@ebrumelek
|
Keyifli okumalar🫸🫷 ... . Eski bir geleneği yeniden canlandırmıştım son günlerde. Kendi zamanıma dönmeden önce yazmaya başladığım şifreli harflerden oluşturduğum günlüğüm, satırlarımla yeniden canlanıyordu. Geldiğim günden beri yaşadıklarımı özet geçmiş, her önemli gördüğüm olayı eklemeye devam etmiştim. Aslında kendi zamanıma dönmek için bu günlüğü tutmaya başlamıştım. Ancak şimdi, benim mirasım olacaktı. Sanıyorum ki gelecekte kimse bu şifreyi çözerek Türkçe diliyle bağdaşlaştıramazdı. Yine de sır olarak kalacak eşyalardan biri olacaktı. Geçmişte yaşadıklarımı, duygularımı ve düşüncelerimi bu satırlara dökerek, bir parça huzur buluyordum. Geldiğim günden beri yaşadıklarımı özet geçerken, her detayı büyük bir titizlikle kaydediyordum. Bu gizemli harfler, sadece benim anlayabileceğim bir dilde, yaşamımın hikayesini anlatıyor, her satırda yeni bir maceranın kapısını aralıyordu. Bu günlük, benim için sadece bir not defteri değil, aynı zamanda bir yol haritasıydı; zamanın ötesinde bir varoluşun, kaderin ve seçimlerin, aşkın ve kayıpların, zaferlerin ve yenilgilerin hikayesiydi. Her önemli gördüğüm olayı, her duygumu ve her düşüncemi buraya eklemeye devam ediyordum. Annem, babam ve Estelle bugün Galler'e dönmek zorundaydılar. Lord Jack'e hiçbir açıklama yapmadan geldikleri için ve ortalığı karıştırmamak adına, geri dönmeleri gerekiyordu. Fakat yakın bir zamanda yeniden bir araya gelecektik. Lord Jack, ailemin sırlarının yüzeyini sadece kazıyabilmişti; babamın asıl kimliğinden habersiz, onları sadece iftira yüzünden sürgün edilmiş bir tüccar ailesi olarak biliyordu ve kızlarını, yani beni, bu uğurda kaybettiklerini de biliyordu. Babama farkında olmadan birçok yardımı da dokunmuş. Aslında benim anladığım, babam onu mağarayı bulmak için birazcık kullanmış. Ancak bu gerçeklerin ötesinde, Estelle'nin gözlerinde gördüğüm aşk, her şeyden önemliydi. Defterimi kapatıp dolabıma yöneldim ve en beğendiğim, klanımın renklerine sahip yeşil, turuncu çizgili elbiselerimden birini dışarıya çıkardım. Üzerime giyinirken elimi uzatıp arkadaki iplerini de bağladım. Kıyafetleri giyip çıkarmam kolay olsun diye tüm elbiselerin iplerini sökmüş, ense kökünden itibaren geçirmeye başlayarak ucu belimden çıkacak şekilde ters bir şekilde geri takmıştım. Böylece giyinirken bağlamak daha kolay oluyordu. Kahvaltı için büyük salona indiğimde Dougal'ı orada bulacağımı biliyordum. Her gün şafak sökmeden önce kalkıp çalışma odasında işleriyle ilgileniyordu. Kahvaltı vakti geldiğinde günlük dosya işlerini bitirmiş oluyor ve tüm klanların işlerine de geri kalan tüm vaktini ayırabiliyordu. O kadar yoğundu ki, bu yoğunluğuna nazaran bana ayırdığı vakit yine de epey fazlaydı. Eh, bundan asla şikayetçi değildim. Dougal'a yardımcı olmak ve işlerini hafifletmek için, babamlar gittikten sonra klanın iç işleriyle ben ilgilenmeye başlayacaktım. Dougal böylece geri kalan tüm İskoçya ve dış ilişkilere daha fazla odaklanabilecekti. Adam elli parçaya bölünmüştü resmen. Bir de haftaya planlanan Melek ve Ewan'ın düğün törenleri vardı. Bunun için Melek hazırlıklara çoktan başlamıştı. Ewan'ın yarası da çok daha iyi durumda olmasına rağmen yataktan bir türlü çıkamamıştı. Gerçi onun sebebi tamamen tembellik değil, Melek'in ilgisini sevmesinden kaynaklanıyordu. Melek çoğu zaman Ewan'a göz devirse de, içten içe Ewan'ın nazları hoşuna gidiyordu. Bugün Dougal'ın onu döverek yataktan kaldırmasından korkuyordum. Babamları Esma'ya, Galler'den gelen misafirler olarak kısaca tanıtmıştık. Çekingen bir kızdı Esma. Ayrıca Ewan'ların babam tarafından alıkonulduğunda, onları aramaya giderken Alanna'nın odasında karşılaştığımız günden beri bana daha temkinli yaklaştığını fark etmiştim. Rob'u ne zaman yanımda görse kaşları çatılıyor veya duruşunu dikleştiriyordu. Kadınsal olarak ondan kıskanma enerjisi asla almamıştım. Sadece benden daha çekinir hale gelmişti. Kale de oturup kocamı bekleyen bir leydi olmadığımı anlamış olmalıydı ve benimle konuşurken kelimelerini de özenle seçiyordu. İlk geldiği zamanlar yüzüne peçe taksa da artık onu kullanmıyordu. Yine de saçı ve kıyafetleri örtülüydü. İtiraf etmek gerekirse Rob'un istemediği bir evlilik yapmaması için ikisinin tavırlarını gizlice izlemiştim. Atışsalar ve Rob'u çoğu zaman sinirlendirse de, buna rağmen Esma nereye giderse Rob da peşinden gittiği için evliliklerinde olumlu sonuçlar görüyordum. İnşallah da umduğum gibi olurdu. Güne yumuşak bir "Günaydın" selamıyla başladım ve masaya doğru yürüdüm. Kahvaltı saati her zamanki gibi kalabalıktı, çeşitli seslerin ve kokuların karışımı odanın havasını dolduruyordu. Masaların etrafında oturanlar kahvaltılarını yaparken sohbetlerini sürdürüyorlardı. Yanımdan geçerken tanıdık yüzlerle göz teması kurup gülümseyerek selam verdim. Babamların oturduğu masa ilerideydi. Connor'un klanından gelen kadınların oturduğu masanın yanından geçerken, her biri gülümseyerek bana baş eğdi. Bu geleneksel selamlaşmayı uygulamadan geçemezdim. En yaşlıları olan kadınla göz göze geldiğimde, adımlarımı durdurup kendisiyle bir an için sıcak gözlerle süzüştük. Ardından ben de ona saygı göstermek adına hafifçe başımı eğdim. "Ömrünüz uzun olsun, kraliçem" dedi yaşlı kadın, sesi yılların bilgeliği, sıcak ve saygılı bir tonla yankılandı. "Teşekkür ederim, tadilatlar tamamen bitti mi?" diye sordum. Kadınların hepsi yemeği bırakmış beni izliyordu. Yaşları daha olgun olanların yüzlerinde minnettar bir gülümseme varken genç kızlar ise hayranlık dolu bakışlarla beni süzüyordu. "Birkaç günlük iş kaldı kraliçem. Savaşçılarınız çok yardımcı oluyorlar. Onların desteği olmadan bu kadar ileri gidemezdik, Tanrı onları kutsasın" dedi bilge bakan kadın. Diğer kadınlar, bir orkestranın sessiz ama uyumlu üyeleri gibi, sırayla başlarını onaylayarak salladılar. Gözlerindeki bakışlar, kelimelerin ötesinde bir iletişim kuruyor, aralarındaki bağın derinliğini ve sessiz anlaşmalarını yansıtıyordu. Yaşlı, bilge kadın, grubun sözcüsü gibi, tekrar söz aldı. Onun sesi, yaşanmışlıkların ağırlığı ve minnettarlığın sıcaklığıyla doluydu. "Bize evinizi açtığınız için minnettarlığımızı asla ödeyemeyiz. Bizi kurtardınız, kraliçem. Artık ölene kadar sizinle birlikteyiz, hizmetinizdeyiz," dedi, sesindeki titreme, sözlerinin samimiyetini ve ağırlığını artırıyordu. Bu sözler, salonun huzurlu atmosferinde kalbimde yankılanırken, ben de onlara nazikçe başımı eğerek karşılık verdim. "Sizlerin güvenliği ve refahı, benim için en büyük önceliktir. Hepimiz, bu toprakların geleceği için birlikte çalışacağız," dedim, sesimdeki içtenlikle. Son kez gülümseyerek masadan uzaklaştım ve asıl hedefime, kendi masama vardım. Kısaca göz gezdirdiğim masada Esma'nın da olmasıyla içimdeki coşkuyu bastırarak anneme, babama ve Estelle'ye sessizce gülümseyerek yanlarından geçtim. Dougal'ın hemen yanına otururken o her zamanki gibi tabağımı hazırlatmıştı. "Afiyet olsun" diyerek sandalyeme otururken Dougal'ın bedeninin ısısını hissedebiliyordum. Annem, ince çizgilerle işlenmiş yüzünde, yaşanmışlıkların hüznü ve sevinci bir arada taşıyan bir portre gibiydi. Babamın gözleri, her zaman olduğu gibi derin bir bilgelik ve koruyucu bir sevgiyle doluydu. Işıldayan bakışları benim üzerimdeyken ben de aynı şekilde onlara karşılık veriyordum. Aynı zamanda bugün dönecekleri için oldukça buruk hissediyordum. Masada Melek ve Ewan dışında kimse konuşmuyordu. Onlar da kendi aralarında sohbet ediyorlardı zaten. Alanna Ewan'ın esprilerine gülerken, Emir'in ters ters Alanna'ya baktığını yakaladım. "Bugün tüm işlerimi iptal ettim" Dougal'ın sesiyle bakışlarımı Emir'den ayırdım. Çatalımı bırakıp merakla Dougal'a döndüm. "Bir yere mi gideceksin?" "Sana aileni bulmadan önce bir söz vermiştim. Mağaranın sırrı için İngiltere'de Üniversite'de profesör bir arkadaşımı çağıracağım demiştim" Kafamı sallarken Dougal'ın devam etmesini bekliyordum. "Geçen hafta mektubuma cevap aldım. Tahmini bugün akşam saatlerinde klana gelecek. Ona, mağarayı inceletmek istiyorum." "Sırrımızı anlatacak mıyız?" dedim fısıldayarak ancak bir yanımda oturan Emir'in bakışlarını üzerime çekmiştim. Dougal benim kadar fısıldamasa da ses tonunu düşük tutarak "ona güvenirim. Farklı karakterlerde olsak da sır tutan ve hayatını bilime adamış biridir. Savaşmayı bilmez ve bana ihanet etmez." Son