@ebrumelek
|
Güneş ışıklarının parlak tonlarına büründüğü serin bir İskoç sabahında, büyük kalenin ağır kapısı yavaşça açıldı. Kapının arkasından içeriye adım attığımızda, adeta zamanın hızlandığı bir atmosfere girdik. Geniş salonun derinliklerinde görünmezlik sınırında hareket eden çalışanlar vardı. Sessizliğin egemen olduğu bu büyük odada gölgelerin arasından neredeyse fark edilemeyecek kadar belirsiz bir şekilde hareket ediyorlardı. Salonun köşelerinde dolaşan kadınlar sanki başlarını kaldırmamaya yemin etmişçesine işlerine odaklanmışlardı. Hızla hareket ederken adımlarının ritmi bile salonun soğuk ve mesafeli havasına uyum sağlıyordu. Dikkat çekmeden, sadece işlerini yaparak, varlıklarını belli etmeden yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Kurt Klanı, İskoçya’nın en büyük ve en köklü klanlarından biriydi. Albay, klanı devralmadan önce uzun yıllar başka bir isimle hüküm sürmüştü. Tarih boyunca hem kudretleri hem de soğukluklarıyla ün salmışlardı. Bu soğukluk sadece karakterlerinde değil yaşadıkları mekanlara da yansımıştı. Salonun her bir köşesi İngiliz geleneklerine uygun şık ve modern mobilyalarla donatılmıştı. Koltuklar son moda ceviz kaplama marköteri, siyah ve kırmızı döşemeliydi. Her bir eşya en son modayı yansıtıyordu ve adeta tarihi bir dergi sayfasından fırlamış gibiydi. Buraya Kylie'nin elinin değdiği belliydi ancak bu ihtişam mekana sıcaklık katmaktan çok soğuk ve uzak bir his uyandırıyordu. Duvardaki tablolar, yer döşemelerinin ince işlemeleri ve dikkatle seçilmiş aksesuarlar, klanın köklü tarihini ve zenginliğini yansıtırken içten içe bir yalnızlık ve soğukluk da barındırıyordu. Her şey mükemmel yerleştirilmişti. "Buyurun kraliçem,” arkamda Kylie’nin coşkulu sesini duydum. Ancak gözlerimi çevremdeki detaylardan alıkoyamıyordum. Göz alıcı detaylarla donatılmış bu odanın her bir köşesi dikkatimi çekiyordu. Kylie’nin sesi yeniden duyuldu “Yemek hemen hazırlansın.” Bu sözler bana değil, salonun diğer ucundaki çalışanlara hitap ediyordu. Yavaşça arkamı döndüm ve Kylie’nin emirlerini nasıl verdiğini izlemeye başladım. Kylie'nin sesiyle kadınlar hızla başlarını sallayarak talimatlarını almışlardı. Sonra adeta bir rüzgar gibi hızlı ve sessizce salondan çıkmışlardı. Emir ve Max yanımdaydı, ikisi de sessiz ve dikkatli bir şekilde olan biteni izliyorlardı. Ancak Rob, içeri girerken geride kalmıştı. Gözlerim onu ararken, salonun devasa kapısının yakınında durduğunu fark ettim. Bakışlarımız buluştuğunda o da yavaşça bize doğru yürümeye başladı. Salonun derinliklerinde köklü Kurt Klanı'nın etkisi her bir detaya sinmişti. Etrafımızdaki sessizlik, sadece mekanın büyüklüğünden değil, aynı zamanda klanın gizemli ve mesafeli doğasından kaynaklanıyordu. Her anı dikkatle incelerken, Kylie’nin emirleriyle hareketlenen çalışanların telaşı bu ağır ve soğuk atmosferde bile canlı bir enerji yayamıyordu. Yavaş ve kendimden emin adımlarla yürümeye başlayıp tek kişilik barok koltuğa oturdum. Emir de başka bir koltuğa oturduğunda, Max ve Rob ayakta kalmıştı. Kylie, neşeli olduğunu düşündüğü ancak tedirginliği yüzüne yansıyan bir bakışla karşımdaki bir koltuğa otururken bakışlarını etrafta gezdirmişti. Kapı tekrar açılırken Leydi Cora'nın beline kadar inen dalgalı siyah saçları görüş açıma girdi. Buraya geldiğim için duyduğu rahatsızlık beden diline çoktan yansımıştı. Leydi Cora'nın adımları yankılanırken, salonun soğuk havası bir kat daha belirginleşti. Saçlarının dalgaları, ışıkta parlayarak ihtişamını ortaya çıkarırken yüzündeki gergin ve memnuniyetsiz ifade hissettiği rahatsızlığı açıkça gösteriyordu. Yavaşça etrafı süzerek yürüdü ve mavi gözleri benim dışımda odadaki her bir kişiyi dikkatle inceledi. "Zor olmalı," dedim, Cora oturduğu an rahat bir ifadeyle Kylie'ye bakarken. Sözlerimin anlamını kavramaya çalışır gibi Kylie'nin kaşları yavaşça havaya kalktı. Anlamadığını yüzünden okuyabiliyordum. "Klanın tüm yüküyle ilgilenmek," diye devam ettim. Gerginliği bir anda dağıldı, kaşları düzelip yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Gözlerinde güven dolu bir parıltı vardı. Kendine güvenen bir sesle, "Öyle, ancak alıştım majesteleri. Quany geldiğinde ona yük olmasın diye elimden geldiğince işleri halletmeye çalışıyorum," diye yanıtladı. Bakışlarımı ondan ayırmadan ben de hafifçe tebessüm ettim. "Kadınların her zaman yönetimde olması taraftarıyımdır. Erkeklerden daha iyi iş çıkarabileceğimize inanıyorum," dediğimde Kylie'nin tebessümü daha da genişledi. Cora umursamaz bir tavırla zarifçe koltuğunda oturuyor ve bizi dinliyordu. Kapılar sessizce ve ağır ağır açıldığında içeriye çalışanlar girdi. Ellerinde tepsilerle adım atan kadınlar salonun içine adeta bir hayalet gibi girdiler. Yüzlerindeki gergin ifadeler ve hareketleri, mekanın içinde hâkim olan atmosferle uyumlu bir şekildeydi. Saçları sıkı bir topuzla enselerine sabitlenmişti, sanki bu düzen onların da karakterlerine yansımış gibiydi. Kylie bir tanesine ismiyle seslenip muhatap oldu ve hızlı servis yapmalarını söyledi. Kadın onu onaylarken kendisi iş yapmıyor, diğer kızların çalışmasını izliyordu. Kızlar, kafalarını bile kaldırmadan sessiz adımlarla ilerleyerek servis yapmaya başladılar. Kylie'nin muhatap olduğu yaşı daha olgun duran kadın, servis tepsilerinden birini alıp bana sunarken onun yüzündeki ifade benim merakımı cezbetmişti. Gözlerim o kadının yüzünde dolaşırken aniden ona "teşekkür ederim" diye fısıldadım. Bu sözümle birlikte kadın kısa bir an için başını kaldırmış gibi oldu, ancak hemen ardından pişmanlık dolu bir ifadeyle gözlerini kaçırdı. Bakışlarımız kısa bir an buluştu ve ben bir kaşımı kaldırdığımda, hemen ardından kafamı çevirip Emir'le göz göze geldim. Onun da tek kaşı havadaydı. Kadınlar geldiği gibi aynı sessiz hareketle çıkarken salonun da boşaldığını gördüm. Kylie porselen fincanını eline alırken, "yemek hazırlanana kadar belki dinlenmek istersiniz?" diye sordu. Burada onlarla oturmaktansa çıkıp çevreyi incelemek daha cazip geliyordu. Ayrıca leydi Cora'nın sessiz varlığı bana batıyordu. Sanki koltukta bir heykel oturuyormuş gibi tepkisiz kalmasına sinir olmuştum. Yine de yakından gözlemem gerekiyordu. "Çaylarımızı içelim de neden olmasın" dedim ve ben de porselen şık fincanı elime alıp bir yudum içtim. Aldığım tatla yüzümü buruştururken fincanı anında küçük sehpaya bıraktım. Papatya çayını hiç sevemiyordum. "Biz dışarıdayız" dedi Emir fincanı elinden bırakmadan ayağa kalkarlarken. "Leydim" diyerek Kylie'leri de kısaca selamlayarak Rob ve Max ile birlikte odadan çıkmışlardı. Kapı arkalarından kapanırken, Cora bana doğru döndü. "Burada ne işiniz var?" diye sordu doğrudan. Arkama yaslanarak bakışlarımı Cora'ya çevirdiğimde gayet sakin bir ifadem vardı. Kylie hafifçe öksürerek Cora'yı uyarsa da, Cora onu takmadan ateş saçan gözlerle bana bakıyordu. "Nerede olacağıma ne zamandır karar veriyorsunuz leydim?" dedim sakin çıkan ses tonumla. Ben sakin kaldıkça Cora'nın daha da öfkelendiği barizdi. "Bu klana daha önce hiç ayak basmadın. Dougal'ı aldıktan sonra sıra buraya mı geldi?" Cora'nın sözleriyle Kylie korkuyla iç geçirip söze girdi. Her an bayılacak gibi duruyordu. "Cora!" dedi