Yeni Üyelik
72.
Bölüm

72. Bölüm

@ebrumelek

Keyifli okumalar

Yazardan

Kumral saçlarına yansıyan güneş ışığının pürüzsüz ışığı altında, Lord Jean Alfred, Londra'nın en eski ve en görkemli malikanelerinden birinin çalışma odasında oturuyordu. Derin düşüncelere dalmış, önündeki kağıtlar üzerinde kalemini dans ettiriyordu. O gün, İngiltere'nin kaderini belirleyecek bir kararın eşiğindeydi ve Lordlar Kamarası'nda ki bu akşam olacak konuşması, tarihe geçecekti.

"Sayın Dük, sizin için önemli bir mektup var,” dedi" dedi kahya, kapıyı sessizce aralayarak içeri girdi. Sesindeki ciddiyet, odanın ağır havasına karıştı.

Lord Alfred, kahyasının sesine kulak vermeden, "Getir," diye emretti, gözlerini dosyalardan ayırmadan. Kahya, zarif adımlarla odanın içine doğru ilerledi ve masanın üzerine zarif bir mühürle kapatılmış zarfı bıraktı. Lord, son satırını yazdıktan sonra zarfa uzandı ve mühürü kırdı. İçinden çıkan mektup, o günkü toplantı öncesinde beklediği son bilgileri içeriyordu.

Mektubu okuduktan sonra, Lord Alfred kalktı ve pencerenin yanına yürüdü. Bahçede açan çiçeklerin ve uçuşan kelebeklerin manzarası, onun ağır yükünü hafifletmeye yetmiyordu. Zihnindeki cümleler, bir şairin mısraları gibi akıp gidiyordu. Her kelime, her vurgu, her durak, kusursuz bir uyum içindeydi. Konuşmasını ezberlemek, onun için bir ritüeldi; kelimeler, ruhunun derinliklerine işleniyordu.

O gün, Lordlar Kamarası'nda yapacağı konuşma, sadece bir politik manevra değil, aynı zamanda bir sanat eseri olacaktı. Çünkü Lord Jean Alfred için konuşmak, bir tutku; ikna etmek ise, bir sanattı.

Lord Jean Alfred, kahyasının hatırlatmasıyla gözlerini bahçe manzarasından ayırdı. "Efendim, toplantıdan önce Kont Clyde Bruce özel görüşme talebinde bulunmuştu, hatırlatmamı istemiştiniz," dedi kahya, sesinde bir miktar tereddüt varmış gibi.

Adam, kahyasına dönerek, otoriter bir sesle, "Kendisini burada ağırlayacağım. Geldiğinde direkt odaya alın. Toplantı saatine uygun olarak at arabamı da hazır bekletin," diye talimat verdi. Kahya, başıyla onaylayarak ve geri geri yürüyerek odadan çıktı. Kapıyı kapattığında, efendisinin yoğunluğuna hayranlık duyduğunu gizleyemedi. Lord Alfred, durmaksızın çalışıyor ve sosyal etkinliklerle her anını dolduruyordu. Kahya, malikanenin en alt kademedeki işçilerinin bile efendisinin yaşadığı yorgunluğu anlayamayacağını düşündü.

Odadaki sessizlik yeniden hakim olurken, Lord Alfred düşüncelere daldı. Kont Clyde Bruce ile yapılacak bu özel görüşme, onun için sadece bir nezaket ziyareti değil aynı zamanda stratejik bir hamle olacaktı. Kontun ekstra talepleri ne olursa olsun, Jean Alfred onları kendi lehine çevirecek bir yol bulacaktı.

Kont Clyde Bruce, malikanenin kapısından içeri adımını attığında, her hareketiyle aristokratik bir hava saçıyordu. Ancak bu kasıntı tavırlar, onun içindeki tedirginliği gizleyemiyordu. Kont, politik arenada hızla yükselen bir yıldızdı, ancak bu yükselişin bedeli ağır olmuştu.

Eski kral William'ın saltanatı sırasında, Kont Clyde'ın statüsü bugünkü gibi parlak değildi. İskoçya'nın en korkusuz savaşçılarından Büyük Dougal'ın isyanı, Kont Clyde için bir fırsat olmuştu. Yeğeni Kylie'nin akıl hocalığı ve Dougal Mclenan'ın yanında yer alarak, Kont, kendi gücünü artırmıştı. Ancak bu seçim, onu tehlikeli sularda yüzmeye zorlamıştı.

Klan lideri ve yeğeninin nişanlısı Quany Kurt ile yapılan gizli görüşmeler, yeni kral Royce Boyd'un aristokrasi içindeki konumunu güçlendirmek için yapılmıştı. Ancak İskoç klan beyi olan yeni kralın tahta çıkışı, soylular arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı. Kraliçe Victoria'nın kökeninin İngiliz olmasının faydası ve desteğiyle Kont Clyde, Lordlar Kamarası'nda önemli bir mevkiye yükselmiş olsa da, bu yükselişin ardında yatan fedakarlıklar ve riskler, onun uykularını kaçırıyordu.

Kont, malikanenin koridorlarında ilerlerken, geçmişteki seçimlerinin gölgesinde yürüdüğünün farkındaydı. Yeğeni Kylie'nin uzayan nişanı ve Quany Kurt ile olan ilişkisi, Kont'un gelecekteki planları için kritik bir öneme sahipti. Eğer Kylie, İskoçya kralının en güvendiği adamla evlenirse, Kont Clyde'ın gücü ve etkisi, sadece İngiltere'de değil, tüm Britanya'da hissedilecekti.

Jean Alfred ile ilişkileri karmaşıktı. Jean, İngiltere'nin yüksek sosyetesinde bir fırtına gibi esmiş ve dükalık unvanını beklenmedik bir şekilde kazanmıştı. Onun hakkında bilinenler sadece on yıl öncesine dayanıyordu ve o zamandan önceki hayatı büyük bir sır olarak kalmıştı. Bekar bir adam olarak, varis bırakmadan dünyadan göçüp gitme ihtimali, soylu aileler arasında endişe yaratıyordu.

Ancak Jean Alfred, sosyetenin ilgi odağı olmayı başarmıştı. Dedikodular, onun pek çok kadınla ilişkisi olduğunu fısıldıyordu, ve bu durum, onun gizemli imajını daha da perçinliyordu. Sosyetede her kadın onunla tanışmak, düzenledikleri balolara davet etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.

Fakat Jean Alfred sadece bir sosyal simge değil, aynı zamanda Kont Clyde Bruce'un da dahil olduğu güçlü bir grubun liderlerinden biriydi. Bu grup, aristokrasinin derinliklerinde, kraliyetin ve politikanın kesiştiği noktalarda etkili oluyordu. Kont Clyde için Jean Alfred, hem bir rakip hem de bir müttefikti. Onun varlığı, Kont'un planlarını engelleyebilecek bir tehdit olabilirdi. Yine de Jean Alfred yaşayan bir efsaneydi. *33. seviye* bir lider olarak, onun varlığı, kraliyet tahtının bile üzerinde bir otoriteye işaret ediyordu. Jean'ın iradesi, kaderin kendisi kadar kesin ve kaçınılmazdı. İstediği her şeyi yapabilirdi; küçük bir ülkenin yıkılışını emredebilir, ardından onu yeniden yaratmak için küllerini toplayabilirdi. Ve bunu yaparken, savaş meydanlarının gürültüsüne ve askeri güç gösterilerine ihtiyaç duymazdı.

Sözleriyle oynuyor, konuşmalarıyla imparatorlukları sarsıyordu. Nifak tohumlarını öyle bir ustalıkla ekiyordu ki, radarına giren herkes, dünyanın en zengin insanı bile olsa, birkaç gün içinde servetinin buharlaştığını görebilirdi. Jean, sadece güçlü değil, aynı zamanda korkutucu bir varlıktı; ve Kont, bu durumdan hiç hoşnut değildi.

Kont, Jean'ın bilgilerine ve konumuna öylesine değer veriyordu ki, onun konumuna gelebilmek için kendi servetini, hatta belki de ruhunu bile vermeye hazırdı. Bu, sadece bir güç mücadelesi değil, aynı zamanda derin bir hayranlık ve kıskançlık oyunuydu.

Kont Clyde Bruce, Jean Alfred'ın gücüne duyduğu korkutucu hayranlığın yanı sıra, onun üzerindeki gizemli bir figürün varlığından da haberdardı; 34. Seviyede olduğunu tahmin ettikleri gizemli üye... Seviyesini kimse bilmiyordu. Bu bilgi, Kont'un iç dünyasında tatlı bir intikam hissi uyandırıyordu. Jean'ın, kraliyet tahtının bile üzerinde bir otoriteye sahip olduğunu düşünse de, ondan daha yüksek bir merci olduğunu bilmek Kont'u sevindiriyordu. Bu gizemli üyenin varlığına alaycı bir gülümsemeyle yanıt veriyordu. Jean'ın tüm gücüne rağmen, Kont için, onun en yetkili olmadığının farkında olmak, bir zafer gibi hissediliyordu. Kont, bu gizemli figürün gölgesinde, Jean'ın kaderini belirleyecek hamleleri düşünüyordu. Ve bu düşünceler, ona, siyasi bir satranç oyununda piyonları hareket ettirir gibi bir haz veriyordu.

