Yeni Üyelik
74.
Bölüm

74. Bölüm

@ebrumelek

Gökyüzü kurşuni bulutlarla örtülmüş, her an yağmur yağacakmış gibi bir hava vardı. Paşa'nın sesi kulağımı doldurduğunda gök gürültüsü beynimde çakmış gibi hissettim.

Ne demek Ay Taşı'nı çaldılar?

"Ay Taşı'nı çaldılar mı?" dedim, sesim şaşkınlık ve inançsızlıkla titreyerek. Dougal'la kısa bir an göz göze geldik. Aynı anda aklımızdan geçen tek şey, bu durumun ne kadar tehlikeli olduğuydu.

"Ay Taşı da ne?" Melek'in bu sorusu havada yankılandı, ancak kimse cevap vermedi. Herkesin gözleri birbirine kenetlenmişti. Sakallı'nın gözleri telaştan büyümüştü, yüzündeki her çizgi endişesini yansıtıyordu.

"Gördüğünüz gibi bir savaşçımı kaybettim Paşa," diye araya girerek sessizliği bozdu Dougal, "Siz de yol yorgunu olmalısınız. Kaleye gelip biraz dinlenin, ardından bir görüşme gerçekleştirip her şeyi en başından anlatırsınız."

Dougal'ın bu sözleri üzerine ağzıma gelen kelimeleri geri yuttum. İçimdeki öfkeyi ve endişeyi kontrol altına almak zorunda kaldım. Osmanlı Sarayı'nın hazinesinde bulunan bu kadar değerli bir mücevher nasıl çalınabilirdi? Sakallı Paşa, neden bu mücevherin kaybolduğunu Osmanlı'ya haber vermek zorunda kalmıştı? Ay Taşı en başından beri onun yanında mıydı yani? Eğer öyleyse, bu taşı neden koruyamamıştı?

Sakallı'nın onaylamasıyla zaten açık olan kapıdan atları içeriye sürdük. Kalenin bahçesine girer girmez ortamın üzerindeki matem havasını hemen hissettim. Hava, neredeyse elle tutulacak kadar yoğun bir hüzünle doluydu. Dougal bahçede göründüğü an tüm savaşçılar aynı anda başlarını öne eğip yumruklarını göğe kaldırdılar. Hepsi yas tutuyordu.

Dougal da atın üzerinde ilerlerken dizginlerden çekerek atı durdurdu ve onlarla aynı hareketi yaparken, güçlü ve kararlı bir sesle çıkan sözlerini duydum, "Gerard unutulmayacak."

Savaşçılar, onun ardından hep birlikte aynı sözleri tekrarlayıp kafalarını gökyüzüne kaldırdılar. İçimdeki sıkıntı git gide büyüdü. Ewan'ın telaşla bahçeye koşturduğunu göz ucuyla gördüm.

Derin bir nefes alarak dolan gözlerimi saklamaya çalıştım. Dougal'ın atından aşağıya atlayıp kaleye doğru ilerledim. İçimdeki duygular bir yandan kaybedilen bir dostun acısıyla doluyken diğer yandan yeni büyük sorunumuz ve ailemin varlığını saklamak için kararlılıkla doluydu. Gerçekten de sorunlar geldi mi üst üste geliyordu.

Kale binası kapısından içeri adımımı attığım anda içimdeki endişe dalgası hızla yayıldı. Kalın taş duvarların arasından yankılanan ayak seslerim her adımda ruhumun derinliklerindeki tedirginliği dışa vuruyordu. Taş döşeli geniş koridorlarda yankılanan sesler, kalenin ağır havasını daha da yoğunlaştırıyordu. Derin bir nefes alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım ancak kalbim sanki göğüs kafesimden dışarı fırlayacak gibiydi.

O sırada koridorun sonundaki mutfağın açık kapısından gelen hıçkırıklar ve ağlama sesleri, sessizliği keskin bir bıçak gibi yararak yayıldı. Bu yüreğimi burkan sesler kalenin her köşesine ulaşıyor, taş duvarları titretiyordu. İçeride yaşanan dramın büyüklüğünü anlatmaya kelimeler yetmezdi. Gerard kalede çok sevilen bir savaşçıydı. Onunla oynadığımız kağıt oyunları ve antremanlarımız gözlerimin önünden geçti. Bir keresinde burnunu kırdığıma şu an çok pişmandım.

Koridor boyunca sıralanmış savaşçılar, üzgün bakışlarını tavana dikmiş, put gibi hareketsiz duruyorlardı. Her biri mutfaktan gelen bu acı dolu ağlamalar ve hıçkırıklar karşısında derin bir üzüntüye kapılmıştı. En çok Olivia'nın sesini duyuyordum çünkü onun Gerard'dan hoşlandığını biliyordum. Ağlama sesleri kulaklarımıza doldukça, savaşçıların yüzlerindeki keder daha da derinleşiyor, adeta taş kesilmiş yüz hatlarına gölgeler çöküyordu.

Gözlerimi kırpıştırıp merdivenlere adım atamadan, babamın hızlı ve kararlı adımlarla aşağıya indiğini gördüm. Nefesimi tutarak aniden durdum. Haberi almış olmalıydı; beni arıyordu. Yüzümü gördüğü an olduğu yerde durdu ve derin, rahatlamış bir nefes aldı. Gözlerindeki endişe kısa süreliğine de olsa yerini rahatlamaya bırakmıştı. Ancak şimdi de ben panik halindeydim. Arkasından gelen Lord Jack de babamın yanına gelip merdivenlerin başında onunla birlikte durdu. Lord Jack'in yüzünde de aynı kaygı ve kararlılık vardı.

