sessizce fısıldarken, Emir koridorda sağa sola bakarak onların gidişlerini izlerken biraz susmuştu. "Kurtar beni Tuğra, başım belada" dediğinde kaşlarım daha da çatıldı. "Lan ne belası birine mi bulaştın?" Emir gerçekten ciddi görünüyordu. Beni de korkutuyordu şu anda. "Yok ya öyle değil. Benim bugün yalnız kalmamam lazım. Sonra anlatırım sorma. Sadece yanımdan ayrılma." Emir'e tek kaşımı kaldırıp yüzünü dikkatle inceledim. Hayır yani gerçekten bir sıkıntısı vardı belli ki. Daha sonra uygun bir vakitte konuştururum nasıl olsa diye düşünüp tek omzumu silkeledim. "İyi gel yemeğe inelim madem" dediğimde Emir kolunu omzuma atarak birlikte koridorda ilerledik. Temkinli gözleri sürekli etraftaydı yine de şimdilik sorgulamadım. Koridoru bitirip merdivenlere geldiğimizde şehzade, Nur ve Estelle'nin aşağıya inmeyip beni beklediklerini gördüm. Hepsi de bir bana bir bana yakın duran Emir'e bakıyorlardı. "Emir'i zaten tanıyorsunuz" dedim sessizliği bozarak. Nur, güler bir yüzle Emir'e bakarken, "evet kızım" demişti. Emir, elini omzumdan çekerek ne diyeceğini bilemiyormuş gibi kafasını kaşıyarak şehzadeye bakıyordu. "Bize defalarca saldırmaya çalışsanız bile niyetiniz Tuğra'yı bulmak olduğu için size kızgın değilim" dediğinde yandan dirseğimi karnına geçirdim. Emir öksürmeye başlarken "yani" diyerek sözlerini toparlamaya çalıştı. "Hayırlı olsun, kızınızı buldunuz" dedi. Nur gülen bir yüzle onu izlemeye devam ederken şehzade kaşlarını çatmış, aynı hızla ifadesini toparlamıştı. "Emir benim her şeyim. Yıllardır birlikteyiz, öz kardeşten bile daha öteyiz" dedim şehzadeye bakarak. Bakışları bana dönerken Estelle araya girip, "ablamı yalnız bırakmamak ve korumak için mi onunla geri döndün" diye sordu. Estelle'nin zeki bir kız olduğunu zaten Galler'de anlamıştım. Çıkarım yapmada çok iyiydi. "Ablan..." dedi Emir ve bana bakarak, "bu kelimeye alışması zor olacak" dedi ve tekrar Estelle'ye dönerek devam etti. "'Ablan' yalnız kalsa bile başının çaresine bakabilir. Korumak demeyelim de ayrılamamak daha doğru olur. Korumak anlamına girersek eğer, Tuğra beni daha çok korumuştur." Estelle'nin bakışları bana dönerken gözlerinde meraklı ve özlem dolu ifadeleri görmüştüm. "Yemeğe geç kalmayalım" diyerek araya girerken herkes bana uyum sağlayarak kafasını sallamış ve merdivenlerden inmeye devam etmişti. *** KURT KLANI Gölgelerin arasında, Kurt Klanı’nın soğuk taş duvarları arasında yankılanan adımlarımın sesi, yüreğimdeki öfkeyle dans ediyordu. Ben Cora Roddin, bir zamanlar yaşadığım klanın unvanına adaydım, şimdiyse kaderin acımasız oyununa maruz kalmış bir gölgeden ibaret... Dougal, ah Dougal, seninle birlikte klanımızın hanımı olma hayalleri kurmuştum. Ama sen, Tuğra’ya, o sıradan kıza aşık oldun. Ancak gözlerindeki o ışık, yakında bana bakarken parlayan ışık olacak. Buna tüm kalbimle inanıyorum. Teyzemle birlikte yaşadığım bu soylu kalede, her köşe beni alay eder gibi izliyor. Teyzem, klanın hanımı olarak saygı görüyor, ama ben? Ben sadece bir misafirim, klanın gerçek varisi değil. Tuğra’nın yokluğunda, klanın hanımı gibi davranıyorum, ama bu sadece sürdürdüğüm bir oyun. Yakında gerçeğe dönüşecek bir oyun... Tuğra dönene kadar zamanım var ve planlarımı dikkatlice