Yeni Üyelik
76.
Bölüm

76. Bölüm

@ebrumelek

 

Keyifli okumalar

 

DOUGAL

 

Jean'in sorgusunu Emir, Melek ve Tuğra yapacak diye anlaşmıştık. Tuğra, bana onların sorgu tarzlarının ne kadar etkili olduğunu anlatırken, sürecin birkaç gün veya hafta sürebileceğini de belirtmişti. Kesin sonuçlar elde edilecekti, buna şüphe yoktu. Ancak bu süreç benim için oldukça uzun bir bekleyiş anlamına geliyordu. Onların metodları sayesinde, sorgulamanın sonunda Jean'in kimseye anlatmadığı sırları bile ortaya çıkarabileceklerdi. Bu bilgi, beni bir yandan rahatlatırken, diğer yandan sabırsızlığımı artırıyordu.

 

Zamanla yarışan bir durumda değildik ama içimdeki merak ve endişe, süreci hızlandırma arzusuyla yanıp tutuşuyordu. O kadar beklemek istemiyordum zira kendimi tutabileceğimi sanmıyordum. Sabırsızlığım beni içten içe kemiriyordu. Her ne kadar tüm kontrolü onlara bırakmaya kararlı olsam da, bu bekleyiş beni zorluyordu.

 

'Emir, Melek" dedim onlara bakarak ardından yanımdaki sevgilime döndüm.

 

"Tuğra!" dedim, kararlılıkla. Tuğra demek istediğimi anladığında gözlerini yumdu, derin bir nefes aldı. "Hepimiz çıkıyoruz. Bu iş sizde." diyerek hücrenin çıkışına doğru ilerledim. Ahmet Veli Paşa'nın düşünceli bakışlarına aldırmadan yanından geçip gittim. Elindeki taşa sahip çıkamamış ve benden yardım istemişti. İstediği gibi taşı ve Jean Alfred'i teslim etmiştim, böylelikle konuşmaya hakkı kalmamıştı. Daha ordusundaki Kardeşlik üyesinden haberi bile yoktu.

 

Amcam Quany ile göz göze geldiğimizde, bakışlarımla çıkışı işaret ettim. Onunla yapacak işlerimiz vardı. Ben ilerlerken, amcam ve Ahmet Veli Paşa peşime takılsa da, Tuğra'nın babası hâlâ içeride kalmıştı. Arkama dönüp kontrol ettiğimde, Tuğra'nın ona kısa bir şeyler söylediğini anladım, ancak dediğini duyamadım.

 

Hücreden çıkarken, içimde bir huzursuzluk vardı. Jean'in sorgusu başlamıştı ve bu süreç, ne kadar süreceğini bilmediğim bir bekleyişi de beraberinde getirecekti. Ahmet Veli Paşa'nın yüzündeki düşünceli ifade, bana onun da bu durumdan pek memnun olmadığını gösteriyordu. Ama onun ne düşündüğü umurunda değildi.

 

Amcam Quany ile birlikte avluya çıktığımızda, kısa bir süre durup nefes aldım. "Ne yapmayı planlıyorsun?" diye sordu Quany, merakla.

 

"Bekleyeceğiz," dedim. "Emir, Melek ve Tuğra işlerini bitirene kadar bekleyeceğiz. Bu süreçte yapmamız gereken başka işler var."

 

Quany başını sallayarak kabul etti. İkimiz de biliyorduk ki, bu sadece bir bekleyiş değildi. Bu, aynı zamanda bizim için bir hazırlık süreciydi. Jean'in sakladığı sırlar, yalnızca onun değil bizim de geleceğimizi şekillendirecekti. Jean'in sırları bu bekleyişin sonunda gün yüzüne çıkacak ve biz, o sırların ağırlığı altında nasıl hareket edeceğimizi öğrenmek zorunda kalacaktık. Bekleyiş başlamıştı ve sabır, bu oyunun en önemli parçasıydı.

 

Bozguncular'dan Kat ile göz göze geldiğimde bana maskenin arkasından bakıyordu. Yanından geçtiğim sıra sesini çıkarmadan o da peşime takılmıştı ancak aklının hücrede olacağını biliyordum. Açıkçası kimsenin ne istediği ve düşündüğü önemli değildi. Önemli olan şu üyeyi ortaya çıkarıp öldürmek ve taşın ne işe yaradığını öğrenip onu yok etmekti. Bu işleri de zaten Tuğra'lar yapacaktı.

 

Koridoru dönmeden önce arkamı dönüp tekrar hücreye baktım. Ali benim olduğum yöne doğru yürümeye başlarken herkes yavaş yavaş hücreden uzaklaşıyordu. Bakışlarım en arkada kalan Tuğra'ya kaydığında onun sıkıntılı bir ifadeyle Rob'a baktığını gördüm. Rob da kaşlarını çatmış ona bakıyor ve bakışlarıyla sanki bir şeyler konuşuyorlardı. Sanırım Rob da sorguya girmek istiyordu ve Tuğra ne karar verirse versin benim için değişen bir şey olmazdı. Tekrar önüme dönüp yürümeye devam ederken amcamın sesini tekrar duydum.

 

"Oğlum, sorguya ben de girseydim. Onların sorgulama yöntemlerini bildiğimi biliyorsun. Yardım edebilirdim." Amcamın sesindeki ısrar, yılların getirdiği deneyim ve kararlılığı yansıtıyordu. Yürümeye devam ederken dönüp ona bakmadım. Beni hayal kırıklığına uğratmayarak Bozguncular'la birlikte o Dük'ü yakaladığı için ona minnettardım.

 

"Başka bir işimiz var amca. Seni de ilgilendiren bir olay," dedim, yürümeye devam ederken. Sesimdeki ciddiyet, ne kadar önemli bir mesele olduğunu belli ediyordu.

 

"Sadrazam Bozoklu gelmek üzeredir, majesteleri. Haftalar önce buraya gelmek için yola çıkmıştı. O gelene kadar ordumdaki dikenlerle ilgileneyim ben de, izninizle." Kafamı Ahmet Paşa'ya çevirdiğimde, onun kararlılıkla bana baktığını gördüm. Kafamı aşağı yukarı salladım. Tekrar önüme dönmeden önce, "Yardıma ihtiyacınız olursa söylemeniz yeterli," dedim, hafif imayla.