uyarıcı bir tonla ardından hemen bana döndü. "Majesteleri bu patavatsızlık için en içten özürlerimi sunuyorum. Leydi Cora'nın şu sıralar aklı karışık." Ben hâlâ sakin kalmaya devam ederken yüzümde hafif tebessüm oluşmuştu, içimdeki öfkenin aksine. "Leydi Cora'nın sanırım aklı hep karışık leydim. Onu tanıdığımdan beri sözleri hep böyle keskin olmuştur ancak bilirsiniz, bıçak sizin elinizdeyken zarar görmezsiniz." Cora sözlerimle ayağa kalkarken burnundan soluyordu. Tek kelime etmeden kapıya doğru yürüyüp odadan çıktı. Arkasından kapı kapanırken bile Kylie hâlâ özür dilemeye devam ediyordu. Bakışlarım tam kapatılmayıp sallanan kapıdayken Kylie'nin kelimelerine dikkat verememiştim. "Yemek hazır olunca bana haber gönderirsiniz leydim" diyerek ben de ayaklanıp yürümeye başlarken hâlâ sakin ifademi koruyordum. Kylie'yi ardımda bırakıp koridora çıktığımda hince gülümseyen Emir beni bekliyordu. Gözleriyle Cora'nın gittiği yeri işaret ederken gülümsemesi genişlemişti. Kylie hemen ardımdan koridora dışarıya çıkarken bakışları anında beni bulmuştu. "Tekrar özür dilerim majesteleri. Kaleyi gezmek istiyorsanız ben size eşlik edeyim sizin de izniniz olursa" dedi, az önceki olayı ört bas etmek için. "Buna sevinirim leydim" diye cevap verdiğimde yüzünde kocaman bir gülücük oluştu. Sırtımı daha da dikleştirmiştim çünkü Kylie, kıyafetlerime gizli bir bakış atarken binici pantolonumda uzun süre durmuştu. Ancak yüzüne gülümsemesini tekrar yerleştirdiğinde, "önce ana salonlardan başlayalım. Arka bahçeyi görmeniz için sabırsızlanıyorum. Quany gittiği ülkelerden benim için çeşit çeşit bitkiler getiriyor. Arka bahçe o bitkilerle çevrili. Adeta cennetten bir parça," Kylie anlatmaya devam ederken yürümeye başlamıştık. Emir hemen yanımda etrafa bakarak yürürken hafiften ıslık öttürüyordu. Kylie'nin açtığı bir kapıdan girmeden içeriye hızlı bir bakış attım. Oldukça büyük bir salonda dikkat çeken iki tane uzun masa ve kocaman şömine vardı. İçeri girmeyeceğimi anlayan Kylie bana ayak uydururken salonda yapılan etkinlikleri anlatıyordu. Ben ise yanımızdan geçen çalışanlara daha çok dikkat ediyordum. Gözlerim, hareketli çalışanların üzerinde gezindi; hepsi işine odaklanmış, ne benimle ne de Kylie ile göz göze geliyordu. Koridorda ilerlerken, antika mobilyalar ve özenle seçilmiş tablolarla süslenmiş geniş salonlar dikkatimi çekti. Yüksek tavanlar, odaların ihtişamını vurgularken, pencerelerden süzülen hafif gün ışığı içeriye yumuşak bir huzur yayıyordu. Gösterdikleri odalardan biri, geniş davet odasıydı. İçeride büyük bir kristal avize sarkıyor, altında yuvarlak, zarif bir masa yer alıyordu. Masanın çevresinde şık sandalyeler düzenli bir şekilde dizilmişti. Odanın kenarlarında işlemeli raflarda dizilmiş porselen takımlar ve ağır kumaşlardan yapılmış perdeler odanın zarafetini tamamlıyordu. Sonunda bu katta bakmadığım sadece mutfak ve arka bahçeye giden geniş koridorun kaldığını fark ettim. Koridor, uzun ve genişti; duvarlar, pastel tonlarında boyanmış ve çeşitli sanatsal eserlerle süslenmişti. Kylie, bitkileri ve çiçekleri hevesle anlatırken mutfağı teğet geçmişti. Parlak gözleri, her yeni bitki türünden bahsederken daha da parlıyordu. Ancak benim aklım mutfakta kalmıştı. Kapıları ardına kadar kapalı olan mutfağın önünden geçerken, Emir elleri cebinde hafifçe öne eğilip mutfak kapısını izledi. İçeriden tek bir ses bile gelmiyordu. Çalışanlar hayalet kadar sessizdi; bu durum içimde bir huzursuzluk yarattı. İstemeden de olsa bizim kaleyle kıyaslamaya başladım. Mutfağın yakınına her yaklaştığımda içeriden yükselen kahkahalar, neşeli sesler kulağımı doldururdu. Blair, aralarında en ketum ve sessiz olanıydı, ama zamanla ona bile alışmıştım. Hâlâ tam anlamıyla güvenemesem de varlığına dair içimde bir kabullenme oluşmuştu. Kylie'nin bir saattir övgüler dizdiği arka bahçeye adım attığımız anda, takdir edercesine tek kaşımı kaldırdım. Burası, kış bahçesi tarzında, etrafı tuğlalarla örülü ancak ön cephesi ormana bakan büyüleyici bir bölümdü. Bahçenin içerisinde özenle düzenlenmiş saksılar ve renkli taşlar arasında çeşit çeşit bitkiler göz kamaştırıyordu. Çiçeklerin canlı renkleri, bahçeye adım attığımız anda beni büyüledi; morlar, kırmızılar, sarılar ve yeşiller iç içe geçmiş, adeta bir renk cümbüşü oluşturmuştu. Alanna burada olsaydı, kesinlikle bayılırdı diye düşündüm. "Vaov," diyen Emir'in sesi, onun da bu manzaradan etkilendiğini açıkça gösteriyordu. Kylie, heyecanla konuşmaya devam ederken, gözlerim bahçede çalışanlara takıldı. Çiçeklerle ilgilenen yaşlı bir adam ve sulama yapan genç bir kız vardı. Biz bahçeye çıkar çıkmaz adam bir anda ortadan kaybolmuş, genç kız ise dikkatlice köşelerden yürüyerek içeriye doğru geçmişti. İkisi de varlıklarını mümkün olduğunca belirsiz kılmak istercesine hareket etmişti; göz göze gelmekten özenle kaçınıyorlardı. Bahçenin genel havası bu davranışlarla birleşince içimdeki huzursuzluk hissini tekrar uyandırdı. Kylie'nin neşeli anlatımları bu tedirginliği dağıtamıyordu. Çiçeklerin yoğun kokusu, burnuma dolarken, bahçenin güzelliği ve sakinliği beklediğim huzuru getirmekten ziyade tuhaf bir gerginlik yaratıyordu. Her şeyin bu kadar mükemmel ve düzenli oluşu, sanki altında gizlenen bir sır barındırıyormuş hissi veriyordu. Bu sessizlik ve çalışanların hayaletvari hareketleri, buranın göründüğünden çok daha farklı bir yer olduğunu hissettiriyordu. Gözüme takılan birkaç detay daha vardı. Kylie'nin coşkusu devam ederken, ben bu kötü atmosferin etkisinden kurtulmaya çalışarak çevremi incelemeye devam ettim. "Burası gerçekten çok güzelmiş, leydim. Yemeğe kadar odada dinleneceğim. Sonra görüşürüz," dedim, kaçarcasına arkamı dönerek. Kylie'nin coşkulu sesi birden susmuştu. Sanki sözlerimle büyüsünü bozmuştum. "Ah, tabii, yorgun olmalısınız. Benim kabalığım. Size odanıza kadar eşlik edeyim," dediğinde, tam kapıdan içeri girmek üzereydim ki durdum. "Buna hiç gerek yok. Yolumu gösterecek birini bulurum. İyi günler, leydim," dedim ve cevabını beklemeden kendimi koridora attım. Emir, arkamda daha ağır adımlarla ilerliyordu. Sanırım Kylie'nin gelmediğinden emin olmak için temkinli davranıyordu. Geldiğimiz yolları geri yürürken, mutfağın önüne yaklaştığımızda Emir nihayet bana yetişti. Sessiz adımlarla ilerliyorduk. Mutfaktan hâlâ tek bir ses bile gelmiyordu, sadece hafif bir yemek kokusu havada asılı kalmıştı. Emir'le göz göze geldik. Anlaşılan bu sessizlik ikimizi de huzursuz ediyordu. "Bu yer gerçekten tuhaf. Kylie'nin coşkusu ne kadar abartıysa, buradaki çalışanların sessizliği de bir o kadar garip," diye fısıldadı Emir. Sanki duvarların kulakları varmışçasına mutfağı dinlemeye çalışıyordu. Başımı sallayarak ona katıldım. "Evet, sanki her şeyin üstünde görünmez bir perde var gibi değil mi? Albayın korkutucu bir lider olduğunu duymuştum; bizim klanda bile ondan herkes çekinir. Ancak onun olmadığı zamanlarda bile böyle sessiz hareket etmeleri tuhaf," dedim. Emir, hafifçe başını sallayarak onayladı. "Haklısın," diye mırıldandı. "Bu kadar silik olmaları saygıdan olamaz. Başka bir şey var burada, hissediyorum." Emir'in sözleriyle aklıma klanımızdaki kadınların söyledikleri geldi