söylediği cümleleri Emir'in de duyduğunu biliyordum. Dougal güveniyorsa ben de güvenirdim elbette. Hem mağaranın derinliği ve gizemi hakkında fazla bilgiden zarar gelmezdi. "İngiltere'den üniversite profesörü mü gelecek? Hangi üniversite?" Emir'in sorusuyla Dougal kahvaltısına geri dönerken, "Cambridge" diye cevaplamıştı. Emir dudaklarını öne büzerek "Cambridge Üniversitesi'nden tanıştığım ikinci profesör olacak" diye cevapladığında istemsiz gerildim. Gerginliğimi belli etmemek için çatalı elime alıp peynir tabağına daldırdım. Dougal öylesine bir konudan konuşuyormuş gibi "öyle mi, ilki kimdi?" diye sorunca kafamı kaldırmadan peyniri ağzıma götürdüm. Açıkçası kocamın yanında ilk aşkım Niko hakkında konu açılması hoşuma gitmemişti. Her ne kadar 300 sene sonrasında yaşasa da... "Tuğra'nın tarih hocası Nicholas, oraya gittiğimizde Tuğra'nın evine ziyaret yapmıştı. O zaman tanışmıştık Rob'la birlikte." Ah, Emir'cim! "Oraya gider gitmez tarih hocan ziyaretine mi geldi?" Dougal bunu sinirle değil, saf bir merakla sormuştu. Kafamı aşağı yukarı sallarken, "bana Brad'in günlüğünü getirmişti. Bir de henüz sergilenmemiş ilk İskoçya kralının müzesi için belgeler," dediğimde bunu Dougal'a hiç söylemediğimi fark ettim. Kaşları şimdi sadece meraktan çatılmıştı. "Benim için müze mi sergilendi?" diye sordu. "Özel mektuplarının, savaş aletlerinin ve şahsi eşyalarının bulunduğu bir müzeydi. Portrelerin de vardı" dedim yemeğe devam ederken. Birden iştahım kapansa da konuşmamak için ağzımı doldurmaya başlamıştım. "Peki bu tarih hocan, Nicholas, bunları neden sana getirdi?" Dougal bunu sorarken gözlerini kısmıştı. Yavaşça ona dönüp hafif tebessüm ettim. Ulan Emir, konuyu açıp yanımda hayvan gibi yemek yiyorsun! "Tuğra seninle ilgili sürekli araştırma yaptığı için annesi rica etmişti hocasından. Müzen İngiltere'de sergilenecekti" Emir'in yemeğe ara vermeden dolu ağzıyla cevap vermesiyle, konuşmaktan kurtulup meyvelerden birine uzandım. "Günlük ne alaka?" Dougal'ın konuyu ısrarla devam ettirmesiyle ağzımdaki meyveyi yutup ona döndüm. "Kolyemdeki sembolü yıllarca araştırma yaptığım dönemlerde ondan yardım istemiştim. Bir ödevle eline geçen defterde, kolyemin sembolünü görmüş. O ödev olan defter, Brad'in günlüğüydü. Nico'yu genç kızlık yıllarımdan beri tanıyorum." Dougal, yüzüme uzun uzun bakarken, "Nico?" dedi. Rahat davranmaya çalışırken bunu başaramadığımı anlamanın verdiği sıkıntıyla, Emir sıkıntımı anlamış gibi araya girerek, "onun sayesinde bu kız tarihte bu kadar iyiymiş meğerse. Ders kitaplarında öğretilmeyen her bilgiyi öğretmiş" dediğinde gülümsedim. Ancak gülümsememin gerçek olmadığını elbette kocama belli etmiştim. Dougal, bir süre daha yüzüme bakarak bakışlarını benden çevirdi ve kahvaltısına geri döndü. Emir'e anında ters ters bakarak aynı şekilde ben de kahvaltıma devam ettim. Pek yiyemesem de... Kahvaltı masasından annemler hazırlık yapacaklarını söyleyerek kalktılar. Esma hâlâ masada oturduğu için pek sohbet edemesek de bu bana bir çağrıydı. Hem de Dougal'ın bakışlarından kaçmak için bir fırsat olarak düşünüp arkalarından ayağa kalktım. Melek ve Ewan da işleri olduğunu söyleyerek ayrılınca çok az kişi kalmıştı. "Ben de leydi Estelle'ye bir bakayım" diyerek yürümeye başladığımda, Dougal da anında peşimden ayaklanmıştı. "Bekle, sana eşlik edeyim kraliçem" Büyük adımlarla yanıma gelip elini belime koyarken birlikte salondan ayrıldık. Nico konusu yol boyu açılmasa da içimde birazcık tedirginlik vardı. Hakkında bir şey sorarsa, zamanında Nico'ya platonik duygu beslediğimi söylemek istemiyordum. Ancak yalan da söylemeyeceğim için tedirgin olmuştum. Dougal kibar davranıp sormasa da bir şeyler olduğunu yüz ifademden kesin anlamış olmalıydı. Eli hâlâ belimdeyken benimle birlikte merdivenlere yöneldi. Ailemin odasını es geçerken içeriden Eliza ve Hüseyin'in sesini duymuştum. Koridorda ilerlemeye devam ettik. Dougal'a soru işaretleriyle bakıyordum. Eski kaldığım boş odanın önüne gelip kapıyı açtığında birlikte odaya girdik. Dougal kapıyı ardımızdan kilitlerken, "şehzadelerin odasına gidecektim" dedim kısık bir tonla. Dougal eğilip burnunu boynuma bastırırken derin bir nefes almıştı. "Gidersin aşkım, seni özledim, " dediğinde sesindeki titreşimleri hissedip kıkırdadım ve tüm bedenime bir rahatlama geldi. Konunun bir daha açılmadığına sevinmiştim. "Bu kat kalabalık duyarlar" Dougal'ı hafif ittirmiştim ama bir milim bile oynatamadım elbette. Yüzünü boynumdan ayırmadan belimi iki koluyla sararken, iyice bana sarılmıştı. "Odadan çıkamam bu halde Tuğra," diyerek bedenini bana bastırdı. Gülümsemem genişlerken odadaki düzenli yatağa göz attım. "Dougal, şehzadeler birazdan gidecekler şimdi olmaz. Geceyi bekle!" desem de bedeninin sertliğini bana daha çok bastırırken boşa nefes tükettiğimi de anlamıştım. Birazcık ses çıksa kimse bir şey anlamazdı herhalde diye düşünüp dudağımı ısırarak yatağa tekrar göz attım. Pencereyi de kapatmak gerekiyordu şimdi. Yine de duyulursa gerçekten aileme rezil olurdum. Elimi Dougal'ın saçlarına geçirirken aklıma gelenle dudağımı utanarak tekrar ısırdım. "Başka bir şey yapsam?" dedim kısık bir tonla. Dougal anlamamış olacak ki kaşlarını çatarak yüzünü boynumdan kaldırıp bana baktı. "Yani, birlikte olmadan sana dokunsam? Yoksa seslerimizle rezil oluruz Dougal!" dediğimde gözlerinin merak ve heyecanla koyulaştığını görüp hafif tebessüm ettim. Yanaklarımın kızardığına emindim. Dougal'la yakınlaşmamız sırasında birbirimize hiç dokunmamıştık. Bunun nasıl yapıldığını elbette biliyordum. Daha önce denemesem de birçok aşk kitabı okumuştum. Dougal da benden böyle bir şey hiç talep etmemişti. Yakınlaşmamız sadece birbirimizi öperek ve birleşerek oluyordu. "Bana dokunursan daha kötü olur. Tüm kale sesimizi duyar çünkü bu defa sana sahip olmadan hiç duramam! " Dougal'ın koyulaşmış yeşilleri parlarken, yüzünü bana doğru eğmişti. Dudaklarıma yakın olan dudağına dayanamayarak minik bir öpücük kondururken, hafif geri çekilip dudaklarına doğru fısıldadım. "Elimle dokunacağımı kim söyledi?" *** . Tam bir saattir Dougal'dan kaçıyordum. Kalede köşe kapmaca oynuyorduk resmen. Ben utancımdan kaçıyordum o ise bir avcı gibi izimi sürüyor, inat eder gibi her yerde karşıma çıkıp beni daha fazla utandırıyordu. Her köşe başında, onun alaycı gülüşüyle karşılaşmak, sanki bir ritüelin parçası haline gelmişti. O gülüş, yanaklarımı ateş gibi yakıyor, kalbimi hızlandırıyordu. Uzaktan her gördüğümde de aynı gülüşle sırıtıp yanaklarımı kırmızıya çeviriyordu. Dougal'ın yanından, odadan, kaçarak çıktığımdan beri adama bir neşe gelmişti. Bahçede savaşçılardan biri eğitim sırasında yanlış hareket yaptığında bile gülümsemişti. Bu durum savaşçıların da kafasının karışmasına sebep olmuştu elbette. Profesör arkadaşı da tam gelecek günü bulmuştu da Dougal işlerini erkenden bitirmişti şansıma. Nereye gitsem, orada Dougal'ın muzip gülümsemeleri vardı. Güneş yeni yükselmeye başlamışken, babamın sesi, sabahın serinliğinde seyise talimatlarını veriyordu. "Bu son bohça," dediği anda, annem ve Estelle'nin yanında, kalenin avlusunda bir heykel gibi dikilmiştim. Emir ve Rob, atların kontrolünü yaparken, onların disiplinli ve parlak gözleri sabah ışığında parlıyordu. Dougal ise, surlara yakın nöbetçilerle konuşuyor, arada bir dönüp bana oyunbaz bir sırıtış atıyordu. Her sırıtışında, onun yaramaz ruhunu ve kışkırtıcı doğasını hissedebiliyordum. En sonunda onun bu çocuksu, muzip davranışına dayanamayıp gözlerimi kaçırdım ve anneme döndüm. Annem, her zamanki gibi, zarafet ve sükunetini koruyordu. Onların aksine ben, bu küçük aile sahnesinde dingin bir varlık olarak duruyordum. "Baban işleri halleder halletmez uzun süre kalmak için yanına geleceğiz." Bunu bugün defalarca söylemişti sanki yeniden teyit ediyor gibi. "Acele etmeyin işlerinizi halledin" dediğimde yüzünde büyük bir hüzün vardı. Sanki bana şu an herkesin içinde sarılmamak için kendini zor tutuyormuş gibi de duruyordu ancak Estelle kimseyi takmadan koluma girmişti. "Bundan sonra hiç ayrılmayacağız kızım. Hep yanında olacağım" Annem tekrar konuşurken gözünden yaşlar akmaya başlamıştı yine. Babam, Emir'in yanından arkasını dönerek anneme ve bana bakmış ardından Emir'le konuşmaya devam etmişti. "Ağlamayın lütfen" dediğimde Estelle'nin de bedeninin titrediğini