yapıyorum. Klanın kalbinde, gizli odamda, mum ışığında geleceğimi çiziyorum. Dougal’ın gözlerindeki sevgiyi yeniden kazanmak için ne gerekiyorsa yapacağım. Ve Tuğra? O, sadece bir engel, aşılması gereken bir sınav. Klanın hanımı olmak için doğdum ve bu benim hakkım. Dougal’ın kalbini ve klanının tahtını almak için ne gerekiyorsa yapacağım. Gözlerimdeki ateş, kurtların vahşi doğasını yansıtıyor ve ben, Cora, avımı bekleyen bir kurt gibi sabırla bekliyorum. İskoçya tahtı da benim hakkım elbette. Yıllarca onu bekledim. O kız ortaya çıkmasa amacıma ulaşacaktım da. Yüreğimdeki hırs, klanın hanımı olma arzusuyla yanıp tutuşuyor. Bu taht için savaşacağım ve kazanacağım, çünkü ben asla pes etmem. "Buyrun leydi Cora" Çalışan kızın çay servisi yaparken söylediği sözle, sinirle önümdeki fincana elimin tersiyle vurdum. Yere düşen ve parçalara ayrılan değerli çay fincanımla, kız ufak bir çığlık attı. Masanın üzerine ve eline çay sıçramıştı. "Ne yaptığını sanıyorsun sen? Bana hanımım diyeceksiniz diye kaç defa söylemem gerekiyor?" Karşımdaki kız elini tutup çocuk gibi ağlamaya başlarken suratına bir tokat atmamak için yumruklarımı sıktım. "Ben, ben" diye kekelemeye başladığında sinirlerim daha fazla büyüdü. "Kaleden defol git seni bir daha burada görmeyeceğim" masanın üzerindeki çaya bakıp sinirle düşünmeye devam ederken, kız yere eğilip bana özürlerini sunuyordu. Aptal kız daha konuşmasını bilmiyordu ve sinirlerimi daha çok bozuyordu. "Sana defol dedim, gitmeden buraları da temizle" Sert sesimle birlikte salonun kapısı açılıp teyzem Kylie içeriye girdi. Bakışları yerdeki bardağın parçalarına ve ağlayan kıza kayıp kaşlarını derince çattı. "Beceriksizler, derhal temizleyin burayı" teyzem de kıza bağırırken kızın varlığını unutmuş, Dougal'la düşüncelere dalmıştım bile. Teyzem yan sandalyeme otururken birkaç çalışan içeriye girmiş ve temizliğe başlamışlardı. Ağlak kız da ortadan kaybolmuştu. Teyzem yüksek sesle çalışanlara söylenirken onu dinlemiyordum bile. "Cora!" diye seslendiğinde düşüncelerimden sıyrılıp bakışlarımı teyzeme çevirdim. O esnada yeni çay servisi yapılmaya başlanmıştı. "Beni dinlemiyorsun güzel kızım hâlâ kralı mı düşünüyorsun?" Teyzemin sorusuyla hırsla gözlerine baktım. "Bana saygısızlık yaptı teyze. Klana geldiğini haber alınca ayağına kadar gittim, kibarca kaleye davet ettim!" dedim dişlerimi sıkarak. Dougal'ın söylediği sözler günlerdir zihnimde dönüp duruyordu. Tuğra, Tuğra, Tuğra... Ağzından başka bir isim çıkmamıştı. Bu klanın hanımı bendim!.. "Lord Eduart ile evliliği düşünmeni istiyorum Cora. Kralı unut artık. Biliyorsun o kız ona büyü yaptı. Asla başkasına bakmaz." Gözlerimden ateş çıkartarak teyzeme döndüm tekrar. "Hayır!" dedim yüksek sesle. Sesimle birlikte salonda hizmet eden çalışanlara dönerek sert bir bakış atmıştı teyzem. Hepsi teyzemin bakışıyla alelacele salonu boşalttılar. "Asla" diye bağırdım. Teyzeme öfkeyle bakmaya devam ederek. "Sakın Quany geldiğinde ona bu konuyu açma teyze!" diye onu uyararak ayağa kalktım. Quany zaten klanda pek durmadığı için rahattım ancak teyzem ona bir şekilde haber uçurursa, o dalkavukla evlenmek zorunda kalırdım. *** TUĞRA Büyük salonun kapılarını açıp içeriye girerken