"Çalışma odasında sizi bekliyorlar," dedi kahya, ve Kont Clyde Bruce, malikanenin gösterişli kapısından içeri adımını attı. Bu malikane, gördüğü en muhteşem yapıtlardan biriydi. At arabasıyla son yarım saat boyunca geçtiği topraklar, bu ihtişamlı evin sınırları içindeydi ve Kont, bu toprakların sahibi olmanın verdiği gururun nasıl hissettireceğini hayal etmişti.

Malikanenin görkemi, onun içindeki kıskançlık ateşini daha da harlıyordu. Gözleri, merdivenlerin başında dururken, zihninde tek bir düşünce vardı: yeğeni Cora'yı, Jean Alfred ile evlendirmek. Buraya da bu amaçla gelmişti zaten. Bu evlilik, Kont için sadece ailevi bir ittifak değil, aynı zamanda Kardeşlik içindeki konumunu güçlendirecek bir hamleydi.

Jean'in yakın zamanda İskoçya'ya yapacağı yolculuktan haberdar olan Kont, bu fırsatı değerlendirmeye kararlıydı. Eğer Kont, Jean Alfred ile İskoçya'ya giderse, bu evliliği daha çabuk gerçekleştirebilir ve Kardeşlik'te yükselme anahtarını elde edebilirdi. Kont, bu düşüncelerle çalışma odasına doğru ilerledi, her adımında güç oyunlarının ağırlığını hissederek.

Kont Clyde Bruce, malikanenin çalışma odasının kapısına yaklaştığında, kalbinin hızlı atışlarını hissedebiliyordu. Kapıyı usulca tıklatırken, içindeki heyecanı ve korkuyu bastırmak için kendini zorluyordu. Bu görüşme, onun için sadece bir ittifakın başlangıcı değil, aynı zamanda kendi geleceğini de şekillendirecek bir anlam taşıyordu.

Kapının ardından gelen onay sözcüğüyle, Kont'un gerilimi bir nebze olsun hafifledi. İçeri adımını atarken, Dük Jean Alfred'in karizmatik varlığıyla yüzleşmeye hazırdı. "Dük Alfred," diye selamladı Kont, sesindeki titremeyi gizlemeye çalışarak.

Jean Alfred, çalışma odasının derin koltuğunda oturmuş, Kont'u bekliyordu. Odayı dolduran kitapların kokusu ve şöminenin hafif çıtırtısı, gergin atmosferi yumuşatmaya yetmiyordu. Kont, Jean'in gözlerindeki hesaplayıcı bakışları fark etti ve hemen ardından söze girdi.

"**Bilgiyle Var Ol, Güçle Etkile**," dedi Kont Clyde Bruce, sesindeki titremeyi gizleyen bir kendinden eminlikle. 17. Seviyede bir lider olarak, bu şifreyi söylemek, onun Kardeşlik içindeki yerini pekiştiriyordu. Bu, Kardeşlik'in ilk öğretisiydi; bilgi ve güç, onların var oluşunun temel taşlarıydı.

Dünya çapında faaliyet gösteren bu gizli grup, üyelerini seviyelerine göre selamlar, onları isimlerinden çok bilgileriyle tanırlardı. Kardeşlik'te her bir kelime, her bir bilgi parçası, bir üyenin kimliğinden daha değerliydi.

Kont, bu şifreyi söylerken, Jean Alfred'in dikkatle onu izlediğini hissedebiliyordu. Bu selamlaşma, sadece bir protokol değil, aynı zamanda bir güç gösterisiydi. Kont, bu gizli topluluğun derinliklerinde, bilgi ve güçle nasıl etkileyeceğini çok iyi biliyordu.

Kont Clyde Bruce'un sözlerine, "*Bilgiyle Donatılmış, Güçle Taçlandırılmış,*" diye yanıt verdi Jean Alfred. Bu, tüm dünyada sadece üç kişinin sahip olduğu bir slogan, bir ayrıcalık, bir güç simgesiydi.

Kont, bu kıtada 33. Seviyeye sahip tek kişinin Jean olduğunu biliyordu. Diğer iki kişi, dünyanın öbür uçlarında, kendi alanlarında hüküm sürüyorlardı. Kont, kafasını saygıyla eğdi ve söze başladı. Bu, Kardeşlik içindeki hiyerarşinin en üst noktasına ulaşmış bir liderin önünde eğilmenin, hem bir protokol hem de bir onur işaretiydi.

"Jean Alfred, sizinle aynı havayı solumak bile bir ayrıcalık,” dedi Kont Clyde Bruce, sesindeki saygı açıkça duyuluyordu. “Beni evinizde ağırladığınız için teşekkür ederim.” Görüşmeyi kabul etmesi, Kont için zaten büyük bir olaydı. Jean’ın kurnaz zihninde ne tür planlar yaptığını tahmin etmek güçtü. Ancak Kont, ne pahasına olursa olsun, Jean’ı yeğeni Cora Riddin ile evlenmeye ikna etmeye kararlıydı. Eğer bu evlilik gerçekleşirse, Jean’dan istediği her şeyi elde edebilecekti.

“Kont, bu ziyaretinizi neye borçluyum?” diye sordu Jean Alfred, parlak ela gözleriyle. Gözlerindeki parıltı, beyninde dönen sinsice planların bir yansıması gibiydi.

Kont, bu soruya hazırlıklıydı. “Bir ittifak teklifiyle geldim. Karşılıklı çıkarlarımız göz önünde bulundurulduğunda, bu teklifin sizi de tatmin edeceğine inanıyorum,” dedi Kont, sözlerini özenle seçerek devam etti. "Akşamki Lordlar Kamarası Meclisi'nden önce konuşmak istedim, Majesteleri," dedi Kont Clyde Bruce, ancak Jean Alfred'in dudaklarında beliren hafif tebessüm, onun kelimelerini yeniden düzenlemesine neden oldu. Ağzından çıkacak sözlerin zehir saçacağını tam o an anlamıştı.

"Bugünkü Meclis görüşmesi, kralın meşru varisi hakkında olacaktı. Kraliçenin yardımcılarından duyduğuma göre, uzun zamandır mide bulantıları yaşıyormuş. İngiltere'nin sonunda bir meşru varisi doğacak. Siz bu konu hakkında mı görüşmek istediniz?" dedi alaycı, minik bir gülümsemeyle. Kont, bu haberi ilk kez duyuyordu ve içten içe sinirlenmişti. Kral Royce Boyd'a her türlü yakınlık ve yalakalığı yapmasına rağmen, bu önemli haberi sonradan öğrenmiş olması onu rahatsız etmişti. Lordlar Kamarası'nda bu bilgiyi ilk kendisi açıklamayı ne kadar çok isterdi.

"Şaşırılacak bir durum yok, Kont Clyde. Rahat olabilirsiniz. Dükalık dışındaki yetkilerimi siz de biliyorsunuz. Sonuçta ikimiz de aynı amaca hizmet ediyoruz, öyle değil mi? Ebedi Kardeşlik..." Jean, gruplarının genel sloganını söyleyerek güç gösterisinde bulunmuştu.

Kont Clyde Bruce, Jean Alfred’in karşısında daha da dikleşti. “Evet, efendim, ben sadece size bir teklifte bulunmak için gelmiştim,” dedi, karşısındaki adamın ‘aklındakini biliyorum’ der gibi attığı bakışlar altında. Jean, yerinden kıpırdanarak yavaşça ayağa kalktı. Üzerindeki kıyafetler, son moda ürünüydü ve tek bir kırışıklık bile yoktu. Aristokrasideki diğer Lordlar’dan farklı olarak, tarlalarda çalışmış gibi görünen şekilli vücudu, onun askerlik yapmış olabileceğine dair düşünceler uyandırıyordu. Elbette, kimse bunu Jean Alfred'e doğrudan soramazdı. Kadınların da bu vücutla akıllarını başlarından alıyor olabileceği bir gerçekti.

"Kulağıma bazı fısıltılar geldi Kont. Yeğeniniz Cora Riddin ile ilgili olacak bu görüşme yanılmıyorsam?” Jean’in sesindeki emin ton, Kont’un kalbinde bir korku dalgası uyandırdı. Bu adamın neden bu kadar korkutucu olduğunu bir kez daha hatırlamıştı.

“Haddimi aştıysam…” Kont, cümlesini tamamlayamadan, Jean Alfred elini kaldırarak onu susturdu. Odaya bir sessizlik çöktü, sanki her kelime, her nefes, Jean’in izniyle var oluyordu.

Kont, Jean Alfred’in bu bilgiyi nasıl edindiğini merak ederken, Kardeşlik’in gizemli dünyasında bilginin nasıl bir güç olduğunu bir kez daha anladı. Jean’in önünde dururken, Kont, bu gizli topluluğun derinliklerindeki oyunları ve entrikaları düşündü. Her hamle, her ittifak, Kardeşlik’in geleceğini şekillendiriyordu.

"Yakında kademe atlayabileceğin haberini aldım," dedi Jean, Kont'un konuşmasına fırsat vermeden. Kont, başını kaldırmadan, "Elimden geleni yapıyorum, Majesteleri," diye mırıldandı. Üç yıldır 17. Seviyede kalmış olmanın verdiği rahatsızlıkla, kral William'ın devrilmesinin getirdiği kaos içinde görevlerini yerine getirememiş ve hak ettiği yükselişi elde edememişti. Ancak yakında işler onun için hızlanacaktı.

"Quany Kurt ile neden hâlâ akraba olamadın?" Jean'in sorgulayıcı bakışları altında Kont, şaşkınlıkla başını kaldırıp ona baktı. Bu beklenmedik soru karşısında, Kont'un zihnindeki düşünceler bir anda karıştı.

