Yeni Üyelik
75.
Bölüm

75. Bölüm

@ebrumelek

EMİR

---

Tuğra, Melek ve ben, bu tuhaf dünyaya adım attığımızdan beri her birimiz kendi sınavlarımızla ve zorluklarımızla yüzleşmiş, yüzleşmeye de devam ediyorduk. Burası, hayatın akışını değiştiren, geçmiş hayatımızı unutturan bir yerdi.

Üç arkadaş olarak başladığımız bu serüvende, her birimizin farklı zorlukları ve sınavları olmuştu elbette. Benim sınavım, alıştığım ve sevdiğim insanlar tarafından unutulmaktı. Evet, hâlâ hatırlanmamıştım. Burada, zamansız bir mekânda, insanlarla yeniden tanışmış ve hayatımı yeniden inşa etmiştim. Bir dönem boyunca, Tuğra gibi hatırlanacağımı ummuştum. Ancak onun burada doğduğunu öğrendikten sonra bu umudum da tükenmişti. Tuğra, zamanın ve mağaranın kuralını bozmuş gibiydi. İki dünyada da kabul görmüştü, 2000'li yıllarda geçirdiği 25 yıl sayesinde.

Melek, bu süreçte beklemediğim şekilde bana büyük destek oldu. Ewan'ın yanında olmadığı her an, Melek benimle takılmaya çalıştı. O da beni unuttuğu için bu dostluğu yeniden inşa etmek istedi. Rob ve Tuğra zaten her daim yanımdaydı. Yeni bağ kurduğum Fran ve Maximilian ise yeni tanıştığım ve dostluğa ilerlettiğim kesimdeydi. Tüm savaşçı dostlarıma minnettardım. Onların sırlarını paylaştıkça, aramızdaki bağ güçlendi. Burada her bir savaşçıyı yakından tanıyor, hepsiyle farklı sırlar paylaşıyordum. Geveze biri olarak bilinsem de sır saklama konusunda aslında üstüme yoktu. Kısacası işime geleni yayıyor, işime geleni saklıyordum. Biraz eğlence olmadan hayat nasıl geçerdi yoksa değil mi?

Gerard'ın ölümü beni derinden sarsmıştı. O çocuğu gerçekten seviyordum. Onun kaybı, buradaki hayatımın en acı verici anılarından biri oldu. Gerard, hepimiz için bir kardeş gibiydi. Onunla geçirdiğimiz zamanlar her ne kadar kısa olsa da, unutulmazdı. Her birimiz kendi zorluklarımızla boğuşurken, Gerard'ın ölümü bana hayatın ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı.

"Merhaba," Rob'un yanına giderken karşıma Brad çıkınca ona selam verdim. Değişik bir tipti Brad. Onun 30 yaşında olduğuna hâlâ inanamıyordum. Gizli gizli bir şeyler mi yapıyordu cildine acaba? Çünkü benden bile küçük duruyordu.

"Merhaba Emir" Tüm yüzünü kaplayan gülümsemesiyle karşılık vermişti. Elinde büyük bir tablo tutuyordu. Hani Tuğra'nın ailesinin evinde her duvarda asılı olanlardan. Brad, Tuğra'nın kafada bir adamdı. Şu sanatsal, entelektüel olanlardan. Onu ne zaman görsem ya bir şeyler yazıyor, ya boya kutusu taşıyıp bir köşe bulup manzaraların resmini çiziyordu. Kalenin surlarına bir şeyler kazıdığını da yakalamıştım.

"O ne?" diye sordum tabloyu işaret ederek. Ön kısmı kapatıldığı için boyanmış resim gözükmüyordu.

Brad, bir an duraksadı ve ardından hafif bir gülümsemeyle cevap verdi, "Bu, Kral Dougal'ın ailesine ait eski bir tablo. Onu temizlemeye götürüyorum."

"İlginç," dedim, tabloya daha yakından bakmak için bir adım atarak. "Neden özellikle bu tablo?" dedim biraz sohbet açmak isteyerek. Kendisini yalnız hissetmesini istemiyordum.

Brad'in sorumla gözleri parladı ve tabloyu yere dayayarak anlatmaya başladı. "Eskimişti ondan. Boya ve resim işi gerçekten derin bir sanat. Bu tablo mesela, klasik yağlı boya teknikleriyle yapılmış. Şimdi burada gördüğün gibi," diyerek tabloyu görebileceğim şekilde çevirdi. "İlk katman gerçekten çok ince bir astar boyayla başlar. Astar boyanın amacı, tuvalin üzerine boya tabakalarının daha iyi tutunmasını sağlamak ve aynı zamanda renklerin canlılığını arttırmaktır. Bu astar genellikle beyaz veya açık renkte olur. Bu astarın üzerine ilk temel katmanlar uygulanır. Genelde bu katmanlar, resmin genel renk tonlarını belirler. Mesela bu tabloda gördüğün mavi tonlar, alttaki katmanlardan gelen renklerin bir yansıması. Boyanın kalitesi de çok önemli tabii. Burada kullanılan boya, doğal pigmentlerden elde edilmiş...."

Başım hafiften dönmeye başlamıştı ama Brad durmak bilmiyordu. "Tabii, boya kuruma süreleri de çok önemli. Yağlı boyalar oldukça yavaş kurur, bu yüzden sanatçılar genellikle bir tabloyu tamamlamak için aylar, hatta yıllar harcarlar. Bu da onların, her katmanın üzerine daha fazla detay ekleyebilmesini sağlar. Bu tablo mesela, en az üç farklı... "

"Anladım Brad, gerçekten çok ilginç," dedim, bir çıkış yolu ararken araya girdim. "Ama benim biraz işim vardı, sonra tekrar konuşalım mı?" diye sordum tek nefeste. Ayaklarım koşmaya hazırdı.

Brad bir an duraksadı ve sonra yine gülümseyerek, "Tabii Emir, ne zaman istersen," dedi hiç bozulmadan. Tabloyu yeniden koltukaltına kaldırıp yoluna devam etti. Ben de derin bir nefes alarak sonunda kurtulduğum için rahatladım ve Rob'un yanına gitmek üzere yola koyuldum. Bir de bana geveze derler. Brad hem geveze, hem değişik bir tipti. Ne heyecanla anlatmıştı öyle adeta çocuk gibiydi! Hıh, beni öpüp başlarına koymaları lazım başlarına!

"Heh nerdesin abi ya," Bir saattir bahçede dolaşıyordum. Rob'u kilisenin yakınlarında bulmuştum. Bu aralar hep ortalıktan kayboluyordu. Sorduğumda da işim vardı diye beni geçiştiriyordu.

Sesimi duyduğunda Rob, elindeki eski haritaya benzer bir kağıdı dikkatlice katlayarak ceketinin cebine koyarak saklamaya çalıştı. Yüzünde hafif bir endişe belirmişti ama gördüğümü de belli etmeden yürümeye devam ettim. "Buradayım Emir. Seni bekliyordum" dedi aceleyle ona yaklaşırken.

Yanına iyice yaklaştım. "Beni mi bekliyordun? Her şey yolunda mı?"

Rob derin bir nefes aldı. Birkaç saniye sessiz kaldı, ardından gökyüzüne bakarak, "hayatın garip bir dengesi var, değil mi? Bir yanda ölüm, bir yanda yaşam. Gerard'ın ölümü klandaki mutluluğumuzu gölgeledi. Bu dengeyi anlamak gerçekten zor" dedi.

Ben de onun gibi gökyüzüne baktım. Her an yağmur yağacak gibi duruyordu. "Evet, hayat bazen çok acımasız olabiliyor. Ama bu zorlukların üstesinden gelmek için yaşıyoruz," dedim.

Rob, gözleri hüzünle dolarak sıkıca kapattı. "Ay taşının çalınması, her şeyin üstüne tuz biber ekti," dedi bana dönerken. Ardından çimenlerin üzerine oturdu.

Başımı salladım. "Jean Alfred'in taşı çaldığını biliyoruz, ama nedenini anlamak zor," diyerek ayakta beklemeye devam ettim. Kiliseden çıkan kalabalık çoktan dağılmıştı. Etraf sessizdi.

Rob, derin bir iç çekti. "Ama daha da önemlisi, Ahmet Veli Paşa ve diğerlerinin burada ne yaptığını merak ediyorum. Onların bu durumda nasıl bir rolü olabilir?" Gözlerimi Rob'un gözlerine diktim ve sessiz kaldım. Yukarıda Tuğra ve Dougal, Ahmet Veli Paşa'yla toplantı yapıyordu. Birazdan Tuğra'dan detaylı olarak neler olduğunu öğrenirdik. Sessizliğim esnasında Rob'un yanına onun gibi oturmuştum.

Aramızdaki sessizliği tekrar Rob bozdu, "Bu aralar hayatın anlamını sık sık sorgular oldum Emir. Gerard'ın ölümü bana bir kez daha hatırlattı ki, hayatta hiçbir şey kalıcı değil. Mutluluğu ertelemek bazen zorunlu olsa da, asıl olan bu yolda kimlerle yürüdüğün," dedi iç geçirerek.