salonun boş olduğunu gördüm. Sadece uzun masada Dougal'ın baş sandalyede oturduğu masa hazırdı. Eliza, Hüseyin, Brad, Melek, Ewan ve Alanna da masadalardı. Her akşam tüm çalışanlarla birlikte yediğimiz akşam yemeği, Dougal'ın bize mahremiyet vermek için özel hale getirilmişti. "Nur" Eliza'nın ağlayarak adeta bize doğru koşturmasıyla gülümseyerek yürümeye devam ettim. Dougal'ın yanına gelince ben oturmadan ayağa kalkıp sandalyemi tam yanına çekerek beni oturttu. Bakışlarım hâlâ sarılan iki kadındayken "Rob nerede?" diye fısıldadım. "Esma'yı oyalamak için gönüllü oldu. Onların kim olduğunu anlamaması gerekiyor" Ben bunu düşünmemiştim bile. Sofrada Eliza ve Hüseyin ile karşılaşacaklarını bile bile hemde. Kafam çorba olmuştu. Dougal'a minnetle gülümserken iki kadın birbirinden ayrılıp yan yana oturmaya başladılar ve elbette sürekli konuşuyorlardı. Hüseyin ve şehzade de oldukça keyifle sohbet ediyorlardı. Eski dostlar tekrar bir araya gelmişti. Birlikte yıllar geçirmiş ve çok badireler atlatmışlardı. Brad ve Estelle'yi tanıştırırlarken aralarındaki sohbetin uzun süre süreceğine emindim. Konuşacak çok konuları olmalıydı... *** Akşamın ilerleyen saatlerinde, masada oturmuşken etrafımdaki neşeyi hissedebiliyordum. Herkesin yüzünde bir gülümseme, sohbetler kahkahalara karışıyordu. O an burada, bu masada, bu muhabbetin içinde olmak, bana tarifsiz bir mutluluk veriyordu. Sanki dünyanın tüm dertleri bir kenara bırakılmış, sadece o anın tadını çıkarmak için varmışız gibi hissediyordum. Neşe, sadece havada değil, adeta masanın üstünde elle tutulur bir şeymiş gibi, aramızda dolaşıyordu. Masanın bir yanında, kocam Dougal vardı; karizması ve doğal liderliğiyle etrafındakilere ve elbette bana güven veriyordu. Onun bu çekiciliği, masadaki herkesi etkisi altına almıştı. Diğer yandan, sevgili dostlarım ve yeni bulduğum ailemle çevrili olmak, kalbimi huzur ve mutlulukla dolduruyordu. Onları bir arada görmek, sohbetlerinin içinde kaybolmak, bana ait olduğum bir yere varmış gibi hissettiriyordu. Her bir yüzdeki tebessüm, her bir kahkahanın ardındaki samimiyet, bu anın değerini daha da artırıyordu. İşte burada, bu masada sevdiklerimle çevrili olarak, hayatın sunduğu bu güzel anın tadını artık çıkarıyordum. Çok mutluydum. Şehzade, Nur ve Estelle'nin masadaki güler yüzlerini izlerken, içimdeki kabullenme duygusu giderek güçlendi. Onların neşesi, benim ruhumu aydınlatıyordu. Annem, babam ve kız kardeşim... onlar benim ailemdi, benim kan bağım, benim var oluş sebebimdi. Masanın etrafında toplanmışken, içimdeki yabancılık hissi yavaş yavaş yerini kabullenmeye bırakıyordu. Gözlerim, ailemin her bir üyesinin yüzüne takılıyor ve içimde bir sıcaklık hissediyordum. Artık bu masadaki tüm insanlar da benim gerçek ailem haline gelmişti ve bu gerçeklik beni derinden etkiliyordu. Hayatımda bir dönüm noktası yaşadığımı hissediyordum, kabullenme duygusu içimde şahlanarak yükseliyordu. Yüzlerini uzun uzun incelediğim o an, kapının sessizce açılmasıyla birlikte Rob’un heybetli silueti belirdi. Gözlerim, onun üzerindeki her bir detayı süzerken, adımları kararlı ve hızlıydı; masaya doğru ilerledi. Benden ve Dougal'dan bakışlarını ayırıp Emir’in omzuna hafifçe dokunarak ona selam