"Resmi nikahları kıyılmasa da yeğenim leydi Kylie, klanın hanımı konumunda. Osmanlı ile ilişkileri yüzünden Quany çok yoğun şu sıralar," dedi Kont, konunun bu yöne kaymasından duyduğu rahatsızlığı gizleyemeden. Oysa Kont'un ziyaretinin asıl amacı, Jean Alfred'e bir ittifak teklif etmekti, ancak şimdi kendini beklenmedik bir sorgulamanın ortasında bulmuştu.

Jean, Kont'un cevabını dinlerken, onun sözlerinin ardındaki gerçek niyeti anlamaya çalışıyordu. Kardeşlik içindeki her hareketin bir anlamı vardı ve Kont'un bu ziyareti de bir istisna değildi.

"Osmanlı…” diye mırıldandı Jean Alfred, kendi kendine konuşurken. Ardından hesapçı bakışlarla Kont Clyde Bruce’a döndü. “Yeğeninle resmî olarak evli değiller hâlâ. Yani Kurt klanının resmî varisi hâlâ İskoçya kraliçesi!” dedi kibirli bir tonla.

“Evet o iş yakında hallolacak efendim. Ayrıca diğer yeğenim, Leydi Cora Riddin de soylu bir hanımdır. Yaşı da evliliğe uygun” dedi Kont, yeğeninin unvanını da vurgulayarak, konuyu tekrar istediği yere getirmişti. Cora’nın annesi, bir Baronla evlenmiş ve böylece Cora, Leydi unvanıyla doğmuştu. Annesi ve babasının trajik ölümünün ardından, diğer yeğeni Kylie, Cora’yı vesayetine almıştı. Eğer Jean Alfred, Cora ile evlenmeyi kabul ederse, onun ismi Düşes Cora Alfred olacaktı. Kont, bu düşüncenin ne kadar umutsuz bir hayal olduğunu iç çekerek anlamıştı.

Kont Clyde Bruce, Jean Alfred’in küçümseyici bakışları altında, sözlerinin ağırlığını hissediyordu. “En son konuştuğumuzda Leydi Cora Riddin’in, Mclennan hanımı olacağını söylemiştin Kont. Diğer yeğeniniz Leydi Kylie ise Kurt klanı hanımı olacaktı. Öğretileri sindiremeden atladınız sanıyorum. Çünkü iki akrabanız da hâlâ leydi…” Jean’ın sözleri, Kont’un içinde bir yanılgının acısını uyandırdı.

Kont, bu yanılgıyı düzeltmek için derin bir nefes aldı ve cevap verdi: “Evet, ekselansları, bir yanılgı olmuş. Leydi Cora'nın durumu hakkında yanlış bilgilendirilmişim. Ancak bu, onların değerini azaltmaz. Quany Kurt, gayri meşru kızını meşrulaştırıp Kral Dougal ile evlendirdi. Bu dünyada her şey güç için değil midir sayın Dük? Dougal Mclennan, Quany Kurt'a itibar ettiği için kızıyla evlendi ve yeğenim Leydi Cora'nın kalbi kırıldı," dedi Kont Clyde Bruce, sesinde hüzünle karışık bir öfke vardı.

Jean Alfred, Kont'un sözleri üzerine korkutucu bir kahkaha attı. Ardından belindeki köstekli saatini çıkartıp vakti kontrol etti. Bakışlarını Kont'a çevirirken yüzünde alaycı bir ifade belirdi. Jean Alfred'in 34. Seviye yükselmemesi için içinden dua ediyordu. Zaten şimdi bile çok güçlüydü. Gizemli 34. Seviye olduklarını düşündükleri kişinin bir yerlerde oturup Jean Alfred'in fişini çekmesi için her şeyi yapardı. O kişinin seviyesini bile Tanrı bilirdi. Duyduğuna göre, Jean ancak onu bulursa 34. Seviye ulaşacaktı. Nasıl bulacağı, nasıl tanıyacağını ise sadece Tanrı bilirdi. Gizemli lider istemedikçe kimse ona ulaşamıyordu.

Kont, Jean'ın bu gizemli güç seviyesine olan takıntısını anlamaya çalışırken, Kardeşlik'in derinliklerindeki entrikaların ne kadar karmaşık olduğunu bir kez daha fark etti. Herkesin bir amacı, herkesin bir hedefi vardı ve bu hedefler, Kardeşlik'in geleceğini şekillendirecek oyunların taşlarıydı.

Jean Alfred, Kont Clyde Bruce'a dönerek, "Öyle mi düşündünüz Kont? Bense bu evliliğin tek sebebinin büyük bir aşk olduğunu duymuştum,” Dedi ve devam etti. "Evlilik konusunu hiç açmadınız varsayacağım, Kont Clyde. 'Leydi' Cora Riddin ile olan evliliğe ihtiyacım yok," dedi. Sözlerindeki vurgu, bu konunun onun için önemsiz olduğunu gösteriyordu.

Kont, Jean'ın bu kesin reddi karşısında ne diyeceğini bilemedi. Evlilik teklifinin reddedilmesi, onun Kardeşlik içindeki konumunu güçlendirmek için yaptığı planların boşa çıkmasına neden olmuştu. "Ancak sayın Dük, bu ittifak her iki taraf için de faydalı olabilirdi," diye zayıf bir itirazda bulundu Kont.

Jean Alfred, Kont'un itirazını dikkate almadan, "Leydi Cora'nın elini istemeniz umutsuz bir jest olabilir, ancak benim hedeflerim çok daha büyük. Ebedi Kardeşlik'in geleceği için daha kapsamlı planlarım var. 17. Seviyeye ulaştığınızda öğrendiğiniz öğreti neydi?" diye sordu, Kont'un teklifini tamamen göz ardı ederek. Kont, düşünmeden "Ay Taşı ebedidir, geleceğin anahtarıdır." dedi, seviyesinde öğrendiği değerli bilgi hakkında böbürlenerek. Jean'in yüz ifadesi alaycı hale gelmişti. Kıstığı gözlerine nazaran dudaklarında hafif bir gülümseme vardı.

"Size bir imtiyaz tanıyıp 18'in kehanetini vereceğim" dedi Jean Alfred. Kont'un gözleri şaşkınlık ve heyecanla parlarken nefesini tutmuş Jean'i izliyordu. Neden böyle bir bilgi veriyordu, korkmalı mıydı? Çünkü bu yasaktı.

"Kırk yılın bekçisi, kırkıncı kapıyı araladığında,

Göğün ötesinden gelen ışık, Ay Taşını aydınlatacak.

O vakit, zaman sahibi, karanlığın örtüsünü kaldıracak,

Ve ardından gelen, bilgeliğin yeni çağrısına uyanacak,

Dünyanın dengeleri, bu eski gücün ağırlığı altında değişecek,

Ve tüm sırlar, zamanın tozundan sıyrılıp gün yüzüne çıkacak."

Jean Alfred'in söylediği dizelerle Kont nefesini tutmuş, heyecandan titremeye başlamıştı. Kendi seviyesinden daha yüksek bir bilginin parçası olmuştu. Jean Alfred'in kafasında bir plan olmasa kendisine bunu asla söylemezdi. O hin aklından neler geçiyordu acaba? Kont korkmuştu, gerçekten çok korkmuştu. Sandığı gibi 34. Seviyenin sahibi Jean Alfred'in sonu olmayacak mıydı yani?

"Kardeşlik ilk kurulduğunda bu kehanetin temelinde oluşmuştur. Amacımız yeni dünya düzeni biliyorsun ancak Ay Taşı'yla tüm dünya avuçlarımızın içinde olacak. Zaman, mekan, bilgi bizim kontrolümüzde olacak ve ben, Ay Taşı'nın yerini buldum."

Jean'in gülümseyerek söyledikleriyle Kont büyükçe yutkundu, Jean Alfred'in müjdesiyle adeta sarsıldı. Ay Taşı'nın bulunduğu haberi, onun tüm varlığını titretti. Bu, yalnızca bir efsane değil gerçekten var olan, dokunulabilir bir şeydi. Kont bu haber karşısında derin bir şaşkınlık içindeydi. Yıllarca süren arayışlar, gizli toplantılar, fısıltılar ve dualar sonunda meyvesini vermişti. Ay Taşı, kayıp bir hazinenin ötesinde, onların en büyük gücü olacaktı. Ay Taşı'nın keşfiyle birlikte kardeşlik artık sadece karanlıkta fısıldayan bir grup olmaktan çıkacak, dünyanın kaderini ellerinde tutacaklardı. Kont, bu düşüncelerle dolup taşarken, bir yandan da bu büyük gücün getirebileceği tehlikeleri düşünmeden edemiyordu. Ay Taşı'nın ışığı altında, yeni bir çağ başlıyordu.

Değişiklik, Kont’un düşüncelerinde bir fırtına gibi esiyordu. Heyecan ve korku, onun ruhunu iki zıt yönde çekiştiriyordu. Yeni dünya düzeninin vaat ettiği güç, onun hayal gücünün sınırlarını zorluyordu. Kehanete göre Ay taşı ile birlikte 34. Seviye üye ortaya çıkıp yeni bir öğreti verecekti. Ay Taşı'nın varlığı zaten tüm çarkları tersine çevirecekti. Krallıklar, ülkeler, para, monarşi... hiçbir şeyin önemi kalmayacaktı.