Oturduğum yerde ayaklarımı öne uzatıp üst üste attım. Derin bir nefes alırken Rob, düşünceli bir şekilde konuşmaya devam etti. "Esma ile bir gelecek kurmayı hayal ediyordum. Şimdi ise onu tehlikelerden koruma derdindeyim. Hayat bazen planlarımızı alt üst eder ama yine de devam etmek zorundayız," dedi. Rob'un düşünce ve endişelerini paylaşması hoşuma gidiyordu.

"Esma döndüğünde bu zor günleri geride bırakmış olacağız," dedim kararlılıkla, endişelerini hafifletmek için. "Ay taşını geri alacağız ve birlikte daha güçlü olacağız. Her zamanki gibi."

Rob gülümsedi, ama gözlerinde farklı bir ışık vardı. "Evet hayatın bize ne getireceğini bilemeyiz ama dostluğumuz ve inancımızla her şeyin üstesinden gelebiliriz, öyle değil mi?" diye sordu meraklı bir parıltıyla. Bunu sorduğu için gülümsedim çünkü sorması bile saçmaydı. Elbette ne olursa olsun dostluğumuz baki kalacaktı. Gözlerimiz buluştuğu an ona cevap veremeden ileriden gelen ayak seslerini duyduk. Tuğra, Ahmet Veli Paşa ile yaptıkları toplantıdan dönüyordu. Birkaç dakika sonra Tuğra, ağır adımlarla yanımıza geldi. Yüzünde yorgun ve garip bir ifade vardı.

"Tuğra, toplantı nasıl geçti? Ahmet Veli Paşa ne dedi?" diye sordum. Tuğra, derin bir nefes alarak etrafı inceledi.

"Taş Sakallı'daymış. Dougal, Jean Alfred'in ne yapmayı planladığını çözmeye ve onu yakalamaya çalışıyor. Ancak daha da önemlisi, bu olaylarla klanlar arasındaki gerilimin artmasından endişeleniyorum."

Rob dikkatli bakışlarıyla, "Dougal bu konuda ne yapmayı planladığını söyledi mi peki?" diye sordu bekleyiş içinde.

Tuğra'nın ifadesi belirsizleşirken, yanıma oturup sessizliği kabullenmişti. Eteğinin ucunu düzeltirken kafasını bize çevirip, "Bir şeyler planlamış. Söylediğine göre Jean Alfred yarın sabah elimizde olacakmış," diye mırıldandı.

"Nasıl yani?" diye sorduğumda, Tuğra'nın bedeni aniden dikleşti, tek omzunu kaldırıp indirerek kararsızlığını belli ediyordu.

"Dougal ayarlamış bir şekilde. Ben de bilmiyordum. Albayla planlamışlar bunu sanırım" dedi. Şaşkınca Rob'la göz göze geldik. Tuğra sıkıntısını belli etmemeye çalışarak devam etti.

"Babam durumu kontrol altına almak için bazı önlemler almayı planlıyor. Ancak Jean Alfred'in niyetlerini tam olarak anlamadan hareket etmek istemiyor. Bunun için bizim de yardımımıza ihtiyacı var. Onu ele geçirdiğimizde sorgusuna senin de girmen lazım Emir."

Şaşkınlıkla karışık bir hazırlıksızlık hissi kapladı içimi. "Tabii ki, ben elimden geleni yaparım. Ama senin düşündüğün başka bir şeyler varmış gibi. Ne saklıyorsun? Jean yakalanacak diye sevinmen gerekmez mi?" diye sordum.

Rob'un düşünceli bakışları, benim gibi Tuğra'nın da gözünden kaçmamış gibi uzun uzun ona baktı. Sessizlik, anın her bir saniyesinde büyüyordu. Rob'un yüzüne bakarak düşüncelere dalmıştı.

"Tuğra?" Rob'un seslenmesiyle, Tuğra aniden kendine geldi, kararlılığını toplamaya çalışırken bakışlarını ondan kaçırdı.

"Jean'i yakalama konusunu düşünüyorum. Burada böyle beklemek bana doğru gelmiyor. Sanki elimizden kaçıracakmışız gibi. Ama Dougal'a güvenip beklemeliyim değil mi?" diye sordu, sesi kararsızlıkla doluydu.

"Kontrolü kaybetmiş gibi mi hissediyorsun?" diye sorduğumda, Tuğra'nın düşünceli bakışları kesinlik kazanıp kafasını olumsuz anlamda salladı.

"Öyle değil de, sanki fazla kolay gibi geliyor" dedi, onaylarcasına kafasını hareket ettirmeye devam ederken.

"Birileri aksiyonu özlemiş gibi konuşuyor" diye araya giren Rob'un sesiyle üçümüz de gülümsedik.

"Bence Dougal'a güvenip beklemelisin. Her olayda ilk sen koşsan da, o da bir şeyleri senin hayatın açısından kolaylaştırmaya çalışıyor. En ufak bir tehditte senin en önden gidip kendini tehlikeye atman onun için de çok zor olmalı" diyerek konuştu Rob, Tuğra'nın yüzünde küçük bir tebessüm oluştu.

"Kısacası ben aşık oldum ve Dougal'ı daha iyi anlıyorum desene sen şuna" diye takıldı. Bunun üzerine Tuğra ve ben gülümsemiştik, Rob'un çatılan kaşlarının aksine.

"Rob yakında şair de olur," diye gülmelerimin arasından eklediğimde çatık kaşlı ifadesini bana çevirdi. Onun bu haline daha çok gülmem geliyordu.

"Abartma lan küfür ettireceksin abdestim kaçacak" diyen Rob'la daha fazla kahkaha attım. Hepinizden iğreniyorum bakışları geri dönmüştü adamımın.

Rob bilerek konuyu değiştirircesine, "Hüseyin'in son zamanlarda nerede olduğunu pek göremiyoruz. Osmanlı geldiğine göre yine saklayacaksın onları anlaşılan?" diye sordu Tuğra'ya.

"Ama ailenin de burada yanında olması önemli. Özellikle şu dönemde," diyerek araya girdim. Tuğra tekrar sıkılgan bir nefes aldı. Hüseyin'ler ve Tuğra'nın ailesinin bağı çok güçlüydü. Şehzade Ali eğer padişah olsaydı, Hüseyin'i kesin veziri falan yapardı.

"Babam Sakallı'nın karşısına çıktı" diyerek bombayı patlattı Tuğra. Rob'la aynı anda 'Ne!" diye bağırdık. Tuğra uzattığı ayaklarını kendine çekerek bağdaş kurdu.

"Sakallı'ya güveniyorlar!" dedi imayla sırıtırken. "Biliyor musunuz annem Sakallı'nın yeğeniymiş. Ayrıca babamın ablasının da kocası. Yani benim iki taraftan da bir şeyim oluyor galiba ama nedense ilk gördüğüm andan beri o yaşlı adama güvenemiyorum," dedi.

"Aslında ona benim kanım hep ısındı" dedi Rob. Tuğra'nın bakışları ona dönerken omuzlarını silkti. Ben Sakallı konusunda nötrdüm. Adamla pek muhabbetim olmadığı için yorum yapmak istemiyordum.

Tuğra'ya dönerek, "34. Seviye üye hakkında ne düşünüyorsun peki?" diye sordum. Sorumla Rob da Tuğra'ya merakla bakmıştı.

Tuğra'nın kaşları bu soruyla çatıldı, düşünceli bir ifadeyle. "Aslında Sakallı'dan şüpheleniyorum. Ya da İngiltere'den biri olduğunu düşünüyorum, belki bir aristokrat. Bilemiyorum kafam karışık. Açıkçası beni kim olduğu değil, niyeti endişe ettiriyor. Neden bu zamana kadar ortaya çıkmadı? Ortaya çıkmasıyla Ay Taşı'nın ne ilgisi var? Jean Alfred bu adamı neden bekliyor, taşın gücü, kullanımı ne? Ve elbette tüm bunlar bizi nasıl etkileyecek? Belki de sadece güçlerini genişletmek isteyen hırslı ve korkak biri. Doğru ânı bekliyordur." Düşüncelerini bir çırpıda söylerken bakışları yerdeki çimlerdeydi.

Tuğra'nın düşünceleri etrafımızı sardığında, Rob sessizce dinliyordu. Ona baktığımda yüzünde bir gizem belirdi sanki bir şeyler saklıyormuş gibi ama anında bunu yok etti.

"Rob, senin düşüncelerin neler?" diye sordum, merakla bekleyerek.

Bir an tereddüt etti sonra derin bir nefes alarak konuşmaya başladı. "Benim için de önemli olan kişinin kim olduğundan çok niyetidir, klanımızın güvenliği ve geleceğidir. Eğer bu 34. Seviye üye bizim için bir tehditse, onunla başa çıkmak için hazır olmalıyız," dedi karşıdaki kilisenin duvarlarına bakarak.