hissettim. "Anne de bana!" Sesiyle, gözlerim dolsa da içimde artık kabullendiğin bu gerçeği dillendirme zamanı geldiğini de anladım. "Ağlama anne" dediğimde annem sanki tam tersini söylemişim gibi daha çok ağlamaya başladığında, babam anında yanımıza adımladı. Elini annemin omzuna koyarken üzgün bakışları bendeydi. "Aşk, üzülme en yakın zamanda Balca'mın yanına geri geleceğiz" Babam annemi teselli etse de o da her an ağlayacak gibi duruyordu. Annem dayanamayarak kolundan kurtulup bana sarılırken ben de ona karşılık vermiştim. Benden oldukça kısa olan boyu için eğilirken, Estelle ve babam da hemen yanımızdaydı. Annemin ağlaması azalana kadar öyle kaldık, ardından birbirimizden ayrılırken bakışlarımı babama çevirmek için kafamı yukarı kaldırmıştım. "Dikkatli gidin, baba..." Babam gözlerini büyütürken kahverengi gözleri yavaş yavaş kızarmaya başladı. Eğri burnunun ucu kızarırken, "kızım!" diyerek annem gibi bir anda bana sarılmıştı. Şimdi bana sarılırken annem gibi o da ağlıyordu. Estelle'nin de sessiz hıçkırıklarını duyarken Rob, "her şey hazır Lord Alex" diye seslenmişti. Babam son kez boynuma eğilip beni koklarken aynı yavaşlıkla geri çekilip gözlerini gizliden silerek Rob'den tarafa bakmıştı. "Yakında görüşeceğiz" diyerek sanki bir daha bakarsa gidemeyecekmiş gibi annemin boynuna kolunu atarak atlara doğru ilerlemişlerdi. Onların gidişini izlerken Estelle'ye doğru döndüm. "Estelle, ağlama. Siz gelmezseniz ben gelirim" dediğimde Estelle ağlarken gülümseyerek diğerleri gibi bana sımsıkı sarıldı. Ardından nefesi kesiliyormuş gibi derin derin nefesler almaya başlarken ondan ayrılıp yüzüne telaşla baktım. "İyi misin?" diye sordum korkarak ve bakışlarımı hızla bahçede gezdirip Melek'i aradım. Alerjik bir durumu olduğunu daha önce duymuştum. O alerji olduğunu bilmiyordu gerçi. Bizim zamanımızda olsa astım ilaçları kullanabilecek boyuttaydı ancak her gün kullandığı bitkisel bir ilacı olduğunu söylemişti. "İyiyim, iyiyim telaşlanma." dedi nefesini toparlamaya çalışırken. Bu durumu Melek ile konuşmadığım için kendime kızarak, iyi olduğundan da emin olmak için gözlerimi kısarak, yüzünü taradım. "İlacını içtin değil mi?" diye sorduğumda Estelle'nin nefesleri düzene girmeye de başlamıştı. Bana olumlu anlamında kafasını sallarken gülümsemişti de. "Benim için endişelenme. Seni özleyeceğim ablacığım" Estelle'ye ben de gülümserken birlikte atlı arabanın olduğu yere yürüdük. Az önceki nefes alamaması düzelmişti ve kendimi rahatlamış hissettim. Estelle bana son kez bakıp arabaya binerken, annem ve babamla açık pencereden göz göze geldim. Dougal da yanımıza gelirken babama bakarak yanına yaklaşmıştı. Ona doğru eğilip bir şeyler söylediğinde babam onu kafasıyla onaylamıştı. Babamların arabasına eskortluk yapacak McLean savaşçıları da gitmek için önde ve arkada atlarla sıra oluşturmuştu. Dougal'ın işaretiyle kafile hareket ederken, annem bana ağlayarak el sallamaya başlayınca ben de aynı şekilde karşılık verdim. Araba uzaklaşıp gözden kaybolana kadar üçünde sırayla göz gezdirmeye de devam ettim. Dougal hemen yanımda destek olurcasına elini omzuma atmıştı. Arabalar gözden kaybolana kadar olduğum yerde bekledim. *** Ailemin gidişinin üzerinden birkaç saat geçmişti. Kalbimde derin bir boşluk, ruhumda tarifsiz bir hüzün vardı. Kalenin soğuk taş duvarları arasında, yalnızlığımın sesi yankılanıyordu. Onları, yani yeni bulduğum ailemi, şimdilik geride bırakmıştım. Bu ayrılık, içimde sızlayan bir yara gibiydi. Kafamı dağıtmak, bu acıyla başa çıkabilmek için, klanın bahçesine çıktım. Yemyeşil çimenlerin üzerinde yürürken, her adımda ailemin gidişleri canlanıyordu gözümde. Doğanın içinde biraz huzur bulabileceğimi umuyordum. Ancak yol üzerinde, klanın bahçesinde klanın yeni gelen halkı için inşa edilen barakaları gördüm. Bu barakalar, savaşçılar tarafından yapılmıştı ve çoğu tamamlanmış gibiydi. Yine de çalışmalar sürüyordu. Yavaşça inşaat alanına doğru yürüdüm. Etrafımda, savaşçılarımızın yoğun çalışmaları vardı. Çekiç sesleri, tahtaların birleştirilmesi, yüksek sesle verilen komutlar... Hepsi, birlik olmanın melodisi gibiydi. Meydanda, kadınlar bir araya gelmiş, ekmek pişirme işine koyulmuşlardı. Kimi hamuru yoğuruyor, kimi ateşin üzerinde ekmekleri çevirerek pişiriyordu. Elleriyle sevgiyle yoğurdukları hamurlar, ateşin kızgın diliyle buluşup, altın rengi bir kabukla kaplanıyordu. Bir diğer kadın ise, sıcak ekmekleri ellerinde taşıyarak, alın teri döken savaşçılara ikram ediyordu. Onların yüzlerinde beliren minnettar gülümsemeler, kadınların yorgunluklarını unutturuyordu. Ekmekler pişerken, kadınlar arasında dolaştım. Her birinin yüzünde, klanın geleceğine dair umut vardı. Onların güçlü elleri, sadece ekmek pişirmiyor, aynı zamanda klanın birliğini ve dayanışmasını da pekiştiriyordu. Mutluluklarına seviniyordum. Fran ve Max, tamir işlerine dalmışlardı; elleri, aletler arasında usta bir dansçının zarafetiyle hareket ediyordu. Onlar, klanın kalbindeki çarkların dönmesini sağlayan kişilerdi. Ben de, seni onların yanında, gururlu bir anne gibi bekliyordum. Ne zaman bir çivi çakılacak, bir tahta kesilecek olsa, ellerim hizmete hazırdı. Rob ve Emir'in nerede olduğunu merak ediyordum. Onlar da bir işe omuz vermeliydi. Küçük bir çocuğu, onları bulup buraya getirmesi için gönderdim. Çocuğun koşar adımlarla kalabalığın içinde kayboluşunu izledim; umarım onları hızla bulur ve getirirdi. "Kraliçem, lütfen oturun artık," duyduğum saygılı ve hafif bir telaş dolu sesle, yaptığım işe ata verip arkamı döndüm. Benim yaşlarıma yakın kadınlardan biri, kucağında küçük bir çocukla yanıma gelmişti. Elimde çekici tutup bedenimi komple ona çevirirken, soluk sarı renkli saçları olan kadınla göz göze geldim ve içten bir gülümsemeyle karşılık verdim. Gözlerimde yorgunluğun hafif bir iziyle, "Ben iyiyim, gerçekten," dedim ve gülümsemem, içtenliğimi yansıtacak şekilde genişledi. Kucağındaki erkek çocuğu, yaşamın enerjisiyle doluydu; kollarını ve bacaklarını hareket ettiriyor, dünyayı keşfetme arzusuyla dolup taşıyordu. Kafasını yukarıya kaldırıp, Fran'ın elindeki tahta parçalarına merakla bakıyordu, gözleri hayretle büyümüştü. Uzanıp alnına dökülen saçlarını geriye atarken, onun masumiyeti ve saf neşesi, kalbimi ısıttı. Çocuğun tatlılığı, etrafımdaki tüm karmaşaya rağmen, umudun ve masumiyetin hâlâ var olduğunu hatırlatıyordu. "Çok tatlısın sen, gel bakalım," diyerek ellerimi uzatınca, küçük çocuğun bakışları bana döndü. Saçlarıma ve yüzüme ilgiyle bakarken, sıcakkanlı bir şekilde minik ellerini bana uzattı. Kucağıma aldığım çocuğu biraz daha severken, yüzümle komik hareketler yaparak onu güldürüyordum. "Sizi çok sevdi," dedi annesi, bize güler bir ses tonuyla. Ben dilimi çıkartıp gözlerimi şaşı yaparak ufaklığı kahkahalara boğarken, gülme krizine girmişti. Ben de onunla birlikte kahkaha atarak kendimi daha şaşı yapıyordum. "O ne be, tövbe bismillah, tek elinde de çekiç var," diyen Emir'in sesi hemen karşımdan yükseldi. Kafamı kaldırıp Emir'e dik dik bakarken, ufaklığa dönerek gülümsemeye devam ettim. "Sen ne tatlısın öyle," diyerek dibime girip çocuğa uzanmaya çalışan Emir'den, ters tarafa dönerek çocuğu almasını engelledim. "Sana sinirliyim, yaklaşma bana," dedim. Çocuk bir bana bir Emir'e bakıyordu, şaşkınlık ve merak içinde. Ufaklığı korkutmamak için saçına öpücük kondurarak annesine teslim ettim. Emir ise konuşmaya devam ediyordu. "Ne yaptım ki?" Bakışlarımı Emir'e çevirmeden önce etrafa göz atmıştım. Birkaç adımla ona yaklaştığımda kadın oğluyla uzaklaşmıştı. "Sen niye Nico'nun bahsini açıyorsun?" dedim kızgın bir tonla. Emir'in anlamayarak kaşları çatılırken, "açtıysam ne olmuş ki?" diye sormuştu. Sonra yüzünü gülümseme kaplayarak "kıskandı mı seninki yoksa? O entel dantel profesörden hemde?" diye devam ettiğinde ellerimi belime koyarak, "sesini alçaltsana!" Dedim. Etrafa bakıp hemen ardından devam ettim. "Kıskanmadı niye kıskansın ki?" Emir'in yine kaşları çatılırken, "o zaman sorun ne valla anlamadım?" Oflayarak bakışlarımı kaçırdım. "Lan söylesene niye kızdın? Bir tane mantıklı bir şey söyle?" Sessizliğe devam ederken 'ilk aşkımın konusunu açmak beni rahatsız etti' dememeye karar verdim. Emir'in diline düşeceğime çatıdan düşerdim. En iyisi bu saçma konuyu çaktırmadan kapatmaktı. "Neyse kızgın değilmişim şimdi anladım" dediğimde