***

DOUGAL

Gözlerimi kapattığımda bile görebileceğim bir yüz, adını fısıldadığımda kulaklarımda çınlayan bir ses, yokluğunda bile hissedebileceğim bir varlık… TUĞRA MCLENAN... bazen benimle olduğuna hâlâ inanamadığım kraliçem.

Her sabah uyandığımda, onun yüzünü görebilmek için gözlerimi açıyorum. Gözleri, bal renginin en sıcak tonlarını barındırıyor; güneşin altında parlayan bir çiçek tarlasını, sonbaharın altın saatini andırıyor. Onun gözlerine baktığımda, dünyanın tüm renkleri soluyor, sadece o bal rengi kalıyor. Öyle ki, neşenin, sıcaklığın, tatlı anların rengi... Onun gözleriyle göz göze geldiğimde, zamanın ve mekanın ötesine geçiyorum. O anlarda, sadece biz varız; iki ruh, o tonun sıcak denizinde birbirine kenetlenmiş gibi. O gözler, bana her şeyi anlatıyor: Sevgiyi, neşeyi, huzuru, güveni… Ve ben o gözlerin içinde kendimi buluyorum, beni büyülüyor.

Onun sesini duyduğumda, kalbim bir kuş gibi çırpınıyor göğsümde. Sesindeki her ton, her vurgu, ruhumu okşuyor, içimdeki ateşi körüklüyor. Konuşurken, kelimeler sanki bir melodiye dönüşüyor, neşenin şarkısını söylüyor. Onun sesi, yalnızlığın soğuk gecelerinde bile bana sıcaklık veren bir meltem gibi. Onunla her anı paylaşmak, her zorluğu birlikte aşmak, hayatın en güzel hediyesi.

Onun dokunuşu ise bir elektrik akımı gibi bedenimden geçiyor. Elleri bir sanatçının fırçası gibi tenimde aşkın resmini çiziyor. Her dokunuşunda, birbirimize olan bağımız daha da güçleniyor, iki ruh birleşip tek bir varlık oluyoruz. O dokunuş, hayatın kaosunda bir sığınak, bir huzur kaynağı. Onunla geçirdiğim her an, hayatımın bir önceki anından daha değerli. Onun gülüşü, dünyanın tüm ağırlığını omuzlarımdan alıyor, onun varlığı, tüm korkularımı yeniyor. Zaman, onun yanında anlamını yitiriyor. Saatler, dakikalar, saniyeler… Hiçbiri önemli değil. Çünkü onunla geçirdiğim her an ölümsüzleşiyor hafızamda. Onunla yaşadığımız her anı, birer hazine gibi saklıyorum kalbimin en derin köşesinde. Onun sevgisi, beni geçmişin hatalarından arındırıyor, geleceğe dair umutlarımı yeşertiyor. Onunla aramızdaki bağ, sadece bu dünyaya ait değil, sanki önceki hayatlarımızdan beri birbirimizi tanıyor, her yeniden doğuşta birbirimizi buluyoruz. Onun sevgisi, beni daha önce hiç hissetmediğim bir huzura kavuşturuyor. Onunla birlikte her şey mümkün; her zorluk aşılabilir, her rüya gerçekleştirilebilir.

Onun lider ruhu ise beni tamamen büyülüyor. İşte böyle bir kadın, sadece bir odaya girdiğinde bile atmosferi değiştiriyor. Gözleri, herkesin üzerinde bir baskı yaratıyor; sanki onunla birlikte olmak, bir yıldızın etrafında dönmek gibi. O, kelimelerle değil, duruşuyla konuşuyor. Her adımı, her jesti, bir yöneticinin stratejik hamlesi gibi. Onun liderliği, beni hem hayran bırakıyor hem de korkutuyor. Çünkü onun yanında, sıradanlığın ötesine geçmek zorundayım.

Ve o sert cazibesi… İşte bu, beni baştan çıkarıyor. Ona tutulmamın ilk sebebi de bu olmuştu. Onun o ateşli ve hayat dolu bakışları bir ok gibi saplanmıştı kalbime. O gülüşü, hem masum hem de tehlikeli. Onunla birlikte olmak, bir volkanın kenarında dans etmek gibi. Her an, patlamaya hazır bir enerjiyle dolu.

Onunla geçirdiğim her an, bir denge oyunu; hem onun gücüne dayanmak hem de kendi gücümü korumam gerekiyor.

Her şeyin ötesinde o benim her şeyim...

"Sevgilim," diye fısıldadı uykulu bir sesle, sabahın ilk ışıkları odanın içine süzülürken. Gözlerim onun uyuyan huzur dolu yüzüne kilitlemişti kendini. Sabahın bu erken saatlerinde günün yoğunluğuna rağmen, bu ritüel benim için vazgeçilmezdi. Yataktan çıkmadan önce onun uyuyan güzelliğini izlemek, günümü aydınlatan ilk ışık gibiydi. Bu anlar, tüm zorluklara karşı beni motive eden, enerjimi yükselten birer kıvılcımdı.

Onun huzur veren nefes alışverişini izlerken, zamanın nasıl geçtiğini unutuyordum. Her sabah, onun masum uykusunu seyretmek, bana gün boyunca eşlik eden bir neşe kaynağı oluyordu. İşte bu küçük anlar, hayatın karmaşasında bulduğum sakin bir liman, sevginin sessiz ama güçlü bir ifadesiydi. Onun varlığı, her yeni güne başlamanın en güzel sebebiydi.

"Uyu güzelim daha çok erken,” dedim, sesimde sevgi dolu emir vardı. Alnına dökülen saçlarını, yılların emeğiyle nasırlaşmış ellerimle nazikçe geri ittim. Saçlarının ipeksi dokunuşu, parmaklarımın arasında bir nehir gibi akıyordu. Ve ben, o tatlı anın cazibesine karşı koyamadım; eğilip alnına hafifçe bir öpücük kondurdum.

Öpücüğümle hafifçe kımıldamaya başladığında, gözlerimi kırpmaktan bile kaçınıyordum. Her anını yakalamak, her nefesini hissetmek istiyordum. Son zamanlarda zihninde dönen düşünceler, onu hem duygusal hem de gergin bir halde tutuyordu. Ailesini bulması, Kardeşlik denilen gizemli grubun sırlarını çözme çabamız, tüm varlığını sarıyordu.

Babası Lord Alex ile yaptığımız özel konuşmalar, zihnimde yankılanıyordu. Yıllar boyunca Kardeşlik'ten nasıl saklandıklarını, onların gözlerinden nasıl sıyrıldıklarını anlatmıştı. Haklarında bildiği her şeyi de... Şimdi bu mücadeleyi sürdürmek, hatta gerekirse o grubun kökünü kazımak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Kraliçem için yapamayacağım hiçbir şey yoktu. Onun için savaşacaktım, onun için her şeyi göze alacaktım.

"Benim de kalkmam lazım. Barakaların tadilatına bakacağım Dougal," dediğinde gözlerini kırpıştırarak açtı ve perdenin arasından süzülen ışık huzmesi gözlerine değince kafasını yastığa bastırdı. Bedenimle, gelen ışığı engellerken güzel yüzüne doğru eğilip dudağına bir öpücük kondurdum. Tuğra gülümseyerek ellerini enseme doladı.

"Fırsat bulursam yardıma gelirim," dedim geri çekilip. Yanakları sakalım yüzünden hemen kızarmıştı. Yüzünde alaycı bir gülümseme oluşurken elini üst kolumda gezdirmişti.

Tuğra'nın masum tebessümü havada asılı kaldı, muzip bir tebessüme geçerek, "Bence gelmene gerek yok. Dün gece tüm kaslarını detaylıca sergiledin bana," dedi ve gözlerinde şen bir ışık parladı. Ben de onun gibi sırıtmaya başladım, dün geceki unutulmaz anları düşünerek. Olayın tatlı hatırası, dudaklarımızda bir gülümseme bıraktı. Baş başayken benden hiç utanmaması beni daha da mutlu ediyordu. Ancak o, dün kahvaltıdan sonra yaptığı şey... Tanrı'm!

"Ah, ama o kaslar sadece gösteriş için değil," diye karşılık verdim, gözlerimdeki alaycı parıltıyla. "Belki de bugün senin için birkaç baraka daha inşa ederim." Onun gülümsemesi genişledi, ve ben, o anın tadını çıkararak onun yanaklarından birine nazikçe dokundum. Sıcaklığı, parmak uçlarımda hissedilen bir rüzgar gibiydi.

"Newton'a bizimle ilgili gerçeği anlatacak mısın?" diye sordu konuyu değiştirerek. Açıkçası sessiz, kendi halinde bir araştırmacı olan arkadaşımı gördüklerinde yaşadıkları şaşkınlığa hâlâ inanamıyordum. Dün akşam Newton odasına çekilip biz bize kaldıktan sonra bana onun hakkında her şeyi anlatmışlardı. Emir bile adamı tanıyordu ve konuşma şekline bakılırsa büyük bir saygı ve hayranlık besliyordu. Melek hakkındaki akademik başarılarını anlatırken içten içe bende gururlanmıştım. Ancak bu olaylardan sonra Newton'a gerçeği söyleme fikrini aklımda tekrar süzgece almak zorunda kalmıştım. Newton, dedikleri gibi fizik konusunda çığır açacak buluşlar gerçekleştiriyorsa ve eline olmaması gereken bir şekilde, zamanda atlama yapan bir mağarayı verirsem, sonuçları kötü olabilirdi. Çok çok kötü olabilirdi. Alınamayacak kadar büyük bir riskti.