tekrar. Çalışanların şiddet gördüğünden bahsetmişlerdi. Umarım doğru çıkmazdı, yoksa albay döndüğünde bıraktığı gibi bir klan bulamayacaktı. Bu düşünceler zihnimi kemirirken, odaya giden yolda ilerlemeye devam ettik. Emir'in de benimle aynı kaygıları paylaştığını gözlerinden okuyabiliyordum. Sessizlik, koridorun her köşesine sinmişti. Bu evdeki insanların, görünmez bir baskı altında, adeta birer gölge gibi hareket ettiklerini görmek canımı fazlasıyla sıkmıştı. Keşke daha önce buraya gelseydim. "Bir saate anlarız nasılsa," dedi. Emir'e güven verici bir bakış attığımda sözlerine devam etti. "Ancak şunu söylemeliyim ki, bugünkü ziyaretimizden sonra albayla ters düşebilirsin. Buraya gelip klanının kurallarına karışmamız hoşuna gitmeyebilir." Emir'e düşünceli bir şekilde başımı salladım. Yürümeye devam ederken bakışlarım girişte dikilen savaşçılarda ve üst kata koşturur adımlarla çıkan kızlardaydı. "Eğer bir suistimal varsa, albay bunu göremediği için de suçludur. Bana bu yüzden hesap soramaz," dedim kararlı bir sesle. Emir, elleri cebinde yürümeye devam ederken etrafı dikkatle süzüyordu. Koridorun sonunda aralık bir kapıdan Rob ve Max'in bir savaşçıyla konuştuklarını gördüm. O savaşçıyı daha önce albayın yanında görmüştüm. Rob, ciddi bir ifadeyle bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu sanırım. Max ise dikkatle etrafı gözlemliyordu, her iki adamın da yüzlerinde derin bir odaklanma vardı. "Sen üst katlara bak, ben de mutfağa girmeye çalışacağım" Emir'i onaylarken merdivenlerin başında ayrılmıştık. *** Üst kata çıktığım an iki çalışan kadın beni bekliyordu. İçlerinden biri bana papatya çayı servisi yapan kadındı. "Size biz hizmet edeceğiz majesteleri" demişti bana bakmadan. Saçları ağarmış kadına bakarken cevap vermeden ilerlemeye devam etmiştim. İkisi de benim geçmemi beklemiş, benden üç adım geride takip ediyorlardı. Bir kapının önünden geçerken "burası sizin odanız majesteleri" demişti saygılı bir tonlamayla. Kapının önünde duraksamadan kolu aşağıya indirerek odaya girmiştim. Oldukça ferah bir odaydı ve pencereden manzarası da ön cepheye bakıyordu. Altın tonlarının ağırlıkta olduğu oda önemli misafirler için ayarlanmış olmalıydı. Kadınlar peşimden odaya girerken istirahatim için odayı en uygun hale getiriyorlardı. Kapı tekrar açılıp erkek bir çalışan elinde içecek servisiyle gelmişti. Onların bu temposu karşısında ayakta dikilip sadece bakakalmıştım. "Bir şey içmeyeceğim teşekkürler" dediğim adamın tedirgince yutkunduğunu gördüm. Geri geri yürüyerek odadan çıkmaya başladığında ise ağzım bir karış açık kaldı. Yatağa vurarak yumuşatmaya çalışan kıza döndüğümde onun tek odak noktası işindeydi. Aynı şekilde yaşı olgun kadın da şömineye yeni odun atmaya uğraşıyordu. "Bir dakika durur musunuz?" Sesimle kadınların bedenlerinden titreme geçtiğine yemin edebilirdim. Çok yüksek bir tonlamayla bağırmamıştım halbuki. Ses tonumu daha da yumuşatarak, "lütfen ikiniz de oturun" dedim sandalyeleri işaret ederek. Kadınlar yaptıkları işe ara verip birbirleriyle bakıştılar. Yürüyüp sandalyelerin olduğu yere ulaştım ve tek elimle sandalyenin birini çekip oturdum. Bacak bacak üzerine atarken pür dikkat iki kadına bakıyordum. Acelesiz adımlarla yürüyüp büzülmüş bir şekilde sandalyelere oturdular. En ufak seste ayağa kalkacak gibi oturmuşlardı. "Sen kalenin kahyası mısın?" Diye sordum, yaşı daha olgun olan kadına. Kısa bir an bakışlarını bana kaldırdı ancak hemen ardından yere çevirdi. "Evet majesteleri. Kahya Betty hizmetinizde" dedi gözlerime bakmadan. Diğer genç olan kafasını bir tık daha aşağıya eğmişti. "Benim kim olduğumu biliyorsunuz değil mi?" diye sordum Betty'e bakarak ancak bana bakmaması sinirimi bozmuştu. "Elbette siz ülkemizin kraliçesiniz. Çok değerli ve önemlisiniz. Kral Büyük Dougal sayesinde ülkemiz kurtuldu, çok yaşasın" Kadın konuşurken genç olan ellerini önünde bağlamıştı. "Lütfen benimle konuşurken gözlerime bakın" dedim bıkkın bir sesle. İki kadın da kafasını kaldırdığında sonunda göz göze gelebildik. Tedirgin bakışları gözlerime odaklanamıyordu. "Ben reisiniz Quany'in kızıyım aynı zamanda. Yani bu klanın bir parçasıyım. Neden geldiğimden beri herkes ürkek davranıyor?" İki kadın bu sefer çok kısa bir an bakışırken kaşlarımı çatmamaya özen göstermiştim. "Burada yaşam koşullarınız nasıl?" Cevaplarını beklemeye sabrım kalmamıştı. Artarda soruları sormak istiyordum. Kadınlar tekrar bakışırken Betty bana dönüp söze girdi. "Çok iyi majesteleri. Burada çok huzurlu ve mutluyuz. Size hizmet etmek bizim için bir onurdur. Reisimiz de hiçbir şeyimizi eksik etmiyor. Bu klana minnettarız" Şimdi kaşlarım çatılmıştı işte. Sözleriyle beden dilleri çelişiyordu ama bunu daha fazla üstelemenin anlamı olmayacağını da anladım. Kadın konuşurken son derece kendinden emin konuşmuştu. Yaşadığı klanla ilgili hiçbir sırrı açık etmeyecek biriydi. Kadınları odadan gönderip bir süre pencereden dışarıyı izlemiştim. Halkın yaşadığı evler bizim klan gibi surların içinde de olsa kaleye uzaktı. Bahçede insanlardan çok savaşçılar vardı. Bahçenin her yeri kalenin içi gibi oldukça özenliydi. Bitkiler şekil verilerek budanmış ve yürüyüş yolları ayrılmıştı. Çardaklar bile son derece gösterişli işçilikle yapılmış ve boyanmıştı. Ayakta dikilip ellerimi belimin arkasında birleştirip bahçeyi izlemeye devam ederken odamın kapısı tıklanmadan açılmıştı. Emir, içeri girerken kapıyı arkasından örtse de yüz ifadesinden bir şey bulamadığı belli oluyordu. Saçlarını eliyle geriye tarayarak yanıma gelirken az önce yumuşatılan yatağa pat diye kendini atmıştı. "Mutfaktan geliyorum" dedi ellerini arkaya yaslayarak sırtını geriye eğdirirken. "Ve," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Ve, kimse konuşmuyor. Yeminli gibiler. Cazibeme kapılan bile olmadı" Kaşları şaşkınlıkla havaya kalkarken sinirden gülmüştüm. "Burada çalışmak onları çok mutlu ediyormuş falan filan. Hepsi aynı hikayeyi anlatıyor" Kollarımı göğsümde bağlarken ileri geri yürümeye başlamıştım. "Cora hakkında bir şey diyorlar mı?" "Ah hem de neler. Cora gökten inmiş bir melek kadar iyi yürekli bir kadınmış. Onun gibi bir hanımları olduğu için şanslılarmış" Emir'in alayla karışık sesiyle düşüncelere dalmıştım. Eğer buraya gelmeden bunları duysaydım, klanda ki kadınların bana söylediklerinin abartı olduğunu düşünürdüm ancak buradaki herkesin korktuğu bariz belliydi. "Bir şekilde onları sindirmiş olmalı" diye mırıldandım. Emir yatakta doğrulup sırtını dikleştirirken, "o zaman açık verdiriyoruz değil mi?" diye sordu. Kafamı aşağı yukarı sallarken, "yemek sırasında..." dedim. Emir anlayarak kafasını sallarken gülümsüyordu. *** Konuştuğum kadınlardan kahya Betty gelip yemeğin hazır olduğunu söylemişti. Zaten yanımda kıyafet getirmediğim için uzandığım yataktan kalkıp direkt odadan çıktım. Betty yine mesafe bırakarak beni takip ederken aşağıya inip daha önce geçtiğim koridorlardan girmiş ve salonun önüne gelmiştim. Kapıda iki Kurt savaşçısı askeri bekliyordu. Beni görünce kapıları ardına kadar açsalar da kafaları öndeyken gözlerinin kıyafetlerimde dolaştığını görmüştüm. Bir erkek gibi giyinmiş kraliçe herkese tuhaf geliyordu ama yapacak bir şeyim