Tuğra başını salladı, Rob'un sözlerine katılıyormuş gibi. "Evet. Önemli olan niyeti ve amacı. Ama içimden bir ses diyorki, onun ölümü benim elimden olacak..."

Gökyüzü bulutlanmış, hafif bir rüzgar esiyordu. Her birimiz kendi iç dünyamızda fırtınalar yaşarken, dışarıda sessizlik hüküm sürüyordu. Ancak bilinmeyen bir tehditle yüzleşirken, belki de sessizlik bazen en güçlü silahtı...

***

🌕

***

---

Gecenin karanlığında, klanın toprakları sessizce uyuyordu. Ancak yaşayanların her biri kendi odasında, kendi düşüncelerine dalmıştı. Şehzade Ali, karısı Nur, kızı Estelle ve damadı Lord Jack ile birlikte odalarında oturmuştu. Yorgun ama kararlı bir ifadeyle, Ay taşı gerginliğini ve tehlikelerini tartışıyorlardı. Şehzade Ali'nin gözleri geçmişte yaşadığı zor kararları ve ailesini koruma arzusunu yansıtıyordu. Karısı ise ona sakinlik ve destek veriyordu. Lord Jack masanın üzerindeki harita üzerinde dalgın bir şekilde düşünüyor ve işler kötü giderse diye bir kaçış planı hazırlıyordu. Estelle ise yıllar sonra ablasını bulup kaybetmekten çok korkuyordu.

Tuğra, odasının penceresinden dışarıya bakıyordu. Gözleri yıldızların altında kaybolmuştu. Geçmişe dair anılar zihninde canlanıyordu. O, gençliğindeki cesur kararları ve ailesinin ona verdiği özgüveni hatırlıyordu. Şimdi ise klandaki gerginliğin ve belirsizliğin gölgesinde, gerçek ailesinin güvenliğini sağlamak için elinden geleni yapıyordu, yapacaktı. Hayatı nasılda değişmişti böyle?

Dougal, karısı Tuğra'nın pencereden yıldızları izlemesini seyrediyordu. Onun huzurlu ve güzel yanına bakarak tüm bu gerilimin ve tehlikelerin dışında bir anın tadını çıkartıyordu. Dougal'ın yüzünde bir sevgi ve koruma isteği vardı. Tuğra ile geçirdiği mutlu anlar onun yüreğini ısıtıyordu. Tuğra ise pencereden dışarıya bakarak, yıldızlar arasında kaybolmuş gibiydi. Ne olursa olsun, Tuğra'nın yanında olmak ve onu korumak için hazırdı. Bunun için canını verirdi.

Rob, kendi odasında sessizce düşüncelere dalmıştı. Geçmişte yaptığı hatalar ve kaçırdığı fırsatlar zihninde dönüp duruyordu. Belirsizlikler ve tehlikeler, onun içinde bir huzursuzluk yaratıyordu. Ancak dışarıya karşı sakin bir görünüm sergilemek, onun için bir alışkanlık haline gelmişti. Rob, klan için bir savaşçı olmanın yanı sıra bir koruyucu ve lider olarak da sorumluluk hissediyordu.

Emir, odasında Tuğra gibi pencereden yıldızları izliyor, ertesi gün için kendini şimdiden hazırlıyordu. Yarın çok yoğun bir gün olacaktı ve Emir'in bir damla uykusu bile yoktu. Nasıl olsundu ki? Arkadaşları için can alır canını verirdi.

Diğer odada ise Ahmet Veli nam-ı diğer Sakallı Paşa, komutan Goltz'u dikkatle izliyordu. Onun tavırlarını, sözlerini ve her hareketini gözlemliyordu. Sakallı Paşa'nın bakışları, derin bir bilgelik ve deneyimle doluydu. Goltz'un, Ali'nin söylediği gibi bir tehdit olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ancak kendi içindeki düşüncelerini saklıyor ve diğerlerinden gizliyordu. Ali'yi gördüğüne hâlâ inanamıyordu. Onu Dougal'ın koruduğunu anladığında neden bulamadığını da anlamıştı. Kraliçe ise tam bir muammaydı. O kadın ona ya çok yakın ya çok uzak gelmişti zaten hep. ilk tanıştıklarında kibirli bir leydi olarak hayal etmiş ancak karşısında güçlü bir kadın görünce çok şaşırmıştı. Dougal gibi büyük bir savaşçı bile onun sözlerine tamah ediyordu. Kraliçenin Ali'yi korumasına bakılırsa çoktan dostluk kurmuşlardı. Ali, yeni dostlarını iyi seçmişti anlaşılan. Ama Sakallı'yı en çok sevindiren kardeşinin emaneti Nur'u sağ salim bulmaktı. Yeğeni olmasına rağmen Nur'u kızı gibi büyütmüştü. Yıllardır onları yakalamak istemesinin tek sebebi korumaya çalışmasıydı ama Ali izini iyi saklamıştı. Yaşadıkları için minnettardı.

Melek ve Ewan ise klanın diğer üyelerinden uzakta, kendi dünyalarında yaşıyorlardı. Onların odası, sevgi ve huzur dolu bir atmosferle doluydu. Melek'in gülüşü, Ewan'ın gözlerindeki parıltıyı daha da güzelleştiriyordu. Onlar klanın gerginliği ve tehlikeleriyle ilgilenmek yerine, birbirlerine olan aşklarını yaşamaya odaklanmışlardı. Yine de yansıtmasa da, gelecek kara bulutlar için endişe yüklü Melek'in gülüşleri arada soluyor, Ewan'a baktığı her seferinde mimiklerini kontrol altına almayı başarıyordu. İçindeki endişe tohumlarını bastırmaya çalışsa da oluşan en ufak pürüzde dostları için en önde savaşırdı.

Klanın dışında çok uzaklarda Bozoklu ise, kızını evlendirmek için İskoçya'ya yola düşmüştü. Yolun yarısından çoğunu geçtiği ve İskoçya sınırlarına girdiği bir mola yerinde, dostu Ahmet Veli Paşa'dan aldığı acil çağrı sonucu apar topar molasını bitirmişti. İskoçya'nın uçsuz bucaksız yolları hızlı adımlarla geride kalıyor, düşünceleri kafasında dönerken yüzündeki ciddi ifade ve telaş hiç solmuyordu. Rüzgar saçlarını dağıtırken, gözleri uzak ufuklara odaklanmıştı. Amacı kızı Esma'nın izdivacı olsa da bu uğursuz haberden sonra hiç dinlenmeden, mola vermeden dört nala güvendiği ordusunu McLenan topraklarına ilerletiyordu.

Bir de işin albay Onur Işık tarafı vardı. Yaptıkları plan neticesinde Kardeşlik örgütüne girmeyi başarsa da son olaylardan sonra artık bunun bir önemi kalmamıştı. Jean Alfred denen adam, tüm oyunlarını bozmuş, taşı sonunda ele geçirmişti. Taşın geri alındığı Kardeşlik tarafından coşkuyla kutlanmıştı. Albay o esnada Kardeşlik'in ana merkezindeydi. Her üyenin bakışlarında hesapçılığı görmüştü. Kimisi, Üstad dedikleri 34. Seviye üyenin artık ortaya çıkacağını, kimisi daha da zenginleşeceğini, kimisi dünyanın efendisi olacaklarını umuyordu. Bazı üyelerin, özellikle yüksek rütbedekilerin gözlerinde Jean'a karşı kıskançlığı da açık açık görebilmişti. Üstad'ın ortaya çıkmasıyla onun egosunun zedelendiğini izlemek için adam öldürür gibi bakıyorlardı.

Albay, taşın alındığını haber alır almaz gizlice Dougal'a haber göndermişti. İngiltere'nin dar sokaklarından telaşla geçerken Jean'i gizlice izlemek için gitmeye karar verdiği bu sabah, Arthur bir anda karşısına çıkınca şok olmuştu çünkü haberi göndereli daha bir saat bile olmamıştı. Arthur, taşın çalındığını bir şekilde çoktan öğrenmiş ve Dougal'ın gizli bir ordusunun hazır beklediğini söylemişti. Sanırım Dougal'ın Kardeşlik'te başka casusları da olmalıydı. Onun işini sağlama alacağını düşünmeliydi.

Arthur, Dougal'ın ordusunun gizli bir depoda beklediğini söylediğinde bir buluşma planını yapmışlardı. Albay, neyle karşılaşacağını tam olarak bilmiyordu. Depoya girdiklerinde ise gördüğü manzara karşısında bir an için nefesi kesildi.