"Baba!" dedim telaş içinde. Bazı savaşçıların kafalarını çevirip bana baktıklarını fark ettim ama telaşla konuştuğum için ana dilimde konuşmuştum. Arkamı kontrol ettiğimde, Sakallı'nın komutanlarla birlikte binaya girmek üzere olduğunu gördüm. O kadar hızlı hareket ettim ki adeta uçtum. Merdiveni bir saniye içinde çıkıp babamın kolundan sıkıca tutarak onu yukarıya doğru sürükledim. Şaşkınlıktan tepki veremeyen babam, bana ayak uydurdu ama ne olup bittiğini sormaya bile vakti olmadı. Göz ucuyla Sakallı'nın az önce durduğum yerde olduğunu görüp babamı yukarıya çekiştirmeye devam ettim. Döner merdivenden sürekli aşağıyı kontrol ettiğim için babam da bir durum olduğunun farkına varmıştı ve çok şükür ki soru sorarak sesini çıkartmadı.

Lord Jack'i orada unutmuştum. Sakallı ile merdivenlerde yüz yüze gelmiş ve konuşmaya başlamışlardı.

"Kızım?" Babamın fısıltısıyla hafif duraksadım ve düşünmeye başladım. Lord Jack, Galler lordu olarak Sakallı ile merdivenlerde sohbet etmek için kalmıştı ve bu sayede mesafeyi epey açmıştık. Resmen ucuz yırtmıştık.

"Ahmet Veli Paşa burada!" Tek cümlemle babam arkasını kontrol ederek benimle harekete geçti. Odalarına doğru ilerlerken, "Estelle, Leydi Alanna ile bahçedeydi," dedi.

"Onu tanımaz değil mi?" diye sordum koridora adım attığımızda.

"Seni gördüğünde de tanımamıştı" dediğinde, odalarının kapısının önüne varmıştık.

"Birine çok benziyorsun diye imâ yapmıştı" dedim, babam odanın kapısını açıp içeri girdiğimizde. Hızla girdiğimiz için içeride olan annem ve ona servis yapan mutfaktan Anna irkilmişti.

"Anna, tüm çalışanlara söyle, Lord Alex ve Leydi Nell'in burada olduğunu saklasınlar." Kapıyı sertçe kapatırken Anna yutkunup bir bana, bir anneme baktı. Sadece, "Emredersiniz, hanımım" dedi.

"Anna, bak bu çok mühim. Kimse ağzından bir şey kaçırmayacak. Yemekler buraya gizlice gelecek. Mümkünse sadece sen getir yemekleri," dedim odanın ortasına ilerlerken.

"Kraliçem, neler oluyor?" Annemin sorusuyla Anna, "Tabii hanımım, endişeniz olmasın" diyerek az önce kapattığım kağıya ilerledi ve kapıyı çok az açarak kendini dışarıya attı.

Anna çıktığı an annem, "Kızım?" diyerek sorusunu yeniledi. Babam yavaşça pencereye yürüyerek perdeyi çekti ve aralığından aşağıyı kontrol etti.

"Ahmet Veli Paşa burada anne!" dediğimde, annem dudağını ısırıp babama doğru çevirdi başını.

"Sadece o değil. Komutan Goltz da aşağıda. Onun Kardeşlik'ten olduğuna eminim." Babam dışarıya bakarak konuşmuştu.

Babamın yanına yürüyerek, perdenin arkasından, bahçede ayakta bekleyen Komutan Goltz dediği adama baktım. Oldukça yaşlı bir komutandı, ancak babam gibi o da dinçti. Daha önceki ziyarette o buraya gelmemişti. İlk defa görüyordum.

"Niye gelmişler habersiz?" Annemin sorusuyla pencereden uzaklaşıp annemin yanındaki koltuğa yürüdüm ve oturdum. Babam, bir süre daha Komutan Goltz'a baktı, ardından sıkıntılı bir nefes vererek yanımıza yürüdü.

"Ay Taşı'nı çalmışlar. Dougal'dan yardım istemek için gelmiş." Sözlerimle babamın rengi attı. Aynı şekilde annemin de.

"Saray'dan mı çalmışlar?" Annemin sorusuyla kafamı bilmiyorum anlamında salladım.

"Dougal onlarla detaylı bir görüşme yapacak. Tüm soruların cevaplarını o zaman verirler ancak taşın sarayda olduğunu sanmıyorum çünkü Osmanlı'ya haber gönderdim dedi Paşa."

Babam ayağa kalkıp elini hâlâ gür ancak gri saçlarında gezdirdi. Sıkıntıyla nefes verip volta atmaya başladı. Tıpkı benim sinirli veya endişeliyken yaptığım her hareketi yapıyordu. Bu görüntü, içimdeki karışıklığı bir nebze yatıştırdı.

"Ay Taşı neden yanındaymış ki? Paşa neden o taşı yanında taşısın?" Babam kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldanmıştı.

"Aşk, saray belki de düğün için onunla göndermiştir. Tamamen tesadüftür?"

Babam yürümeyi durdurup anneme ters bir bakış attı. "Aşk, sen tesadüflere inanmazdın?" dedi imayla.

"Eğer takı olarak yanına aldıysa, çalındığı için o kadar panikle buraya gelmezdi. Bir de mücevher çalındı derdi. Adam direkt Ay Taşı diye isim verdi" dedim. Babam, bana doğru kafasını sallayarak anneme baktı.

"Baba, bu Ahmet Paşa Kardeşlik'ten belli ki," dediğimde babam yürümeyi kesti. Derin nefesler alırken sanki oksijen ciğerlerine yetmiyor gibi boğazını tutuyordu.

"İmkansız, Ahmet abi kadar düz bir insan yoktur. Eski kafalı ve geleneklere bağlıdır. Keza Osmanlı'ya da çok bağlı. Ayrıca ben Kardeşlik'ten olmadığını da biliyorum."

"O yüzden mi yıllardır sizi öldürmek için arıyor?" diye sordum sitemle. O adamın üye olduğuna emindim, ama babam da emin konuşuyordu.

"Eski kafalı ve geleneklere bağlı olduğunu söylemiştim. Bizim hain olduğumuzu düşündüğü için öldürmek istiyor ama bir örgüte katılmayacağına da eminim. En azından kendi iradesiyle..."

Babamın bu sözleri, durumun ne kadar karmaşık olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyordu. Düşmanlarımız, her köşede bizi izliyor ve her fırsatta zarar vermek için tetikte bekliyorlardı.