de yoktu. İçeride masa hazırlanmış, Kylie ve Cora son derecede şık ve dekolteli elbiselerle masada bekliyorlardı. Max, Rob ve Emir ile Kurt klanı savaşçılardan iki kişi de sofradaydı. Bu iki adama da göz aşinalığım vardı. Hatta daha önce sohbet de etmiştim. Hep Albayın yanında geldikleri için yüksek rütbede olduklarını biliyordum yani sıradan savaşçılar değillerdi. Ayrıca zaten Rob ile geçmişleri vardı çünkü benimle tanışana kadar Rob da onlardan biriydi. "Majesteleri" Emir hariç herkes ayağa kalkıp benim için hafifçe eğilirken, Cora bunu zorla yapmış gibi duruyordu. Rob ve Max de onlara uyarak ayağa kalkarken, Emir elini bir tabağa uzatıp yiyecek alıp ağzına atmıştı. Kurt klanı savaşçılarının Emir'e bu hareketi yani beni selamlamaması yüzünden ters bir şekilde baktığını da yakalamıştım. "Lütfen oturun" dedim masaya yaklaşıp Emir'in yanına otururken. Ben oturduğum an çalışanlar hızla masaya yaklaşıp ağzı kapalı olan bakır kapların kapaklarını açmaya başlamışlardı. Kahya Betty de Kylie'nin hemen ardında ayakta bekliyordu. Çalışanlar kapakları ellerinden bırakmadan geri geri yürüyerek Betty gibi masanın gerisinde ayakta beklemeye başladılar. Betty hariç Tam beş çalışan vardı, bunlardan ikisi erkekti. Yemeğe başlamamla herkes aynı anda çatalına uzanmıştı. Kylie İngiltere hakkında sohbet konusu açarken onu dinleyip arada cevap veriyordum. Kylie'nin amcasıyla bu zamana ilk geldiğim zamanlarda bahar şenliklerinde tanışmıştım. Kont olduğunu ve ondan pek haz etmediğimi hatırlıyordum. Kylie'de amcasının yakında ziyarete geleceğini anlatarak onunla tanışmam için şimdiden yol yapıyordu. İngiltere'de yaşamasam da aristokraside uygulanan siyaseti az çok biliyordum. Kimin bağlantıları sağlamsa güç elde ediyor ve sözü geçiyordu. Bir Kont'un da kraliçeyle yakın olması onun için avantajlı bir durum olacaktı elbette ve Kylie şimdiden bunları hesaplıyordu. Bana karşı gelişen bu samimi tutumları da sanırım bu istekleri içindi. Cora hiç konuşmuyordu. Memnuniyetsiz bakışlarını sürekli yüzümde ve kıyafetlerimde gezdirmekten de geri kalmıyordu. Ana yemek bittiğinde yandan Emir'i hafif dürtükleyip işareti verdim. Emir bozuntuya vermeden nezaketten tamamen uzak bir sesle, "ah bu yemek gerçekten harika olmuş. Kim yaptı?" diye sordu. Emir'in beğenisiyle Kylie'nin gözleri parlarken kafasını sağa sola çevirip birilerini arar gibi çalışanlara bakmıştı. Kadınlardan biri öne çıkarken ana yemeği yapanın o olduğunu anlayan Kylie gülümseyerek Emir'e bakıp kadını işaret etmişti. "Çalışanlar çok maharetli" gibi bir şeyler mırıldanmıştı. Emir arkasına yaslanırken bakışlarını kadına çevirip "her zaman yemeklerin böyle müthiş olduğunu mu söylüyorsunuz? Klanınızın hanımına ilk defa yemek yaptığınız için böyle özenmediniz yani?" dedi gülümseyerek. Kadın kafasını kaldırmadan göz ucuyla Cora'yı kısa bir an yoklamıştı ve elbette masada hissedilebilir bir gerilim de oluşmuştu. Cora'ya çevirdiğim bakışlarım onun ateş eden gözleriyle buluştu. Kylie ona gizlice işaret yapsa da -ki orayı tam olarak yakalamıştım- Cora kendini zor tutuyor gibi duruyordu. "Çalışanlar her zaman böyle özenlidir lordum" diye araya girdi Kylie. Emir söylediği sözleri bilinçsizce söylüyormuş şımarık biri gibi bir imaj çizerken Rob ne yapmaya çalıştığımızı anlamış gibi bakıyordu. Max'in hiçbir şeyin farkında olmadığına emindim. "Tuğra, bu klanda yemekler daha güzel." Emir bunları bana bakarak söylerken gözleri yemeklerdeydi. "Biz bir süre burada mı kalsak? Sen de klanındaki insanlarla tanışırsın?" Diye sordu. "Kardeşim biliyorsun kralımız beni merak eder. Benden bir süre de olsa uzak kalmak hoşuna gitmez" dedim hafif tebessüm ederken. Konuyu kapatmaya çalışıyormuş gibi davranıyordum. Kylie sessizce yemeğini yese de bizi dinliyordu herkes gibi. Cora ise istediğimiz kıvama yavaş yavaş geliyordu. Kızaran suratı ve sıktığı yumrukları bunu ele veriyordu. "Birkaç hafta kalsak ne olabilir ki? Hem Dougal da seni biraz özler." Bardağı elime alıp sesimi bilerek sessiz çıkarmaya çalışıyormuş gibi kıssam da duyulduğundan emin olduğum bir tonla, "ertesi gün beni almaya gelir biliyorsun" dedim. Kylie'nin yine elinin kalkıp Cora'ya masanın altından uzandığını göz ucuyla yakalamıştım. Emir de yakalamış olacak ki bir anda sandalyesinden ayağa kalkıp az önce öne çıkan, yemeği yaptığını konuşmadan ima eden kadına doğru yürüyerek nazikçe kadının beline dokundu ve onu bana doğru yürüttü. Şaşkınlıktan tepkisiz kalan, ancak Emir'in yönlendirmesine de karşı çıkamayan kadını ilerletip, az önce kalktığı benim yan sandalyeme oturtunca kadın ağlayacak gibi oldu. "Lütfen hanımına sen söyle de burada kalsın. Sevgili kardeşim Kurt klanının resmî olarak tek hanımı değil mi? Hadi söyle!" Emir kadına doğru eğilip konuşurken, kadın ne diyeceğini şaşırmış gibi kafasını sağa sola çevirip 'ben ben' diye sayıklamıştı. "Yeter!" Cora'nın masaya vurarak bağırmasıyla masadaki herkes aynı anda ayağa kalkıp kılıçlarını çekmişti. Kylie Cora'ya doğru atılıp onu susturmaya çalışsa da öfkeden gözü dönen Cora'nın bakışları üzerimizde geziyordu. Yanımdaki sandalyede oturan kadının ağlamaya başladığını ona bakmadan duyuyordum. Cora zehrini atsın diye konuşmadan bekledim. "Quany'in kızı olabilirsin, Dougal'ı elde etmiş olabilirsin hatta şimdilik kraliçe de olabilirsin ancak buranın hanımı falan değilsin. Her şeyimi elimden aldın, bunu da almana izin vermeyeceğim." Kylie telaşla Cora Cora diye mırıldanıp onu tutup susturmaya çalışırken Cora teyzesini itip devam etti. Emir'in yüzünde kocaman bir gülümseme olduğuna emindim ama dönüp bakamıyordum. Sakin ifadedeki yüzümü ve gözlerimi Cora'dan kaçırmayacaktım. "Senin hanımın benim! derhal işinizin başına gidin sizi bir süre görmeyeceğim" Kaşları çatık bir şekilde emir verirken Kylie bana bakarak özür dilemeye çoktan başlamıştı. Cora'yı tanıdığım kadarıyla az çok çözdüğüm için böyle patlayacağını biliyordum. Kylie ona göre daha kurnazdı. Kadınlar panik halinde odadan koşturarak çıkmaya hazırlanırken Emir sandalyeye oturmuş hiçbir şey olmamış gibi yemeğini yemeye devam ediyordu. Elimi kaldırıp "kimse bir yere gitmiyor!" diye bağırırken sesim beklediğimden daha yüksek çıktı. Sesimle kısa süre bocalayan kadınlar ve erkekler, ne yapacaklarını şaşırmış gibi bir bana bir Cora'ya bakıyorlardı. "Çalışanlara gösterdiğin üslup her zaman böyle mi leydi Cora?" diye sert bir tonla devam ettim. Bakışlarımı onun alev gibi yanan gözlerinden çekip geldiğimden beri dikkatimi çeken yaşı küçük gözüken kıza doğru yürüdüm. Cora o esnada "klanımda nasıl konuştuğum sizi ilgilendirmez. İskoçya kraliçesi olabilirsin ancak klanımın iç işlerine karışamazsın" diye cırtlak bir tonla bağırıyordu. Yürüyerek o kızın yanına gittim ve önünde bağladığı titreyen eline uzanıp avuç içime aldım. Kızın avucunda derin bir kesik vardı ve yara kabuk bağlamıştı. Ancak kesiğin derinliğine ve kalınlığına bakılırsa ilk oluştuğunda dikiş atılacak kadar derin olduğu da belliydi. Kız elini çekmeye çalışsa da sıkı sıkı tuttuğum eline bakarken, "bunu kim yaptı?" diye sordum. Kız titremekten başka bir şey yapamıyor ve cevap veremiyordu. Bu sorumun üzerine Cora da susmuş, Kylie kendi kendine bir