verdi ve yanına oturduğunda, odanın enerjisi değişti, sanki son bir parça yerine oturmuştu. İçimdeki boşluk doldu, tamamlanmış hissettim. Derin bir nefes alıp rahatlamış bir şekilde sırtımı Dougal’ın sandalyesinin arkasındaki güçlü koluna yasladım. O anda her şeyin mükemmel olduğunu hissedebiliyordum; ailem, dostlarım ve sevdiklerimle çevrili, huzurlu ve tamamlanmış... *** İskoçya'da Geçici Osmanlı Özerk Bölgesi "Reis" Duyduğum sesle dosyalardan başımı kaldırıp karşımdaki adama baktım. Yıllardır sadık adamım siyah kıyafetler içinde çadırıma kadar geldiğine göre acil bir şeyler olmalıydı. Tüm İskoçya'daki casuslarımın lideri olan Şam, doğrudan emirleri benden alıp ülkeye dağıtırdı. Buna rağmen mektup dışında yüz yüze gelmemeye dikkat ederdik. Uzun bir süredir onu görmemiştim bile. Onun varlığı, etrafta dönen gizli oyunların derinliklerine işaret ederdi. "Şam!" diye seslendim, mürekkep dolu kalemimi elime almadan masanın üstüne bırakarak. Sessiz adımları birbirini takip ederek yanıma geldi ve başını saygıyla eğdi. Kimsesiz bir gençken onu himayeme almıştım ve şimdi, bir istihbaratçı kadar yetenekli, benim en güvendiğim adamım haline gelmişti. Onunla geçirdiğimiz yıllar boyunca, sadece benim emirlerimle hareket etmiş, benim gözüm, kulağım olmuştu. Şimdi karşımda duran bu adam, bir zamanlar korumasız bir çocukken benim verdiğim eğitimle şekillenmişti. "Talimatlarınız ulaştı," dedi Şam, sesindeki derinlik ve ciddiyetle. İki gün önce, Paşa'nın isteğiyle ona bir mektup yollamıştım. Gönderdiğim mektubun sonuçlarını merak ederken, Şam yavaşça elini cebine soktu ve oradan bir kağıt çıkardı. Kağıdı bana uzattığında, parmaklarım titreyen bir heyecanla onu aldı. Kağıdı açtığımda, gözlerim hızla üzerindeki yazıyı taradı; orada, mürekkeple yazılmış net ve keskin harflerle İskoçya'da bir adres beliriyordu. Bu adres, belki de tüm sorularımın cevabı olabilirdi, ya da yeni bir sırrın başlangıcı. Şam'ın gözlerine baktım. "Reis," dedi Şam, sesinde bir aciliyet hissiyle. "Connor Mcarty'nin klanında, eskiden Osmanlı ile bağlantısı olan bir aile varmış. Connor'ın babası, ölmeden önce ailenin küçük oğlunu evlat edinmiş. Kalenin eski çalışanlarından bir kadını bulup sorguya çektim. Çocuk, tam 25 yıl boyunca kalede esir olarak kalmış." Sözleriyle şok oldum ve kaşlarımı çattım. Acaba bu çocuk, Paşa'nın aradığı şehzadenin oğlu olabilir miydi? Connor bunu biliyor muydu ve çocuğu bu yüzden mi esir tutuyordu? Bu düşüncelerle dolup taşarken, gözlerim masaya düştü. Brad... Tabii ya Brad! Onun adı aklıma geldiğinde, içimde bir şaşkınlık hissettim. Belki de bu çocuk, tüm bu karmaşanın anahtarıydı. "Adresi araştırdınız mı?" diye sordum, gözlerimde bir umut ışığıyla. Şam, başını robotumsu bir şekilde bir kere aşağı yukarı salladı ve cevap verdi "Eliza ve Hüseyin adında yaşlı bir çift yaşıyorlarmış, ama haftalardır kimse onları görmemiş. Komşuları endişelenip eve bakmışlar, tüm eşyalar yerli yerindeymiş. Kimseye haber vermeden bir anda ortadan kaybolmuşlar." Söyledikleri, zihnimde daha fazla soru işareti yarattı. Connor Mcarty'nin klanı, Osmanlı ile bağları olan bu aile ve bunların Tuğra ile alakası? Tüm bu bilgiler birbiriyle nasıl bağlantılı olabilirdi? Bu durum, derinlemesine