 

"Zaten yeterince yardım ettiniz, akşam görüşürüz," diyerek adımlarını hızlandırdı ve önüme geçerek koridordan yaşına göre hızlı adımlarla ilerledi.

 

Quany yanıma geldiğinde, gözlerimdeki kararlılığı fark etmiş olmalıydı. "Sadrazam Bozoklu neden geliyor? Neler kaçırdım ben?"

 

"Amca," dedim düşünceli bir şekilde. "Çalışma odasına geçelim her şeyi öğreneceksin."

 

"Ben de David'i bulayım," dedi Kat. Onu uzun yıllardır tanıyordum ve ona saygı duyuyordum. Tuğra kadar olmasa da onun karakterine benzeyen bir yapısı vardı. Onu hep kardeş olarak görmüş ve benimsemiştim. Çocuk yaşta babası tarafından erkeklere satılmış bir kızdı. Onu satın alan adam önce köle olarak kullanmış, genç kız olunca da kötü muamelelere maruz kalmıştı. Yaşadığı köye İngilizlerin yaptığı işgal sonucu tekrar esir alınıp kullanılmıştı. Bozguncular'la onu bulduğumuzda henüz 16 yaşındaydı ve ölmek üzereydi. Onu yanımıza alıp iyileştirmiştik ve o günden beri Kat bizden ayrılmamıştı.

 

Cevap vermediğimde o da yanımdan hızla yürüyüp geçti. Üst kata çıktığımızda, köşeyi dönüp koridora yöneldim. Tekrar merdivenlere, oradan çalışma odama yürürken amcam ve Ali beni takip etmeye devam ediyorlardı.

 

Çalışma odamın kapısının önünde bekleyen Maximillian'la göz göze geldiğimde kafasını aşağı yukarı salladı. Kapıyı benim için açarken, "Getirin," dedim ve açık kapıdan içeri girdim. Sandalyeme otururken amcamın kafası karışık gözüküyordu, Ali ise düşünceli.

 

"Kim geliyor?" Amcamın sorusuyla sandalyeleri onlara işaret ettim. İkisi de tam karşıma otururken masamın üzerinde yarım kalmış tahta maketimi elime alıp bıçağımı çıkarttım. Makete şekil vermeye başladığımda amcama cevap vermemiştim.

 

Amcam da cevap vermeyeceğimi anladığında başka soru sormadan susmuştu. Bakışlarını önce etrafta ardından Ali'de gezdirdiğinde onunla daha önce tanışmadıklarını hatırladım. Keza Ali de ona aynı şekilde bakıyor ancak kim olduğunu biliyordu. Sonuçta yıllarca mağaranın yeri için bizi araştırmıştı.

 

"Lord Jack William'ın yanında gördüm sizi. Onun babası mısınız?" Amcamın sorusuyla Ali bakışlarını tekrar amcama çevirdi. Ardından ona anlatıp anlatmayacağına karar veremeden bakışları bana döndü. Kafamı aşağı yukarı sallayarak onaylarken tekrar amcama dönmüştü.

 

"Evet, lord damadım olacak," dedi Ali, sakin bir sesle. Amcam Quany'in kaşları havaya kalkarken başını salladı.

 

"O halde siz de Jean Alfred'in peşindeydiniz?" Amcamın sorusuyla Ali hafif tebessüm etti.

 

"Evet, yıllardır hem sizin hareketlerinizi izledim hem de ailemin güvenliğinden emin olmak için çalıştım. Jean ve taşla ilgili bilgileri toplarken, hem kendi ailemi korumak hem de sizinle iş birliği yapmanın yollarını aradım."

 

Quany, derin bir nefes alarak düşünceli bir şekilde Ali'ye baktı. "Bu durumda, hepimiz aynı taraftayız. Jean'in sırlarını çözmek ve taşın gücünü açığa çıkarmak için birlikte çalışacağız." Dedi ve devam etti.

 

"Ben Quany Kurt, Kurt klanı reisiyim," diyerek kendini tanıttığında Ali, kaşlarını kaldırıp hafifçe tebessüm etti ve elini ona uzattı. Amcam da karşılık olarak elini uzatırken, "Osmanlı İmparatorluğu şehzadesi, Padişah Kürşat oğlu Şehzade Ali," dedi. Amcam uzattığı eli sıkarken kaşlarını tekrar havaya kaldırmıştı ve yüzünde bariz bir şaşkınlık oluşmuştu. Aynı anda sertçe öksürürken ne diyeceğini bilemeyen bakışları bana dönmüştü. Büyüttüğü gözlerine bakarken gelen gülme isteğimi bastırdım.

 

Quany, durumu sindirmeye çalışarak Ali'ye tekrar baktı. "Öyle mi? Padişah Mustafa'nın erkek kardeşinin olmadığını sanıyordum" dediğinde şaşkınlığı sesine yansımıştı. Ali ise dikleştirdiği kafasıyla kendine güvenir bir şekilde ona bakıyordu. Bu bakışını Tuğra'm ondan almıştı.

 

"Aslında bir erkek kardeşimiz daha var ancak o engelli, pek tanınmaz. Ben yıllar önce ülkemi terk etmek zorunda kaldım. Hayatta olduğumu bildiklerini sanmıyorum."

 

Amcamın yüzü şekilden şekile girerken kaşları hâlâ aşağıya inmemişti. Asıl şok olacağı haberi henüz duymamıştı gerçi. Max'in biraz ağır davranıp misafirimizi geç getirmesini istedim. Gerçi gelseler bile bu konu konuşulmadan misafiri odaya almayacaktım. Maketimde şekiller yapmaya devam ederken tüm ilgim maketteymiş gibi dursam da az sonra gelecek itirafı dinliyordum ki amcam ayağa kalkıp Ali'nin önünde hafifçe eğilip ona saygısını sundu. Sonuçta kendisi de Türk olduğu için ona saygı besliyordu çünkü karşısında kanlı canlı bir Osmanlı şehzadesi görüyordu.