şeyler söyleyip açıklamaya çalışıyordu ancak bakışlarım hâlâ kızdaydı. Bana bakmamakta ısrarcı olunca kafamı çevirip gözlerimi odada gezdirdim ve diğer çalışanların da herkes gibi beni izlediğini gördüm. Betty'nin yüzünde minnettar bir bakış yakalamıştım. Bakışlarımı yanımdaki kıza çevirip elimi uzatarak aynı kızın kaburgalarına bastırdım. Daha önce kızın iş yaparken birkaç defa bu noktayı tuttuğunu görmüştüm. Elimi bastırmamla kız derince inledi. "Sana kim dokundu?" diye sordum sesimi daha da yumuşatarak. Ancak dişlerimi sıkacak kadar sinirliydim. Kylie hâlâ konuşurken Rob araya girip "leydim bence susun" diyerek onu susturmuştu. Kız, hafifçe kafasını kaldırıp tam karşısına baktı. Kafamı çevirdiğimde onun Betty ile göz göze geldiğini ve sanki ondan onay beklediğini fark ettim. Daha yumuşak olmak için iki elimle nazikçe çenesinden tutup kafasını kendime çevirdim. Şu an sinirden ellerim kaşınsa da kendimi zor tuttum çünkü vereceği isim için çok kötü şeyler planlıyordum. "Bana doğruyu söyleyip güvenebilirsin. Kimin yaptığını söylersen bir daha buna maruz kalmana izin vermeyeceğim" dediğimde kızın gözünden bir damla yaş aktı. "Kraliçem" diye konuşurken gözlerini kaçırmaya çalışmıştı ancak çenesindeki tutuşum yüzünden bunu yapamamıştı. "Leydim yaptı" dediğinde arka tarafta sesler yine yükseldi. Kylie inkar edercesine bağırırken kızın yalancı olduğunu söylüyordu. Cora odadan çıkmak için hareket etmeye çalışmış ancak Max tarafından engellenmişti. "Hangi leydin?" dedim kıza güven verircesine bakarken. Kız kafasını oynatmadan gözleriyle tekrar Betty'e baktığında ben de döndüm. Betty, hafifçe kafasını sallayıp onaylamıştı. Karşımdaki kız, kahyadan onay alınca tekrar bana bakmış ve "leydi Cora" demişti fısıltıyla. Ellerimi yavaşça kızdan çekip arkamı dönerken bakışlarım Cora'yı buldu. Kafasını sağa sola çevirip kaçmak için yer arıyor gibi duruyordu. Kylie ise sandalyeye oturmuş daha doğrusu Rob tarafından zorla oturtulmuştu. Rob, başında ayakta beklediği için sandalyeden kalkamıyor ancak konuşmaya devam edip ağlıyordu. "Çalışanlara vuruyor musun?" diye sordum Cora'ya. "Onlar çalışanlar. Yanlış bir şey yaptıkları zaman terbiye edilmeleri gerekiyor. Bunda yanlış bir şey yok," dedi umutsuzca kendini savunarak ancak az önce sinirle yaptığı hatayı anlamış gibi ses tonu uysallaşmıştı. Yine de dik durmaya çalıştığını fark etmiştim. "Bu yaptığın affedilemez. Sen ne hakla dokunursun! Kendinden daha güçsüz insanlara dokunma hakkını sana kim verdi Cora? Bu yaptığının bedelini çok ağır ödeyeceksin!" diye bağırdığımda tüm sesler kesilmişti. Emir, sandalyesini iterek ayağa kalkarken işaret parmağını yalamış ve tek yaptığı bana kısa bir bakış atarak Cora'nın yanına yürümek olmuştu. Kylie haykırıp ağlarken bununla bir ilgisi olmadığını anlatmaya çalışıyordu ancak elbette ki haberi vardı. Bu istismar kim bilir ne zamandır sürüyordu. Kendimi ve albayı içimde suçlarken onu gördüğüm yerde aramızın bozulacağını da anladım. "Leydi Cora'yı hücreye kapatın. Leydi Kylie oda cezasında kalacak. Onunla ilgili Quany karar verecek. Leydi Cora artık benim sorumluluğumda." Odadaki iki Kurt savaşçısı sözlerimle kısa bir an duraksadı. Tek hareket eden Emir, Max ve Rob olmuştu. Bu sefer öfkeli bakışlarımın hedefi iki savaşçıdaydı. "Siz kime sadıksınız?" diye bağırarak onlara doğru yürüdüm. Kılıçlarını zaten az önceki bağırış yüzünden çoktan çekmişlerdi ancak kimin tarafında olacaklarını bilemiyormuş gibi bir bana bir Kylie'ye bakıyorlardı. Tam karşılarında durduğumda sağdaki adamın sesini duydum. "Reis Quany klandan ayrılırken leydi Kylie'yi bize emanet etti majesteleri" dedi. Elbette bu sözle Quany'e sadık olduğunu ima etmişti. "Bu salondaki üç adamımla birlikte istersem klanı bir saat içinde ele geçirebilirim. Saniyeler içinde ikinizi de öldürebilirim bunu biliyorsunuz değil mi?" dediğimde sesim soğukkanlı bir katil gibi çıkmıştı. Son kelimeyi söylerken hızlı bir hareketle cebimden dikiş tutmazımı çıkartıp adamın boğazına dayamıştım. "Ancak ben Quany'in kızıyım, bu klanın varisiyim, her şeyi geçtim senin kraliçenim! Halkınızı kötü şartlarda yaşatan bu iki kadının yanında mı olacaksınız? Öyleyse hiç durmayın çünkü ben de durmayacağım. Bana karşı mı geleceksiniz, öyleyse ilk ölen siz olacaksınız!" Kylie'nin hıçkırıklarını duysam da Cora hiç ağlamıyor, sinirden ve şaşkınlıktan beni bir kaşık suda boğacak gibi sert nefesler alıyordu. Karşımdaki savaşçılar sözlerimle derince yutkunup birbirlerine baktı ve hemen ardından kılıçlarını sertçe yere attı. "Affedin majesteleri" diyerek hafif eğilirlerken ben de bıçağımı geri çekmiştim. Bakışlarımı onlardan ayırıp Cora'ya dikerken tekrar bağırmaya başladı. "Bunun hesabını vereceksin! Quany geldiğinde bir daha klana adım atamayacaksın. Dougal bu yüzden senden uzaklaşacak. İskoçya'lı olmadığını, bir yabancı olduğunu bu hamlenle kanıtlamış olacaksın. Biz sert bir milletiz. Kadınlarımız da erkekler kadar sert ve güçlü. Önemsiz bir çalışana iki tokat attım diye beni hücreye kapatmanın bedelini sana Dougal ödetecek!" Cora nasıl bir ruh hastasıysa bu durumun işine yarayacağını düşünür gibi konuşurken tebessüm etmişti. Emir'in kahkahasıyla duvarın dibine sinmiş çalışanlar yüzlerindeki bakış ve dolu dolu gözlerinde ki minnetle bana bakıyordu. "Evet leydi Cora, İskoç kadınları biz Türkler gibi sert ve güçlüdür. Ve ben bundan gurur duyuyorum. Ancak güçlü kelimesinin tanımı, kendinden güçsüzleri ezmek değildir. Senin yaptığın bir acziyet. Ve unuttuğun bir şey var, sen de bir İskoç değilsin!" Sözlerimin ardından odada hareketlenme başladı. Max ve bir Kurt savaşçısı Kylie'nin iki yanına geçip odadan çıkartırken, Kylie de artık kibarlığı ve oyunu bırakmış, bana içindeki gerçek nefretle bağırıyordu. Rob ve diğer savaşçı da Cora'yı peşinden çıkartırken odada sadece Emir'le ve çalışanlarla kalmıştık. Cora başını dik tutup zorluk çıkarmadan odadan çıkmıştı. Bunun bedelini ödeyeceğime oldukça emindi. Kapının kapanmasıyla odada derin bir sessizlik oluşurken "yemekler soğudu" diyen Emir'e döndüm ve gülümsedim. "Evet ya çok acıkmıştım" diyerek sandalyeye oturdum. Etraftaki çalışanların şaşkın ve korku dolu bakışlarını hissederken onlara bakmadan "siz de sofraya oturun da biraz konuşalım" dedim. Cevap gelmeyince kafamı kaldırıp etrafta gezdirdim. Hepsi bana ikinci bir kafam çıkmış gibi bakıyordu. Elimle masayı işaret ederken bunu bir emir algılamış olacaklar ki tedirgince ancak oldukça hızlı hareket edip sandalyelere oturdular. Erkek çalışanlar benden en uzak köşeye geçmişti. Betty tam karşıma oturacak cesareti göstermişti. "Şimdi anlatın. Klanda ki işleyiş nasıl? Kalede kaç çalışan var? Halkın geçimi ve durumları nasıl? Kaç çocuk, kaç hasta var? Çocuklar eğitim görüyor mu?" Sorularımı Betty'e bakarak peş peşe sıralarken yemek yemeye devam ediyordum. Bu tatlı gerçekten enfesti ve Rob'un yiyemeden gittiği tatlısına çoktan göz dikmiştim bile. Emir tabağını bitirmeden önce ben bitirip o tatlıyı kapmalıydım. Kadınlar konuşmadığında kafamı kaldırıp bana en yakın olan Betty'e baktım ve bir cevap bekledim. Betty anında ağzını açtı ve klanda ki tüm işleyişi anlatmaya başladı. Onu dinlerken gözlerine