Emir kahkahayı bastı. Tekrar bana bakarken, "aybaşı falansın galiba, neyse niye beni buraya çağırdın ki?" dedi etrafa temkinle bakmaya başlayarak. "Oturup kıçını büyüteceğine gel de yardım et dedim" diyerek az önceki yerime tekrar geçtim. Emir'in şaşkın bakışlarına aldırmadan, işime konsantre oldum. Çivilerden bir tane alarak tahta pencerenin altına koydum ve çekiçle çakmaya başladım. Emir'in hâlâ aynı yerde beklemeye devam ettiğini görünce "Yardım etmek için buradasın," dedim. Tekrar bir çivi alarak tahtaya yerleştirip çekiçle vurmaya başladım. Çiviyi tamamen sabitleyerek yeni bir çivi almadan arkamı döndüm. "Ne oldu niye bekliyorsun? Yardım et de bitsin hadi. İnsanlar günlerdir çadırda uyuyor" dediğimde Emir genç kızların olduğu yere yine temkinli bir bakış attı. Baktığı yöne dönünce, genç kızların da süpürge yaparak yardımcı olduklarını gördüm. "Ya şey, ben gitsem?" Emir yerinde öne arkaya sallanarak konuşurken tuvaleti var gibi duruyordu. "Sebep? Randevun mı var yoksa?" dedim alaycı bir şekilde ve yerden bir çivi daha aldım. O esnada arka tarafımda bir hareketlilik hissettim. Dönüp bakmadan çiviyi çakmaya devam ederken genç bir kız sesinin 'Lord Emir, ellerimle senin için yaptım, ısır hadi." dediğini duydum. Kafamı yan çevirip arkaya bakarken, bir kızın elinde kocaman bir ekmeği Emir'e uzattığını gördüm. Emir, ekmeğe sanki bombaymış gibi bakıyordu ve uzanıp almamıştı. Kızın ısrarı arttıkça, Emir'in yüzü sirke yemiş gibi daha da buruştu. Ya şey, aslında..." Emir başladı, ama kızın ısrarı kesintiye uğratmadan devam etti. "Lord Emir, lütfen, sizin için özel yaptım!" Araya girerek, "merhaba" dedim doğrularak. Kız, sesimle bana dönerken Emir ani hareket ederek tam dibime girmişti. Aa, bu kız Rob'a aşık olan o meşhur kızdı. Emir'in bu tavrına anlam veremesem de kızın bana çekingen bir şekilde karşılık vererek selamladığını duydum. "Merhaba," dedi kız, sesinde hafif bir titremeyle. "Umarım rahatsız etmiyorumdur." Emir, bir şeyler mırıldanarak, kızın elindeki ekmeğe bakıyordu. Onun bu garip tavrı, kızın yüzünde bir endişe yaratmıştı. "Hayır, hayır," dedim, "rahatsızlık yok. Emir, sanırım senin ekmeğini beğendi, değil mi Emir?" haha, gün intikam günüydü galiba! Emir, bir an için bocaladı, sonra başını sallayarak, "Evet, evet, tabii ki," dedi. "Çok lezzetli görünüyor." ama uzanıp almadı! Şimdi naneyi yemedin mi Emir'cim? Benimle uğraşmayacaktın! Kızın yüzünde bir rahatlama belirdi ve Emir'e ekmeği uzattı. "O zaman, buyurun, afiyet olsun," dedi. Emir her an kusacak gibi duruyordu. Bu kadar eziyetin yeterli olduğunu düşünerek ekmeğe ben uzanıp aldım. "Ben şu taraftayım" dedi kız Emir'e bakarak karşı çaprazdaki barakayı işaret ederken. Kaşlarım çatılırken Emir'in bedeni yanımda kaskatı kesilmişti ve cevap vermemişti. "Tamam" dedim harfleri uzatıp, bu bilgiyi ne yapmam gerektiğini düşünürken. Kız, bana reverans yaparak ve zarif bir şekilde saçlarını geriye savurarak arkasını dönerken gözlerim büyümüştü. "Emir?" diye seslendim, ikimiz de yan yana kızın gidişini izlerken, "Az önce ne oldu?" diye devam ettim kıza bakmaya da devam ederek. "Allah'ını seven beni kurtarsın" dedi Emir. Sözlerinin şokunu atlatamadan adeta uçarcasına koşmaya başlamıştı. Arkasından, "Emir, nereye gidiyorsun?" diye bağırdım. O da dönüp, "kocandan klan dışı görev istemeye!" diye cevap verdiğinde ağzım bir karış açık kaldı. Ben bu olaydan hiçbir şey anlamamıştım. Kız çok samimi davranırken Emir dehşete düşmüştü. "Çıkardı yakında kokusu nasılsa," diye mırıldandım kendi kendime. "Ah be Emir, benim başımı belaya sokma da ne yaparsan yap!" *** Pencerenin tamirini bitirip kadınların yanına usulca oturdum. Ellerimde hâlâ günün yorgunluğu ve tozun izleri varken, sıcak ekmeği önüme koydular. Tereyağını ekmeğe sürdüğümde, taze ekmek kokusu etrafa yayıldı ve tereyağı eriyerek altın sarısı bir nehir gibi ekmeğin kabuğuna işledi. İlk lokmayı aldığımda, midemde bir şenlik başlamış gibiydi. Kadınlar, yaptığım işi takdir eder bir bakışla izliyorlardı. "Eline sağlık," dedi içlerinden biri, "pencere artık eskisinden daha sağlam." Gülümseyerek, "el birliğiyle hallettik, asıl sizin elinize sağlık," dedim lavaşı gösterip ısırırken. Kadınlar, ikramlarının azlığı için özür dilerken, onlara açık açık kızmıştım ama sonra, tereyağlı ekmeği afiyetle yerken onların şaşkın bakışlarına maruz kaldım. Gözleri, sanki beni yeni tanıyorlarmış gibi büyümüştü. Ne yapsam yapayım, onların zihinlerindeki leydi kalıbını kıramıyordum. Ama belki de bu, sadece onların saygısının bir göstergesiydi. "Bazen unutuyorsunuz ki, biz burada bir aileyiz ve her şeyimizi paylaşırız" dedim ekmeği çiğnemeye devam ederken. Kadınlar birbirlerine bakıp gülümsediler. "Siz çok farklı birisiniz," dedi en yaşlısı. Gülümseyerek, ekmeğin son lokmasını aldım ve "Peki, o zaman," dedim, "bir kraliçe olarak ilk görevim, bu harika ekmeğin tarifini öğrenmek olacak." Kadınlar kahkahalarla güldüler. İçlerinden biri, "Kraliçem, duyduğuma göre babanız klanın başında değilmiş aylardır" Otuzlu yaşlardaki kadının sesiyle ona döndüm ve ekmeğimden bir ısırık daha aldım. "Evet, babam bir süredir klanın başında değil," diye yanıtladım, kafamı onaylar bir şekilde sallayarak. Savaşçıların devam eden çalışmaları, biz sohbet ederken etraftaki kadınlara ve bana adeta bir görsel şölen sunuyordu. Güneşin altında parlayan kaslar ve ter damlaları, savaşçıların çalışkan siluetlerini bir sanat eseri gibi sergiliyordu. Genç kızlar, çoğu üstsüz ve terli vücutlarla çalışan savaşçılara bakıp iç çekiyor ve sırıtıyorlardı. Onların bu hallerine ben de sırıtırken konuşan kadınları dinliyordum. Babamın konusu açılmışken, "babam" dediğim üç kişi olduğunu fark ettim. Birincisi, İstanbul'da beni sevgiyle ve disiplinle büyüten kişi. İkincisi, herkesin gerçek babam sandığı, gizemli ve güçlü Quany. Üçüncüsü ise, kan bağım olan soylu şehzade Ali. Her birinin hayatımda farklı bir yeri ve anlamı vardı. "Benim kuzenim Kurt klanından bir çobanla evlenmişti. Ondan duyduğuma göre kalede işler hiç iyi değilmiş" Kadınlardan birinin sözleriyle tüm ilgim ona dönerek kaşlarımı çattım ve ekmeği kenara bıraktım. "Nasıl yani?" diye sordum. "Üvey anneniz leydi Kylie ve yeğeni leydi Cora, çalışan kızlara kötü muamele gösteriyorlarmış kraliçem. Kimseye iftira atmak istemem ancak kuzenimden böyle duydum. Hatta çalışan kızlara ağır cezalar verip dayak bile atıyorlarmış" Kaskatı kesilirken bana bunu söyleyen kadının yüzüne bakakalmıştım. "Kraliçem haddimizi aştıysak affedin" dedi yaşlı, bilge kadın, bana bunları anlatan kadına ters ters bakarken. "Kuzeninin yanılmasını diliyorum" dedim ancak iç sesim çok daha farklı şeyler söylüyordu. Bu konuyu net bir şekilde öğrenmem gerekiyordu. Eğer gerçekse, Quany tüm bunların nasıl farkında olamaz ki? Dougal'ın yanında Alanna ile bu tarafa gelmesiyle, kadınların hareketlenmesi dikkatimi çekti. Midemin gürültüsüyle Dougal'ın yaklaşmasını izlerken, dürüm şekline getirdiğim tereyağlı ekmeği tekrar ısırdım. Ancak Dougal'la göz göze geldiğimizde ve bana yine o pis sırıtışını yaptığında, bugün kahvaltıdan sonra olanlar aklıma geldi ve aniden öksürmeye başladım. "Arsız, pislik adam ne olacak!" diye düşündüm. Dougal, öksürük krizim üzerine, "İyi misin?" diye seslendi, alaycı bir tonla. Alanna ise endişeyle yanıma yaklaştı, "Sana yardım edeyim," dedi, su matarasını uzatarak. Kadınlar, bu duruma şaşkın şaşkın bakarken, ben öksürüğümü kontrol altına almaya çalıştım. "Teşekkür ederim, Alanna," dedim, suyu içerken. Kadınlar yanımda telaşla "İyi misiniz?" diye sorular sorarken, kendi kendime gelerek son bir kez daha öksürüp ekmeği masaya geri bıraktım. Dougal, sanki bir heykeltıraşın eserini inceler gibi ciddiyetle barakaları gözleriyle süzüyordu. Fran ve Max, onun yanına gidip bir şeyler anlatarak barakaları işaret etmişlerdi. Alanna ise gülümseyerek yanıma oturdu ve burnunu uzatıp önümdeki ekmeğimi kokladı. Bana sormadan ekmeğimi alıp ısırırken, normalde kavga çıkaracak olmama rağmen Dougal yüzünden ses çıkaramamıştım. Dougal, Max'in anlattığı bir şeye kafa sallayıp elini gömleğine götürüp yavaşça vücudundan çıkartırken, ben tekrar öksürmeye başlamıştım. Çıplak kalan üst bedeniyle sanki bana şov yapıyormuş gibi kasıldığında, gelen gülme isteğini yanaklarımın içini ısırarak bastırdım. "Adamı ne hallere