"Sizin onu tanıdığınızı görene kadar anlatmayı düşünüyordum" dedim elimi nazikçe yanağında gezdirirken. Tuğra da düşünceli bir şekilde bakışlarını çenemde gezdiriyordu.

"Bilim insanları hakkında çok bir şey bilmem ben daha çok tarihle ilgiliyim biliyorsun" dedi dalgın dalgın. "Ama Newton'un çalışmaları hareket ve kütlelerin birbirlerine olan çekimleri ile ilgili olmuş. Mağarada da kendiliğinden oluşan bir çekim kuvveti var biliyorsun. Acaba, Newton bu mağarayı keşfettikten sonra mı yasayı buluyor?" Tuğra'nın düşünce tarzını çok sevdiğimi de söylemiş miydim?

"Yine de zor bir ihtimal gibi çünkü gelecek değişti," dedim gelecekteki olasılıkları düşünerek. Ben anlatmazsam başka kimseden öğrenemezdi ve Tuğra'ların yaşadığı gelecekte bu sebeple ünlü olamazdı. Hem o gelecekte Tuğra'lar mağaradan geçmediği için ben mağaranın varlığından haberdar bile değildim ki Newton'a söyleyeyim.

"Ona anlatmama kararını destekliyorum. Bazı gizemler sır olarak kalmalı. Yine de söz verdiğimiz gibi onu bugün mağaraya tekrar götürelim. Belki bitki hakkında yardımcı olur" Tuğra'ya doğru eğilip önce alnından, iki yanağından ve dudağından öperken hmm demiştim. Geri çekilip yatakta oturdum ve pantolonumu alıp giymeye başladım. Ardından ayağa kalkıp Tuğra'ya oyuncu bir bakış göndererek gömleğime uzanıp kollarımdan geçirmiştim. Pozisyonunu hiç bozmadan beni izleyen karıma göz kırpıp düğmelerimi ilikledim.

"Biraz daha uyu aşkım kahvaltıda görüşürüz" dedim ve çalışma odama doğru yürüdüm.

Çalışma odasının kapısını iterek içeri adımımı attığımda, odanın sessizliği içinde yalnızca kendi nefes alışverişimin hafif uğultusu yankılanıyordu. İlk iş olarak, ağır ve yıpranmış pencereyi ittirerek açtım; dışarıdan gelen taze bahar esintisiyle birlikte, odanın köşelerine sinmiş kitap kokusu canlanıverdi. Masam, düzenli bir şekilde yerleştirilmiş yeni mektuplarla doluydu; zarfların üzerindeki mühürler, gelen haberlerin önemini ve aciliyetini vurguluyor gibiydi.

Pencere kenarından ayrılıp, masama doğru ilerledim. Mühürlü zarfların üzerinde dolaşan parmaklarım, her birinin üzerindeki isimleri okşarcasına gezindi. Çoğu, İskoçya'nın dağlık bölgelerinden, klan liderlerinin el yazılarıyla doluydu. Onların kaba ve aceleyle atılmış imzaları, bu zamana kadar klan liderlerinin kendi topraklarındaki huzursuzlukları, anlaşmalar, Alanna için evlilik teklifleri veya toprak talepleriyle ilgili içerikleri barındırıyordu. Bu günün mektupları da hemen hemen aynı talepler içeriyor olmalıydı.

Masanın en altında, diğerlerinden farklı bir zarf dikkatimi çekti. Kenarları daha koyu, mühür ise alışılmadık bir sembolle damgalanmıştı. Elimde bir ağırlık hissettiğim bu zarfı açmak için tereddüt ettim. İçinden çıkan tahmin bir davetiyeydi. Daha önce gelenler gibi... Kalın ve kaliteli kağıda basılmış, zarif bir el yazısıyla yazılmıştı. Zarftan çıkarıp parmaklarımın arasında döndürdüğüm davetiye mektubunun en alt kısmında göz alıcı bir yazı stiliyle "Kardeşlik" kelimesi yer alıyordu ve üstünde, Dük Jean Alfred'in imzası bulunuyordu.

Kıymetli Majesteleri, ilk İskoçya Kral'ı

Cesur ve Büyük Dougal Mclenan

Kardeşlik'in gölgesinden, sizin yüksek hükümdarlığınıza ulaşan bu mektup, Dük Jean Alfred'in derin saygılarını sunar. Sizleri, ısrarla Kardeşlik'in gizli dünyasına adım atmanız için şerefli bir davetle çağırıyoruz. Bu mektup, sadece seçkin birkaç kişiye ulaşan bir çağrıdır ve sizin de aramıza katılmanızı istiyoruz. Dük Jean Alfred'in şahsi himayesinde, sizinle özel bir görüşme gerçekleştirmek arzusundayız.

Bu mektup, sizleri, krallığınızın ve halkınızın geleceğini şekillendirecek hayati bir görüşmeye davet etmektedir. Bu görüşme, sadece sizin ve Kardeşlik'in geleceği için değil, aynı zamanda tüm dünyanın kaderini değiştirebilecek önemli bir meseleyi ele alacaktır. Sizin yüce krallığınız için yeni ufuklar açacağına da inancımız tamdır.

Saygılarımla,

Dük Jean Alfred

𝖀𝖒𝖚𝖙𝖑𝖆, 𝖊𝖇𝖊𝖉𝖎𝔂𝖊𝖙𝖊...

𝕶𝖆𝖗𝖉𝖊𝖘̧𝖑𝖎𝖐

***

TUĞRA

Dougal odadan çıkmadan önce kahvaltıda görüşürüz demişti ancak kahvaltıya inmemişti. Tadilat için ayrılan barakaların olduğu bölgeye vardığımda, Fran ve Max'in de orada olmadığını fark ettim. Reisin onları çağırdığını duyunca, içimdeki şüphe tohumları filizlenmeye başladı. İşlerin bitmesine az kalmıştı ve herkes elinden gelenin en iyisini yaparken, benim düşüncelerim onlarla birlikte değil, Dougal'ların ne yaptıklarındaydı.

Öğlen sıcağında, nihayet temizlik dışında bütün tadilat işlemleri tamamlanmıştı. Kadınlar nazikçe çay içmeye davet ettiler, ancak ben teşekkür ederek işlerimin olduğunu söyledim ve reddettim. Çalışma odasına doğru acele adımlarla ilerlerken, bahçede Emir ve Newton'un yürüyüş yaptıklarını gördüm. Onların rahat tavırları ve hafif adımları, benim içimdeki telaşla tezat oluşturuyordu. Ancak onlara aldırmadan, kafamda binbir düşünceyle yoluma devam ettim.

Tahmin ettiğim gibi çalışma odasından konuşma sesleri geliyordu. Kapıyı tıklayıp içeri girdiğimde kısa bir an sessizlik oluşmuş ancak benim geldiğimi gördüklerinde konuşmaya devam etmişlerdi. Dougal ve albay vardı sadece.

"Selam" dedim ve Dougal'a doğru yürüdüm. Yüzü yorgun duruyordu ve daha kahvaltı bile yapmamıştı.

"Bir problem mi var?” diye sordum. Zihnim, Newton’u mağaraya götürme göreviyle kısa bir an meşgul olmuştu. Dougal, masanın üzerinde duran, üzerinde bir ağaç sembolü olan altın sarısı zarfı alıp bana uzattı. Sembole şüpheyle bakarken, Dougal’ın “Kardeşlik’ten bir davetiye daha,” dediğini duydum. Zarfı açıp içinden çıkan mektubu yavaşça okumaya başladım. "Peki, şimdi ne yapacağız?” diye sordum. Dougal, derin bir nefes aldı ve “Öncelikle Ewan ve Melek'in düğününü yapacağız. Sonra, Kardeşlik’in çağrısına olumsuz cevap vereceğiz,” dedi.

"Ve ondan önce Esma'yı alıp Osmanlı yerleşkesine dönmem gerekiyor. Ahmet Veli Paşa'nın şüphelenmesini istemiyorum. Planladığımız gibi oradan İngiltere'ye ziyaret gerçekleştireceğim ve bana gelen daveti kabul edeceğim" dedi albay.

"Dougal’ın sözleri, odadaki havayı doldurdu; kararlı ve kesin. “Plana sadık kalacağız. Kardeşlik’e sadece sen gireceksin amca,” dedi. Onun bu sözleri, albayın yüzünde hafif bir gülümseme yarattı. Bu, onaylanmış bir stratejiydi.

Onlar konuşurken, ben zarfın üzerindeki siyah gölgeler içinde çizilmiş minik ağaç sembolüne daldım. O küçük ağaç, mitolojide bilgi ve hikmetin sembolüydü. Bu sembol, Kardeşlik’in sadece güç ve etki peşinde olmadığını, aynı zamanda derin bir bilgi birikimine de sahip olduğunu gösteriyordu.

"Bugün tekrar yola çıkacağım. Esma'nın daha fazla burada kalması da uygun kaçmaz. Rob ile geçirdikleri zaman, onların birbirlerini yeterince tanımaları için kafi gelmiştir. Hazırlanması için haber verdim." dediğinde aklıma gelenle gözlerimi büyüttüm.

"Komutanım, klanda şu an kimin olduğunu biliyor musunuz?” diye sordum. “Newton’dan haberim var,” dedi albay, yılların verdiği alışkanlıkla. Bu tarz şeylere çoktan alışmış olmalıydı.