Depoda, loş ışıkların altında, bir araya toplanmış savaşçılar vardı. Ancak bu sıradan bir savaşçı topluluğu değildi. Her biri baştan ayağa korkutucu maskelerle kaplanmış, iri yarı, kaslı adamlar ve üç tane kadın, sessizce ve kararlı bir şekilde duruyorlardı. Maskeleri, aslan, ejderha, yarasa, Kurt, yılan ve seçilemeyen diğer mistik yaratıkların şekillerindeydi. Bu maskeler, onların korkutucu görünümlerini daha da vurguluyordu. Albay irkilerek durduğu depoda istemsizce çıkış kapısını kontrol etmişti.

Albay, bu ordunun ismini duyduğunda kulaklarına inanamamıştı. Şimdi ise karşısında duran bu savaşçılar yani Bozguncular'ın, ne kadar gerçek ve tehlikeli olduğunu görebiliyordu. Bu maskeli savaşçılar, adeta Vikingler filminden fırlamış gibiydiler. Her birinin elinde baltalar, orağa benzeyen korkunç savaş aletleri vardı. Silahları, düşmanlarını paramparça edebilecek güçteydi.

Bozguncular'ın sıradan bir ordu olmadıkları her hallerinden belliydi. Disiplinli duruşları, tek bir işaret bekleyen birer ölüm makinesi olduklarını gösteriyordu. Sessizce bekleyen bu savaşçılar tam anlamıyla birer yok edici gibi görünüyorlardı. Her biri, ölümcül ve acımasız duruyordu. Korkutucu maskeleri, onların gerçek yüzlerini gizliyordu ve bu maskeler karşılarındaki düşmanlarına ve albaya da dehşet saçıyordu.

Arthur, bu korkutucu topluluğun önünde dururken, Albay onun ve Dougal'ın bu gücü nasıl elde ettiğini anlamaya çalışıyordu. Oğlu olarak gördüğü Dougal, sandığından ve gösterdiğinden çok daha güçlüydü. Dougal'ın bu kişileri kontrol edebilmesi, onun ne kadar zeki ve stratejik bir lider olduğunu bir kez daha gösteriyordu.

Arthur Bozguncular'ın arasında yürürken, Albay onun bu korkutucu savaşçılarla nasıl bu kadar uyumlu olduğunu izledi. Her bir Bozguncu ile tek tek konuşuyor, onlara planlarını detaylı bir şekilde anlatıyordu. Planları dinlerken heyecandan parlayan gözlerle albay bir kere daha irkildi. İsyan sırasında Dougal'ın ön cepheyi o kadar az sayıda savaşçıyla nasıl ele geçirdiğini hiç anlayamamıştı. Taa ki bu güne kadar... Dougal, çok önceden böyle bir durum olursa diye baştan önlemini alıp her şeyi düşünmüştü anlaşılan. Yapmaları gereken tek şey, Jean Alfred'i izlemek ve taşı ondan geri almaktı.

Bozguncular ordusu, sadece fiziksel güçleriyle değil, aynı zamanda stratejik zekalarıyla da dikkat çekiyordu. Dinlediği planda sabır, bekleyiş ve sonuç vardı. Bu orduyu ilk gördüğü zaman yabaniler gibi direkt saldırırlar diye düşünerek yanılmıştı. Oysa güzel bir planları vardı. Onların varlığının düşmanlarının kalbine korku saldığı çok belliydi. Korkunç tipleri bunda çok etkiliydi elbette. Bu kişileri gören kimsenin bir daha sağ kalacağını sanmıyordu ve bu da Bozguncular'ın gerçekliğinin bilinmemesine neden oluyordu.

Albay, Dougal'ın bu savaşçılarla birlikte olması karşısında tekrar yutkunmaktan kendini alamadı. Bu insanların gücü ve Dougal'ın hem zekası hem gücü, onları yenilmez kılıyordu. Kral olmasa bile sadece bu topluluk, bir savaşçının ait olmak isteyeceği tek şey olabilirdi.

Albay'la birlikte sessizce ilerleyen Bozguncular, gece karanlığında adeta gölgeler gibi ilerliyordu. Plan başlamıştı. Arthur ve David'le muhatap olmuştu sadece. David maskesini çıkarınca çok esmer bir adamla göz göze gelmişti. Onun gri pelerinlilerin komutanı olduğunu anladığında ise tekrar bir şok yaşamıştı. Arthur zaman olmadığı için açıklamayı sonraya bırakacaklarını söylediğinde ağzına gelen soruları soramamıştı. Bu özel birlik, Jean Alfred'i izlemek için hazırlıklıydı ve vahşi gibi dursalar da her role girdiklerini kibar konuşmalarından anlamıştı albay. Jean'in malikaneden çıktığı anı beklerken çaktırmadan gözlemlemeye devam ediyordu onları. Her adımda dikkatle hareket ediyor, sessizliklerini koruyorlardı ve albay onlara hayran olmuştu.

Jean Alfred'in malikanesinden çıkıp at arabasına binmesiyle birlikte, takip daha da yoğunlaştı. Araba sınıra doğru yol aldıkça, Bozguncular sessizce ilerliyor ve dikkatle her hareketi gözlemliyordu. Arthur, liderlik ettiği birlikle birlikte öne geçmiş, diğer savaşçılar ise arkalarında dağılarak sessizce takip ediyordu. Albay, David ile birlikte at arabasında yolculuk yapıyordu ve arabadan arkaya baktığı zaman kimseyi göremiyordu ama onların dağılmış bir şekilde üç kola ayrılmış atlılarla geldiğini biliyordu. Yutkunarak tekrar hayran olduğunu düşündü albay. Sanki kimse onları takip etmiyormuş gibi gizlenmişlerdi. Neredeyse açık bir arazide bunu başarmışlardı.

Gecenin karanlığında, at arabasının arkasında hayvan figürlü maskeleriyle süslenmiş savaşçılar sessizce ilerliyordu. Bozguncuların hedefi netti: Jean Alfred'e saldırmak ve onu sağ bir şekilde McLenan'a götürmek. Ancak, her anın kıymetini bilerek sessizce ilerleyen bu özel birlik, herhangi bir anlık hata yapmamak için dikkatlerini en üst düzeyde tutuyordu.

Yaşlı kurt olan albay, Jean Alfred gibi bir tehdit pişmiş yemek gibi önüne servis edilmişken, bunun tadını çıkaracak ve Bozguncular'ı savaş alanında izleyecekti. Gerektiğinde müdahale edecekti.

Gece, İskoçya'nın soğuk ve karanlık topraklarına tamamen hakim olmuştu. Jean Alfred'in at arabası, sınırın yakınlarına yaklaşırken çevre ölümcül bir sessizlikle örtülmüştü. Jean Alfred'in arabası nihayet durdu. Atlar, hafifçe soluyarak yerlerinde dururken arabacı sessizce çevreyi kontrol etti. Jean Alfred, taşı güvenli bir yere götürdüğünü düşünerek rahatlamış bir halde arabadan indi. Ancak bir an sonra çevresini saran Bozguncuları fark ettiğinde gözlerinde dehşet belirdi. Bu korkunç insanların varlığı ona sonun geldiğini haber veriyordu.

Bozguncular, sessiz ve kararlı bir şekilde Jean Alfred'e doğru ilerlediler. David, bir gölge gibi sessizce Jean Alfred'in arkasına yaklaştı ve bir hamlede onu yere serdi. Jean Alfred'in elindeki ay taşı yere düştü ve hafif bir parlama ile toprağa çarptı. O anda, Jean Alfred'in paralı askerleri, pusuda bekledikleri yerden aniden fırlayarak Bozgunculara saldırdı. Jean taşı yerden kapıp ani bir manevrayla David'in ellerinden kurtuldu.

Kılıçlar parıldadı, çarpışmaların ve çığlıkların sesi geceyi deldi, baltalar ve çekiçler çekildi. Kan, toprağa aktı.

Albay, çevresinde olup bitenleri hızla analiz etti ve dayanamayarak kılıcını çekip savaş alanına daldı. Albayın kılıcı, düşmanlarının zırhına ve etine saplanırken her darbede kararlılıkla ilerliyordu. Ancak Jean daha önceden sınıra asker yerleştirmiş olacak ki düşman sayısı giderek artıyordu. Düşman çok zekiydi, pratikti ve ileri görüşlüydü.

Bozguncuların her biri yılların savaş deneyimiyle yoğrulmuş, başına buyruk ama son derece disiplinli savaşçılardı. Bu eğitimli birliğin üyeleri her bir hamlede ölümcül vuruşlar yaparak düşmanlarını yere seriyordu. David'in baltası düşmanlarının kalkanlarına çarparken, Arthur'un kılıcı etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Bir Bozguncu kadın, düşmanlarının arasına dalarak maskesinin ardındaki soğukkanlılıkla tek tek hepsini etkisiz hale getiriyordu. Gecenin karanlığında sadece kılıçların çarpışma sesi ve ölüme terk edilenlerin son çığlıkları duyuluyordu.