getirmiştim ben böyle?" diye düşündüm, kendi kendime gülerken. Dougal, sanki bir heykelin özgüveniyle orada duruyor, Fran ve Max'e işaret edip bir orkestra şefi gibi hareket ediyordu. Midemin doyması ve Dougal'ın gösterisi, neşemi artırmıştı. Klanda da herkes birbirine yardım ediyor, birbirinin yükünü hafifletiyordu. Ve ben, bu sıcak topluluğun bir parçası olduğum için minnettar hissediyordum. Alanna'yı da konuya dahil eden kadınlarla sohbet etmeye devam ederken, dakikalar su gibi akıp geçmişti. "Abim ne yapıyor öyle?" Alanna'nın yanımda fısıldamasıyla, anlatan kadından bakışlarımı çekip Dougal'a baktım. Güya kolu ağrıyormuş gibi çeviriyor, ancak çaktırmadan pazularını sıkıyordu ve bunu bana bakarak yapıyordu. Yanımızdaki kadınlar, saygıdan ya da benim rahatsız olmamam için Dougal'ın olduğu yöne kafalarını bile çevirmemeleri dikkatimden kaçmamıştı. "Sana kaslarını mı gösteriyor?" Alanna'nın gülüyormuş gibi çıkan sesiyle boğazımı temizledim. "Sana öyle gelmiştir, çalışıyor adam," dedim yanımdaki diğer kadına geri dönerken. Ancak göz ucuyla Dougal'ı kontrol edip yanaklarımın içini ısırmaya devam ediyordum. Bana bakarak tadilat yaparken, bakışlarımı ondan ayırmakta zorlanıyor, kadının söylediklerini anlayamıyordum. Dudağımı ısırarak Dougal'ı tekrar süzerken, aniden bana dönmesiyle gözlerim büyüdü. Yüzüne yine aynı sırıtışı yerleştirip bana göz kırptığında, bedenim pelteye dönmüştü. Mataradaki soğuk suyu elime alıp bir dikişle içerken, Alanna'nın kıkırtısı kulaklarıma ulaşıp utandım. "Dougal, senin bu şovun için özel bir ödül vermek lazım," diye düşündüm, içimden kıkırdayarak. "Abimin bir arkadaşı gelecekmiş bugün doğru mu Tuğra?" Alanna'nın bir süre sonra sorduğu soruyla kafamı olumlu anlamda salladım. "Mağara için gelecek, Cambridge Üniversitesi'nde profesörmüş" dedim fısıldayarak. Alanna şaşkınca gözlerini açarken coşkuyla, "İsaac abi mi gelecekmiş?" diye sordu. Demek Alanna da tanıyordu. "İsmini bilmiyorum canım" dedim ancak Alanna neşeli bir ifadeye girmişti bile. "İsaac abiyi çok severim. Kaç sene geçti görmeyeli, gelmesine çok sevindim. Ben mutfağa gidip onun sevdiği tatlının yapılmasını isteyeyim." Alanna hızla sandalyeden kalkıp koşarcasına uzaklaşırken arkasından bakmıştım. *** Günün yorgunluğunu üzerimizden atmak için Emir, Melek ve Rob ile seyir tepesine çıkmıştık. Barakaların inşası için bu günü de geride bırakmıştık; yarınki işler için şimdiden hazırlık yapıyorduk. Görev listemizdeki işlerin çoğunu tamamlamış, geriye kalan son detaylar için de planlar yapmıştık. Birkaç güne kalmaz, yeni sakinler buraya yerleşebilirdi. "Emir dökül bakalım!" dedim gülümseyerek. Melek, yanımızda getirdiği termosu açtı ve her birimize çay doldurdu. Rob ise, uzaklara dalmış, ufuk çizgisini izliyordu. Hava henüz kararmamış olsa da akşamın kızıllığı gökyüzünü boyamaya başlamıştı. Güneş, yavaş yavaş batarken, etrafımızdaki doğa sessizliğe bürünüyordu. Bu huzurlu anın tadını çıkarırken, yarının getireceği yeni başlangıçları düşünüyordum. "Ne, noldu, kim?" Emir'in tepkisine Melek kahkaha atarken, Rob ve ben göz devirmiştik. "Bugün olanlar da nesiydi? Niye öyle kaçtın?" Sorumla herkesin bakışları Emir'e dönmüştü. O ise Rob'a sanki bir suçluyu yakalayacakmış gibi ters ters bakıyordu. "Kimseden kaçmıyorum ben," dedi Emir, sesindeki titreklikle sözlerinin aksini işaret edercesine. Bu tepkiyle, emin olmasam da, artık kesinlikle emin olmuştum. Ciddi bir durum vardı. Emir'in bu sözleri, Rob'un üzerindeki şüpheleri daha da artırmış gibiydi. Bir şeyden dolayı Rob'a sinirliydi sanki! Rob da bu merakla bakıyordu. Melek, sessizce çayını yudumlamaya devam ederken, Emir'in gözleri Rob'dan kaçmaya çalışıyordu. "Ben seni hiç görmüyorum gün içinde" dedi Emir, konuyu değiştirip Rob'a ters ters bakmaya devam ederek, "müstakbel eşinden başka bir şey görmediğin için olmasın" diye kendi kendine de cevap verdi. Melek araya girerek, "evlenecekler Emir, birbirlerini tanımaya çalışmaları normal değil mi?" diye sorduğunda Emir, "evlenmesin abicim, benim ne günahım var?" dediğinde Rob'a olan kızgınlığına anlam verememiştim. Daha önce evleneceği için hiç böyle tepki vermemişti. Hatta burada yaşayacakları için sevinmişti bile! Rob da benim gibi anlamaz gözlerle Emir'e bakıyordu. "Ne bakıyorsun?" dedi Rob, onun gibi ters ters bakarken. Emir, Rob'un sorusuyla geri vites yapıp, "yok bir şey abi dön önüne" demişti. Rob daha da ters bakarken araya girdim. "Emir derdin ne? Alanna dışında kimseye sert davranmıyordun sen, gerçi ona neden hâlâ böyle tavır aldığını da anlamıyorum ama, bize niye sürekli sinirleniyorsun? Soruyoruz, sebebini de söylemiyorsun!" Emir, Alanna ismini duyunca yüzünü daha da buruşturdu. "O başka bir mesele karıştırmayın şimdi" dediğinde Melek söze girdi. "Nina olayında Tuğra bile barıştı onunla. Senin bu tavrı devam ettirmen çok yersiz. Alanna sandığın gibi kötü bir kız değil." "Size oynuyor o kız. Gerçek yüzünü bilmiyorsunuz!" Rob sessiz kalmaya devam ederken ben söze girdim. "Melek'e katılıyorum. Eziyet ediyorsun resmen. Senin olduğun hiçbir yere gelmiyor kız. Geçenki kavganızdan sonra tüm gün odasından çıkmadı. Çok üstüne gidiyorsun Emir!" "Az bile yapıyorum ben ona!" Emir'in inadını bilirdim de bu kadar olumsuz düşündüğüne göre bilmediğim başka şeyler de vardı sanki. "Ne yaptı sana?" dedim aniden kaşlarımı çatarak. Emir önce konuşmak istemiyor gibi sağa sola bakmıştı. Ardından derin bir nefes alarak bana döndü. "Bunu bir kere anlatacağım bir daha konusu açılmasın. Nina'yla kanka olduğu dönemlerde bize ters davrandığını biliyorsunuz. Ben, bir gün konuşmak için odasına gittim. Kapısı aralıktı ve Nina denilen o kızla kahkahaları duyuluyordu. Kapıyı tıklatacağım sıra sesini duydum. Birinin erkekliği hakkında konuşup açık açık dalga geçiyorlardı ve gülüyorlardı. Sonra kendi ismimi duydum" Kaşlarımı kaldırırken şaşkınca Emir'e bakakalmıştım. Melek ve Rob da şaşkındı. "Senin hakkında konuştuklarına eminsin yani değil mi?" diye sordu Melek. Emir ona ters ters bakarken, "söylediklerimi duymadın mı?" diye çıkıştı. "'Ufacık o şimdi daha' falan diyorlardı lan. Nasıl savaşçı olacakmışım bilmem ne, daha bebekmişim. Türk askeriyim lan ben. O kıza ne yapsam az. Lafını bilmez ne olacak!" Alanna'nın böyle bir şey söyleyeceğine hiç inanmasam da Nina'nın manipüle ettiğini biliyordum. O dönem bana da ters davranıyordu. Yani demiş olabilirdi. Emir'in onu bu kadar takıp düşmanlık yapması tuhaf diyordum ancak adamın kırmızı çizgisine oynamıştı. Emir kendisiyle dalga bile geçilse o da dalga geçip üzerinde bile durmazdı. Ancak adamlık, erkeklik konularında konuşulduğu için haliyle çok kızgındı. "Yine de çok yüklenme kıza Emir" dedim ancak duyduğumuz borazan sesiyle, Emir cevap veremeden hepimizin kafaları aynı anda surlardan tarafa döndü. Sanırım profesör gelmişti. "Dougal'ın mağarayı incelemek için çağırdığı arkadaşı gelmiş olmalı" dedim. Emir ayağa kalkıp pantolonundaki tozları silkelerken "gidip karşılayalım" dedi. "Mağaraya bu akşam mı gideceğiz sizce?" Rob'un sorusu havada asılı kaldı. Dudaklarımı büzüp düşündüm. Akşamın serinliği yavaşça çökmekteydi ve misafirimizin uzun bir yolculuktan sonra dinlenmeye ihtiyacı olabileceğini düşündüm. "Belki misafir yorgun olabilir. Yarın gündüz gidip incelemeyi teklif edeceğim," dedim, eteğimi düzeltirken. "Gerçi çok bir şey bulacağından emin değilim ama,' dediğimde hep birlikte yokuştan aşağıya inip gelen misafiri karşılamak için ilerledik. *** Akşamın huzurlu saatleri kaleyi sarmıştı. Klanın sessizliği, nöbetçi savaşçıların dikkatli adımları ve bahçede top oynayan çocukların kahkahalarıyla bölünüyordu. Herkesin yemek hazırlığına daldığı bu vakitlerde, kale içinde bir dinginlik hakimdi. Güneş batarken, gölgeler uzamış ve her şey bir rüya gibi yumuşak konturlarla kaplanmıştı. Aşağıya indiğimizde, sur kapısının girişinde Dougal'ın siluetini seçebildim; yanında Ewan vardı ve ikisi, bize sırtını dönmüş gelen arkadaşıyla selamlaşıyorlardı. Yandan gördüğüm adam, İngiliz aristokrasisine özgü zarif kıyafetler içindeydi. Üzerindeki düzgün kesimli, koyu renkli ceket, belinde ince bir kemerle tamamlanmıştı. Yüksek yakalı beyaz bir gömlek, kravatın altından çıkıyordu. Pantolonu, karanlıkta neredeyse lacivert gibi görünen bir renkteydi ve üzerindeki kırışıklıklar, uzun bir yolculuğun