"Dougal birazdan onlarla görüşür. Ben de o toplantıda olacağım. Size her şeyi anlatırım ama ondan önce Estelle'yi bulup bilgilendireyim. Hem de cenaze törenine katılacağım. Siz dinlenin." diyerek ayağa kalkacağım sıra annem benden önce ayaklanıp hızla bana sarıldı. Ona eğilerek karşılık verirken kokusunu doya doya içime çektim. Bu saatten sonra onlara bir zarar gelmesine asla izin vermeyecektim.

"Balca'm, Ay Taşı sandığından daha mühim. Jean Alfred'in ilk amacı Ay Taşı'yla üst düzey üyeyi oyuna katmak. Ardından onun da sayesinde dünyayı ele geçirmek. Ne pahasına olursa olsun o taşı biz bulmalıyız. O üye ortaya çıkmamalıydı. Çıkmak için Ay Taşı'nı bekliyordu. Şimdi hiç iyi olmadı. Bu zamana kadar taş Osmanlı hazinesinde diyerek rahat davranıyordum ancak Ahmet Veli Paşa'nın taşı oradan almasıyla işler bozuldu. O taşı neden yanına aldı bilmiyorum ancak Kardeşlik'in eline geçerse bu çok çok kötü."

Bu 34. Seviye üye ortaya çıkıp bana veya aileme bir zarar vermeye kalkarsa onu kendi ellerimle öldürecektim!

"Belki sıradan bir hırsız çalmıştır?" Annem benden hafifçe uzaklaşıp konuşurken bu kadar iyi niyetli düşündüğü için ona sıcacık bakmıştım. Her olayda olumlu bir yön arıyordu. Ben bu konuda anneme hiç çekmemiştim anlaşılan çünkü sıradan olaylarda bile her zaman en kötüsünü düşünürdüm. Olayın sonucu beklediğim şekilde kötü olursa, en azından kendimi buna baştan hazırlamış olurdum. Beklediğimden iyi bir sonuç olursa da benim için sürpriz olur ve bundan mutlu bile olurdum.

"İnşallah öyledir Nur, inşallah" diyen babama üzgün gözlerle baktım çünkü Gerard'ın cesetinden açık açık tehdit almıştık Kardeşlik tarafından. Bu zamana kadar Dougal'ı yanına çekmek isteyen Kardeşlik, ne oldu da kafa tutacak pozisyona gelmişti ki? Elbette güç aldığı bir şeyler olmalıydı ve bu iki olay da birleşince neyden güç aldıkları bariz belliydi. Güç artık ellerinde oldukları için Dougal onların ilk tehditiydi. Ortadan kaldırılması gereken bir tehdit...

"Sen git kızım cenazeniz de var. Bizi merak etme" Annemin sesiyle ona tekrar sıcak bir tebessüm sundum. Elini bana uzatırken hafif eğildim ve yanağımdan öpmesine izin verdim. Babam da hemen yanıma yaklaşınca ufacık bir kahkaha attım. Diğer yanağımı da babam öperken gözlerimin dolmaması için defalarca kırpıştırmak zorunda kaldım ve alelacele odadan çıktım.

***

Babamların odasından çıkalı birkaç saat olmuştu. Bu süre zarfında Gerard için düzenlenen cenaze töreni yapılmıştı. Kaleyi ve köyü derin bir keder sarmış, herkes bu acı günün ağırlığını yüreğinde hissetmişti. Krallığımızı ilan ettikten sonra ilk defa bizden biri ölmüştü. Kiliseden taşan kalabalık, bahçede toplanmıştı. İnsanlar gözyaşları içinde dua ediyorlar, önceden ölen herkesi bu törenle bir daha anıyorlardı.

Dougal törende öylesine yıkılmış görünüyordu ki kalabalığın içinde yanına gidip onu teselli etmemek için kendimi zor tutuyordum. Onun gözlerindeki derin acıyı görmek yüreğimi parçalıyor, bir şeyler söyleme arzumu güçlendiriyordu. Ancak bu zor anında Dougal'a yaklaşmak yerine kadınların arasında durarak Olivia'ya sessizce destek olmaya karar verdim. Zavallı Olivia, bir günde perişan olmuştu; göz altları çökmüş, suratı bembeyaz kesilmişti. Hayat dolu gözleri, şimdi boş birer pencereden farksızdı. Onun bu hali, Gerard'a duyduğu sevginin ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. Sürekli 'keşke ona duygularımı söyleseydim' diye fısıldadığını ve hıçkırdığını işitiyordum.

Rob ve Ewan, Dougal'ın yanında duruyorlardı; güç ve destek vermek için sürekli onun etrafında dolaşıyorlardı. Emir ise savaşçılarla birlikte törene katılan kalabalığı koruma altına almıştı. Törenin her anında bir düzen ve disiplin sağlıyorlardı. Melek ve Alanna da benimle birlikte kadınlarla oturuyorlardı. Melek, tören boyunca birkaç kez baygınlık geçiren Olivia'ya yardımcı olmuştu.

Tören sona erdiğinde Dougal'la uzaktan göz göze geldik. Bakışlarıyla bana kaleyi işaret ederken Sakallı ile görüşme zamanının geldiğini anlatıyordu. Olivia'nın yanından bir anda ayağa kalktığımda başım döndü; sabahtan beri hiçbir şey yememiş olduğumu hatırladım. Sandalyenin sırt kısmına tutunarak kendime gelmeye çalıştım. Açlık, yorgunluk ve duygusal çöküntü bedenimi zayıflatmıştı ama bu anın önemi her şeyin önüne geçiyordu. Kimse fark etmeden yavaşça doğrulup kilisenin dışına, bahçeye çıktım. Kalabalığın içinden geçerken gözlerim kimseyle buluşmasın diye başımı öne eğdim. Kendimi zor da olsa kaleye attım ve girişte Fran yolumu kesti.