bakmış ve ciddi bir ifadeyle dinlemiştim. Bazı sorular sormak için araya girsem de çoğunlukla anlatmasını beklemiştim. O konuşurken diğerleri de cesaretlenmiş olacaklar ki söze girmişlerdi. Klanda işleyiş anladığım kadarıyla gayet nizamiydi. Halkın maddi durumu çok iyiydi, hiç fakir yoktu. Çocuklar eğitim görüyordu, albay bunun için klana öğretmen bile getirmişti. Kalenin ve klanın güvenliği çok iyiydi. Hiçbir savaşçı görevini aksatmıyor ve albayın yokluğunu aratmıyorlardı. Albay burada güzel bir sistem kurmuştu. Anladığım kadarıyla Kylie ve Cora'yla muhatap olmayan herkes hayatından çok memnundu. Kadınlara teşekkür ederek yollarken Betty'e onunla özel görüşeceğimi de belirtmiştim. Ayrıca bir ara mutfağı ziyaret edip tatlının tarifini alacağımı da eklemiş ve hafifçe ayağa kalkıp Rob'un tatlı tabağına uzanıp Emir'den önce önüme çekmiştim. Emir de aynı anda uzanıp yakalayamayınca bir öf çekmiş ardından Max'in yarısı yenmiş tabağını almıştı. Herkes çıkınca kocaman masada birbirimize sataşarak yemeye devam etmiştik. *** Klanda tüm komutanları toplamış, Kylie'nin, Quany gelene kadar kesinlikle odasından dışarıya adım atmayacağı talimatını vermiştim. Ayrıca Cora'nın cezası da başlamıştı. Onu hücreden çıkartıp halkın yaşadığı bölgede boş bir eve yerleştirilmesini sağlamıştım. Cora İskoçya'da kalmak isterse yaşayacağı tek yer bu ev olacaktı. İngiltere'ye amcasının yanına gitmek isterse bir daha İskoçya'ya ayak basamayacaktı. Burada geçimini diğer insanların yaptığı şekilde sağlayacaktı. Kaleden ona asla maddi yardım ve ayrıcalık yapılmayacaktı. Kylie'yi eğer albay affederse buna karışamazdım ancak kesinlikle Kylie ve Cora, kale sınırlarında görüşmeyecekti. Çok görüşmek isterlerse Kylie onu evinde ziyaret edecekti. Kraliçeye bağlı kalmak isteyen birçok savaşçı ve elbette Betty'i sıkı sıkı tembihlemiştim. Quany'e sadık olan Betty, onun kızı olmam sebebiyle ve kraliçe olarak Cora'yı onun tabiriyle onlardan kurtarmamın sebebiyle de bana sürekli teşekkürler etmişti. En ufak olayları bile bana bildireceğinin sözünü vermişti. Yine de burayı ihmal etmeyecek, haftada birkaç defa gidip gelecektim. Albay geldiğinde ona iki çift lafım da olacaktı. Klanı iki komutan ve Betty'e emanet edip yola çıkmıştık. Sabah çok erken saatte geldiğimiz için dönüşümüz akşama kalmıştı ancak sorun değildi. Gitmeden Rob da savaşçıları sıkı sıkı tembihlemişti. Emir, mutfaktan aşırdığı tatlıyı yanına almıştı. Kurt klanından Mclennan'a tatlı taşıyordu. Max ise bence geliş amacımız dahil olan tüm olaylara bir anlam verememişti. Yine de sessizliğini koruyordu Rob'un izinden giderek. Mclennan sınırına girdiğimizde, hava iyice kararmıştı. Atlara hükmederek, rüzgârın uğuldayan sesleri arasında ilerliyorduk. Ağaçların dalları, üzerimize bir kubbe gibi kapanıyor, yıldızların ışığını gizliyordu. Gökyüzüne bakmak için başımı kaldırdığımda, ayın bulutların arasında saklandığını fark ettim. “Atlarımızı biraz daha hızlandıralım,” dedim gökyüzünden ayırdığım bakışlarımla bizimkilere bakarken. Beni sesli bir şekilde onaylamadan dizginleri çekerek atlarını hızlandırdılar. Ağaçların arasından geçerken, her adımda gecenin sessizliği daha da derinleşiyordu. Yolculuğumuz boyunca, ayın bulutların ardında kaybolup yeniden belirmesi, içimde bir ürperti yaratıyordu. İki ay sonra gerçekleşecek olan ay tutulması beni şimdiden tedirgin etmeye başlamıştı. Sanırım şu an dünya üzerinde önümüzdeki ay ve güneş tutulmalarının tam tarihini bilen tek kişiydim. Geri gelmeden dersime iyi çalışmıştım. Bulutların ardında saklanan aya tekrar baktığımda onu anlamaya çalıştım. Neden ve nasıl o mağarayla ilişkiliydi bu durum, ayın hareketleri yüzünde açığa çıkan bir enerji dalgası mıydı bilemiyorum ancak bildiğim tek bir şey vardı, o da bir daha o mağaradan asla geçmek istemediğimdi. Oradaki hayatımı ve ailemi çok özlesem de orada yaşadığım her şey şu an bana rüya gibi geliyordu. Bir de bu aralar aklıma hocam Nico'nun sıkça söylediği bir söz geliyordu. "Karanlığın içinde kaybolmak yerine onu anlamaya çalışmalıyız” derdi. Ben de artık anlamaya çalışıyordum. Çünkü artık biliyordum ki, en derin karanlıklar en parlak ışıkları doğurur. *** Mclennan Kalesi, karanlıkta yükselen bir devdi. Taş surları, meşalelerin ışığıyla aydınlanıyor ve görsel bir şölen sunuyordu. Kaleyi çevreleyen karanlık ormanın ortasında parıldayan bir mücevher gibiydi. Kuzeydeki hırçın denizin dalgalarının vurduğu sert sesler, kaleye yaklaştıkça daha da belirginleşiyordu. Rüzgârın taşıdığı tanıdık tuzlu deniz kokusu beni aniden çarpmıştı. Yokuşu tırmanmaya başlarken, evimi, yani Dougal'ı, çok özlemiştim. Kurt klanında geçirdiğim kasvetli ortamda onun sıcaklığı ve huzurunu aramıştım. Beni bahçede beklediğini hayal ediyordum, gözlerimin önünde onun gülen yüzü canlanıyordu. Kapıların açılmasıyla birlikte, atlarımızı son sürat içeriye sürdük. Taş döşeli avluda yankılanan nal sesleri arasında, kalenin ağır demir kapıları kapanırken kalenin güvenli atmosferine girmiştik. Tahmin ettiğim gibi, Dougal bahçedeydi. Hatta kapıya çok yakın oturup bekliyordu. Dizlerini bacaklarına yaslamış, elinde bir kâğıt parçası tutuyordu. Yüz ifadesi ise sinirliydi; geç kaldığım için kızgındı ama beni görünce hafifçe gülümsedi. "Dougal!" diye seslendim atımdan inerek ona doğru koştum. Gözlerinde beliren ifadelerin hepsi geçip yerini bir anlığına rahatlamaya bıraktı. Bana sıkıca sarılırken, "Geç kaldın, seni özledim" dedi sert bir sesle. "Nerede kaldığını merak ettim." Soğuk, kemiklerime kadar işliyordu. Nefes nefese kalmıştım ve her adımda yorgunluğun ağırlığı daha da artıyordu. "İşler uzadı," dedim, nefesimin buharı havada kaybolurken. "Yol zorluydu, Kurt klanı da öyle." Dougal, bir süre gözlerimin içine baktı. Bu bakışta, yolculuğun getirdiği yorgunluğu ve zorlukları anlamış olmanın ötesinde, beni teselli eden bir sıcaklık vardı. Sonunda, elindeki kâğıdı bana uzattı. "Amcamdan gelen mektup," dedi. "Bunu gittiği ilk zaman sizin dilinizde yazmış. Bize daha yeni ulaştı." Elim titreyerek kâğıdı aldım. Eski, yıpranmış kâğıt dokunuşumda hışırtılı bir ses çıkardı. Mektubu hızla açarken, albayın tanıdık el yazısıyla yazılmış satırlara gözlerim kaydı. Türkçe yazması, birinin eline geçerse anlaşılmaması için mantıklıydı. Gözlerim kelimeler üzerinde hızla dolaşmaya başladı. "Jean Alfred'in davetiyle İngiltere'ye iki gece önce geldim. Benimle hemen özel görüşme ayarladılar. Görüşmenin ardından yemin töreni gerçekleşip resmen içlerine üye oldum. Konumumun hiçbir anlamı olmadan 1. Seviyeden ilk öğretimi bugün aldım. Ancak bu seviyeye göre elle tutulur bir bilgi öğrenemedim. Dikkat çekmemem için yanıma bir danışman vererek İskoçya'ya geri dönebileceğimi söylediler. Yanıma verecekleri danışman 10. Seviye bir üye. Bana öğretileri İskoçya'da o vermeye devam edecek. Buradan ne zaman geleceğim belli değil ancak çok uzun sürmeyeceğine inanıyorum." Mektubu kapatıp en yakın meşaleye yürüdüm. Kâğıdı ateşe uzatıp ucunu tutuşturdum. Alevler kağıdı yavaşça yiyip bitirirken Dougal’a döndüm ve yazanları açıkladım. "Bu iş sandığımızdan uzun sürecek gibi," dedi Dougal, yüzünde düşünceli bir ifadeyle. "Hata mı yaptık?" dedim, benim de