bir araştırmayı gerektiriyordu. "Başka neler öğrendin?" diye sordum Şam'a bakarak. Gitmediğine göre hâlâ söyleyecek bir şeyleri vardı. "Bilgi aldığım kadın, Brad denen adamda Osmanlı'ya ait bir sembol taşıdığını söyledi. O ülkeye ait olduğunu bildiği yazı stili varmış" Brad'le görüşüp tanışmıştım ve üzerinde dediği gibi bir sembol hiç görmemiştim. Zaten babam Osmanlı halkından demişti değil mi? Bu durumu Paşa'ya söylemeden önce Tuğra'ya haber uçurmam gerekiyordu. Eğer vatan haini iseler onları yakalayarak Osmanlı'yla ilişkilerimizi de daha sıkı hale getirebilirdik. Belki de Tuğra'ya bahsetmeden Paşa'ya bildirmem daha doğru olacaktı... Şam'a başımla onay verdim ve "Araştırmaya devam et, çıkabilirsin" dedim. O, sessizce çadırın gölge dolu köşelerine doğru adımlarını sürdürdü. Gözlerim onun ardından takip etti. Bu bilmeceyi çözmek için, tüm zekamı ve kaynaklarımı seferber etmeye hazırdım. Geçen yıl Dougal ile birlikte Connor Mcarty’nin klanına düzenlediğimiz baskında, Tuğra'nın Brad adındaki bir adamla çoktan kaçmış olduklarını öğrenmiştik. Ardından Brad'in klanda birkaç gün misafir edilmesi ve ilişkilerinin devam etmesi, onların arasında belirli bir bağ oluştuğunu düşündürmüştü bana. Tuğra'nın sürekli Brad üzerinde bir eli olması, ona bir şekilde yardım ettiğini veya onun güvenliğini sağladığını gösteriyordu ve bu durum, Brad’in gerçekten de kaçak şehzadenin oğlu olabileceği ihtimalini güçlendiriyordu. Belki de Tuğra, Brad’in gerçek kimliğini biliyor ve ona yardım etmek için elinden geleni yapıyordu. Bu karmaşık olayların ardındaki gerçek bağlantıyı anlamak için, yapmam gereken tek bir şey vardı. Çadırımın içinde, dosyalarımı hızla toparlayıp çantama yerleştirdim. Önemli eşyalarımı yanıma alırken, zamanın kıymetini bilen biri gibi acele ediyordum. Her şey tamamlandığında, dışarıda bekleyen nöbetçi savaşçıma seslendim ve onu içeri çağırdım. O içeri girerken, Paşa'ya yazmam gereken mektubu yazıyordum. Mektubu katlayıp zarfa yerleştirdikten sonra, üzerine mühür basarak kapattım. "Bu mektubun Ahmet Veli Paşa'ya ulaştığından emin ol," dedim savaşçıya, gözlerimdeki kararlılıkla. O, "Tabii reis," diye yanıtladı, sesindeki sadakat ve itaat her zamanki gibi belliydi. Koluna hafifçe vurarak dışarı adım attım ve atların olduğu kısma doğru hızlı adımlarla ilerledim. En güvendiğim atı seçip, onu hazırlayarak yola koyuldum. Aklıma kendi klanım geldi; aylardır uğramamıştım. Kylie... O, her zaman anlayışlı ve tatlıydı. Uzun süreli ayrılıklarımızı hiçbir zaman sorun etmezdi. İşleri ciddiye alışımız da bu yüzden olmuştu. Nişanımızı yıllardır uzatmama rağmen, o hiç şikayet etmez, halkımız tarafından zaten klanın hanımı olarak kabul edilmişti. Onları aylardır görmesem de, ilk durağım İskoçya kraliyet klanı McLennan olacaktı. Kızımı ziyaret etmemin vakti gelmişti de geçiyordu bile. Huzurları yerinde ve mutlu olduklarını biliyordum. Dougal ona çok değer veriyordu. Emir ve Melek kızımı da özlemiştim. Melek ve Ewan’ın düğünü için planladığım ziyaret, belki de onların uzayan düğün tarihlerini erkene çekebilirdi. Ve kim bilir, belki de oraya vardığımda, Tuğra’dan beklenen torun müjdesini alır, ailemizin yeni üyesini öğrenme şansını bulurdum… ❤
|
0% |