"Hanımım, reis ikinci çalışma odasında sizi bekliyormuş," dedi Fran, her zamanki neşesine tezat oluşturan sakinliğiyle. Kaşlarımı çattım ama başımı onaylayarak salladım. Dougal'ın büyük büyükbabası, kaleyi inşa ettirirken ana yatak odasının yanına bir oda daha yaptırmıştı. İki oda birbirine bağlantılıydı yani bizim yatak odamızın içinden bir kapıyla, başka bir odaya bağlanıyorduk. Dougal'ın anlattığına göre, büyük büyükbabası, bu odayı karısı rahat etsin diye yaptırmış ardından kaledeki tüm reisler ve eşleri kullanmıştı. Anladığım kadarıyla çiftler ayrı odalarda kalıyormuş. Biz Dougal'la ayrı yatmadığımız için o oda boş duruyordu. Ben orayı kütüphane ve çalışma odasına çevirmiştim; ancak Dougal, savaşçılarına hemen ulaşabilmek için orayı pek kullanmayı tercih etmiyordu. Tüm toplantı ve çalışmalarını ikinci kattaki kendi çalışma odasında yapardı. Şimdi Fran, bana toplantının yatak odamızla bağlantılı olan kullanılmayan odada olacağını söylüyordu. Bu durum tuhafıma gitse de adımlarımı hızlı atarak ilerledim.

Merdivenleri çıkmaya başladım. Her adımda, merdivenlerin taş basamaklarından yankılanan ayak seslerim, kalbimin ritmiyle eşleşiyordu. En üst kata kadar ilerlerken düşüncelerimi Sakallı Paşa'ya yönlendirdim. Kapıya vardığımda derin bir nefes alıp kapıyı açtım. Oda, hiç kullanılmamış olsa da oldukça temiz ve düzenliydi. Dougal pencerenin önünde durmuş dışarıya bakıyordu. Omuzları düşmüş, yüzü kasvetli bir ifadeyle doluydu.

"Dougal," diye seslendim yumuşak bir sesle. Başını yavaşça çevirip bana baktı. Gözlerindeki hüzün ve kararlılık, içimdeki tüm duyguları alt üst ediyordu. Birkaç adım atıp ona yaklaştım. Ellerimi omuzlarına koyarak, "hesabını soracağız" dedim.

Dougal, derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. "Biliyorum," diye fısıldadı. "Ama bu acı, dayanılmaz. Savaşta değiliz, saldırı altında değiliz. Gerard boşu boşuna ölmüş gibi..."

Onu kollarımın arasına aldım, başını omzuma yasladı. O an, tüm dünyanın ağırlığı omuzlarımızdaymış gibi hissediyordum. McLennan gerçek anlamda bir aile gibiydi. Bugün, her yaştan insanın aynı kederi paylaştığına şahit olmuştum. Küçük çocukların bile sessizce gözyaşı döktüğünü, yaşlıların geçmişi hatırlayarak iç çektiğini görmek, bu ailenin ne kadar güçlü bağlarla birbirine kenetlendiğini bir kez daha kanıtlamıştı.

Birkaç dakika sonra kapı tıklatıldı. Dougal'dan hemen ayrılıp birkaç adım attım ve sandalyelerden birine oturdum. Dougal'ın davetkar sesiyle kapı açıldı ve Fran ile savaşçı Brennan içeri girdi. Arkalarında Sakallı ve birkaç komutanı vardı. Babamın bahsettiği komutan Golt ise ortalıkta görünmüyordu.

"Ahmet Veli Paşa, gelin lütfen," dedi Dougal, sesi bir anda ciddi ve otoriter bir tona bürünmüştü. Fran ve Brennan'ın ardından Sakallı ve komutanları odaya girerken, oda bir anda kalabalıklaşmıştı. Dougal ciddi ifadesini bozmadı ve Sakallı, karşımdaki tekli koltuğa oturdu. Onun komutanları iki yanında ayakta beklerken, ben ve yanımda oturan Dougal'la iki yanımızda Fran ve Brennan ayakta duruyordu. Herkesin yüzünde aynı gerginlik ve ciddiyet vardı.

Sakallı, yüzünde yorgun ama kararlı bir ifadeyle konuşmaya başladı. "Öncelikle ölen genç savaşçı için başsağlığı dileklerimi kabul edin," dedi. Sesi derin ve yankılıydı.

Dougal, başını sallayarak kabul etti. Sabırsızlıktan çatlamak üzereydim.

"Kral Dougal," Sakallı, Dougal'a hitap ederken bana bakmıştı. "Bu konuşma çok mühim ve gizli. Kabul ederseniz baş başa konuşmak istiyorum" Tek kaşım otomatik havaya kalkmıştı.

"Fran, Brennan." Dougal'ın seslenmesiyle demek istediğini anlayan savaşçılar anında hareketlenip odadan çıktılar. Sakallı da kendi komutanlarına işaret verdiğinde onlar da peşlerinden dışarıya çıkmışlardı. Odada sadece ben, Dougal ve Sakallı Paşa kalmıştık. Sakallı bana imalı bir bakış atmıştı. Çıkmamı bekliyorsa çok beklerdi.

"Kraliçem konuya hakim Paşa." Dougal da onun bakışına karşılık verdiğinde Sakallı, sakalını sıvazlayarak ona doğru döndü.

"Ay Taşı'nı çaldılar dediğimde hepiniz şok geçirdiniz. Verdiğiniz tepkiye ben de çok şaşırdım kral Dougal. Halbuki buraya sizden mücevherim için yardım talebinde gelmiştim ancak siz kolyenin ismine vakıftınız. Kraliçem, siz de aynı şekilde."

"Çok fazla detay bilmiyoruz Paşa. Taş neden yanınızdaydı? Nasıl çaldırdınız?" Sabırsızca konuştuğumda sakallının bakışları bana döndü.

"O halde Kardeşlik'ten de haberdarsınız?" Sakallı'nın sorusuna bir kere kafamı sallamıştım.

"Kraliçem bir şey sormuştu?" Dougal sertçe araya girerken Sakallı Paşa bakışlarını yere indirip tespihini çıkardı ve çekmeye başladı.