gözlerim düşünceli bir şekilde Dougal’a bakarken. Albay 1. seviyeden başladıysa bu gerçekten büyük bir sorundu. Klan reisi olduğu için yüksek bir seviyeden başlayabilir diye düşünmüştüm çünkü albay sıradan bir adam değildi. Elle tutulur bilgi akışı için uzun seneler gerekiyordu. "Yüksek seviyelerdeki birini yanımıza çekmek daha kısa yoldan gibi görünüyor," dedi Dougal, kendine kızan bir ifadeyle. "Oluşum hakkında çok az şey biliyoruz. En azından bir hamle yaptık." dediğimde Dougal elini belime attı ve kafama hafifçe bir öpücük kondurdu. "Amcamın içlerinde kalması önemli. Bilgi toplamaya devam edecek. Ancak bizim de hazırlıklı olmamız gerekiyor. Yedek planlar da kuralım" dedi çenesini şakağıma bastırırken. Başımı sallarken gülümsedim. "İyice bana benzediniz kralım." Dougal cevap olarak şakağıma öpücük kondurdu. "Evet, dikkatli olmalıyız." diye devam ettim. "Herhangi bir hata, bizi geri dönülmez bir yola sokabilir." Dougal, belime sarılarak beni daha da yakınına çekti. "Birlikteyiz," dedi. "Her ne olursa olsun, bu yolda birbirimize destek olacağız." Yanağıma da küçük bir öpücük kondurup geri çekildi. Dokunmadan duramıyordu. "Bu konuyu tekrar konuşuruz aşkım. Benim sana bir sürprizim var," dedi Dougal, gözlerinde yaramaz bir parıltıyla. Ruh hali hemen değişince süprizinin gerçekten heyecanlı bir şey olacağını anladım. Albay geldiğinde uzun uzun konuşup bir plan oluştururduk nasılsa ancak önce onunla konuşmam gereken başka önemli olay vardı. Cora'nın yaptıklarının ve Kylie'nin göz yumduklarının hesabını soracaktım. Böyle bir şey olduğunu öğrenince benden daha sert bir tepki vermesini bekliyordum albaydan. Dougal’ın bahsettiği sürprizle ilgili merakım ve heyecanım artıyordu çünkü hiçbir açıklama yapmadan beni yürütmeye başladı. Kalenin içine girip koridorlarında ilerledik. Koridorun taş duvarları, üzerlerinde asılı meşalelerin ışığında parıldıyordu. Her adımda, taş zeminin soğukluğu ayaklarıma kadar işliyordu ancak yanımdaki adam içimi ısıtacak kadar bir sıcaklık yayıyordu. Bugün gerçekten çok yorulmuştum ve süprizini görüp bir an önce odama çıkmak istiyordum. Mümkünse Dougal'la birlikte. Küçük salonlardan birinin önüne geldik. Dougal kapıyı ağır ağır açtı. İçeride gördüğüm manzara karşısında nefesim kesildi. Babam, yani Lord Alex, şöminenin önündeki koltukta oturmuş kitap okurken, annem hemen karşısındaki diğer koltukta oturmuş hemen çaprazında, Alanna ve Estelle'nin sohbetini dinliyordu. Kapının açılmasıyla birlikte hepsi başlarını kaldırıp bana doğru baktılar ve yüzlerinde kocaman gülümsemeler belirdi. "Hoş geldiniz!" diye bağırdım, mutluluktan coşarak. Babam, annem ve Estelle ile kucaklaştım. Bu beklenmedik karşılaşma kalbimi ısıttı ve zor günümün ardından içime enerji doldu. Babam beni sıkıca kucaklarken, "Seni gördüğümüze çok sevindim, Balca'm," dedi. "Seni çok özledik." Annem gözleri dolmuş bir şekilde, "Annem, geldim" dedi içli bir şekilde. Anında gözlerim dolarken bu hissin keyfini çıkartıyordum. Alanna abisinin kolunun altına girip gülümseyerek bize bakarken ben Estelle ile sımsıkı sarılmış ve ardından ondan ayrılmıştım. Gözlerimi etrafta dolaştırırken Lord Jack'in varlığını görüp şaşkınca Dougal'a döndüm. Galler lordu ve Estelle'nin nişanlısı da demek her şeyi öğrenmişti. Babam ve Dougal ona güveniyorsa benim içinde sıkıntı yoktu. Dougal bana göz kırptı. "Sürprizimi beğendin mi?" diye sordu. "Tam da ihtiyacım olan şey." dedim gülümseyerek. "Estelle'nin yanında duran nişanlısı Lord Jack, bakışlarını bana çevirdi. Onun burada olmasına gerçekten de şaşırmıştım ve bunu bakışlarımla belli etmiştim. "Lord Jack, sizi burada görmek ne güzel bir sürpriz," dedim nazikçe. Jack, hafifçe başını eğerek gülümsedi. "Gerçeği öğrendim ve burada olmam gerektiğini düşündüm, kraliçem" dedi. "Estelle ile birlikte olmak ve bu ailenin bir parçası olmak benim için büyük bir onur." Dougal, onun yanına gelerek elini omzuna koydu. "Senin desteğin bizim için çok önemli, Jack," dedi. O akşam, şöminenin sıcaklığında, ailemle birlikte uzun sohbetlere daldık. Şöminenin odun çıtırtıları ve yanan ateşin sıcaklığı, kalenin taş duvarlarına bir huzur veriyordu. Gece karanlığının yavaş yavaş çevreyi sardığı bu saatlerde, alevlerin dansı, zamanın akışını yavaşlatıyordu. Annem, babam, kız kardeşim Estelle ve ben, kendimizi geçmişin derinliklerine bırakarak birbirimizi sürekli tanımaya çalışıyorduk. Annem, hep en sevdiğim şeyleri sorup durmuş ve bizi kahkahalara boğmuştu. Babam, ağırbaşlı tavrını koruyarak annemin anlattığı eski hikayelere gülümseyerek eşlik ediyordu. Estelle ise her zamanki zarafetiyle, anılar arasında kaybolmuş, geleceğe dair hayallerini paylaşırken gözleri parlıyordu. Konuşmalarımız, birbirimize olan bağlılığımızı pekiştiriyor, her kelime, her anı, içimizde biriken özlemi daha da yoğunlaştırıyordu. Dougal ve Jack de kendi aralarındaki sohbeti bitirip bizim sohbetimize katıldığında, odadaki hava daha da canlandı. Dougal’ın gözlerindeki ışıltı, her anımı daha da özel kılıyor, mutluluğumu katlıyordu. Jack’in esprileri ise yüzlerimizde gülümsemeler oluşturuyordu. Geçmişin hasreti ve geleceğin belirsizliği bu sohbetin dokusunda bir araya geliyor, bizi birbirimize daha da yakınlaştırıyordu. Gece ilerledikçe kalenin taş duvarlarına çöken sessizlik, herkesin uyumak için odalarına çekilmesiyle daha belirgin hale geldi. Ancak Dougal ve ben, uyumak yerine kalenin yüksek kulesine doğru yürümeye karar verdik. Merdivenleri ağır ağır çıkarken, her adımda içimde bir minnet duygusu yükseliyordu. Bu gece, hayatımın en özel anılarından birine sahip olacaktı. Kuleye vardığımızda Dougal elini belimden çekmeden beni etrafı izlemeye yönlendirdi. Gökyüzü, milyonlarca yıldızla parlıyordu. Ayın ışığı karanlığı delip geçiyor ve etrafımıza tarifsiz bir huzur yayıyordu. Aşağıda tüm klan derin, huzurlu bir uykunun kollarındaydı. Dougal’ın gözleri ay ışığının altında daha da derin ve anlamlı görünüyordu. Bu anın büyüsünde kaybolurken, Dougal bana döndü ve gözlerimin içine baktı. "Her şeyin üstesinden geleceğiz," dedi, sesi kararlılıkla doluydu. "Birlikte olduğumuz sürece hiçbir şey bizi durduramaz." Sözlerinden sonra alnıma ufak bir öpücük kondurmuştu. Gözlerimi yumarken öpücüğünün tüm ruhumu sarmasına izin verdim. Geri çekildiğinde açılan gözlerimi ondan ayırmadan derin bir nefes aldım. "Evet," dedim, "seni çok seviyorum. İyi ki sen." Karşılık olarak harika bir öpücük çalmıştım Dougal'dan. Daha önce onun tarafından çok öpülmüştüm ancak her defasında ilk öpücükmüş gibi hissettiriyordu. Heyecandan ellerimi koyacak yer bulamayıp omzuna tutunmuştum. Rüzgardan uçuşan saçlarıma elini koyarak yanaklarımdan kafamı sabitlenmişti. Hafif geri çekilip defalarca seni seviyorum diyerek tekrar beni öperken mutluluktan gözlerim dolmuştu. Gökyüzündeki yıldızlar, sanki geleceğimizin umut ışıklarıydı. Tüm gökyüzü bize şahitti. Bu an, sonsuz bir bağlılığın ve umudun simgesiydi. Kalenin yüksek kulesinde, Dougal’la birlikte, yıldızların altında geleceğe doğru bakarken, içimde tarif edilemez bir huzur ve güç hissettim. Birlikte olduğumuz sürece, her şeyin üstesinden gelebileceğimize dair inancım tamdı. *** Ertesi sabah uyanmakta