izlerini taşıyordu. Ayaklarında ise parlak siyah deri ayakkabılar, her adımında hafifçe parlıyordu. Elindeki ağır deri çantası, içinde taşıdığı gizemli eserlerin ağırlığını hissettiriyordu. "Janti birine benziyor," diye mırıldandı Emir, yanımdan geçerken. Dougal'lara doğru yavaş adımlarla ilerliyorduk. Profesör, Dougal'ın yanında durduğunda, onun karşısında neredeyse daha da küçük görünüyordu. Kahkahası ve ince sesi, kalabalığın arasından bile duyuluyordu. Aksanlı İngilizcesi, soylu kökenini ele veriyordu. Dougal, sıcak bir tebessümle elini adamın omzuna koydu ve o da başını kaldırarak benimle göz göze geldi. Gözlerindeki zeka parıltısı, onun sadece soylu bir geçmişe değil, aynı zamanda zengin bir bilgi birikimine de sahip olduğunu gösteriyordu. "Merhaba," dedi Profesör, Melek ve bana reverans yaparak. "İskoçya kraliçesi, sevgili eşim Tuğra McLennan." Dougal'ın sözleriyle adam bedenini çevirerek tekrar bize doğru döndü ancak sadece bana baktı. Anında yine reverans yaparken yaşının 30'larında olduğunu tahmin etmiştim. Belki daha bile fazla olabilirdi. "İsminizi çok duydum kraliçem." "Elbette," dedim, gülümseyerek "İskoçya'ya hoş geldiniz" Diye devam ettiğimde göz göze gelmiştik. Saygılı ve samimi bir yüz ifadesi vardı. Dougal, "Kraliçemin kardeşleri Lord Emir ve Leydi Melek," diyerek bizimkileri de tanıtırken, Profesör onlara da derin bir reverans yapmıştı. Emir, kısa bir baş selamıyla karşılık verirken, Melek nazik bir tebessümle eğildi. "Bu güzel toprakların ve cesur insanlarının hikayeleri, uzak diyarlarda bile dillere destan," dedi profesör, gözlerini çevreye dolaştırarak. "Ve şimdi, bu efsanelerin içinde nefes alıyor olmak, gerçekten büyüleyici." "Cambridge Üniversitesi matematik profesörü, dostum Sir İsaac..." Dougal'ın sesi gururla doluydu. Hepimiz, bu beklenmedik tanıtım karşısında kibarca gülümsedik. Ancak Dougal'ın sözlerine devam etmesiyle, gülümsemelerimiz şaşkınlığa dönüştü. "Sir İsaac Newton!" Ne? *** . Tarihin en büyük zekalarından birinin karşımızda durduğunu iddia ediyordu. Ancak bu, zamanın ötesinden bir konuk olamazdı; çünkü zaman yolculuğunu gerçekleştiren bizdik. Şu an beynim mavi ekran veriyordu. "Oha" Emir'den ilk tepki gelirken ben öksürük krizine girmekle, Melek ise adama alık alık bakmakla meşguldü. Üçümüz de dut yemiş bülbül gibi adama şaşkınca bakarken kelimeler ağzıma gelip geri gidiyordu. Emir'in ağzı da bir açılıp bir kapanıyordu. Onun az önceki kaba, anlık tepkisini örtbas etmeye çalışan Dougal, "yolculuk nasıl geçti?" diye sormuştu. Ewan'da onlara katılıp üçü sohbete devam ederken, Emir hâlâ inanamaz bir halde, yandan kolumu dürtmeye başlamıştı. "Uzun ve yorucuydu, ama burada olmak her şeyi değerli kılıyor." diye cevap verdiğini duysam da sesler silik geliyordu kulağıma. Emir de kolumu deldi delecekti yani. Adamın yani ISAAC NEWTON'un sohbet ederken bize dönen bakışlarında tedirginlik belli oluyordu. Hepimizin bir anda tuhaf tepki vermesiyle yanlış bir şey yaptığından korkuyor olsa gerek yüzü gerildikçe gerilmişti. "Newton diyor lan bu?" Etrafımdaki hava kadar gerçekti. Emir'in yüksek sesle sorduğu soruyla Melek, "şimdi bayılacağım" demesiyle, ben de kendimi tutmak için çabalıyordum; elim ayağım titriyor, tüm vücudum adeta buz kesmişti. Üçümüz de yan yana adama bakakalmıştık. Melek'i bilmem ama ben gerçekten bayılacak gibiydim. Boğazımı temizleyerek sessiz olmalarını belli etmiştim ancak bizimkiler konuştuğu an Ewan sesleri duyulmasın diye gür bir sesle sahte bir kahkaha atmıştı. Böylece sayemizde koskoca İskoçya'nın komutanı da ne hallere düşmüştü. "Beni tanıyor musunuz kraliçem?" Newton'un beti benzi atmış, nereden tanıdığımızı anlamak için aklının odalarını zorladığı belli olan yüzüne bakakalırken, derince yutkundum. Öyle tuhaf bir kitlenme yaşamıştık ki haklı olarak bu soruyu sormuştu. Yutkunma sesimin duyulduğunda da emindim. "Tuğra, ne yapacağız. Ağzımı açmaya korkuyorum" Kulağıma fısıldadığını sanan Emir'in tepkileri büyükçe olurken son kelimeyi kısık sesle söylemişti ancak herkes duymuştu. Boğazımı temizlemekten acımaya başlamıştı. "Elbette hayır, sadece isminizi duymuştuk ondan şaşırdık" dedim, sonuçta adam profesördü değil mi? Duyabilirdik. Zorla gülümsemeye çalışsam da yüzümün şu an tuhaf göründüğüne emindim. "Yani başarılarınızı duymuştuk" Emir'in araya girmesiyle Melek de ardından "evet evet" diye eklerken iyice salaklaşmıştık. Yurttan sesler korosuna bağlamıştık işi. Newton kafası karışık bir şekilde bakmaya devam ederken Emir yaklaşıp gerçekliğinden emin olmak ister gibi koluna dokunmuştu. "Elma olayı çok zekice yalnız," dediğinde ortamda derin bir sessizlik oluştu. Newton çatık kaşlarla bu delilerin arasına nasıl düştüm diye düşünüyor bile olabilirdi. Ortam iyice gerilirken, birden attığı kahkahayla kafasını geriye atmıştı. Dougal'a dönerek, "gördün mü eski dostum, kendi çapımda tanındığımı sana söylemiştim. Kraliçem ve kardeşleri bile beni tanıyor" demiş, ardından, "elmayı anlamadım ancak kraliçemizin ve kardeşlerinin bilime ilgili olduğunu duyduğuma çok mutlu oldum" diyerek Dougal'a bakmıştı. "İsterseniz hemen yemeğe geçelim" Dougal şüpheyle bize bakarken ortamı kurtarmak için konuşmuş olsa da kendimi hâlâ her an bayılacak gibi hissediyordum. Dougal durumumu anlamış olmalı ki elimi tutup kendi koluna geçirerek bana destek oldu. "Önce bana bahsettiğin mağarayı görmek isterim. Tabii kraliçem için de uygunsa. Mektubu okuduğumdan beri merak içindeyim" diyen Newton'un sesiyle hep birlikte beklemeye devam ettik. Biz hâlâ birbirimize bakarak şaşkınlığımızı atmaya çalışıyorduk. Ayrıca Dougal'la çok samimi konuşması da dikkatimden kaçmamıştı. Araları epey iyiydi anladığım kadarıyla... "O zaman atları hazırlayın." Dougal'ın komutuyla savaşçılar hızla hareketlendi. Kısa bir süre içinde hazırlanan atlar sıra sıra bize doğru geldi. Dougal'ın atına doğru yürüyerek yelesinden tuttum ve oturdum. Dougal başka bir ata binerken herkes yerleşmişti. "Kraliçem, bu keşif gezisinde bize eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Ne gibi sırlar keşfedeceğiz merak ediyorum?" Yola çıktığımızda Newton'un sesiyle hafif tebessüm ettim. Dougal ona mağara hakkında ne kadar bir bilgiden bahsetmişti bilmiyorum ancak Newton'un gelip mağarayı inceleyecek olmasına hâlâ inanamıyordum. "Bu yolculukta neler keşfedeceğiz, ben de merak ediyorum," diye mırıldandım. Dougal atıyla Newton'un yanına geçip onunla sohbet etmeye başlarken, atımı biraz yavaşlatarak geride kalmıştım. Şaşkın bir şekilde hızla mağaralara doğru ilerledik. ** Gecenin karanlığını yırtan meşalelerin titrek ışığında, mağaranın soğuk taşlarına ayaklarımızı bastık. Atlarımız, bu esrarengiz yerin atmosferinden rahatsız olmuşçasına huzursuzlanırken, hepimiz Dougal'ın kararlı adımlarını takip ediyorduk. İçimdeki tedirginliği ve heyecanı bastırmaya çalışıyordum. Newton, sakin ve hesaplı adımlarla önce mağaranın duvarlarını, sonra da kapının önünde sürekli büyüyen gizemli sarmaşığı inceledi. Her yeri dikkatle gözlemliyor, her bir taşın, her bir yaprağın hikayesini çözmeye çalışıyordu. Mağaranın duvarlarına dokunurken, parmakları arasında sanki tarih fısıldıyordu. Kapının önündeki sarmaşık ise, onun ilgisini en çok çeken şey olmalı ki bakışlarını sabitlemişti. Bu sarmaşık, antik zamanların bir yadigarı gibi, anlamadığımız bir şekilde sürekli olarak kendini yeniden üretiyor ve kapıyı bir perde gibi örtüyordu. Dougal, sarmaşığa doğru ilerlediğinde, elindeki kılıcı sert bir hareketle sallayarak onu kesmek üzereydi. Ancak, Newton'un "Dur!" çağrısıyla, hareketi yarıda kaldı. Dougal, o an, arkasını dönüp Newton'a baktığında, onun gözlerindeki merakı ve keşfetme arzusunu gördü. Onun bu dikkatli hareketleri, sanki karanlıkta gizlenen sırları aydınlatıyordu. "Dostum önüne gelen her şeyi kesme" diyen Newton, çantasından büyüteç çıkartıp sarmaşığın dallarını incelemeye başlamıştı. Dougal bir savaşçıya işaret etti ve meşaleyi yüksek tutmasını söyledi. Alevlerin ışığı altında, sarmaşığın üzerindeki ince detaylar belirginleşti. "Çok ilginç," diye mırıldandı Newton, büyütecin altında bir dünya keşfeder gibi. Elindeki sadece basit bir büyüteç olmasına rağmen, onun gözleri, bilimin derinliklerine dalıyor gibiydi. Melek, grubumuzun doktoru olarak, onu dikkatle izliyordu. "Newton, elindeki büyüteçle mağaranın