"Hünkarımızın, Esma'ya düğün hediyesiydi" dediğinde hıh dercesine içimden söylenmeye başladım. Ben de yedim!

"Ahmet Paşa! Bu kadar önemli ve gizlenmesi gereken nesne neden sizdeydi? Birbirimize güvenip yardım edeceksek hiçbir şey saklamamalısınız!" Dougal'ın sert uyarısıyla, Sakallı derin bir nefes alarak arkasına yaslandı ve tespihini çekmeyi bıraktı. Gözleriyle odada turlarken, yatak odamıza açılan kapıya baktı. Ardından bakışları yavaşça duvar boyu kayarak çıkış kapısına doğru baktı. Bu bakışlar boyunca kafasında hesaplar yaptığı belliydi.

"Peki" dedi bedenini koltukta öne doğru eğerken gözlerini Dougal'a dikti.

"Size İskoçya'da birini aradığımı söylemiştim" diye söze başlarken ses tonu çok kısık çıkmıştı. "Defalarca onu bulma konusunda yardım istedim ancak bir sonuca varamadık." Evet, sakallı hâlâ ailemi arıyordu ve bu yüzden Dougal'dan da yardım istemişti.

"Ali," dedi babamın ismini fısıldayarak. "Aradığım kişi Ali." Tekrar derin nefes alırken bu adamın ağzından çıkan her şeyin beni tedirgin ettiğini tekrar anladım.

"Yıllar önce sarayda bir cinayet işlendi. Şimdiki hünkarımızın babası, padişah Kürşat zamanında. Padişahın zevcesi boğazı kesilerek öldürüldü. Katil ise padişahın en büyük oğlu şehzade Ali'ydi." Hayır diyerek onu sarsma isteğimi zorla bastırırken devam etti.

"Ali, o olaydan sonra saraydan da ülkeden de kaçtı. Hain ilan edildi. Aradan geçen senelerde padişah vefat edince, tahta Ali'nin erkek kardeşi Mustafa geçti. Şu an hâlâ yönetimde. Ben, Ali ve Mustafa'nın ablasıyla evlenince, Paşa oldum. Sadrazam Bozoklu da o dönem hâlâ askerdi." Konuyu nereye bağlayacak diye beklerken sabırla arkama yaslanmıştım.

"Bozoklu, şehzade Ali ve Jean Alfred diye bir asker vardı, üçü çok yakın arkadaşlardı ancak Jean ile Ali'nin dostluğu da bir başkaydı. Ben yaşça onlardan epey büyüktüm. Bu elem olaydan yani cinayetten sonra Ali saraydan kaçınca, Jean da ortadan kayboldu. Onları yakalama görevi ise Bozoklu'ya verildi. Ancak yıllardır bulamadı. Aradan seneler geçti. Bozoklu'nun mevkiisi yükselmeye başladı. Ben de Paşa olmuştum zaten. Bir gece Bozoklu beni ziyarete geldi. Bana bazı şüphelerinin olduğunu ve güveneceği kimse olmadığını söyledi. Bozoklu, birliğinin içinde bazı askerlerin yapılaştığını fark etmiş. Onları gizlice takip etmiş. Bir örgüt kurduklarını düşündüğünü söyledi. Birlikte gizlice araştırmaya başladık. Örgütten olduğuna emin olduğumuz bir askeri yakalayıp gizlice ormana kaldırdık. Orada onu sorguya çektik. Bozoklu sorguda iyidir. Adam her şeyi döküldü. Şehzade Ali'ye kurulan komployu anlattı. Ay Taşı'nı ele geçirmeye çalışan örgüte Ali mani olmuş. Bundan yıllar evvel o taşı ele geçirecek ve nasıl bir hainlik yapacaklarsa Ali bunu tam 25 sene ertelemiş. Şimdi benim yüzümden Ali'nin bütün çabası ve çektikleri boşa gidecek."

Sakallı son cümleyi söylerken yüzündeki derin keder ve pişmanlık çok belliydi ancak ona güvenemiyordum. Babamın bizimle bağlantısını bir şekilde çözüp yerini bulmak için bunları söylüyor olabilirdi. Bu günkü tehditten sonra her şeye tedirgin ve şüpheci yaklaşacaktım.

"Kral Dougal, Bozguncuların size ait olduğuna emin olduğum için Ay Taşı çalınır çalınmaz buraya geldim. Kardeşlik'ten olmadığınıza böyle emin olup güvendim."

?

Son söylediğinden hiçbir şey anlamadan Dougal'a döndüm. Yüzünde apaçık bir panik vardı ve bana kaçamak bir bakış atmıştı. Boğazını temizlerken, "bunu size düşündüren nedir Paşa?" diye sordu ama tipinin gitmesine bakılırsa Sakallı doğru bir noktaya parmak basmıştı.

"Yılların politika ve savaş tecrübesi diyelim Büyük Dougal" Şu an hiçbir şey anlamadığım için sinirlenmeye başlamıştım. Dougal benden gizli bir şeyler yapıyordu ama Sakallı'nın önünde şu an hesap soracak da değildim. Bozguncu meselesini öğrenirdim ben nasılsa.

"Diyelim ki öyle," diyerek araya girdim. Sakallı bana dönerken tik haline getirdiği hareketi yaparak sakalını sıvazlamıştı. Bana her baktığında bunu yapıyordu nedense.

"Sizin Kardeşlik'ten olmadığınıza nasıl emin olup güveneceğiz. Ay Taşı'nın hazine odasında olduğunu öğrenir öğrenmez yanınıza almışsınız. Belki de Jean Alfred'e taşı bizzat siz verdiniz. Hatta belki şu çok gizli 34. Seviye üye de sizsinizdir?" Sözlerimle Sakallı'nın yüzünde bariz şaşkınlık oluştu.

Ancak Sakallı cevap veremeden arkamda kalan kapının açılma sesini duyup irkildim. Yatak odamızın kapısı açılmıştı.