 

"Buna hiç gerek yok Quany, artık ülkemde değilim ve şehzadelik haklarımı da fesh ettim," dedi Ali. Amcam aynı anda kalkıp sandalyesine geri otururken bakışları Ali'nin yüzünde dolaşıyordu.

 

"Neden ülkenizden kaçmak zorunda kaldınız bilmiyorum ama haklarınızı devredemeyeceğinizi siz de biliyor olmalısınız. Nereye giderseniz gidin siz Osmanlı şehzadesisiniz. Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum şehzadem," dedi, kimseye bahşetmediği saygılı bir ses tonuyla.

 

"Kızımla da tanışmış olmalısınız. Hikayenizi ona da anlattınız mı? Onun annesi de Türk." Amcam konuşurken kısa bir an bana bakmıştı ama göz ucuyla görmüştüm. Maketimden kafamı kaldırıp göz göze gelmediğim için bakışları tekrar Ali'ye dönmüştü.

 

"Hikayem çok uzun, lord Quany," Ali'nin sesinde bir bozulma sezdiğimde kısa bir an kafamı kaldırıp karşımdaki ikiliye baktım ki kapı tıklatıldı. Max içeri girerken, "misafirimizi biraz dinlendirelim Maximillian," dedim imayla. Max, ne istediğimi anlayarak kafasını salladı ve kapıyı içeri girmeden geri kapattı.

 

Amcamın tüm algısı Ali'de olduğu için bunu sorgulamadı bile. Hâlâ ona bakmaya devam ederken, "Peki, sizin yolunuz buraya nasıl düştü şehzadem?" dedi. Ali, arkasına yaslanırken derin bir nefes verdi.

 

"Kardeşlik yüzünden ülkemde hain ilan edildim. Karımla İngiltere'ye, ardından bu ülkeye kaçmak zorunda kaldım. Sonrasında kızım Balca'yla bebek yaşta ayrılmak zorunda kaldık. Yıllarca onu aradık. Bu klanın içinde olmamın sebebi, kızımın burada olması." Ali'nin sözleriyle amcam şaşkınca kaşlarını kaldırdı.

 

Amcam, Ali'nin sözlerini sindirmeye çalışarak bir süre sessiz kaldı. Gözleri kısılmış, derin düşünceler içinde Ali'ye bakıyordu. "Kızınız Balca burada mı? Bu nasıl mümkün olabilir?" diye sordu sonunda. "Mclenan'da yıllarca bir hanım Sultan mı yaşıyordu?" Amcam bana dönerken kafamı maketten kaldırmıştım.

 

"Yaklaşık üç senedir burada yaşıyormuş," dedim araya girerek. Amcam yutkunurken tekrar Ali'ye dönmüştü.

 

"Onunla da tanışmak isterim," dedi sesindeki heyecan ve merakla. Ali'nin tebessümü büyürken gözleri kısılmıştı.

 

"Sanırım kızımı yakından tanıyorsunuz, lord," dedi. Amcamın kaşları tekrar kalkarken kapının dışında misafirimizden sesler geliyordu. Sinirle kapıya bakarken Max'in onu susturacağını diliyordum.

 

"Kızınız kim?" dedi amcam merakla. Hafif öne eğilmişti ve dirseklerini dizlerine yaslamıştı.

 

"Mclenan'da Osmanlı hatunu olduğunu daha önce anlamam gerekiyordu. Dilinizi iyi biliyorum şehzadem ve ben daha önce öyle bir kadınla tanışmadım," dediğinde dayanamadan gülümsedim.

 

"Balca yani kızım, sizin tanıdığınız isimle Tuğra Mclenan," dedi Ali.

 

Amcamın gözleri sonuna kadar büyürken ağzı açık kalmıştı. Birkaç saniye öyle kalıp ardından idrak etmeye başlayarak ağzı açılıp kapandı ve bana baktı. Kafamı aşağı yukarı sallarken yarım kalan maketi masanın üzerine koydum ancak bıçak hâlâ elimdeydi.

 

"Tuğra, şehzade Ali'nin kızı, amca," dediğimde cümlem biter bitmez amcam itiraza başladı.

 

"Bu nasıl mümkün olabilir," dedi bana bakarak. Gözlerinde imkansız olduğu bas bas bağırırken, bizim bir şeyler karıştırıyor olduğumuzu veya Ali'yi kandırdığımızı düşünüyor olmalıydı çünkü ona imkansız gibi gelen olayın sebebi, Tuğra'nın 2000'li yıllarda doğmuş olmasıydı.

 

Ali, amcamın bu şaşkınlığı karşısında sakin kalmaya çalışarak açıkladı. "Anlıyorum, bu durum size çok garip gelebilir. Ama benim hikayem sadece bir zaman yolculuğu değil, aynı zamanda bir aile trajedisi. Yıllar önce ülkemi terk etmek zorunda kaldığımda, kızım Balca’yı, yani Tuğra’yı geride bırakmak zorunda kaldım. Kızımın doğum yılı size garip gelebilir ama bu durumun altında yatan nedenler var. Zaman ve mekân bazen bizim kontrolümüz dışında işler."

 

Amcam, duyduklarına inanmakta zorlanıyordu ama Ali’nin samimi ve kararlı duruşu karşısında şüpheleri yavaşça dağılmaya başladı. Özellikle zaman yolculuğu kısmını vurguladığında, Ali'ye bir oyun oynamadığımıza emin olmuş gibi bana kaçamak bir bakış attı ama kafasında hâlâ oturtamıyordu. Ali'nin mağaradan geçtiği aklına bile gelmiyordu bence şaşkınlıktan.

 

"Şehzade Ali askerlerden kaçarken mağaradan geçmişler amca. Tuğra'yı orada bir çocuk evine bırakmışlar. Onu alamadan geri dönmek zorunda kalmışlar çünkü asker de onların peşinden gelmiş" dedim Ali'ye bakarken. Amcam daha fazla şaşıramaz gibi suratı kıpkırmızı olmuştu.

 

"O gün gittiğimiz mağara İstanbul denilen bir şehre çıktı. Daha sonra Balca'mı almak için geri gitmeyi denedik ancak mağara karşı tarafa ulaştırmadı. Ay tutulmasında açılan kapının ardında büyük bir beton vardı" Ali, eski günlere gitmiş olacak ki ses tonu buruk bir hale bürünmüştü.