girişini süsleyen sarmaşığa dalmıştı. "Sorun nedir, Sir Newton?" diye sordum, yanına doğru eğilerek. O, bitkinin üzerindeki minik damarları ve yaprakları inceleyerek, "İşte bu çok ilginç," diye mırıldandı tekrar. Emir, benim gibi, onun her kelimesini merakla bekliyordu. Newton, sonunda fısıldadı: "Limnophila sessiliflora." Melek, bu bilimsel ismi duyunca hemen döndü ve gözlerimiz buluştu. Onun kaşlarındaki çatık ifade, bu bitkinin ne olduğunu anlamadığını, ancak sıradan da olmadığını belli ediyordu. "Dougal'ın tereddütlü sesi yankılandı mağaranın soğuk duvarlarında, "Ne oldu?" Newton, büyüteçten gözlerini ayırmadan önce son bir kez daha sarmaşığa baktı ve sonra şaşkın bir ifadeyle Dougal'a döndü. "Bu bir su bitkisi!" dedi Newton, kaşları çatılı bir halde. Ben de onun bu sözleri üzerine, daha önce pek önemsemediğimiz, her seferinde mağaraya girebilmek için kesip attığımız, ancak her defasında nasıl bu kadar hızla yeniden büyüdüğüne şaşırdığımız o sarmaşığa dikkatle baktım. Bu sarmaşık, sadece bir engel değil, belki de bu mağaranın gizemlerini çözmemize yardımcı olacak bir ipucu muydu yani? "Su bitkisi olamaz ki!" diye karşı çıktı Melek, ama gözleri, kayaların üzerinde yayılan ve mağaranın önünü kaplayan bitkiye şüpheyle doluydu. Newton, düşüncelerini toplamış ve mırıldanarak devam etti: "Bu gerçekten çok ilginç. Suyun içinde yaşayabilen bu türün, bu kayada yetişmesi çok tuhaf. Şüphelerinde haklıymışsın Büyük Dougal, burası çok tuhaf." Bu sözler, mağaranın önündeki bitkinin sıradan bir engel olmadığını, belki de bu yerin gizemlerine dair ipuçları taşıdığını düşündürüyordu. Eh, zaman yolculuğu yapıldığını bilseydi ne düşünürdü acaba? Dougal'ın sabırsızlığıyla, kılıcını sallayıp sarmaşığı keserek girişi açtı. Newton, ona şaşkın bir bakış attı. "İncelemen gereken yer içerisi," dedi Dougal, liderliğinin gerektirdiği kararlılıkla. Newton, ikiye bölünmüş bitkiye bakarken, "Lanet olası bitkiden ne istedin!" diye haykırdı. Dougal ise, "Bu bitki çok hızlı büyüyor, korkma. Birkaç dakikaya eskisi gibi olur," dedi ve mağaranın derinliklerine doğru ilerledi. Newton şaşkın bakışlarla peşine düşüp onlar önden mağaraya girerken, arkamdan Emir kolumu yine dürtmeye başladı. Gözlerimiz, şaşkınlık ve hayranlıkla doluydu. Emir, inanamayarak fısıldadı, "İ-nan-mı-yo-rum." Ben de onunla aynı duyguları paylaşıyordum; Dougal'ın yanındaki adamın, o ünlü Newton olduğunu öğrenmek, gerçekten de beni şaşkına çevirmişti. "Bu, o Newton değil mi, bir yanlışlık yok?" Emir, teyit etmek ister gibi Melek'e bakarken, Melek kafasını sallamıştı. "Valla o," diye cevap verdiğinde, Rob merakla konuya girdi. "Ünlü mü yani?" dedi. "Kütle çekim yasasını buldu. Dünyanın en zekileri arasında bilinir," dedi Melek, Rob'u hızla aydınlatırken. "Elma olayı ne peki?" dedi Rob, Emir'in bile bilgi sahibi olmasına şaşırmıştı. Genelde herkesi ve her olayı bana sorardı Emir. Melek, bir an için gözlerini devirdi ve muzip bir gülümsemeyle cevapladı: "Ah, o eski hikaye mi? Bir elma ağaçtan düşmüş ve bam! Evrenin sırları açığa çıkmış." Rob anlamaz gözlerle ona bakarken Emir söze girdi. "Ya bak bunun bir gün kafasına elma düşünce yerçekimini buluyor işte." Emir'in cevabına, Melek itiraz edercesine, "hayır kütle çekim o!" dediğinde ufak çaplı kavga çıkmıştı. Mağaranın dış kapısını inceleyen Newton'un bedenini görüp, şiii diyerek Emir'in koluna vurarak sözünü kestim. "Lan susun duyacak, doğal davranın belli etmeyin," dediğimde Newton'un kafasını kaldırıp bize bakmasıyla, üçümüz aynı anda sahte olduğu çok belli olacak şekilde sırıtmıştık. Rob, tek tek suratlarımıza iflah olmazsınız bakışları atıp göz devirirken, yürüyerek mağaraya doğru ilerlemişti. Emir'in neredeyse otuz iki dişini görünce dudaklarımı serbest bırakarak kendi ağzımı kapatıp ben de yürüdüm. Mağaranın içindeki hava, meşalelerin titrek alevleriyle aydınlanıyordu. "Örnek almam lazım," diye duyduğum Newton'un sesi, geniş açıklığa doğru ilerlemem için bir işaret gibiydi. Ayaklarım, bilinmezliğin tozunu havalandırarak, o geniş salona vardı. Köşede, ilk ziyaretimde yüzleştiğim terörist elebaşı Abdi'nin iskeleti hâlâ duruyordu; bir zamanların başlangıcının, şimdi sadece sessiz bir anıtıydı. Her şey böyle başlamıştı işte. Newton, mendilini ağzına kapatmış, eğilmişti. Kemiklere dokunmadan, onları dikkatle inceliyordu. Onun bu hareketi, bir bilim insanının merakını ve saygısını yansıtıyordu. Newton, kemiklerin antik yığınına eğilmiş, tozlar arasında kaybolan geçmişi okuyordu. "En az 350-400 yıllık gibi duruyor," dedi, sesinde keskin gözlem gücüyle karışık bir hayranlık tonu vardı. Neredeyse tam isabet! "316," diye mırıldansam da daldığı için beni duymadı. Duymasını istememiştim zaten. Koridorun soğuk ve nemli duvarları arasından geçip geniş açıklığa adım attım. Newton, bir an için kafasını kaldırıp bana doğru baktı. Gözlerimiz kısacık bir süreliğine buluştu, sonra o, sanki bir şey olmamış gibi, kemikleri incelemeye devam etti. Burada ne işim olduğunu sorgulamadı bile. Bu, onun bilimsel merakının, her şeyden daha ağır bastığının bir işaretiydi. Mağaranın gizemli atmosferi, Newton'un teorileriyle daha da derinleşiyordu. "Dediğin gibi burası mistik bir bölgeyse, bu insan buranın koruyucusu olabilir. Belki bir rahibedir," dedi, kemiklere dikkatle bakarken. Son sözleri "hâlâ peşinde misin manyak karı?" diye bağıran Abdi'nin kalıntılarını şu an Newton inceliyordu. Ve onu bir rahibe olarak düşünmüştü! Dougal'la göz göze geldiğimizde, anlamsız bir anlayışla birbirimize baktık. Emir ve Melek de sessizce yanımıza gelmişlerdi, onların varlığı mağarayı dolduruyordu. Newton, kalıntılardan ayrılıp heyecanla etrafa da göz atmaya başlamıştı. Duvarlara dokunuyor, küçük bıçağıyla her yerden minik örnekler alarak merakla bir kutuya koyuyordu. Bakalım neler bulacaktı? "Cisimler zamanda sıcaklık, yoğunluk, elektriksel özellikler ve manyetik özellikler gibi çeşitli özelliklere sahiptirler. Bu özellikler, cisimlerin birbirleriyle etkileşime girmesinde önemli rol oynar. Bahsettiğin bu mağaranın duvarlarının kendiliğinden hareket ettiğini söylemiştin. Fizikte bu mümkün değil. Belirli bir itme kuvveti olması gerekiyor. Örnekleri inceleyerek yarın buraya tekrar göz atmam daha uygun olacaktır. Benim şimdilik incelemem bitti. Ayrıca bitki için botanikte uzman bir arkadaşımdan da fikir alacağım." Newton'un sözleriyle Dougal onu onayladı. "O zaman kaleye dönelim İsaac. Yemek çoktan hazırdır." Newton, kocama gülümseyerek onu onayladı. Yanımdan geçerken bana hafifçe reverans yaparak, yeni bir şey keşfetmenin heyecanıyla koridora geçti. *** Gölge ve ışığın dans ettiği salon, tarihin tozlu sayfalarından fırlamış bir tablo gibiydi. Newton, beyaz keten bir peçeteyi zarifçe yakasına iliştirirken, çatal ve bıçağını ustalıkla kullanıyordu. Yanında oturan Ewan ile derin bir sohbete dalmış, zaman zaman düşünceli bir tebessümle ara veriyordu. Dougal, deminden beri hakim olan sessizliğini, kulağıma fısıldayarak bozdu. "İsaac'i gelecekten tanıyordunuz değil mi?" diye sordu, sesinde merakın karışımı vardı. Yemekler, gümüş tabaklarda sunulmuş, her bir lokma, damakta kalan lezzetlerin bir şöleni gibiydi. "Dougal, Newton dünyaca ünlü bir bilim insanı. O, çok büyük keşifler yapmış. Yani yapacak," dedim, gözlerimi ona çevirerek. Sözlerim, zamanın ötesinden gelen bir bilgelikle söylenmişti; Newton'un şu anki büyük keşiflerinin, bizim zamanımızda da yankılanacağını bilerek. "Emir'in bile ismini duyunca verdiği tepkiye bakılırsa, arkadaşım hayallerine kavuşacak demektir," dedi Dougal, gururla. "Verdiğimiz tepkilere göre duygularımızı anlatmak çok güç. Newton'la yemek yediğime hâlâ inanamıyorum," dedim, sesimdeki hayret ve coşku karışımı bir duyguyla. Dougal'ın sorusuyla dikkatim dağıldı. "Emir onun ağzına patates mi uzatıyor?" Masanın diğer ucuna baktığımda, Emir'in baş ve işaret parmağının arasında tuttuğu patatesi Newton'un ağzına doğru uzattığını gördüm. İkili arasında geçen esprili bir diyalog, Newton'ı kahkahalarla güldürmüş, Emir de bu neşeli anı paylaşarak gülümsemişti. Emir'e ve etrafında neşeyle sohbet edenlere gülümseyerek bakmaya devam ederken, Dougal'a doğru eğildim ve düşük bir sesle fısıldadım. "Newton'un ardından, tüm çalışmaları incelenmek üzere alınacak. Mağara hakkında yazılı bir belge bulundurmayacağına emin