Kafamı hızla arkama çevirdiğimde, açık kapıda ayakta bekleyen babamı görüp gözlerimi büyüttüm. Hemen Sakallı'ya döndüğümde onun da gözlerinin fal taşı gibi açıldığını gördüm. Sanki hayalet görmüş gibi babama bakıyordu.

"O üye değil kraliçem" Babamın sesiyle Sakallı gözlerini kırpıştırıp yavaşça ayağa kaktı. Şu an gidip babama iki tokat atma isteğimi bastırmak için Dougal'a döndüm ancak onun yüzüne bakınca da şu Bozguncu mu ne haltsa o mesele aklıma gelip tekrar sinirlendim. En iyisi Sakallı'ya bakmaktı.

"Sen!" dedi ardından yutkunarak bana ve Dougal'a döndü kısa bir an. Bakışlarını tekrar babama çevirirken, "Ali" diye mırıldandı.

"Merhaba Ahmet abi" Babam resmiyeti ve ünvanları bir kenara bırakarak samimi konuşurken tam yanıma gelmişti. Sakallı daha fazla ayakta duramıyormuş gibi az önce kalktığı koltuğa otururken babama kötü kötü bakmakla meşguldüm. Bakışları bana dönerken güven verircesine gözlerini kapayıp açtı ancak hemen ardından Sakallı'ya bakmaya geri döndü.

"Bunca sene seni aradım" Sakallı'nın sesiyle dayanamayarak, "onu burada gördüğünü birine söylersen seni öldürürüm" dedim tok bir sesle. Sözlerimi pekiştirmek için de bacağımda asılı olan hançerimi çıkartıp ona doğru tutmuştum. Sakallı yutkunurken bir bana bir ona doğru tuttuğum bıçağıma bakmıştı.

"Vaktimiz yok Ahmet abi. Taşı nasıl çaldırdın?" Babamın sorusuyla bıçağımı bir santim bile aşağıya indirmedim. Dougal da hareketsiz bir şekilde olan biteni izliyordu. Yüzleşmelerine izin veriyor ve karışmıyordu. Babam ve Dougal büyük ihtimalle bunu planlamıştı. Bu yüzden toplantıyı bu odada yapmak istemişti. Sakallı'nın askerleri dış kapının önünde beklerken, babam diğer kapının arkasında, yatak odamızda bekliyordu.

Sakallı derin bir nefes alıp şoku bir nebze atlatmış olarak konuştu. "Çadırımda güvenli bir kutuda saklıyordum. Yanımdaki askeri birlik Bozoklu'nun birliği. Bozoklu ile askeriyenin içindeki tüm Kardeşlik üyelerini ayıkladığımızı sanıyordum" dedi.

"Ayıklamaya kendinden başlamaya ne dersin?" Diye araya girdiğimde Sakallı bıkkın bir bakış attı bana.

"Ben onlardan değilim kraliçem." Ona inanmazca bakış atarken babam, "aldığım istihbarata göre komutan Golt 17. Seviye üye." Babamın sesiyle Sakallı gözlerini uzunca kapattı. Tekrar açtığında yüz hatlarına yerleşmiş sinirini gördüm ancak ona hâlâ inanmıyor ve güvenmiyordum.

"Onu her türlü testten geçirdik. Olmadığına emindik." dedi dış kapıya bir bakış atarak. Komutan Golt'un orada olup olmadığını düşünür gibi bakıyordu.

"Savaşçılarım onu bahçede oyalıyor Paşa" Dougal araya girdiğinde kafamı çevirip ona bakmadım bile. Onunla ayrı görüşecektim.

"Olan oldu. Bundan sonra ne yapacağımıza bakalım. Taş büyük ihtimalle şu an Jean'in elinde. Savaşçı Gerard'ı öldürüp Kral Dougal'a göz dağı vermesi bunun en büyük kanıtı. Güçlendiğini düşünüyor." Demek babam ve Dougal bugün bir görüşme gerçekleştirmişti. Babam sözlerini söyledikten sonra elini uzatıp hâlâ tuttuğum bıçağın üzerine koyup indirmemi sağlamıştı. Sinirlenerek elimi indirdim ancak bıçağımı fırlatmaya hazır bir şekilde tutmaya devam ediyordum.

"Bozguncular'dan haber var mı Dougal?" Babamın sorusuyla bakışlarım Dougal'a döndü. Neden bu konuları Sakallı'nın yanında konuşuyorduk? Hemde benim hakim olmadığım konulardı bunlar. Babam ve Dougal'ın iyi bildiği...

"Jean Alfred İskoçya'ya gelmek üzere yola çıkmış. Amcam Quany şu an Bozguncularla birlikte peşinden geliyor. Sınırı geçtikleri an saldıracaklar. Jean Alfred sabah ışıklarıyla esirimiz olarak burada olacak." Dougal her şeyi planlamış bile!

"Efsanevi Bozguncuların İskoç'lar olduğu söylentileri saraya kadar ulaşmıştı."

Sakallı'nın sözleriyle beynimde adeta şimşekler çakarak beni bir takım bilgilere götürdü. Zihnimde bir kapı aralandı. Bu isim zaten ilk duyduğumda da tanıdık gelmişti ancak nereden hatırladığımı bulamamış, Dougal'ın benden bir şeyler saklamasına kafa yormuştum. Çok eskiye dayanan bir güne gittim. Lise yıllarımdı, evimin bahçesinde oturmuş, Boğaz manzarasını izlerken annemden gizli kola içiyordum. Hocam Nico'nun bir an önce gelip derse başlamasını bekliyordum. Nihayet cam kapıda gözüktüğünde, kot pantolon içinde ne kadar yakışıklı olduğunu düşündüğümü hatırladım. Derse başladığımızda her zamanki gibi akademik tarih bilgilerinin dışına çıkarak bana efsaneleri ve yazılı olmayan mektup veya belgelerden edinilmiş bilgileri anlatacağı için ve onu gördüğüm için çok mutluydum. O anlar benim tek kaçışımdı.