Arthur ve David ve yılan maskeli bir kadın, savaşın ön saflarındaydı. Albay kılıcıyla düşmanlarını bir bir devirirken gözleri Jean Alfred'in paralı askerlerini tarıyordu. Bozguncular, düşmanlarını hızlı ve etkili bir şekilde etkisiz hale getiriyordu. Ancak Jean Alfred'in paralı askerleri de iyi eğitimliydi ve sayıları fazlaydı. Albay bir an için Jean Alfred'i ve Ay Taşını ele geçirmek üzereydi. Ancak tam o anda bir grup paralı asker tarafından kuşatıldı. Kılıç darbeleriyle kendini savunurken düşmanlarının sayı üstünlüğüyle zorlanmaya başladı. Birkaç askeri daha yere serdiğinde yorgunluk kendini hissettirmeye başlamıştı.

Etrafta Bozguncular adeta bir ölüm dansı yapıyorlardı. Bir Bozguncu, düşmanının karnına derin bir yara açtıktan sonra hızlıca geri çekildi ve hemen başka bir düşmana yöneldi. Bir diğer Bozguncu düşmanının kafasına ağır bir darbe indirdi. Bu arada, Albayın kılıcı hızla hareket ediyor, etrafını saran düşmanlarının saldırılarını ustaca savuşturuyordu. Yaşlı kurttu o. Yanına gelen bir kadın savaşçı onunla birlikte çarpışırken yandan maskesini seçebilmişti. Yılan şeklinde maskeli az önce Arthur'un yanında gördüğü kadının hareketleri oldukça çevik ve ustacaydı. Onunla birlikte etrafındaki yoğunluğu da azaltmıştı. Her kılıç darbesinde düşmanlarının iniltileri gecenin sessizliğini yırtıyordu.

Savaşın şiddeti arttıkça, her iki taraf da büyük kayıplar vermeye başladı. Bozguncular, maskeleri ve ölümcül becerileriyle düşmanlarını korkutsa da, paralı askerler pes etmiyordu. Jean'in özel birliği olmalıydılar. Arthur, bir an için çevresine bakarak Bozguncularının ne durumda olduğunu kontrol etti. Durum umduğundan daha karmaşıktı çünkü Jean Alfred, bir grup paralı askerin koruması altında geri çekilmeye çalışırken Bozguncular uzakta kalmıştı. Arthur onun peşinden gitmek için harekete geçti ancak paralı askerlerin sert direnişiyle karşılaştı. Kılıcıyla birini yere sererken, bir diğerine tekme atarak onu etkisiz hale getirdi. Fakat düşmanlar durmak bilmiyordu.

David de kılıcıyla önüne çıkan her düşmanı yere seriyordu. Bir Bozguncu, düşmanlarının arasına atılarak maskesinin ardındaki soğukkanlılıkla onları birer birer etkisiz hale getiriyordu. O geri çekilince diğeri öne atılıp birbirlerine dinlenme payı veriyorlardı.

Savaş, sabahın ilk ışıkları belirmeye başladığında bile devam ediyordu. Yakındaki köylerde yaşayan insanlar gece boyunca duydukları çarpışma sesleri ve çığlıklarla korkuya kapılmışlardı. Kimse dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu. Herkes, bu ölümcül çarpışmanın ne zaman sona ereceğini merak ediyordu. Albay ise susuzluk çekiyor ve oldukça yorulmuş hissediyordu.

Jean Alfred'in paralı askerleri, son bir hamleyle Bozgunculara karşı son güçleriyle direnmeye çalıştılar. Ancak Bozguncuların acımasız saldırıları karşısında pes etmek zorunda kaldılar. Geri çekilip kaçmasına izin verilmeyen Jean Alfred, Arthur ve David tarafından köşeye sıkıştırıldığında artık kaçacak bir yeri kalmadığını anladı. Sonunda Bozguncular Jean Alfred'i ele geçirdi. Ay taşı artık Bozguncuların elindeydi. Jean Alfred yere yıkılmış ve çaresiz bir halde Arthur ve Albay'ın zafer dolu bakışları arasında teslim oldu.

Albay ve Arthur, Jean’i kaçmaya çalıştığı atın üzerinden indirdiler. Jean Alfred'in yüzündeki sakin ifade, Bozguncular'ın ve Albay'ın sert bakışlarına rağmen değişmedi. Dougal’ın yanına götürülmek üzere bağlanan Jean soğukkanlılığını koruyarak sessizce duruyordu.

Arthur, Jean'in yüzüne yaklaştı. "Ay taşının önemi nedir, Jean? Bu taş neden bu kadar değerli?" diye sordu. Ancak Jean, gözlerinde bilgece bir parıltıyla sadece gülümsedi. "Bunu anlamanızı beklemiyorum," dedi, sesi sakin ve derindi. Sanki sabaha kadar mücadele veren o değilmiş gibi.

Arthur, Jean’in bu tavrından rahatsız olmuştu. "Dougal, senden taşı almamızı ve onun yanına götürmemizi istiyor. Ama önce neden bu taş için bu kadar çok kan döküldüğünü öğrenmek istiyoruz," diye ısrar etti.

Jean, başını yavaşça iki yana salladı. "Gerçek güç, taşı elinde tutmakta değil, onun anlamını kavramakta yatar," dedi. "Ay taşı, sadece bir araçtır. Gücün kaynağı, onun arkasındaki bilgidir."

Arthur, Jean’in felsefi yanıtlarından tatmin olmamıştı. Ancak, Bozguncular’ın sessiz ve tehditkâr duruşu, Jean’i zorlayacak bir ortam da yaratıyordu. Albay, bu sessizliğin ve maskelerin ardındaki gücün ne kadar etkili olduğunu düşündü. Bozguncular’ın konuşmaması, onların disiplinini ve ölümcüllüğünü artırıyordu. Jean tüm bu etkenlere rağmen doğrudan cevap vermiyordu.

Gecenin karanlığı yavaş yavaş sabahın ilk ışıklarına hazırlarken, Jean Alfred Bozguncular ve Albay tarafından esir alınmış halde İskoçya’da ki McLenan topraklarına doğru yola çıktı. Jean, sessiz ve soğukkanlı bir şekilde at arabasında, albay ve Arthur ile yolculuk yapıyordu.

“34. Seviye üyenin kim olduğunu biliyor musun, Jean? Üstad’ın kim olduğunu bize söyle,” dedi Arthur, sert bir sesle. Jean, yine sadece gülümsedi.

“Üstad, sizin anlayabileceğiniz biri değil,” diye cevap verdi Jean, alaycı bir tonla.

“Sizler, sadece piyonsunuz. Üstad’ın kim olduğunu bilmenize gerek yok. O, sizin hayal bile edemeyeceğiniz bir güce sahip. Gerçekleri duymak istiyorsunuz ama gerçeği kaldıramayacak kadar zayıfsınız,” dedi. Albay ve Arthur bir an bakışmıştı.

“Üstad, her şeyi bilen ve kontrol eden bir güçtür. Onun kim olduğunu bilmek sizin için bir anlam ifade etmez. Taşı benden alsanız bile Üstad yakında ortaya çıkacak. Taşın sahip olduğu kehanetin ilk üç paragrafı çoktan gerçekleşti." Jean, hafif bir kahkaha attı.

"Bunları kral Dougal'a açıklarsın" dedi Arthur sinirle.

“Dougal, ha? O da sadece bir piyon. Gerçek gücün ne olduğunu asla bilemeyecek. Üstad, onu da sizin gibi kullanacak ve yok edecek. Sizler, sadece birer araçsınız.” Jean Alfred'in ela gözleri sabahın ışıklarıyla parlarken dudaklarında sinsi bir tebessüm vardı.

"Boşuna o kadar insanı öldürmenize gerek yoktu. Ben de zaten McLenan'a yolculuk yapıyordum" Jean'in alaycı sözlerine devam etmesiyle Arthur ve albay tekrar bakıştı.

"Neden oraya gidiyordun?" Diye sertçe sordu Arthur. İngiltere'de kaldığı dönemde Jean için istihbarat toplamaktı görevi ve bu adamın ne kadar tehlikeli ve oyunbaz olduğunu anlamıştı. Herkes ama herkes ondan korkuyordu.

"Üstadın orada olduğuna eminim" diyen Jean büyük bir kahkaha attığında albayın kaşları çatıldı. Kehanet, Üstad, Ay taşı, tüm bunlar çok fazlaydı.

"Bahsettiğin kehanet ne?" Arthur'un sorusuyla Jean gülmeyi bıraktı. Gözleri kısılırken kısa bir an pencereden dışarıya baktı ama cevap vermedi. Albay tüm bu saçmalıklardan sıkılmıştı. Ona göre Jean'i çoktan öldürmesi gerekiyordu ancak Dougal'a götürmesi gerektiğini de biliyordu. Canı da bu yüzden sıkılıyordu ya! Arthur da tüm bu konuşmalarının bir yere varamayacağını anlayarak at arabasını durdurdu ve Kurt maskesini kafasına geçirerek, David'in yerine binmesini istedi ve kendini dışarıya attı. Bu adamın gizemli sözlerindense at üzerinde yolculuğu yeğlerdi.