"Biz de mağara keşfi için gideceğiz. Akşam yemeğinde görüşür müyüz?" diye sordum. Albay düşünceli gözlerle bana bakarken "maalesef, Melek'in düğününde görüşürüz kızım," diyerek ayağa kalktı ve Dougal ile bana sarıldı.

***

Newton'a mağara keşfine gitmiştik. Gizemli sarmaşıktan aldığı birçok örneği titizlikle incelemiş, mağaranın derinliklerine ilerlerken elinde değişik bir aletle duvarları dinlemişti. Alet doktorların kullandığı stetoskopa benziyordu. Melek, Emir, Ewan ve Dougal da yanımızdaydı. Biz genelde Newton'un keşif boyunca hareketlerini izlemiş, ona yardımcı olmaya çalışmıştık. Sorduğu sorulara da Dougal geçiştirici cevaplar vermişti. Mağarada gerçekleşen hareketi sorduğunda, Dougal "deprem olmadan sallantı hissettik" diyerek açıklama yapmıştı. Verdiği cevapla Newton aydınlanmış gibi duvarları incelerken "dünyada depreme sebep olan her neyse, bu mağarayı o harekete geçirmiş olmalı" diye açıklamıştı.

Mağaranın içindeki havuzlu odaya giden koridor, dar ve karanlık bir geçitti. Tek sıra halinde ilerlemeye başladık; her adımımız, yankılanan damla sesleriyle birleşerek mağaranın sessizliğini bozuyordu. Dougal, koridorun darlığından dolayı en arkada yürümeyi tercih etmişti. Ancak, sıkıntıdan mı yoksa başka bir sebepten mi bilinmez, daha fazla ilerleyemeden açıklığa geri dönmüştü.

Newton, mağaranın duvarında ilk geldiğimizde dikkatimi çeken, artık ezbere bildiğim ve mağaranın haritası olduğunu düşündüğüm duvar çizimlerini uzunca incelemişti. Elindeki deftere, bu gizemli çizimlerin aynısını çizmiş, her bir hat ve sembol üzerinde titizlikle durmuştu. Bu çizimler, belki de mağaranın sırlarını açığa çıkaracak anahtardı.

Keşif boyunca Melek ile dilimizi tutmak için birbirimizi sessizce uyarıp durmuştuk. Emir de sessiz anlaşmamıza katılmış, sürekli Newton’un etrafında gezmiş, hatta bazı anlar onun ağır çantasını bile taşımıştı.

Tüm bunlar bir hafta önce olmuştu...

Bir hafta önceki Newton'la tanışma keşfinin ardından, şimdi ise tamamen farklı bir heyecanın eşiğindeydik. Melek, kırık beyaz gelinliğiyle aynada kendine bakıyor, gelinliğin kenarlarını süsleyen klanın sembolü olan yeşil şeritlerle nasıl bir bütünlük oluşturduğunu hayranlıkla inceliyordu. Ben de, doğanın en canlı tonlarını yansıtan yeşil bir elbise içindeydim, başımda altın renkli bir taçla hazırdım. Bu özel günün coşkusunu içimde hissediyordum.

Dougal ve Ewan, resmi bir tören olacağı için hazırlıklarını tamamlamışlardı. Dougal, sabah geleneksel kiltini giymiş, gömleğinin altına özenle yerleştirmişti. Ewan'ın odasında, törenin başlamasını bekliyorlardı. Klanın her köşesinde büyük bir coşku ve hazırlık vardı; herkes bu özel gün için bir araya gelmiş, kutlama için can atıyordu.

Bu, sadece bir düğün töreni değil, aynı zamanda klanın birliğini ve dayanışmasını kutlayan bir anlam taşıyordu. Ve şimdi, Melek'in mutluluğunu paylaşırken, klan olarak birlikte daha güçlü olduğumuzu hissediyordum.

Ülkenin dört bir yanlarından gelen birçok misafirimiz de vardı. Dünden beri klana akın akın at arabaları geliyordu. Her şey bir yana albay hâlâ gelememişti ki onu dün gece bekliyorduk. Gelemeyeceğine dair haber vermediği için son dakikaya kadar gelir diye düşünüyordum. Zaten telaşeden kafamı kaldıramıyordum.

Tören başladığında salonu sessizliğe bürüdü. Melek ve Ewan, ellerini kalplerinin üzerine koyarak, birbirlerine sadakat ve sevgi sözleri verdiler. Bu an, sadece onların değil, tüm klanın birliğinin ve sevgisinin de bir göstergesiydi. Herkesin yüzünde huzurlu bir tebessüm vardı. Melek hâlâ çok heyecanlı duruyordu. Ayrıca gözleri öyle güzel parlıyordu ki ışığını herkes görebiliyordu. Resmi nikahları kıyıldıktan sonra Dougal onların yanlarına gidip ellerini tutup tebrik etmesiyle, resmi tören de alkışlarla sonlanmıştı. Düğün kutlamaları için herkes klanın uçsuz bucaksız bahçesine çıkmıştı. Hava da artık kararmıştı ve ateşler yakılmıştı.

Melek ve Ewan, klanın şerefine ve ataların ruhuna saygılarını sunmak üzere, el ele, bahçedeki ateşin etrafında üç kez döndüler. Bizim törenimiz daha resmî olduğu için kutlamalar sırasında böyle bir ritüel yapmamıştık. Herkes çok eğlenmişti. Ateşin sıcaklığı yüzlerini okşarken, Melek’in gözlerindeki parıltı, mutluluğun ve umudun ışığıydı. Ewan ise ona olan sevgisini ve sadakatini gözlerinde taşıyordu. Her adımlarında klanın müzikleri yükseliyor, davul ve gaitanın sesleriyle birlikte misafirlerin coşkulu alkışları bahçeyi dolduruyordu. Herkes ateşlerin yanında dans edip eğleniyordu. Yiyecek ve içecekler açık büfe şeklinde masalara konulmuştu. Emir ve Fran kendi aralarında sohbet edip gülüşürken, Rob ve Max ciddi tavırlarla eğlenen insanları izliyordu. Dougal, arkamdan tek kolunu belime sarmış, çenesini başımın tepesine koymuştu. Yanımıza gelip gidenlerle kısaca sohbet edip yine kendi halimize dönüyorduk. Bir ara Emir'in koştuğunu görmüştüm. Arkasında bıkkın bir nefes veren o kız vardı. Emir kaçarken arkasından sertçe mırıldanmıştı. Belki de küfür ediyordu bilmiyorum ancak Emir'in kaçmasıyla birçok kişi kahkaha atmıştı. Buna Alanna da dahil. Emir onun güldüğünü görmeden eğlence alanından kaçmıştı. Aradan on dakika geçmeden küçük bir çocuk bana bir kağıt getirmişti. Kaşlarımı çatarak kağıdı okuduğumda gülmemek için dudaklarımı ısırmıştım. Emir'den gelen not "beni o kızdan kurtar!" yazıyordu. Sonunda gurur yapmayıp ne istediğini açıkça belirtmişti. Birileriyle sohbet eden Dougal'ın elini belimden çektiğimde, konuşmayı kesip bakışları anında bana dönmüştü.

"Emir'i bulup geliyorum" dedim gülümseyerek. Dougal gözlerini benden çekmeden kafasını bir kere salladığında bile özlemle bakıyordu bana. Yanındaydım, dibindeydim, karısıydım, yine de bana her bakışında yoğun bir özlem ve aşkı görüyordum. Hayal edebileceğimden bile daha mutluydum.

Emir'i bulmadan kızlarla sohbet eden o kızı görmüştüm. Emir ne kadar pervasız, şakacı ve insanlara takılıp sinir eden biri olsa da benim canımın içiydi. Dediği her şey benim için öncelikti. Onun için de ben öyleydim. Dostluğumuz farklı bir evredeydi, kardeşlikten öteydi. Benim istediğim hiçbir şeyi sorgulamazdı, yapardı. Tehlikeli olup olmamasına bakmadan en önde giderdi. Kızlar beni görünce sohbetlerini bitirip "kraliçem" diyerek selam vermişlerdi. Gülümserken bakışlarım o kızdaydı. "Biraz sohbet edebilir miyiz?" diye sorduğumda yüzündeki heyecanı gördüm. Birazdan söyleyeceklerimle belki de moralinin bozulacağını bilsem de, Emir istediği için bunu yapmam gerekiyordu. Benim konuşmam belki daha da iyiydi. Emir yeri geldiğinde kırıcı olabiliyordu.

Kızla birlikte yürürken "ismin neydi?" diye sordum. Kız tebessüm ederek, "Slyve kraliçem" dedi. Etraftaki insanlardan biraz uzaklaşıp kıza doğru döndüm gülümseyerek.

"Barakalara yerleştiniz değil mi? Bir problem yok" diye sordum. Slyve'nin gülümsemesi büyürken "sayenizde" demişti. Kafamı eğlenen insanlara çevirip kahkaha atan Melek'te durdum. Onun kahkahasıyla benim yanaklarım da aynı şekilde kıvrılmıştı.

"Hep birlikte yaptık" dedim Melek'e bakmaya devam ederken. Tekrar Slyve'ye dönüp, "bu aralar klanda bol bol düğün olacak gibi duruyor" dedim. Slyve bana bakarken, "yakında savaşçım Rob da evlenecek. Bir tek Emir bekar kalıyor" dediğimde yüzünde oluşan heyecanla kendimi kötü hissettim ama konuşmaya da devam ettim. "Maalesef Emir evliliğe sıcak bakmıyor" dediğimde kızın yüzü anında asıldı. Emir kızı gördüğü yerde kaçacağına böyle açık açık konuşsaydı keşke.