 

"Ben 1971 yılında İstanbul'da doğdum, şehzadem," diye başladı amcam, yılların yükünü taşıyan gözleriyle. "Ülkemde askerlik görevimi yerine getirirken, tam 12 yıl önce, Tuğra'lar gibi bir mağaradan bu zamana geldim. İstanbul'da uzun yıllar yaşadım. Orada her şey betona dönüştü. Mağaranın nereye çıktığını bilmiyorum, ancak üzerine bina dikmiş olabilirler. Şu an çok şaşkınım. Kızınız Balca'nın Tuğra olduğunu nasıl anladınız peki?" diye sordu, gözlerinde büyüyen bir merakla.

 

Ali, amcamın itirafları karşısında şaşkındı ama onun kadar şok içinde değildi. Yüzü, derin düşüncelere daldığını ele veriyordu. "Kızım, sizin de o diyardan geldiğinizi söylemişti," dedi gözlerini masaya dikerek. "Annesi, benim imzamı bir broşla kundağına bırakmıştı."

 

Bu kısa açıklama, odadaki atmosferi daha da yoğunlaştırdı. Sohbetin yeterli olduğunu düşünerek, bacaklarımı iki yanıma açtım ve yavaşça ayağa kalktım. Gerçekler, geçmişin gölgeleri arasından yavaşça su yüzüne çıkıyordu.

 

"Maximillian, misafirimizi getir!" kapıya doğru seslenirken amcamın meraklı bakışları hâlâ Ali de olsa da sesimle bana dönmeyi başarmıştı. Sözümün hemen ardından kapı açılırken amcamın ilgisini çekmiş olmalı ki bedenini kapıya çevirdiğinde kont Clyde Bruce ile göz göze gelmişti. Kont çekingen bakışlarını bana çevirmeden amcamı görmesinden güç almış olacak ki bedenini dikleştirip dili de çatallanmaya başladı.

 

"Majesteleri, neden bir esir gibi buraya getirtiliyorum?" diye sitem etti kont, sesi bana yönelik olmasına rağmen amcamın yanında duruşunu koruduğunu gösterdi.

 

"Dougal, bu ne hal böyle? Niçin nişanlımın amcasına böyle muamele ediyorsun?" Amcamın sorusu kontu daha da cesaretlendirdi. "Size ne yanlış yaptım majesteleri?" diye karşılık verdi kont, ama amcamın sert bakışları altında zayıf düştü. O sırada Ali'nin ayağa kalktığını fark ettim.

 

"Bu konu seni de ilgilendiriyor," dedim, ismini vurgulamadan. Ali, başını sallayarak yerine geri oturdu ve bakışlarım tekrar kont Clyde Bruce'a döndü.

 

"Kont Clyde Bruce'un Kardeşlik örgütünden olduğunu öğrendik, amca," dedim, kontun gözlerine bakarak. Kontun ifadesi anlık bir zayıflık gösterdi ama hızla kendini toparladı.

 

"Kardeşlik nedir? Quany, burada ne oluyor? Neyle suçlanıyorum?" diye sordu kont, amcama dönüp kafası karışmış bir şekilde bakarken. Amcam, suçlamada bulunmadan önce emin olacağımı biliyordu. Göz göze geldiğimizde düşüncelerini anlamıştım.

 

Uzun bir bekleyişin ardından amcam konta döndüğünde kont kendini savunmaya başladı ve suçlamaları inkar etmeye çalıştı. Kylie'nin konusunu açıp amcamı zayıf düşürecek bir şeyler ararken konuyu saptırdı.

 

"Biz aileyiz, Quany. Nasıl böyle bir şey yapabilirim? Kontluk işlerim yoğunken başka meselelerle uğraşacak vaktim yok," diye sert bir şekilde karşılık verdi. "Bana böyle suçlamalar yönelteceğinize klanında yaşananları çözmelisin!" dediğinde amcam sertçe ayağa kalkarken yüzü kızarmıştı.

 

"Klanımda ne yaşanmış Kont Bruce?" dedi amcam. Ali olanları Tuğra'dan duymuş olmalı ki bana bakıyordu.

 

"Yeğenlerim nerede Quany haberin var mı? Ah ben söyleyeyim, sevgili kızın yani kraliçe Tuğra ikisini de klanda esir tutuyor. Haftalardır zulüm ediliyor benim yeğenlerime. Senin bu durumu çözmen gerekirken beni alıkoyup olmayacak saçmalıklara dolu suçlamalar yönlendiriyorsunuz. Söylesenize bizden ne istiyorsunuz? Yeğenimle evlenmeyi düşünmüyorsan söyle ben alıp götüreyim onları" amcam cevap beklercesine bu sefer bana döndüğünde rahat bir pozisyonda ayakta durmaya devam ettim. Bıçağım hâlâ elimdeydi ve tehlikeli bir şekilde sallamaya başladım.

 

"O konuyu Tuğra'yla konuş amca fakat şunu unutma ki bir ayıpları olmasa Tuğra onlara ceza vermezdi. Bildiğim kadarıyla nişanlın kalede kalmaya devam ediyor ve Clyde Bruce'un dediği gibi bir zulüm görmüyorlar," dedim kont ünvanını es geçerek. Bu saatten sonra ünvanını çoktan kaybetmişti.

 

"Quany, bu bir iftira" Bruce'un sesi gür çıkarken bıçağı dik tutarak sinirli bir şekilde masaya sapladım. Karşımda sesini yükselttiği için bıçağı boğazına sokmadığıma dua etmesi gerekiyordu. Öfkeli bakışlarımı gören Bruce, sınırı aştığını anlamış olmalı ki sustu ancak ellerinin titrediğini fark etmiştim. Güzel, korkmalıydı zaten...

 

"Tamam, Dougal. Kont da hücreye atılıp sorgulansın. Kızım ile diğer konuyu konuşurum," diye emretti amcam, Bruce tekrar bağırmaya başlarken Max onu arkadan tutup çekiştirmeye başladı. Odadan çıkartılırken, "artık kont değil," diye mırıldandım. Kapı kapandığında koridordan bağırışları duyuluyordu hâlâ.