***

EMİR

Kimsenin sabaha kadar uyumadığına emindim. Gecenin karanlığında, sessizliğin hüküm sürdüğü saatlerde kendi dünyamın bir parçası gibi hissettiğim kargo pantolonuma kemerimi takmıştım. Üzerine yerleştirdiğim kılıcım, beylik tabancam ve bıçağım ile adeta kişisel bir savaşçıya dönüşmüştüm. Eh, bu artık benim kümliğim değil miydi zaten? Her zaman mücadeleye hazır, tetikte ve korumacı. Diğer tüm duygulardan arınmış ruhuma alaycılığı bir kamuflaj olarak kullanmakta ustalaşan bir beden.

Siyah, boğazlı kazağımı üzerime geçirirken, geceyi yarıp gelen hafif bir esinti tenimi okşadı. Kazağın yumuşak dokusu silahların soğuk metaline zıt bir sıcaklık veriyordu. Bu zıtlık içimdeki kararlılığı ve sakinliği simgeliyordu. Güneşin ilk ışıkları ufukta belirdiği anda kalenin taş duvarları arasında yankılanan adımlarımın sessizliğe karıştığını hissettim. Yavaş yavaş odadan çıkıp aşağıya ilerledim. Gelecek olan savaş ve karmaşa için hazır bir şekilde bedenimi dikleştirip ilerlemeye devam ettim. Alanna'nın odasının önünden geçerken adımlarımı iki kat daha hızlandırdım.

Gün doğumunun altın renkli ışıkları ufkun ötesinde yeni bir başlangıcı müjdelerken, ben çoktan kalenin dışına bahçeye çıkmıştım. Derin bir nefes alarak taze kokuyu ciğerlerime çektim. Bu kısa duraksamanın ardından ellerimi cebime sokarak bahçede ilerlemeye devam ettim.

Yalnız değildim. Nöbetçi sayısı diğer günlere göre daha fazlaydı ama bunun dışında yakından tanıdığım yüzleri de seçebildim. Anlaşılan bu gece kimse uyuyamamıştı. Klanı ve ailemizi koruma içgüdüsünün kimseyi uyutmayacağını elbette tahmin ediyordum.

Tuğra, surların tepesindeki merdivenlere tırmanmış, kamuflajına taktığı büyük kılıcı ve ördüğü saçlarıyla adeta savaşçı bir kraliçeydi. Gözlerini karanlık ormana dikmiş, sanki her an çıkacak bir tehlikeyi bekliyordu. Sükûnet içinde, her an tetikteydi. Hemen aşağıda Rob, bir sağa bir sola yürüyerek gerginliğini atmaya çalışıyor, ensesini sık sık sıvazlıyordu.

Dougal, Şehzade Ali ve Ahmet Veli Paşa, yanyana durmuş hararetli bir konuşmanın ortasındaydılar. Bakışlarımı yukarıya, surların tepesine tekrar kaldırdığımda Tuğra'nın pozisyonunu bozmadan izlemeye devam ettiğini gördüm. Güneş gökyüzünde iyice yükselip her yeri tamamen aydınlatana kadar olduğum yerde çömelip beklemeye devam ettim. Toprağın nemi sabahın serinliği ile birleşmiş her adımda çimenler ıslak bir ses çıkarıyordu.

Dakikalar ilerledikçe klan halkı da uyanmaya başlamıştı fakat Dougal ve savaşçıları, barakalara ve evlere giden yolları kapatmışlardı. Evlerin kapılarından başlarını uzatan çocuklar, olup biteni sessizce izliyorlardı. Yetişkinler ise Hayvanları için uyanan insanlar, hayvanlarını kontrol etmek için dışarı çıkmış, ancak yolların kapalı olduğunu görünce çaresizce geri dönmüşlerdi. Klanın bu sabahki olağan dışı hali, yaklaşan tehlikenin sessiz bir habercisiydi. Ayrıca Ahmet Veli Paşa'nın yanındaki Türk askerler de ortada gözükmüyordu.

Tek başıma beklemekten sıkılıp surlara doğru yaklaştım. Hâlâ sağa sola yürüyen Rob'un yanından geçerken, ona kafamla selam verdim. Gözlerimiz kısa bir an için buluştu. Yüzündeki endişeyi görmek zor değildi. Şimdi evlilik arefesinde olduğu için daha hassas olduğunu da tahmin ediyordum.

Yaklaşıp elimi omzuna koydum."Her şey yolunda olacak," dedim, sesimdeki kararlılığı ona da hissettirmek istercesine. Rob, derin bir nefes aldı ve başını salladı.

Rob cevap vermediği için daha fazla konuşmadan yanından geçip surların en tepesindeki kulelere çıkan merdivenlere yöneldim. Merdivenleri ikişer ikişer çıkarak Tuğra'ya doğru yaklaştım. Adımlarımın yankısı, taş merdivenlerde hafif bir uğultu yaratıyordu. Islık öttürmeye başladığımda, Tuğra'nın bedenini bir santim bile oynatmadan ormandaki ağaçların tepelerini izlemeye devam ettiğini gördüm. Kulaklarının arkasından çıkan birkaç saç tutamı, rüzgarla hafifçe dalgalanıyordu. O, dimdik ve sarsılmaz duruşuyla, adeta bir kaya gibi sağlamdı. Yanına yaklaşıp durduğumda bakışlarını hâlâ uzaklara dikmişti. Gözleri, sanki ormanın her bir köşesini tarıyormuş gibi dikkatli ve keskin bakıyordu.

"O melodiden ne zaman sıkılacaksın?"

Tuğra, konuşurken bana dönmemişti ama dudaklarında beliren küçük bir tebessüm gözümden kaçmadı. Gülümseyerek yanına kadar gittim ve onun gibi durup ben de manzarayı izlemeye başladım.

"Hoşuna gittiğini biliyorum" dedim kafasını biraz dağıtmak adına. Gözlerimi kısarak aşağıdaki patika yolu incelerken hafif güldüğünü işittim.

"Kill Bill filmini severdim," dedi Tuğra. Sesi, geçmişin hoş anılarını hatırlatır gibi yumuşaktı. Sessizce gülümsemeye devam ettim.

"Sanırım haklıydın, Jean'i yakalamaya biz gitmeliydik," dedim birkaç dakikalık sessizliğin ardından, etrafa kabaca bakış atarken. Burası epey rüzgarlıydı. Rüzgar, saçlarımızı hafifçe savururken manzaranın genişliğinde bir hareket algılamak zordu. Kafamı yan çevirip yandan Tuğra'nın profilini izledim. Kaşları gergince havaya kalkmış, göz bebekleri çevreyi hızla tarıyordu.

"Şşş"

Karşıdaki küçük dağın altından bir gümbürtü sesi geliyordu. Önce çok kısık ardından yavaşça yükselen bir ses. İkimizde sessizce sesin kaynağını ararken, bir anda değişik şekilde bağıran erkek ve kadın seslerini seçtim. Gözlerimi biraz daha kısarak ağaçların arasındaki yola odaklandım. Tuğra da benimle aynı noktaya bakarken, bedenini hafifçe öne eğmişti.

"Geldiler," diye fısıldadı Tuğra. Aynı anda, klanda borazanlar çalmaya başladı. Aşağıda bizim tarafta oluşan hareketliliği hissediyordum, ama gözlerimi ağaçların arasındaki yoldan ayıramıyordum. Gelenler oradan geçip kalenin yolu olan yokuş alana gireceklerdi.

Rüzgarın uğultusu ve borazan sesleri, etrafta yankılanırken, nefesimi tuttum. Ormanın derinliklerinden gelen sesler, giderek daha da yaklaşıyordu. Vahşi bir sesti bu. Birkaç dakika içinde ağaçların arasından gölgeler belirmeye başladı. İlk önce siluetler, sonra ise ayrıntılar belirginleşti. Ve ardından her yeri kaplayan toz bulutu yükseldi.

"Onlar mı?" diye fısıldadım Tuğra'ya, gözlerimi bir an olsun hareketten ayırmadan.

"Öyle olsa iyi olur," diye yanıtladı Tuğra kılıcını tutarken, gözleri dikkatle ormana odaklanmıştı.

Tuğra hâlâ kımıldamamıştı ve ben de onunla beklemeye karar verip aşağıya inmekten vazgeçtim. Surların kapısının açıldığını ve borazanların sustuğunu işittim. Sol tarafımızda kalan büyük kapının en tepesi, olduğumuz köprüye kadar uzanan devasa bir kapıydı. İki yana açılan kapıyla Dougal elinde çift kılıçla tek başına dışarıya adım atmıştı. Tuğra'nın kısa bir an bakışlarını Dougal'a çevirdiğini gördüm ancak hemen ardından az önceki yere bakmaya geri döndü. Sesler daha da artarken, açıklıkta iki tane siyah at silüetini seçebildim. Arkasında ise havaya kalkan toz bulutu vardı hâlâ. Bu da gelenlerin epey kalabalık olduğunu anlamamı sağlıyordu.