"Ben," dedi ama sözünü keserek devam ettim. "Ona nasıl baktığını görüyorum Slyve. Kalbinin kırılmasını istemiyorum ancak boşuna umutlanmanı da istemem. Klana seninle birlikte gelen kadınların özgür ve kendi tercihlerini yapmalarını isterim. Siz, çok güçlüsünüz. O gün, isyan sırasında erkekleriniz bizimle savaşırken ardından bize yardım etmek için nasıl mücadele ettiğinizi gördüm. Kılıçlı savaşçılara karşı siz kadınlar tencerelerle, sopa ve taşlarla koşuyordunuz. Hepinizin içinde büyük bir güç var. Bir erkeğe bel bağlamanıza asla izin vermeyeceğim. Erkeklerinizi siz seçeceksiniz. Zorunlu bir birlikteliğe bağlı kalmamanız için elimden geleni yapacağım" dediğimde yüzündeki aydınlanmayı görüp doğru yolda olduğuma emin oldum.

"Zaten senin amacın da buydu değil mi? İnsanlar seni evliliğe zorlamadan önce kendi kararını vermek için erkeğini sen seçiyorsun. Önce Rob'u seçtin ancak onun nişanlanmasıyla Emir'e karar verdin?" Slyve büyük bir mahcubiyetle bana bakarken gülümseyerek devam ettim.

"Bu yüzden seni takdir ediyorum Slyve ve sana güvence veriyorum. Bu klanda kimse seni istemediğin bir evliliğe zorlamayacak. Sen ne zaman istersen bana gelip söyleyeceksin." Yüzünde büyük bir rahatlama görünce klana yeni gelen birçok genç kızın da aynı sorunu olacağını anladım. Bizim klanda Dougal zaten zorunlu evliliğe uzun zamandır karşıydı. Alanna'yı asla zorlamamıştı. Yeni gelen kadınlar adetlerimizi bilmiyordu. Ağlamaklı bir sesle "çok teşekkür ederim kraliçem" diyen kızın yüzündeki minnetle ben de duygulandım. Elimi omzuna koyarak "iyi eğlenceler" dedim ve yanından ayrılıp deli arkadaşımı aradım.

Şafak sökene kadar eğlence devam etmişti. Melek, Emir ve ben karşılıklı ortaya çıkıp roman havası oynamıştık. Halk bize coşkulu bir tezahürat yaparken müzisyenler de adımlarımıza uygun bir nota çalmıştı. Roman havasıyla alakası olmayan ezgilerle kahkaha atsak da oynamaya devam etmiş, halkın beceriksizce bizi taklit etmesiyle daha da eğlenmiştik. Emir bir ara davula benzeyen, darbukadan az daha büyük olan bir alet bulup, Melek'in yanında davul çalıyormuş gibi yapmıştı. Gerdan kıran Melek'le, Ewan karnını tutarak gülmüştü. Bir ara halay çekmeye kalktığımızda ise gülmekten yerlere yatacaktım neredeyse. Rob kendini halay başı olarak bulunca, halka asla ilerlememiş, bir hengame oluşmuştu. Rob'un hepinizden iğreniyorum bakışları beni daha da gülme krizine sokmuştu. Emir ona sürekli 'gelinin babası' diye seslenip daha da sinirlendirmişti. Emir sonunda oflayarak halay başı olduğunda, halkamız öyle büyümüştü ki Dougal bile yanımda bitmişti. Kimsenin ayakları doğru olmasa da bizim yaptıklarımızı yapmaya çalışmaları tabloluk bir andı.

Böylece, hayatımın en güzel günlerinden birini daha listeme eklemiştim. Albayın neden hâlâ gelemediğini bile düşünememiştim...

***

Üç gün önce, Melek'in düğün gecesi tüm ihtişamıyla sona ermişti. O gece, uzak klanlardan gelen konuklarla dolup taşan klan, şimdi sessizliğe bürünmüş, herkes düğünün yorgunluğunu üzerinden atma çabasındaydı. Klanın her köşesinde, geç saatlere kadar süren şölenin yankıları hâlâ duyuluyordu. Ancak şimdi, akşamın erken saatlerinde yataklarına çekilen halk, alışık olmadıkları bu düzensizlikle boğuşuyordu.

Dougal, savaşçıların lideri olarak, ilk günden itibaren disiplini elden bırakmamıştı. Savaşçıları, düğünün ardından hemen düzene sokmuş, böylece klanın diğer üyeleri bu nadir rahatlık anını doyasıya yaşayabiliyordu. Her ne kadar halk, düğünün verdiği yorgunlukla tembelliğe sürüklenmiş olsa da, Dougal'ın sağlam eli sayesinde klanın işleyişi aksamıyordu.

Melek, düğünün ardından geçen üç gün boyunca, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Yeni odasında, yeni sorumlulukları ve beklentileriyle yüzleşirken, klanın diğer kadınları ona destek oluyor, yeni evli bir kadın olarak yerini bulmasına yardımcı oluyorlardı.

Seyir tepesinin sessizliğinde, Dougal ve ben, yıldızların altında baş başa kalmıştık. Gökyüzünün sonsuz parlaklığı, düşüncelerimizin derinliklerine yankılanıyordu. Üç gündür aklımı kemiren bir soru vardı, dudaklarımdan dökülmek için yanıp tutuşuyor ve tutamıyordum.

"Albaydan haber yok mu hâlâ?" diye sordum, sesimde endişenin izleri belirginleşti. Bu soruyu üç gündür sürekli sorup duruyordum. Kardeşlik'e girdiyse bir şekilde bizimle iletişim kuramıyordur diye düşünüp kendimi avutsam da içten içe endişeleniyordum.

Dougal, her zamanki gibi sakin ve güven veren tavrıyla yanıtladı. "Hayır ama o başının çaresine bakar aşkım. Kötü bir şey olsa çoktan duyardık." Onun bu sözleri, endişelerimin üzerine bir örtü gibi serilse de, içimdeki sıkıntıyı gidermeye yetmiyordu.

"Dougal," dedim, kafamı omzundan kaldırıp, günlerdir aklıma takılan diğer bir konuyu açmak için hareket ederek. Onun gözlerine baktım, derinlerde bir cevap ararcasına. "Klanda her şey yolunda. Diyorum ki, albayın da yokluğuyla Kurt klanına bir ziyaret mi gerçekleştirsem?" Sorumla Dougal'ın yüzünde düşünceli bir bakış oluştu. Yerimde doğrularak devam ettim.

"Yakında Galler'den babamlar gelecek. Sonrasında Rob'un düğünü olacak ve Osmanlı'ları misafir edeceğiz. Belki bizi de ülkeye davet edecekler. Kardeşlik mevzusu da var. Ben düşündüm ki her şey başlamadan klana gitmeliyim. Sonuçta albaydan dolayı ben şu an oranın varisiyim. Oradaki halkı tanımak istiyorum. Biliyorsun, albay klanıyla pek ilgilenemiyor."

Dougal, beni dikkatle dinledikten sonra, gözlerinde sevgiyle karışık bir ciddiyetle sordu. "Sadece amcamın işlerini kolaylaştırmak için mi bunu istiyorsun yoksa altında başka endişelerin mi var aşkım?" Elbette, kocam içimi görüyor gibi konuşmuştu yine. Ben daha konuyu açtığım an endişelerimi anlamıştı. Ona masumca tebessüm ederken, içimdeki tüm endişeleri döküverdim.

"Evet, endişelerim var. Gidip görmek istiyorum. Bir eksikleri varsa tamamlamak, nasıl muamele gördüklerini anlamak, adetlerini bilmek istiyorum. Kylie ve Cora ile anlaşamadığımızı da biliyorsun. Orada neler yaptıklarını görmek istiyorum." Dougal'ın yüzünde bir gülümseme belirdiğinde, içimde bir rahatlama hissettim.

"Sen tam bir kraliçesin. Bunun için doğmuşsun aşkım. Ne istersen o," dediğinde, onun yanağından uzunca öptüm. Bazen öyle sözler söylüyordu ki, kalbimde ince bir noktaya dokunuyordu sanki. Kalbimi eyliyordu ve ben, bu entrika ve savaş dolu dünyada, onunla birlikte olmanın ne demek olduğunu anlıyordum.

Ertesi gün, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte, Kurt klanına yapacağımız sürpriz ziyaret için hazırlıklara başladık. Kimseye haber vermemiştik; bu, beklenmedik bir ziyaret olacaktı. Emir, sonunda Slyve'nin onun peşini bıraktığını söyleyerek rahat bir nefes almıştı. Slyve ve diğer kadınlar ise düğünden beri gözlerden uzaktaydılar. Esma, albayla birlikte döndüğünden beri Rob tüm zamanını antrenmanlara ayırmıştı. Genç savaşçıları, Emir ve Rob'un önderliğinde sıkı bir eğitime tabi tutuyorlardı. Emir, onlara yakın dövüş tekniklerini öğretirken, Rob ise okçuluk dersleri veriyordu. Genç savaşçıların bu iki liderden duyduğu korku, klanın dört bir yanına yayılmıştı.