 

Amcam yüzünü sıvazlayıp yerine otururken, Kylie için endişelendiğini düşündüm. Yerime oturmadan önce masadaki bıçağı tek hamlede çekip çıkardım ve maketimi oymaya geri döndüm.

 

"Klanımdan aylardır uzağım ama ne olmuş olabilir ki? Ayrıca Bruce'un Kardeşlik'ten olduğuna katıldığım toplantılarda hiç rastlamamıştım?" diye sordu amcam.

 

Ali, benim önüme geçerek cevap verdi "Tuğra, klanda olanları size anlatır Quany, ancak onu dinlemeden yargılamayın." Amcam kafasını kaldırıp Ali'ye baktı. "Elbette yargılamam şehzade. Kızımı dinlemeden, yaptığı şeyi neden yaptığını sormadan nasıl yargılarım? Sadece tüm bu olanlar ve bilgiler çok fazla geldi," dedi.

 

Ali biraz daha öne eğilip gözlerini kıstı. "Fazla mı az mı bilemem, ancak bildiğim tek şey şudur sevgili Quany, Tuğra benim kızım. Siz de bunu unutmayın," diyerek ayağa kalktı. Amcam ardından gözlerini devirdi. Ali bana kafasını hafifçe eğerek bir işaret verdi ve kapıyı açtı. Bir şey söylemeden odadan çıkıp kapıyı ardından kapattı.

 

"Bu olanlara inanamıyorum! Neye şaşıracağımı şaşırdım. Az önce Osmanlı şehzadesi bana laf sokarak gitti. Tuğra onun kızı ve klanımda bilmediğim bir şeyler olmuş. Kardeşlik örgütünün lideri hücrede ve Kont Bruce da örgütten. Osmanlı sadrazamı şu an yolda buraya geliyor ve Ay Taşı artık elimizde olsa da nasıl kullanılacağını bilmiyoruz," diye söylendi amcam, yüzünü tekrar sıvazlarken ayağa kalktı.

 

"Ben de hücreye inip çocukların neler yaptığına bir bakayım. Belki birkaç bilgi vermiştir Jean," diye ekledi amcam, onaylanmasını beklercesine. Masama doğru yürüyüp oturdum. Aşağıdaki işleri Tuğra'ya bırakmıştım ve biriken yazı işlerimi halletmem gerekiyordu. Tomar haline getirilmiş kağıt yığınlarını çıkarırken bir daha amcama bakmadım. Zaten o da sessizce odadan çıkıp gitmişti.

.

 

TUĞRA

 

Herkes hücreyi terk edip sorguyu bize bırakmıştı ancak benim bedenimde bir tükenmişlik hissi hakimdi. Aylar boyunca huzur içinde yaşamışken, bu sorunlarla artık başa çıkmaktan yorulmuştum. Geleceğimiz, dostlarım ve ailem tekrar tehlikede olduğunda bu seferki tehdit sadece bizi değil, tüm dünyayı hedef alıyordu. Tek bildiğim bu tehditi yok etmezsek gelecekte sevdiğim herkes bundan etkilenecekti. Ay taşı bu kadar büyük bir güçse eğer onu ortadan kaldırmamız gerekiyordu. Taş, Dougal'dayken içim rahat olsa da Jean Alfred'in tüm bilgilerini öğrenmek istiyordum.

 

Melek, Emir'in birkaç adım arkasında sessizce duruyordu. İkili sorgu yöntemiyle başlayacaklardı. Ben de devreye girebilirdim ancak sadece uzaktan izlemeyi tercih ettim. Hala duvara yaslanmış vaziyette, onları gözlemlemeye devam ederken bedenimdeki halsizliği bir şekilde atlatmaya çalışıyordum. Gerçekten çok yorgun hissediyordum ve bu benim için alışık olmadığım bir durumdu. Duygusal bir çöküş yaşadığımı fark ettim. Bulanan midem ve içimi kemiren endişelerim de durumumu iyileştirmiyor, aksine daha da kötüleştiriyordu.

 

İkili sorgu yöntemi başladığında Emir, Jean'in beden dilini ve göz bebeklerinin büyümesini dikkatlice gözlemleyerek sorularını şekillendirecekti. Jean'in tepkilerine göre aynı konuya devam edebilecek ya da farklı bir soruyla yönlendirebilecekti. Ardından Jean'i zamansızlaştırmak için gözlerini bağlayarak tek başına bırakacaklardı. Bu yöntemle Jean'in zaman algısı bozulacak, bir saat gibi görünen zaman dilimi onun için çok daha uzun süreler gibi geçecekti. Bu durum Jean'in mental olarak zayıflamasına neden olacaktı.

 

Sonrasında ara ara ziyaret edip ona su içmek isteyip istemediği gibi basit sorular sorarak ona iyi davranıyormuş gibi yapacaklardı. Bu taktikle Jean'in beklentileri tersine dönecek ve beklediği ağır işkence yöntemleri uygulanmayacağını anlayarak kafasının karışmasına yol açacaktı. Bu psikolojik oyunlar, Jean'in dayanma gücünü zayıflatmaya ve onu kontrol altına almaya yönelikti.

 

Burada kullanılan yöntem, Jean'in direncini kırmak ve onun zihnini bulanıklaştırmak için psikolojik ve fiziksel baskılarla dolu bir tuzak kurmaktı. Öncelikle, Jean'e sadece basit sorular sorulacak ve iyi davranılacak, böylece kendisine su gibi basit ihtiyaçlarını sormak da dahil olmak üzere herhangi bir fiziksel işkence yapılmayacaktı. Su içmek isteyip istemediğinin bir önemi yok. Onun aklını karıştırıp iradesini kırana kadar sadece iyi davranılacak, genelde ilk zamanlar su içmeyi reddeden düşmanlar zaman geçtikçe kırılmaya da başlayacak. "Evet su istiyorum" dediği anda da onu kırmak üzere olduğumuzu hemen farkedecek ve asıl sorgulama ondan sonra başlayacaktı. Direncini korumaya devam ederse ve hayır derse -ki bunu başaran ajan sayısı kendi zamanımızda çok azdır- fiziksel caydırma yöntemine başlanacak.