"Otur bakalım, küçük hanım," demişti Nico, göz kırparak. O an heyecandan ayağa kalktığımı fark etmemiştim bile. Ardından hızla derse başlamış ve ben her zamanki gibi can kulağıyla onu dinlemiştim.

"Efsanevi Bozguncular, İskoçya'nın tarih sayfalarında bir gölge gibi kaybolmuş, ancak hala fısıltılarla anılan gizemli bir grup olarak bilinir. Bu savaşçılar, yüzlerini kapatan ve kimliklerini sır gibi saklayan korkusuz adalet savaşçılarıydı. Onların varlığı, barış zamanlarında neredeyse unutulmuşken, İskoçya'nın en zor anlarında tekrar ortaya çıkar ve adaleti sağlardı. Bozguncuların kökeni karanlık zamanlara, İskoçya'nın sürekli tehdit altında olduğu yıllara dayanır. Her bir üye, kendine özgü yeteneklere sahipti ve sadece seçilmiş olanlar bu gruba katılabilirdi. Bozguncuların liderinin kimliği en büyük sır olarak saklanırdı. Hakkında hiç isim yazılmamıştır. Onlar, yüzlerini gizleyen maskeleriyle tanınır ve korku salarlardı. Hiç kimse onların kim olduğunu, nereden geldiklerini ya da ne zaman ortaya çıkacaklarını bilmezdi. Yüzlerinde taşıdıkları maskeler, hem korkutucu hem de efsaneviydi; her biri farklı bir hayvanın veya mistik bir yaratığın suretini taşırdı."

Zihnime düşen sözler sadece efsanelerden biriydi. Dougal'a döndüğümde aslında efsane olmadığını anladım.

"Saklamanız gereken bir sır daha Ahmet Veli Paşa" Dougal'ın sert sözleri her şeyi doğrularken bıçağı tuttuğum elim titredi. Ona kaçamak bir bakış atarken zihnimde başka bilgiler aramak için düşüncelere daldım ancak babam konuşunca düşünmeyi sonraya erteleyip onu dinledim.

"Jean Alfred buraya geldiği an Komutan Goltz'u tutuklayacaksın. Ay Taşı'nı onlardan aldıktan sonra, Jean'a bana attığı suçlamalar ve iftiraları itiraf ettireceğiz. Sen ve sadrazam Bozoklu buna şahitlik edecek. Osmanlı İmparatorluğu'nda bana ve aileme yöneltilen tüm suçlamalar kaldırılacak!"

"Peki ya sonra?" Sakallı'nın sorusuyla babam bana kısa bir an baktı.

"Sonrası yok Ahmet Paşa. Tahtta hak iddia etmeyeceğim. Tek istediğim ailemin bundan sonra rahatça ve kaçmadan yaşaması. Osmanlı'ya dönmeyi de düşünmüyorum. Kardeşim Mustafa rahatça tahtında oturabilir."

"Ama taht senin hakkın Ali. Yeniçeriler arasında hâlâ seni destekleyenler var. Kardeşin Mustafa'nın politikaları, son dönemde Rusya'yla yaptığı antlaşma kimseyi memnun etmedi. Tahta geçtiği andan itibaren kaybettiği topraklar da tuzu biberi...."

"Ahmet abi!" Babam Sakallı'nın sözünü keserken Dougal'ın bana baktığını hissettim ancak dönüp ona bakamadım.

"Orada artık bir geleceğim yok. Kardeşimle savaşmak ve onu öldürmek istemiyorum. Sen de biliyorsun ki tahtı sadece kanla elde edebilirim. Kanlı bir başlangıç yapmak istemiyorum. Artık huzur istiyorum" Babama dönerek sıcacık tebessüm ettim. Yıllarca çektikleri beni kahrediyordu. O da bana bakarak aynı sıcaklıkla karşılık verirken Sakallı devam etti.

"Peki yeğenim Nur?" Yeğeni mi? Annem Sakallı'nın yeğeni miydi? Hem de aslında halamın kocası da oluyordu. Annemin de mi akrabasıydı? Kafam karışmıştı bu akrabalık ilişkilerini hiç bilmiyordum ki!

"O da burada."

Sakallı'nın aniden gözleri doldu. Ona soru işaretleriyle bakarken "onunla da görüşebilir miyim?" diye sordu.

Babam bana kısa bir bakış atıp tekrar Sakallı'ya dönüp kafasını aşağı yukarı salladı. "Kral uygun görürse" dedi. Dougal hesaplaşmalarını yapmaları için uzun süre sessiz kalmıştı. Ya da belki de kafasında benden gizli yeni planlar kuruyor da olabilirdi!

***

---

Odadan önce babam, ardından Sakallı ayrılmıştı. Dougal'la yalnız kaldığımızda hemen yanıma gelip ellerimi tuttu. Parmakları, benimkileri nazikçe kavrarken sıcaklığını hissettim. Gözlerime bakarken sinirlendiğimin elbette farkındaydı, ama bakışlarındaki sevgi bu duygumu yumuşatıyordu.

"Demek Bozguncular? Bana bundan bahsedecek miydin?" diye sordum sitemle, ama sesimin altında kırılgan bir ton vardı.

"Bozguncular benden bile eskiye dayanan bir grup, aşkım," dedi Dougal yumuşak bir sesle. Parmakları saçlarıma dokunarak yüzümü okşadı. "İlk reis olduğum dönemlerde onlara katıldım. Bir tehdit veya adaletsizlik olmadığı sürece ortaya çıkmazlar. Sanıldığı gibi bir liderleri yok, herkes eşit ama beni liderleri olarak görüyorlar. Kardeşlik, tüm insanları tehdit ettiği için yine ortaya çıktılar."

Sözlerindeki dürüstlük ve sevgi beni biraz olsun rahatlatmıştı, ama hâlâ bazı sorularım vardı. "Kimler peki bu insanlar? Aralarında Kardeşlik üyesi olabilir mi?" diye sordum. Dougal, gözlerimin içine bakarak anında kafasını iki yana salladı.

"Gri pelerinliler aylardır ortada yoklar, değil mi?" diye devam etti, bana bakarak. Gözlerimi büyüterek kafamı aşağı yukarı salladım.