Gelen ordu hâlâ ormandan çıkmamıştı. Çıksa da havaya kalkan toz bulutu yüzünden göremezdik. Öndeki iki atlı artık net bir şekilde gözüküyordu. Dikkatimi onlara verdiğimde yılana ve seçemediğim bir hayvana benzeyen ürkütücü maskeler taktıklarını anladım. Buradan seçebildiğim kadarıyla ağız kısımları açıkta kalsa da kafalarının tepesine kadar uzanan ve bitimi boynuzlarla kaplı maskelerin gözleri üzerindeki oyuklar derin ve karanlık duruyordu. Arkalarındaki toz bulutu hâlâ inmemişti. Belli ki sandığımdan daha kalabalıklardı. Tuğra ile aynı anda bedenlerimizi dikleştirdik.

"Bozguncular," Tuğra'nın fısıltısıyla hâlâ toz bulutunun ardını görmeye çalışıyordum. Çok beklemeden, bir at arabasını seçebildim. Ardından aklıma çok şükür gelen dürbünümü çıkartıp gelenlere bakmak için gözlerimin önüne getirdim. Toz bulutu hala etrafı sarmış olsa da, dürbünüm sayesinde silüetler çok daha netleşiyordu.

"Siktir," dedim dürbünle görüşümü netleştirirken. Gördüğüm manzarayı anlatmaya uygun başka bir kelime bulamamıştım. Tuğra'nın ne düşündüğünü bilmesem de benim iki gözümde kocaman açılmıştı çünkü karşımda epi topu 30 kişi bile yoktu. Bu gelenler bir ordu bile değildi.

"Ne oldu?" Tuğra'nın sesiyle dürbünü alçaltıp ona doğru uzattım. Bozguncular kaleye tırmanan yokuşu çıkmaya başlamıştı ve toz bulutu da hâlâ onlarla beraberdi.

"Her biri atlarının eyerlerine odunlar bağlamışlar!" Tuğra da ben de asker olarak yetiştiğimiz için ayrıntılara çok takılıyorduk. Bu ayrıntılar bu zamana kadar binlerce kez hayatımızı kurtarmıştı. Şimdi, bu zamanda böyle yabani bir birliğin böyle bir şey akıl edebilmesi bende hayranlık uyandırmıştı.

"At ilerlerken yere değen odunlar toz kaldırıyor. Tozla birlikte sayılarının daha kalabalık olduğunu düşünmemizi sağlıyorlar. Halbuki sadece 30 kişiler!" dedim dürbünümle bakan Tuğra'ya dönerek. Göğsünün büyükçe şişip dürbünü aşağıya indirmesiyle kafasını bana çevirdi.

"Zekilermiş, gelirken bağırdıkları için ürkütüyorlar da! Gri pelerinlilerin arasına iyi saklanmışlar bu becerilerini nasıl gizlemişler. Gidip şunları karşılayalım" dürbünü bana uzatırken hızla elinden aldım ve önden geçmesi için bekledim. Tuğra öne geçip merdivenden seri bir şekilde inerken gelen atlıların korkutucu bağırtılarını dinliyordum. Peşinden ilerleyip son basamakları atlayarak en aşağı indim ve sur kapısına dönüp diğerlerinin yanına katıldım. Dougal, Tuğra, Rob ve ne zaman geldiğini görmediğim Melek ile Ewan da bekliyorlardı. Ahmet Veli Paşa ve Tuğra'nın babası kapının dışına çıkmamıştı. Lord Jack William da şehzadenin yanında yerini almıştı

Kızıldereli çığlıklarına benzeyen seslerle yokuşu tırmanan atlılar tam Dougal'ın önünde durdular. En önde yılan kafalının kadın olduğunu anladım. İnce, uzun göz delikleri ve pullu deri görünümüyle değişik bir maskesi vardı. Üzerlerindeki zırhlar da, maskeler kadar detaylı ve korkutucuydu. Zırhların her bir parçası, siyah ve koyu gri tonlarında, mat ve kasvetli bir şekilde parlıyordu. Diğer atlının maskesi ise bir kurt başını andırıyordu. Kurt maskesinin ağız kısmı açıkta bırakılmış, keskin dişler ve vahşi bir ifade ile tamamlanmıştı. Maskenin boynuzları, kurt başının üstünde kıvrılarak yukarı doğru uzanıyordu. Tam arkalarında içinde Jean Alfred'in olduğunu düşündüğüm at arabası, ardındaysa geri kalan savaşçılar vardı. Her birinin maskesi farklıydı. Bunlar nasıl bir birlikti böyle? Atlarını Dougal'ın önünde durdursalar da maskenin ardından bakışlarının hepimizde gezdiğine emindim.

Dougal, elinde çift kılıcıyla maskeli atlılara doğru birkaç adım attı.

"Hoş geldiniz kardeşlerim" Dougal'ın sesiyle yanımdaki Tuğra'nın daha da dikleştiğini fark ettim. Hiçbiri cevap vermedi diye düşünürken kurt maskeli olan elini maskesine atıp bir hışımla çıkardı.

Arthur!

"Sen ciddi misin?" Ewan'ın hayranlıkla kaplı sitemli sesini duysam da kimse ona cevap vermedi. Hepimiz Arthur'a bakmakla meşguldük.

"Jean Alfred arabada," Arthur'un sesiyle arabanın kapısı açılıp albay Onur Işık ve başka bir maskeli indi. Albay içeriye eğilip Jean'i hızla dışarıya çıkardığında tüm gözler ona dönmüştü. Arkamda hissettiğim hareketlilikle Tuğra'nın babası ve Ahmet Veli Paşa'nın hemen yanıma geldiğini hissettim.

Jean Alfred'in kumral saçları epey dağınıktı. Siyah ceketinin altındaki beyaz gömlek kırışık ve kan lekeliydi. Pantolonu üstündeki toz ve küçük yırtıklar, onun zorlu yolculuğunun izlerini taşıyordu. Elleri iplerle önünden bağlanmış ve bitkin olmasına rağmen yüzünde hafif bir gülümseme taşıyordu. Kırışık alnı yaşını ele veriyordu. 40'lı yaşlarında olmasına rağmen daha genç duruyordu. Bakışları kararlılıkla Dougal'ın gözlerine dikilmişti, sanki ona meydan okuyor gibiydi.

"Majesteleri" reverans yapmaya çalışsa da albayın çekiştirmesi yüzünden başarılı olamamıştı. Alaycı sesi ve dudaklarında tebessümünü koruyordu. Bakışlarını sonunda Dougal'dan ayırıp benim olduğum tarafa baktığında, yüzündeki sırıtış anında silindi. Gözlerinde şaşkınlık çok belirgindi.

"Şehzade Ali? Bu gerçekten sensin!"

Tuğra'nın bedenini daha da dikleştirdiğini hissettim. Şehzade ona cevap veremeden Dougal, "zindana kapatın" dedi. Mclenan savaşçıları harekete geçerken, Rob'un ilk önce ilerlediğini görüp ben de adım attım. Yılan maskeli kadının yanından geçerken ona bakmamak için kendimi zor tuttum. Jean, zindana götürülürken onlara eşlik etmekten vazgeçip albayı yarı yolda karşılamıştım.

"Taş?" diye sordu Tuğra, albaya bakarak. Jean'in içeriye götürülürken büyükçe kahkahası geldi kulaklarımıza. Son çırpınış kahkahasıydı bu.

"Bende kızım, hemen Jean'in sorgusuna gidelim" albay konuşurken bir elini benim, diğerini Tuğra'nın omzuna koymuştu.

"Taşı ben alayım amca!" Dougal'ın sesiyle albay kısa bir an duraksasa da bende ki elini indirip cebine götürmüştü. Cebinden çıkardığı bir kutuyu Dougal'a uzattı. Kutuyu anında alan Dougal, kutunun kapağını açarken hepimiz Ay taşını merakla bekliyorduk.

Kutudan kırmızı renkli büyük bir taşa sahip kolye çıktığında, Dougal ve Tuğra göz göze geldi. Şehzadenin rahatça nefes verdiğini hissettim.

"Taş güvende olacak mı?" Yılan maskeliden çıkan ince kadın sesiyle bkışlarım omzumun üzerinden yana döndü. Dougal ona bakmadan "artık evet" dediğinde yarasaya benzeyen maskeli bir adamın arkadan sesi geldi.

"Taşı yok etmek daha doğru olur." Bu sesi tanıyordum. Bakışlarımı konuşan adama çevirsem de maskeden dolayı yüzünü göremiyordum. Tuğra merakımı anlamış gibi, "gri pelerinlilerin komutanı David," diye benim duyabileceğinim şekilde fısıldadığında onun da kim olduğunu anladım. Vay anasını.