 

Bunun da birçok yöntemi var ancak Emir'in en sevdiği caydırma yöntemi, yerde dizlerinin üstünde otururken bağlı olan ellerini başının üzerinde kafasına veya ensesine değmeyecek şekilde havada tutmaya zorlama şekli. Düşman pozisyonunu bozduğu an sinirlerinin yoğun olduğu kısımlara sert darbelerle vurulacak ve onu saatlerce öyle durmaya zorlaynacak. Bunun ismi askeriyede stres pozisyonudur. Göktürk komutanımın favori stres pozisyonu, bedeni eğik bir şekilde duvara dönük bekletip yaslanmamaya zorlamaktı. Stres pozisyonu, fiziksel acı ve sefaletin yanı sıra zihinsel baskının da doruğa çıktığı bir yöntemdi. Jean, zamanın nasıl geçtiğini bilemeyecek, yardım gelmeyeceğine inanacaktı. Emir ve Melek ise Jean'in bu durumda kendilerine güvenmeye başlayacağını biliyorlardı. İnsan doğası gereği acı içindeyken plan yapmak zordur, hikayeleri zihninde düzenlemek daha da zorlaşır. Bu süreçte onu yumuşatmak ve toparlanmasına fırsat vermemek, gerçek bilgiye erişim için son aşama olacaktı. İşte onu bu şekilde yumuşatmaya ve toparlanmasına fırsat vermemeye çalışarak son aşama olan gerçek sorgulama başlar. Bu aşamalardan geçen düşman, sorguya girdiğinde, sorgu başarısını büyük ölçüde arttırır.

 

Tüm bu süreçlerin sorgunun ilerleyen aşamaları olduğunu ve günler sürebileceğini biliyordum. Tüm bu yöntemler başarı ve doğru yanıtlar elde etme olasılığını önemli ölçüde artırıyordu. Askeriyede bu tür sorgulamalarla ilgili eğitim almış biri olarak, iyi bir ajanın bile direnebileceğini biliyordum çünkü doğru yaklaşım ve yöntemlerle direnç kırılabilirdi. Askeriyedeki sorgulamalar da çok iyi eğitimli bir ajan ancak son aşamaya kadar direnebilirdi. Tüm bunlardan önce sıkı bir sorgulama, psikolojik baskı, gerekirse bazı sorular çok sert bazıları arkadaşça sorulurdu. Daha yoğun psikolojik manipülasyonlar da devreye girebilirdi. Kişiye ve bilginin önemine göre hikaye değişirdi. Yani şimdi standart sorgulamayla başlayacaktık çünkü Jean iyi bir ajan değildi.

 

Emir, sessizce Jean'in karşısına geçti ve cebinden çıkardığı makası göstererek havada salladı, ona işkence yapacakmış gibi göstermek için. Gözleri parlayan bir ifadeyle Jean'e doğru uzatırken, onun bu tehditten nasıl etkilendiğini gözlemlemeye çalışıyordu.

 

"Jean Alfred, gerçekleri söyleme zamanı geldi," dedi Emir, makası Jean'e doğru uzatırken. Jean ise umursamaz bir tavırla karşılık verdi, "Beni korkutamazsın," diyerek sakin bir şekilde Emir'e baktı.

 

Emir, bu sözlere aldırmadan makası Jean'in gömleğine doğru yönlendirdi ve önünden dik bir kesik yapmaya başladı. Göğsündeki kumaş parçalarını çıkarıp yere atarken, Jean'in üst bedeni tamamen çıplak kaldı.

 

Jean, Emir'in tehdidine umursamaz bir tavırla karşılık verdi, "Beni asla korkutamazsınız," tekrarlayarak rahat bir şekilde durdu.

 

"Taş ne işe yarıyor?" diye sordu Emir. Ancak Jean'in sessizliği karşısında cevap alamadı.

 

Melek, sessizliği bozarak devreye girdi, "Üstadın planı ne?" diye sordu. Jean yine cevap vermedi.

 

Jean'e vahşice işkence edilse bile konuşmayacağı belliydi. Bu yüzden sorgusuna Melek ve Emir'in girmesini tercih etmiştim. Dougal'a da bu konuda bilgi vermiştim. Jean'in onlara özgü sorgulama yöntemlerine karşı dirençli olduğunu ve fiziksel acıya karşı adapte olduğunu tahmin ediyordum. Sonuçta, geçmişte bir asker olarak yaşadığı zorlu durumlar onu bu kadar dayanıklı kılmıştı.

 

"Kraliçe Tuğra, burada çok fazla kan görünecek burada durmak istediğinizden emin misiniz?" Jean, bu cümleyle düşüncelerimi teyit etmişti. Sanki sorgulayan taraf oymuş gibi rahatını bozmamıştı. Bana attığı lafla istifimi hiç bozmadan boş gözlerle ona baktım ancak cevap vermedim. Gözleri bir süre daha gözlerimde asılı kalırken Emir kafasını tutup kendine çevirdi ve gözlerime baktı.

 

"Açıkçası seni görmeden önce mantıklı biri olduğunu düşünmüştüm Jean." Emir'in saldırgan tonu ve taşkınlığı karşısında Jean'in yüz ifadesi hiç değişmedi.

 

"Delinin tekisin değil mi?" dedi Emir, alaycı bir tonla devam ederek, "Hangi akıllı insan kehanet zırvalarına inanır söylesene? Taşı kaybettin, Dük ünvanını kaybettin, yardımına kimse gelmeyecek, o güvendiğin Kardeşlik tarikatı tamamen ifşa oldu. Artık tek başınasın. Senin yerinde olsaydım bu kadar rahat olmazdım." Emir'in konuşmasıyla Jean düz bir ifadeyle ona baktı. Bakışları birkaç saniyeden uzun sürerken Emir'i kendi içinde tartıyor gibiydi.

 

"Her şeyi kaybetmiş olabilirim," dedi Jean, geçen saniyelerin ardından hafif bir tebessümle devam etti. "Fakat en önemli şey hâlâ benimle. Üstad yakında kendini belli edecek. Onun karşısında hiçbiriniz duramayacaksınız!"