"O zaman bir kılıf uydurarak insanların içine çıkmak için gri pelerinli ismini kullandık. Sanki İngiltere bana bir ordu hediye etmiş gibi yaptık ve herkes buna inandı. Gri pelerinli diye bir ordu hiç olmadı. Onlar Bozguncular'dı. Eski İngiltere kralı William'ın adaletsizlikleri yüzünden ortaya çıktılar. Benim savaşımda yanımda oldular. Krallığımı kurunca dağıldılar. Şimdi Kardeşlik için yeniden oluştular. Arthur da bizden. Aslında o da İngiltere'ye hiç gitmedi. Grubu topluyordu."

Demek Arthur haftalardır bu yüzden ortada yoktu. Ben de Fiona'nın ihaneti için yas tutuyor ve kaleden biraz uzaklaşıp kafa dinlemek istiyor diye düşünüyordum.

Gri pelerinliler, Dougal, Arthur... Hepsi Bozguncular mıydı yani? Hayvan figürlü maskeli özgürlük ve adalet savaşçıları... Tarih kitaplarında gerçekliği olmayan, efsanelerde anlatılan birlik. Hatta bazı efsaneler onların Kelt olduğunu ve büyü gücü olduğunu da yazardı. Tabii onlar epey abartıydı.

"Bunu kimler biliyor? Ewan da biliyor mu?" diye sordum. Ewan, Dougal'ın en yakınıydı. Dougal, ellerini yüzümden çekip koltuğa oturdu ve beni kucağına çekmeye çalıştı. Ancak kendimi kenara kaydırıp yanına oturdum. Bu hareketim onu biraz üzmüş olmalı ki gözlerinde hafif bir hüzün belirdi, ama konuşmaya devam etti.

"Ewan küçüklüğünden beri onlara karşı hayranlık besliyor ama hayır aşkım. Benim ve Arthur'un onlardan olduğunu bilmiyor. Hatta hayran olduğu Bozguncular'la aylarca klanda yaşadığını bilse kafayı yerdi," dedi hafif gülümseyerek. Ben gülmüyordum. "Amcam Quany ve baban biliyor. Artık Ahmet Paşa da biliyor."

"Ona hiç güvenmiyorum," dedim hızla. Onun 34. seviye üye olduğuna kalıbımı basardım.

"Onun Kardeşlik'ten olmadığından eminiz."

"Eminsiniz? Sen ve Bozguncular yani! He bir de babam!" diye laf soktuğumda Dougal uzanıp belimden tutup beni kendine çekti. Bu temas, içimdeki tüm kızgınlığı eritmişti.

"Senden saklamak değildi niyetim, aşkım. Gri pelerinliler olarak burada oldukları zaman ben seni hatırlamıyordum. Seninle her şeyi hatırladığım zamanlarda gri pelerinliler çoktan gitmişti." Evet, gri pelerinliler beni, Emir'i ve Rob'u mağaraların orada az daha öldüreceklerdi. Fiona'nın da katkısıyla elbette.

"Benden sakladığın başka şeyler de var mı?" diye sordum. Dougal eğilip çenemden tutup kafamı kaldırdı ve gözlerimin içine baktı. Bu bakış, her zaman beni yumuşatırdı.

"Senden hiçbir şey saklamadım. Senden gizli bir şey yapmam ancak benim yönettiğim bir ülke var. Sana söylemediğim, söyleyecek kadar önemsiz bulduğum ya da canını sıkmak istemediğim meseleler elbette var. Bu Kardeşlik olayıyla da canının sıkılmasını istemiyorum. Ailene ve bize bir zarar gelmesine asla izin vermeyeceğim. Baban bu yaşına kadar silik bir hayat yaşamış gibi görünse de hiç de öyle değil. Onun eli kolu çok uzun. Her yerde, her ülkede bir casusu var. Galler aslında Lord Jack himayesinde gözükse de arka plandaki gizli yönetici hep baban olmuş. Onunla bazı planlar yapmam ikimiz için de faydalı oluyor. Bir nevi güçlerimizi birleştirmek gibi. İkimizin de tek amacı aynı aşkım: sen ve ailemiz. Bu yüzden senden hiçbir şey saklayıp arkandan iş çevirmiyorum. Tek amacım senin güvenliğin ve mutluluğun."

"Yine de Sakallı'ya güvenmiyorum," dedim. Dougal'a sinirim ve kızgınlığım geçmişti. Sözlerimle gülümserken, "onun Sakallı diye bir ünvanı yok biliyorsun, değil mi? Sonunda adama Sakallı diye hitap edeceğim," dedi. Tek omzumu kaldırıp indirmiştim. Ben ona Sakallı diye lakap takmıştım aslında ismi Ahmet Veli Paşa'ydı.

"Neyse, ben mutfağa gidiyorum. Akşamki yemek töreninde görüşürüz," diyerek ayağa kalktım ancak Dougal kolumdan tutup beni kendine çekti. Dudaklarıma öpücük kondururken karşılık vermemiştim. Dudaklarının sıcaklığı, kalbimi hızlandırdı. Öpmeye devam ederken dayanamayarak karşılık vermeye başladım. Aniden midem bulanınca Dougal'a belli etmeden geri çekildim.

"Yüzün solmuş, bir şey yemedin mi hâlâ?" diye sordu endişeyle. Kafamı iki yana sallarken, "şimdi atıştıracağım izin verirsen," dedim gülümseyerek ve ellerinden kurtuldum.

"İstersen odada dinlen. Senin için bir şeyler gönderirim," dedi ciddi bir ifadeyle.

"Gerek yok, hem kızların yanına inmek istiyorum. Bahçede Gerard için yemek verilecek, yardım etmek istiyorum," diyerek sonunda Dougal'ın ellerinden sıyrılıp ayağa kalktım ve oradan çıktım. Arkama baktığımda, gözlerindeki sevgiyi ve endişeyi gördüm. Bu görüntü, her şeyden kıymetliydi.

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%