Alanna ise son günlerde kendini tamamen kitaplara adamıştı. Odasının kapısı, sürekli açılıp kapanıyor ve yeni kitaplar girip çıkıyordu. Bazen, savaşçıların eşliğinde klanın dışına çıkarak bitkiler üzerine araştırmalar yaptığını duyuyordum. Kitap ve bilim aşkı, onun için artık sıradan bir hobiden çok daha fazlasıydı. Melek ve bana, günümüz bilgilerine dayanarak sürekli sorular soruyor, notlar alıyordu. En çok merak ettiği konu ise tek hücreli canlılardı; ancak henüz mikroskop icat edilmediği için, bu merakı giderek artıyordu.

Kurt klanına giden ekipte Dougal yoktu. O gelmek istese de işlerini aksatmaması için itiraz etmiştim. Emir ve Rob yanımda olacağı için içi rahat olsa da Cora'ya dikkat etmem için defalarca uyarmıştı. Onu son gördüğümde, sur kapısında, biz gözden kaybolana kadar beklediğini biliyordum. Sevgisi ve koruma içgüdüsü onu orada dikilip beklemeye iten şeydi.

Dougal’ın kendi özel savaşçılarından biri olan Max, onun yerine bizimle gönderilmişti. Max’in soğuk bakışları ve sessiz tavrı, grubumuzun karakter çeşitliliğine farklılık katsa da onun becerilerine güvenim tamdı. Daha fazla savaşçıya ihtiyacımız olmadığını belirtmiştim, çünkü bu görev, sayıdan çok beceri ve zeka gerektiriyordu. Dört kişilik küçük grubumuz keşif ve anlama gezisi olacaktı.

Yol boyunca, çevremizdeki doğanın sesleri eşlik ediyordu bize. Kuşların cıvıltısı, rüzgarın fısıltısı ve uzaktan gelen denizin çağlayan sesi… Kurt klanı sınır klan olduğu için bu hızla gidersek birkaç saate varmış olacaktık. Binici pantolonum, salaş tişörtüm ve pelerinimle bir kraliçeden çok farklı dursam da orada zaten kalmayacaktık.

Yolculuğumuzun sessizliğini yalnızca Emir'in sesi bozuyordu. Max, ara sıra ona laf atarak etrafı gözlemliyor, Rob ise derin düşüncelere dalmıştı. Rob'un zihninin Esma'da olduğunu sezinlemiştim, fakat onu utandırmamak adına bu konuyu açmamayı tercih etmiştim. Huysuz adamımız, sanırım genç kızdan hoşlanmaya başlamıştı. Bu durum, yalnızca beni memnun edebilirdi. Max'in ise kadın avcısı olduğunu keşfetmiştim, ancak o, gizli avcılardandı. Sessizliğiyle kadınların ilgisini çekiyor, fakat bu ilgiyi saman altından yürüttüğü su gibi saklı tutuyordu. Yine de, benim için asıl önemli olan onun sadakatiydi. Arthur'un yokluğunda, Max, boşluğu mükemmel bir şekilde dolduruyordu ve ben onun gelecekte ülkemizde büyük bir komutan olacağına inanıyordum.

"Arthur ne zaman dönecek?" diye sordu Emir, sanki zihnimden geçenleri okuyormuş gibi. Bazen onun bu sezgisinden gerçekten korkuyordum. Dougal, babamın onları mağarada alıkoyduğu o karanlık günün ertesinde Arthur'u İngiltere'ye göndermişti. Royce Boyd ile görüşmesi gereken önemli meseleler vardı ve Arthur, elçi olarak seçilmişti. Royce'un sarayından çıkacak kadar meşgul olmadığını anlamıştım ve bu yüzden, her gün Dougal'a lanet okuduğunu duyuyordum.

"Bilgim yok," diye yanıtladı Max, Emir ise omuz silkip bana döndü.

"Baban ortaya çıktığına göre, ondan Fiona ve Emily'nin iadesini isteyecek misin?" diye sordu. Bu soruyu daha önce kendime defalarca sormuştum ancak hiçbir zaman dile getirmemiştim. Eğer babamdan Fiona'yı talep edersem, Arthur onu öldürebilirdi. Bu ağır yükün altına girmek istemiyordum. Ve tabii ki, Emily faktörü de vardı. Onun, Dougal'la aynı havayı solumasını pek de arzu etmiyordum. Sonuçta, o, Dougal'ın eski karısıydı.

"Sanmıyorum" dediğimde ilerideki hareketlilik gözüme çarptı. Kırmızı kilitlerle süslenmiş zırhları içinde, Kurt klanının nöbetçileri sınırda dimdik ayakta duruyorlardı. Gözlerimiz birbirine kenetlendiğinde, onların kılıçlarını çekip savaş pozisyonu aldıklarını gördüm. Tehlike olup olmadığımızı anlamaya çalışıyorlardı. Rob'un atını hızlandırıp öne geçmesiyle, nöbetçilerin kılıçları havada donmuştu. Kim olduğumuzu anladıklarında ise, kılıçlarını indirip bize saygıyla selam verdiler.

"Majesteleri," diye seslendiler hep bir ağızdan, ellerini yumruk yaparak göğüslerine yaslayarak.

"Kaleye gidiyoruz," dedi Rob, ve nöbetçiler hemen bize eşlik etmek için harekete geçtiler. Kurt klanının topraklarına adım attığımızda, etrafı dikkatle gözlemliyordum. Evlerin yanından geçerken, halk işlerini bırakıp merakla bize bakıyordu. Ancak kıyafetim, kim olduğumu gizli tutuyordu. Kalabalık bir yerden geçerken, öndeki nöbetçi yüksek sesle, "İskoçya Kraliçesi Tuğra Mcllennan," diye beni tanıttı. İnsanlar, bu sözler üzerine eğilerek selam verdiler. Bu resmiyet, hoşuma gitmese de, şimdilik sessiz kalmayı tercih ettim. Öncelikle etrafı gözlemlemeli ve Kurt klanının topraklarında neler olup bittiğini anlamalıydım.

İlerlemeye devam ederek kaleye kadar ulaştık. Atlardan inerken buradaki halkta merakla bize bakıyorlardı. Pelerinimin şapkasını açıp etrafa daha iyi bakarken, kalenin kapısı açılıp süslü püslü kıyafetlerle leydi Kylie ve Cora dışarıya çıktı. İkisi de önce etrafa bakıp sanırım Dougal'ı ya da albayı aradı ancak sadece beni görünce, saklayamadıkları şaşkınlığa dönüştü yüzleri.

"Kraliçem" Diyerek şaşkınlıktan ilk sıyrılan Kylie oldu. Tam karşıma gelerek zarif bir reverans yaptı. "Geleceğimizi bilmiyorduk, klanımızı onurlandırdınız" Kraliçe olduğumdan beri bana nazik davranmaya çalışıyordu. Bunu içinden gelmeden yaptığını da biliyordum. Elinde olsa beni bir kaşık suda boğardı.

"Leydi Kylie" dedim bakışlarımı öylesine yüzünde dolaştırıp sanki önemsiz biriymiş gibi kafamı çevirirken. Cora hâlâ aynı yerde bekliyordu. Elbette kötü bakışlarıyla beraber.

"Quany burada değil kraliçem" dedi sanki bu bilgiyi duyunca gitmemi bekliyormuş gibi. Seyisin atımı uzaklaştırmasını beklerken Emir tam yanıma gelmişti. Kocaman ancak tehlikeli bir gülümsemeyle etrafa bakıyordu.

"Ah, öyle mi? Babamı ziyaret etmeye gelmiştim halbuki" dedim bakışlarımı tekrar Kylie'ye çevirirken. Arkasını dönüp kısa bir an Cora'ya bakıp tekrar bana döndü. Yüzünde sahte bir gülümseme vardı.

"Üzgünüm kraliçem, ne zaman geleceğini bilmiyorum" dediğinde ona değil etraftaki insanlara bakıyordum. Küçük bir kaleydi burası. Bahçesi genişti ve Mclenan gibi halk kalenin yakınlarında yaşıyordu. İnsanlar işini gücünü bırakmış merakla bize bakıyordu. Toprakla oynadıkları belli olan küçük çocuklar elleri, yüzleri kir içinde ön taraflara geçmiş bize daha yakın duruyordu.

İnsanlardan bakışlarımı yavaşça çekip Kylie'ye döndüm. "Ne yazık," dedim onun gibi sahte bir şekilde tebessüm ederken. Hiç istemese de nezaketen, "içeri gelin kraliçem. Sıcak bir şeyler ikram edelim" demişti. Tamamen iyi bir imaj çizmek için bunu sorduğunu biliyordum. Emir'e bakıp kafamı salladığımda Rob ve Max de hareketlendi. Ağır ve kendinden emin adımlarla hepsi yanıma ve arkama geçerek benimle birlikte yürümeye başladılar. Cora’nın yanından geçerken, onun beni karşılamadığına şaşırmadım ve gülümseyerek kaşlarımı kaldırdım.

Yanından geçip kaleye girdiğimiz an, kaledeki telaş dikkatimi çekti. Kadınlar oradan oraya anında koşturmaya başlamıştı. Kıyafetleri tek renkti ve soluk bir griydi. Kafaları önde olan çalışanlar korku dolu bir şekilde hareket ediyorlardı. Kaşlarımı çatarak bizim için açılan kapıdan içeri girdim. Kalenin içindeki atmosfer, dışarıdan çok daha farklıydı. Hizmetçilerin telaşlı adımları buradaki yaşamın sertliğini ve katı düzenini yansıtıyor gibiydi. İçeri adım atarken, bu karanlık ve gizemli kalede bizi nelerin beklediğini merak ediyordum.

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%