 

Jean'in sözleri biter bitmez Melek de onunla birlikte gülmeye başladı. Jean'in bakışları Melek'e dönerken, Melek derin bir nefes alarak gülmesini gizlemeye bile çalışmadı.

 

"Üstad dediğin adam hemen ortaya çıksa iyi olur. Onu konuşturmak veya öldürmek çok basit olacak. Seni yakalamak gördüğün gibi oldukça kolaydı," dedi Emir, sesinde alay dolu bir ton vardı. Ardından hareketlenip Jean'e doğru eğildi, eliyle saçlarını tutarak kafasını yukarıya kaldırıp ona doğru baktı.

 

Bu sırada ben adım adım dışarıya yönelmiştim. Bulantım çok fenalaşmıştı ve Jean'in karşısında zayıf görünmemem gerekiyordu. Melek, göz ucuyla bana bakarken yüz ifademden durumumun pek iyi olmadığını anlamış olmalı ki endişesini belli etti. Ancak ben gözlerimle sorun olmadığını ima ettiğimde kafasını sallayarak tekrar Jean'e döndü.

 

O anda koridora ulaşmıştım bile. Emir'in ve Jean'in arasındaki gerilimi hissederek odayı terk ettim, bulantıma rağmen kendimi toparlamak için bir an önce uzaklaşmam gerektiğini biliyordum.

***

 

"Rob, konuşabilir miyiz?" dedim, midemdekileri çıkardıktan sonra elimi yüzümü yıkamış ve Dougal'a gözükmeden kendimi bahçeye atmıştım, ancak başım hâlâ dönüyordu. Ellerim titremeye başladığında derin bir nefes aldım ve ileride gördüğüm Rob'un yanına yürüdüm. Ona doğru yaklaştığımı fark ettiğinde, kafasını sanki ben orada yokmuşum gibi öne eğdi, bu durumda kaşlarımı çattım ama yine de ona doğru yürümeye devam ettim.

 

"Sen iyi misin?" dedi bana bakmadan. Elindeki okları kınına yerleştirmek gibi boş bir işle meşguldü.

 

"Konuşmamız lazım, acil!" dediğimde Rob, bakışlarını bana çevirdi ve yüz ifademi görünce uzun bir nefes verdi.

 

"Tamam, konuşalım. Müsait bir yere gidelim," dedi etrafına bakınarak. Ben de etrafıma göz gezdirdiğimde, yakınlarda antrenman yapan savaşçıları fark ettim ve bakışlarımı seyir tepesinin olduğu yöne çevirdim. Rob, baktığım yeri anlamış gibi gergin bir ifadeyle önde yürümeye başladı ve ben de peşine takıldım. Ancak hâlâ kendimi iyi hissetmiyordum. Midemdekileri çıkardığımdan beri boş midemin ağrısı devam ediyordu ve uzun bir süre bir şey yemek istemiyordum.

 

Yolumuza sessiz adımlarla devam ederken, etrafımdaki sessizlik beni tedirgin etmeye başladı. Rob ile birlikte ilerliyorduk, her ikimiz de kendi düşüncelerimize dalmıştık. Kafamı aşağı eğerek yürümeye çalışsam da, tepeye yaklaştığımızda birdenbire hissettiğim gölgeyle başımı kaldırdım. Karşımızda duran albay, güçlü yapısı ve sert bakışlarıyla adeta yolu kapamıştı. Rob da arkasına döndüğünde albayı fark etmişti ve durduğumu anlamış gibi davrandı.

 

"Kızım, konuşmamız lazım," dedi Albay. Herkesin konuşacak bir şeyleri vardı elbette! Sözlerindeki ciddiyet ve kararlılık beni rahatsız etti. Rob'a doğru döndüğümde, onun kaçarcasına davranışı dikkatimi çekti. Konuşmaktan kaçınmak için fırsat kolluyor gibi görünüyordu.

 

"Komutanım, şu an uygun değil. Özel bir görüşmemiz var," dedim hızlıca, Rob'la konuşma fırsatını kaçırmamaya çalışarak. Ancak albaya karşı direnç göstermek mümkün değildi. Rob'un endişeli bakışlarına rağmen, albay doğrudan konuya girmekte kararlıydı.

 

"Klanımda neler oluyor?" diye sordu albay, gözlerini sert bir şekilde üzerime dikerek. Albayın sorduğu soruyla konunun uzun olacağını anlayarak bakışlarımı Rob'un sırtından çekerek olduğum yere çöktüm ve çimenlere oturdum. Albay bir süre daha ayakta kalıp bana bakmış ardından konuşmayacağımı anladığında benim tam karşıma oturmuştu.

 

"Biz daha sonra konuşabiliriz," dedi Rob hızlı adımlarla yolunu değiştirip ilerlemeye başlarken. Şimdi kaçsın bakalım, elbet onu sıkıştırırdım. Albayın yanına dönerken usulca kafamı salladım. Ama onun acelesi vardı ve doğrudan konuya girmişti.

 

"Ziyarete gittim komutanım. Leydi Cora'nın çalışanlara şiddet uyguladığına şahit oldum. Kızın karnı mosmor ve eli yarık içindeydi. Nişanlınız Kylie de durumu bilip göz yumduğu için ona oda cezası verdim. Elbette siz gelene kadar sonrasında ne yapacağınıza siz karar verirsiniz diye düşündüm fakat Cora'nın yaptığı fiziksel ve psikolojik şiddetler göz ardı edilemeyecek kadar kötüydü." Albay sözlerimle şok olmuş gibi bakarken devam ettim.

 

"Hiç mi fark etmediniz gerçekten? Kalede çalışan kadınların ve erkeklerin uysallığı, ürkekliği sizi hiç mi şüpheye düşürmedi?"

 

Albay kafasını iki yana sallarken, "Hayır kızım, düşünmedim elbette! Kaledeki herkes benden hep çekinir ve saygı duyar. Onlara sorduğumda bana leydi Kylie ve Cora'yı hep överler, sevgi dolu bahsederler; çok mutlu olduklarını söylediler bu zamana kadar. Böyle bir şey aklımın ucundan dahi geçmedi. Onların bunu yapacaklarına ihtimal dahi vermedim!"