zorlansam da ailemin burada olduğu düşüncesi beni anında ayağa dikmişti. Hızla hazırlanıp kahvaltıya inerken içimde büyük bir heyecan vardı. Belki bencillik ediyordum, ancak onların hep burada kalmasını istiyordum. Salona girmeden Emir yolumu kestiğinde az daha ona çarpacaktım. Çoktan güne başlamış ve hatta yorulmuş gözüküyordu. Belki de akşam iyi dinlenememişti. "Benimle gel hemen," dediğinde ses tonundaki ciddiyet kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Salonun kapısına üzgün bir bakış atarken, arkamı dönüp çoktan yürümeye başlayan Emir'in peşine takıldım. "Ne oldu yine? Çok açım, önce bir kahvaltı yapsaydım," dedim ama Emir beni duymadan hızla yürümeye devam ediyordu. Bahçeye çıktığımızda etrafın sakin olduğunu gördüm. Emir, surların ana kapısına doğru yürürken biraz daha hızlanıp hemen yanına yetişip onunla birlikte yürüdüm. "Neler oluyor?" "Kendin görsen daha iyi," dedi Emir. Cevabıyla merakım kamçılanıp adımlarımı hızlandırdım. Surların kapısından çıkıp ormana doğru ilerlemeye devam ettik. Ormanın derinliklerine girdikçe tüm sesler de geride kalmıştı. Üzerimde dar bir elbise olduğu için yürümekte zorlanmış, bu yüzden eteğin uçlarını yukarıya kaldırarak dizlerime kadar çekmiştim. İleride gördüğüm tanıdık insanlarla daha da hızlandım. Dougal, Rob ve Melek, yerde yatan bir savaşçının başında toplanmışlardı. Adam yaralanmış mıydı? Onların ciddiyetle eğilmiş yüzlerine bakarken, içimde bir ürperti hissettim. Adımlarım yavaşladı ve yavaş yavaş baktıkları savaşçıya doğru ilerledim. Onun kim olduğunu anlayana kadar geçen birkaç saniye bana bir ömür gibi geldi. Dougal'ın yanına vardığımda, yüzündeki sinir ve gözlerindeki endişe beni hemen karşıladı. Yerdeki savaşçının yanında durduğumda tanıdık bir yüzle karşılaştım. Bu bizim klanın savaşçılarından Gerard'tı. Bir zamanlar güler yüzlü ve enerjik olan bu adam, şimdi cansız ve soğuk bir şekilde toprağa serilmişti. "Ne oldu burada?" diye sordum, sesim titriyordu. Rob, başını kaldırmadan cevap verdi, "Sabah erken saatlerde bulduk. Kim ya da ne tarafından öldürüldüğünü bilmiyoruz." Dougal o kadar sinirli duruyordu ki barut fıçısı gibiydi. Kanımı ele geçiren sinirimi bir kenara bırakıp elimi Dougal'ın omzuna koydum sakinleşmesi için. Gözlerimi tekrar Gerard'a çevirdim. İçimdeki korku ve öfke gelecekteki belirsizliğin karanlık gölgesi altında birleşiyordu. Bu sakin sabah, bir anda büyük bir belirsizlik ve korkunun hakim olduğu bir güne dönüşmüştü. "Okla vurulmuş. Mücadele etmeye fırsatı bile olmamış. Okun geliş açısına bakılırsa işini bilen biri tarafından kullanılıyormuş" Rob'un sözleriyle çevreyi incelemek için uzaklaşmış olan Melek yanımıza geri döndü ve işaret parmağıyla ilerideki bir ağacı işaret etti. "Üç kişinin izleri var. Gerrard'ı öldürmek için gelmiş gibiler. Onunla husumeti olan birileri var mıydı?" Kafamı anında iki yana salladım. Gerard çok iyi huylu ve saygılı bir adamdı. Birilerinin onu öldürecek kadar kinli olacağını düşünmüyordum. "Üzerini aradınız mı?" Ağzımdan çıkan sözlerle Dougal anında eğilip Gerard'ın cep kesesini alıp karıştırmaya başladı. Eşyalarını özenle çıkartırken içinden bir kağıt parçasını parmakları arasına aldı ve cep kesesini yere bıraktı. Katlı kağıdı açıp okumaya başlarken kaşları mümkün olabildiğince çok çatılmıştı. Okumayı bitirip sıkı bir küfür savururken eliyle burun kemerini sıkmış ve eğilip Gerard'ın gözlerini eliyle örtmüştü. "Klana karşı bir tehdit" diye mırıldandığında Dougal'a yaklaşıp elindeki kağıt parçasını aldım. Emir hemen dibime girerken İngilizce yazılmış kağıdı okumaya başladım. "Size dünyayı yönetirken yanımızda olmanızı teklif ettik. Teklifimizin reddedilmesini sevmeyiz. " Buruşmuş kağıdı ben de buruştururken sinirden gözüm seğirmeye başlamıştı. Atıma binip İngiltere'ye sürüp tüm Kardeşlik üyelerini başta Jean denilen adamdan başlayarak öldürme dürtümü zor bastırdım. Bu yaptıklarının bedelini çok ağır ödeyecektim. Babamın kimliği yüzünden onlara önlem almaya çalışırken yaptıkları bu apaçık tehditle düşmanlığımı da kazanmışlardı. Önce Babamın anlattığı Ay Taşı'nı bulacak, yok edecek, ardından tüm üyeleri ortadan kaldıracaktım. Ormanın derinliklerinde, ağır bir sessizlik hakimdi. Ağaçların yaprakları hafifçe sallanırken, kuşlar bile susmuş gibiydi. Sadece ayak seslerimiz duyuluyordu. Gerard'ın cansız bedenini taşırken, Dougal da dahil olmak üzere hepimiz sessizdik. Kalenin yolunu tutmuş, adım adım ilerliyorduk. Emir'in morali çökmüştü. O da herkes gibi Gerard'ı sevmişti. Gözlerindeki kin ve düşünceli tavırlar ne kadar üzüldüğünü kanıtlıyordu. Sessizliği bozan sadece derin nefes alışverişlerimizdi.Kalenin yakınlarına yaklaştığımızda, yol bir yokuşla tırmanışa geçti. Aşağıdaki patikadan gelen at sesleriyle irkildik. Dougal ve Emir anında durup kılıçlarını çektiler. Gelenleri görmeye çalışırken, içimdeki huzursuzluk büyüyordu. Herkes tedirgindi, kimse konuşmuyordu. Başımı aşağıya çevirip gelenleri seçmeye çalıştım. Yokuşun altındaki patikada birkaç atlı hızla yaklaşıyordu. Kaleye doğru döndüğümde, surlarda bir hareketlenme olduğunu fark ettim. Surların kapısı açılmış, bir bölük savaşçı yanımıza doğru koşuyordu. Savaşçıların hepsi, ilk olarak Gerard'ın cansız bedenine bakınca, yüzlerindeki şok ifadesi derinleşti. Dougal'ın gözleri hala patikaya dikiliydi. "Onu içeri taşıyın," dedi, sesinde bir kararlılık vardı. Savaşçılar, Gerard'ın cansız bedenini yavaşça alarak kalenin büyük kapılarından içeri geçtiler.Tam o sırada, patika yolda atların silüetleri görüş alanımıza girdi. Gözlerim, gelenlerin sancaklarını seçmeye çalışırken, bir anda Türk bayrağını fark ettim. İçimde büyük bir panik dalgası yükseldi. Ailem kaledeyken onların gelmesi hiç iyi değildi. Bu beklenmedik durum, endişelerimi daha da artırdı. Hemen yakamın içine elimi atarak kolyemi kontrol ettim. Kimliğinin simgesi olan sembolün yakamın içinde güvenle durduğunu hissetmek biraz olsun rahatlamamı sağladı. Ama zihnimdeki kaygılar dinmek bilmiyordu. Atlılar yaklaştıkça önlerinde beliren figür daha net hale geliyordu. Sakallı Ahmet Veli Paşa, düşünceli ve yorgun bir ifadeyle karşımızdaydı. Ancak, Gerard'ın acısı hepimizin yüreğinde hala taze bir yara gibiydi. Yeni gelişen olaylara adapte olmaya çalışırken, aklım binbir düşünceyle doluydu. Ailemin kimliğini korumak önceliğimdi. Bu yabancı topraklarda, doğru adımları atmak hayati önem taşıyordu. Kolyemi tekrar yakamın içinde hissetmek, bana biraz olsun güven veriyordu. Sakallı Ahmet Veli Paşa, yanındaki komutanlarla birlikte atlarından inerek kalemizin girişinde beklemeye başladılar. Atlar önümüzde dururken, Paşa ağır adımlarla öne çıktı. "Kral Dougal," dedi, sesinde bir yorgunluk, telaş ama aynı zamanda saygı vardı. Dougal, bir adım öne çıkarak Paşa'ya doğru eğildi. "Ahmet Veli Paşa," dedi, "Sizi burada görmek bir sürpriz oldu." Paşa, gözlerini kısa bir an için Gerard'ın taşınan bedenine kaydırdı, ardından tekrar Dougal'a döndü. "Çok kötü bir şey oldu. Osmanlı'ya haberci gönderdim ancak o gidene kadar sizden yardım istemek zorundayım" Paşa'nın sözleriyle kaşlarım derince çatıldı. Dougal cevap veremeden sakallı tekrar söze girdi. "Ay Taşı'nı çaldılar!" 🧡
|
0% |