"Topraklarımda istediğiniz kadar kalabilirsiniz" Dougal kaleyi işaret ederken elini Tuğra'nın beline koyarak içeriye yönelmişti. Ardından geri kalanlar da içeriye girerken, yılan maskeli kadın hâlâ atının üzerinde geride kalmıştı benim gibi.

En sona ikimiz kaldığımızda, "eee, o maskeyle dolaşmak zor olmayacak mı?" diyerek laf attım ancak kadın bana öylesine bakıyormuş gibi bir bakış atıp ciddiye almadan içeriye girince göz devirerek, "gazamız mübarek olsun" diye fısıldadım ve ben de açık kapıdan geçip bahçeye girdim.

***

Zindanlara ulaştığımda tek duyduğum Dougal'ın bağırması ve çekiştirilen zincir sesleriydi. Dar hücrede yürümeye devam ederken Jean'in kahkahasının yankısı ulaştı kulağıma. Konuşmaya başladığında boğuk gelen sesi yaklaştıkça netleşiyordu.

Açık hücre kapısına yaklaştığımda, içeride duvara zincirlenmiş Jean'in kanlar içindeki gömleğini gördüm. Koridorların karanlığı, meşalelerin titrek ışığı altında hafifçe aydınlanmış olsa da küçük bir pencereden sızan soluk gün ışığı hücrenin içine ulaşıyordu.

Rob, Albay, Melek, Sakallı ve şehzade Ali hücre kapısının önünde beklerken Tuğra, Arthur ve Dougal içerideydi. Tuğra kollarını göğsünde kavuşturmuş, duvara yaslanıp sessizce Dougal'ın sorgusunu izliyordu. Arthur ise sinir olmuş bir ifadeyle Jean'a bakıyordu.

Rob'un yanından geçerken kısa bir an onunla göz göze geldik. Kafasını iki yana sallarken gözlerinin altının kıpkırmızı olduğunu fark ettim. Rob bu meseleye epey kafa yoruyordu anlaşılan ama bana göre iş çoktan çözülmüştü. Ay taşı denen zımbırtı da Jean Alfred de artık elimizdeydi. Ondan tüm bilgileri öğrenip Kardeşlik örgütünü çökertebilirdik.

"Neden o taşı çaldın? Neyin anahtarı o?" Dougal'ın gür sesiyle bakışlarımı Rob'dan ayırıp Jean'a döndüm. Jean sadece gülüyor ve konuşmuyordu.

Dougal, Jean'in sessizliğine dayanamadı ve sinirle ona doğru hamle yaptı. Elleriyle Jean'e doğru uzanırken Jean'in alaycı gülümsemesi yüzünde büyümüştü. Dougal'ın yumrukları Jean'in vücuduna hızla inmeye başladığında çıkan et sesinden yüzümü buruşturmuştum. Tuğra hiç istifini bozmadan, Jean'la muhatap olmadan sadece izliyordu. Jean'in sessizliği ve sakinliği Dougal'ı daha da delirtiyordu. Dougal'ın yumrukları Jean'in vücudunda acı dolu izler bırakıyordu. Tüm yüzü kan içinde kalmıştı ve kırmızıya boyanmış dişleriyle sırıtıyordu. Sanki Dougal'ın saldırıları ona hiçbir şey hissettirmiyordu. Hiçbirimiz de araya girip Dougal'ı durduramuyorduk.

Güzel bir hırpalanmanın ardından Dougal, Jean'in yüzünü tek eliyle tutup kendine çevirdi. Ela gözleri baygın baksa da Dougal'ın tutuşuyla kendine gelip gözlerini açtı.

"Ölümden de beteri var, dük Jean Alfred. Sonunun ne şekilde olacağına sen karar vereceksin. Ya o lanet taşın ne işe yaradığını söylersin, ya da ölmekten beter olursun!" Jean, duyduğu sözlerle sanki kendisine engel olamıyormuş gibi yine dudaklarının yanları kıvrıldı. Dougal'ın bakışları daha da kararırken, Jean hafif öksürüp bakışlarını zor da olsa hücrede gezdirmeyi başardı. Şehzade ile göz göze geldiği an dolaşmayı bırakıp onun gözlerinde durdu.

"Ali" diye fısıldadı. Dougal o esnada elini Jean'den çekmişti. Şehzade birkaç adım önüme geçerek hücrenin içine yavaş adımlarla ilerledi. Tam Jean'in karşısında durduğunda "Jean, uzun zaman oldu," dedi.

Jean, burnunu çekerek ağzına gelen kanı yere tükürürken bakışlarını kısa bir an ayırmıştı. Hemen tekrar şehzadeye döndü. "Yıllar önce o taşı benden alarak büyük bir aptallık ettin. Ama ne oldu, taş sonunda sahibine ulaştı. Bütün emeğin çöp oldu. Biliyor musun, senin hâlâ hayatta olduğuna emindim. Beni yanıltmadın, eski dostum." Şehzade birkaç adımla aralarındaki mesafeyi sıfırladı.

"O taş neden bu kadar önemli?" Şehzadenin sesiyle bu soru Jean'i güldürüyormuş gibi dudakları bir kere daha kıvrılacakken sinirlenmeye başlamıştım. Allah aşkına bir açılın da ağzına sıçıp ne olduğunu öğreneyim dememek için kendimi zor tutuyordum ama şehzade, kral ve kraliçe buradayken ağzımı açmak ayıp olurdu. Melek'te bunu anlamış gibi kolumu hafifçe sıkıp beklememi işaret etmişti.

Jean, şehzadenin gözlerinin içine baktı. Bakmaya devam etti. Geçen saniyelerin ardından elim bıçağıma uzanmışken sesini sonunda duyduk.

"Bir taşın ne kadar önemli olduğunu anlamak için ona yüklenen anlamlara bakmalıyız. O, sadece bir nesne değil, bir semboldür. Gücün ve bilginin sembolü. Onun içinde yatan sırlar, anlayabilene rehber, göremeyene ise sadece bir taş."

Jean hafifçe öksürdü ve devam etti, "Bilgelik ve güç, onu elinde tutandan çok onu anlayabilendedir. Ama sen, eski dostum, onun gerçek anlamını hiç kavrayamadın. Taşın sırrı, sadece taşıyanın beyninde ve ruhunda saklıdır ve bu sır, açığa çıkmak için doğru zamanı bekler."

Şehzade Ali'nin yüzünde kararlılık ve öfke vardı, ancak gözlerinde beliren belirsizlik dikkatimi çekti. Jean'in saçma sapan konuşmaları hepimizin kafasında daha fazla soru işareti bırakmıştı. Dougal ise hâlâ öfke doluydu.

"Artık zamanı geldi eski dostum. Artık sen bile engel olamazsın. Vakit geldi..." dedi, gözlerini şehzadeden ayırmadan.

"Taşın bir kehaneti var ama siz anlamayacaksınız elbette," dediğinde tüm sesler kesilmişti. Tuğra'yla eş zamanlı olarak kaşlarımız çatılıp göz göze geldik. Ardından Jean'in sesi duyuldu.

"Yıldızlar sessizce parlarken

Zamanın gizemiyle dolu bir ormanda

Anlaşılmayan kelimelerin yankılandığı bir köşede,

Bir ok duvara saplandığında,

Örgü başlayacak..."

"Zamanın ötesinde bir güç doğuyor.

Gizlenmiş bilginin koruyucusu,

Üstadın gözlerindeki ışık,

Göğün ve yerin arasında."

"Güneşin doğduğu, ayın yükseldiği yerde,

Gizli bir kralın krallığı.

Bilgeliğin taşı Ay'da,

Sırların anahtarı gizemli sarı ışık."

"Taşın gücüyle zamanın kapıları açılacak,

Karanlığın içinde parlayan bir sarı yıldız.

Üstadın sırrı ortaya çıkacak,

Ve dünya, yeniden doğacak..."

Jean'in sözleri hücrenin karanlığında yankılandıkça, odadaki gerilim daha da arttı. Herkes, Jean'in bu sözlerinin arkasındaki gerçekleri çözmeye çalışıyordu. Ancak onun alaycı gülümsemesi ve bilinmezliklerle dolu konuşmaları bizi daha derin bir karanlığa sürüklüyordu. Anlamaz bakışlar birbirine dönmüşken gözlerim otomatik Tuğra'ya kaydı. O, düşünceli bir ifadeyle Rob'a bakıyordu. Dougal ve şehzade ise Jean'e. Yanımdaki Melek kolumu tutmayı bırakmış kaşlarını çatmıştı. Rob'un bakışları da Tuğra'daydı. Sakallı ve lord Jack, hücrenin içinde bakışlarını gezdirip az önceki söylenenleri anlamaya çalışıyorlardı.

Bu kadar saçmalık yeterdi, Olaya bizim el atma vaktimiz gelmişti...

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%