ol." Dougal, anlayışla başını salladı. "Hiç şüphen olmasın aşkım," dedi, sesindeki kararlılıkla beni rahatlatıyordu. Fran, nefes nefese masamıza ulaştığında, herkesin gözü ondaydı. "Quany Kurt klana geldi reis, çalışma odasına geçti, hanımımla sizi çağırıyor" dedi, sesinde aciliyet vardı. Bu haberle kaşlarım çatıldı; Albay'ın ziyareti hakkında en ufak bir haberimiz yoktu. Dougal ve ben, aynı anda kalktık, masadaki herkesin bakışları üzerimizdeydi. "Siz devam edin," dedi Dougal, masadakilere seslenirken, elini her şey yolundaymış imajı vererek omzuma koydu. Salondan acelesiz, yavaş adımlarla yürüdük. Kapıdan çıkıp arkamızdan kapattığımızda, anlaşmış gibi hızımızı arttırdık. Çalışma odasına doğru ilerlerken, içimdeki endişe büyüyordu. Çalışma odasının kapısına vardığımızda, Dougal bana dönüp, "Ne bekliyor olabilir bizi?" diye fısıldadı. "Osmanlı ile ilgili sıkıntılı bir durum olmasa iyi olur!" dedim adımlarımı hızlandırırken. Albay, Melek'lerin düğünü için gelecekti ve buna daha zaman vardı. Kapıyı açtığımızda, albayın sert bakışlarıyla karşılaştık. O an, bu beklenmedik ziyaretin, klanımızın geleceği için önemli sonuçlar doğuracağını biliyordum. "Amca?" Dougal, selam verip ardımızdan kapıyı kapatırken, Albayın yüzü yorgun ve düşünceliydi. "Oturun çocuklar," dedi ciddi bir tonla. Dougal ile birbirimize bakıp sessizce konuşurken, haberlerin kötü olduğunu hissettim. Yan yana oturduğumuzda, albayın ağır sözlerini bekliyorduk. "Her şeyi öğrendim. Bunu neden yaptın Tuğra?" Albayın bu beklenmedik sorusuyla şaşkına döndüm. Kaşlarımı çatarken, yerimde huzursuzca kıpırdandım. Dougal, şaşkınlık içinde, "Anlamadım amca, neler oluyor?" diye sordu. Albay derin bir iç çekti ve bana dönerek, "Kayıp şehzade Ali'nin oğlunu bulduğunu ve ona yardım ettiğini biliyorum," dedi. Anlamaz bakışlarım albayın üzerindeydi, kaşlarım daha da çatılmıştı. Albay, benim gibi kaşlarını çatarak yüzümü inceliyor, bir açıklama bekliyordu. "Bu doğruysa," dedi albay, "bu, sadece senin değil, tüm klanın kaderini değiştirebilir." "Şehzadenin oğlu falan yok" dedim, yüzümdeki ciddiyetle albayın varsayımlarına meydan okuyarak. Ancak albay, kendinden emin bir tavırla konuşmaya devam etti. "Gerçekten bilmiyor muydun?" diye sordu, gözlerinde bir anlam arayışı vardı. Kafamı arkaya çevirip kapıyı kontrol ettim. Bu tür konuşmalar, yalnızca duvarların bile duyamayacağı bir gizlilik içinde yapılmalıydı. Kapının güvenli olduğundan emin olduktan sonra, albayın bakışlarına geri döndüm. "Kimmiş bu oğul peki?" diye sordum, sesimdeki alaycılığı gizleyemeyerek. Albay, yorgun bir iç çekişle gözlerini ovaladı. "Brad!" dedi, sesinde hiçbir duygu yokmuş gibi. Bu cevap karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim ve hafifçe güldüm. Brad, şehzade oğlu olamazdı; bu, düşünülemezdi bile. Albay, benim tepkimi görmezden gelerek devam etti. "Evet, Brad. Onun hakkında bildiklerimiz, buzdağının sadece görünen kısmı. Gerçekler çok daha derin. Eğer Brad gerçekten kayıp şehzadenin oğluysa, bu, onun tahtın meşru varisi olduğu anlamına gelir," dedi, her kelimesi odadaki havayı değiştiriyordu. "Komutanım, kusura bakmayın ama biraz körelmişsiniz" diyerek haddimi de aşmamaya çalışarak ona takıldım. Dougal'ın yüzü benim aksime ciddiydi. "Bu konuyu neden araştırma gereği duydun?" diye sordu konunun derinine inerken. "Ahmet Veli Paşa rica etti, ufak bir araştırmayla, bundan 25 sene önce Brad'i Osmanlı askerlerinin aradığını öğrendim. Matthew Mcarty onu bu yüzden alıkoymuş." Matthew Mcarty'in Connor'ın babası olduğunu anlayıp yüzümü buruşturdum. Dougal'ın "Hiç pes etmiyor," yorumuyla albayın dikkati yeniden ona yöneldi. "Neden bana daha önce anlatmadınız? Dua edin ki bilgilerimi Paşa'ya vermeden yanınıza geldim," dedi, sesindeki gücenmiş tonla. "Biz de gerçeği yeni öğrendik komutanım. Siz burada değildiniz," dedim, albayın şaşkın bakışlarına karşılık. "Yani Brad'e farkında olmadan mı yardım ettin?" diye sordu albay, gözleri şüpheyle dolu. Gülümseyerek kafamı iki yana salladım. "Hayır, albayım. Kayıp şehzadenin oğlu Brad değil!" Cümlemle albayın kaşları tekrar havaya kalktı. Albayın gözleri, söylediklerimin ağırlığı altında büyümüş, bekleyiş içindeydi. "Çünkü şehzade Ali'nin bir oğlu hiç olmadı. İki tane kızı var," dediğimde, odadaki hava değişti, gerilim arttı. Ve sonra, sessizliği bozarak, "Kayıp şehzadenin büyük kızı benim," dedim. Sözlerim, albayın yüzünde gerçek bir şok yarattı. Onay arayan gözlerle Dougal'a baktı. Dougal, sessizce kafasını aşağı yukarı salladı. "Nasıl yani?" diye sordu albay, sesindeki şaşkınlık herkes tarafından hissedildi. "Bu doğru," dedim, kendime olan güvenimle. "Kolyemdeki sembolüm sayesinde beni tanıdılar" diye devam ettim. Albay etrafa bakınarak sordu, "Neredeler peki? Buradalar mı?" Sanki her an ortaya çıkabileceklermiş gibi, merakla dolu gözlerle. "Hayır, şimdilik güvenli bir yerde," dedi Dougal, albayın endişesini yatıştırmaya çalışarak. "O zaman Brad?" diye sordu albay, konuyu değiştirerek. "Araştırmanda doğru iz üzerindeymişsin komutanım. Brad'in ailesi, şehzadelerin kaçmasına yardımcı olmuşlar," dedim, geçmişin gizemlerini bir bir açığa çıkararak. Albayın sesindeki korku belirgindi. "Yani Osmanlı, hâlâ onları ve seni mi arıyor? Ve, öldürmek için?" diye sordu, şaşkınlıkla. Cevap vermeden kafamı salladım. "Evet, tehlike hâlâ devam ediyor. Ama şimdi buradayız ve hazırlıklıyız. Geçmişin gölgeleri, geleceğimizi şekillendirecek güçte" dedim. Albay, derin bir rahatlama içinde mırıldandı, "Allâh'a şükür gaflete düşüp Paşa'ya bilgi vermedim." Bu sözler, odadaki gerilimi bir nebze olsun hafifletti. Dougal, ciddi bir ifadeyle devam etti, "Peşlerinde sadece Osmanlı yok, saraydan kaçmalarına sebep olacak iftirayı atan bir örgüt de peşlerinde amca." Bu sözler, albayın dikkatini tekrar topladı. Bu örgüt, yani kardeşlik hakkında albayın bilgilerini merak ettim. Kaşları, öğrendiği bilgilerin ağırlığından yine çatılmıştı. "Bu örgütün adı Kardeşlik. Hakkında ne biliyorsun komutanım?" diye sordum, sesimdeki merak gizlenemez bir hal almıştı. Albay, gözlerini kısarak, "Kardeşlik... onlar, yıllardır gölgelerde faaliyet gösteren ve dünyanın içinde etkileri olan tehlikeli bir grup," dedi. "Eğer onlar da peşinizdeyse, bu, sadece sizin değil, tüm klanlarımızın güvenliğini tehlikeye atar. Jean Alfred'den davetiye mektubu almıştım." Dougal, albayın sözlerine katıldı. "Bu örgütün amacı ne? Ve neden şehzadenin peşinde olabilirler?" diye sordu, stratejik bir tonla. Ay taşından albaya bahsetmemesi dikkatimden kaçmamıştı. Albay, derin bir nefes aldı. "Onların amacı, güç ve kontrol. Şehzadelerin kaçışı, onların planlarını bozmuş olabilir. Ve şimdi, bu planları yeniden işler hale getirmek için her şeyi yapacaklardır. Bildiğim tek şey öğretileri. Kardeşlik, gücünü öğretilerinden alır. Öğretileri ise bilgidir..." "Ne tür bir bilgi?" diye sordum. Tüm dünyada kontrolü eline almaya çalışan bu grubun gizemli silahının bilgi olmasının verdiği şaşkınlıkla. "Sadece üst düzey üyelerin sahip olduğu bilgiler, öğretiler. Her kademenin öğretisi farklıdır. Seviye atladıkça bilgilerde güçlenerek artıyor. Sessiz adamım Şam'dan yıllar önce bu konuyu araştırmasını istemiştim. Jean Alfred, şu an kabul edilen en üst düzey yetkili. Ondaki bilgiler çok fazla. Ancak kardeşliğin içinde Jean'den bile daha rütbeli biri olduğunu duydum. Bu adamın kim olduğunu Jean bile bilmiyor. Amacı 34. Seviyeye ulaşıp onunla tanışmak ve aydınlığını arttırmak. Her kademede elde edilen bilgilerin büyüklüğüne bakılırsa, her üye heyecanla kademe atlamaya çalışır. Bu bilgilerin dünyadaki gizemlerle ilgili olduğunu sadece tahmin ediyorum" dedi, kaşlarım çatık onu dinliyordum. Dougal, albay gibi ayağa kalktı, sesindeki kısık ton kendinden emin bir hava taşıyordu. Albaya dönerek, "o davetiyeyi kabul edeceksin amca," dedi, sözlerindeki kararlılıkla geleceğe dair bir işaret veriyordu. "Kardeşlik..." Albay, kelimeleri tekrarladı, her biri ağzından çıkarken tarihin derinliklerinden bir yankı gibi geliyordu. "Evet, kabul edeceğim. Ancak bu sefer, oyunun kurallarını biz belirleyeceğiz," dedi, gözleri kararlılıkla parlıyordu, ikimize bakarken. Dougal ve ben, albayın bu sözleriyle birbirimize baktık. Bu karar, sadece albayın değil, tüm klanımızın geleceğini ve belki de kaderimizi etkileyecekti... ♥️
|
0% |