 

Albayın bu cevabı beni hem hayal kırıklığına uğratmış hem de öfkelendirmişti. Yüzümü buruşturarak parmaklarımla oynamaya başladım, ne söylemem gerektiğini düşünüyordum. Albayın kalede olup bitenlerden bu kadar habersiz olması kabul edilemezdi.

 

"İşin doğrusu bu komutanım. Savaşçıların da duruma şahit. Cora bir daha kalede yaşamayacak. Köylülerin arasında ufak bir kulübede kalıyor. İngiltere'ye gidecek bir akrabası da kalmadı çünkü görmüş olman lazım, Kont Clyde Bruce Dougal tarafından Kardeşlik'e katılmaktan alıkonuldu."

 

Albay kafasını iki yana sallarken, "Savaşçıların şahit derken? Sana inanmadığımı düşünüyor olamazsın. Evet, Kylie ile evlenmeyi düşündüm ancak bunun tek sebebi klanımın bir hanıma ihtiyacı olmasındandı. Ben ona aşık değilim, hiç olmadım. Kimseyi sevemem ben kızım. O da benden bunu beklemedi ve bana yanlış yapmadığı için bu ilişki yıllardır devam ediyor. Bu yaptığının cezasını kalede hanım olmayı kaybederek ödeyecek."

 

Kafamı olumlu anlamda sallarken onunla tartışacak veya başka cevaplar verecek takatim olduğunu düşünmüyordum. Kendimi böyle hasta gibi hissetmesem, şiddet olayını nasıl dikkat etmediği için ciddi şekilde hesap sorardım. Aklım şu an sadece Rob'un tavrında takılı kalmıştı. Onun hızlı adımlarla kaçışı, hep kaçmak isteği, konuşmaktan kaçıyor oluşu... Bunlar zihnimi meşgul ediyor ve içimdeki hastalığı büyütüyordu. Bir an önce Rob'la konuşmak için sabırsızlanıyordum. Daha fazla bekleyemezdim.

 

"Görüşürüz, komutanım. Dougal'a yardım etmem gerekiyor. Şu anda İngiltere'de senin verdiğin soylu Kardeşlik üyelerinin isimleri, geçmişleri ve aileleri hakkında bilgi topluyor olmalı." Albay, olumlu bir şekilde kafasını salladı. Tam gitmek üzereyken elimi tutup beni durdurdu. Soru sorarcasına gözlerine baktım.

 

"Ne olursa olsun, kim olursan ol bil ki sen her zaman Kurt Klanı varisi, benim varisim olarak da yazılacaksın. Merak ettiğim, sen buraya gelmeden önce yani bu zamana, şehzadenin kızı olduğunu bilmiyordun değil mi?" Demek babamla sohbetleri olmuştu. Hayır anlamında kafamı iki yana salladım.

 

"Kader tuhaf bir döngü komutanım. Bazen hayatımızın yönünü belirleyen en önemli gerçekler karanlıkta saklanır ve biz onları bulana kadar farkında bile olmayız. Benimki de o hesap. Buradan gitmek için fırsat kollarken Dougal uğruna geri döndüm. Emir, benim için döndü. Melek, Ewan için kaldı... Söylesenize, siz neden kaldınız?"

 

Albay sözlerim üzerine gözlerime derin bir ifadeyle bakarken onun da hayatında anlatamadığı birçok sır olduğunu zaten bilirken, bu bakışlarla iyice emin oldum. Cevap vermediğinde hafif tebessüm ederek yanından uzaklaştım.

***

 

Jean Alfred'in hücreye kapatılmasının ardından tam beş gün geçmişti. Soğuk duvarlar arasında geçen bu beş gün, onun için bir ömür kadar uzun gelmişti. Sorgunun iyi gittiğini söyleyen Emir ve Melek, Jean'ın artık kırılmak üzere olduğunu ancak hala direnmeye çalıştığını belirtiyordu. Emir, Jean'ın direncini kırmak için Kont Clyde Bruce'u, onun hücresine götürmüştü. Jean’a, herkesin yakalandığını ve artık kimsenin onu kurtarmaya gelmeyeceğini anlatmaya çalışıyordu. Ancak, Melek'in zihninde bambaşka bir endişe vardı: Üstad.

 

Jean, sorgu sırasında dünyayı değiştirmekten bahsediyor, büyük bir inançla Üstad'ın ortaya çıkacağını söylüyordu. Melek, Üstad'ın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu. Onun varlığı, Melek'in içinde bir an önce yok etme arzusu uyandırıyordu. Emir ise bu durumu hiç umursamıyordu. O sadece Jean'ın kırılmasını ve gerekli bilgileri vermesini istiyordu. Fakat Dougal da oldukça ciddiye alıyor olmalı ki kral Royce Boyd ile iletişime geçerek Kardeşlik'teki tüm soylu üyelerin iadesini talep etmişti. Kardeşlik üyelerinin tamamı soylulardan oluşuyordu ve Royce, Dougal'a bunun imkansız olduğunu bir mektupla anlatmaya çalışmıştı. Şimdi ise Dougal, ona hararetli ve küfürlü bir cevap yazmakla meşguldü.

 

Masamın karşısında oturan Dougal, gerdiği kol kaslarını sıkarak sinirle mürekkebe batırdığı kalemi sayfanın üzerinde dolaştırıyordu. Her hareketi, içindeki öfkeyi ve sıkıntıyı yansıtıyordu. Mürekkep sayfanın her yerine dağılırken, Dougal'ın yüzündeki kaslar geriliyor ve gözleri sinirle parlıyordu. Üstad'ın varlığı ve Kardeşlik'in sırları herkes gibi her an Dougal'ın da zihnini meşgul ediyordu. Jean'ın direnişi, Melek'in sabırsızlığı ve Emir'in umursamazlığı arasında, herkes kendi savaşını veriyordu. Ancak hepsinin üzerinde, Üstad'ın gölgesi dolaşıyordu.

 

"Soyluları öylece tutuklamak ülkeyi karıştıracak," dedim Dougal mektubu yazarken. Bakışları bana dönmeden kalemi kutunun içine bıraktı. Mürekkebin kuruması için beklerken kafasını kaldırıp yeşilleriyle gözlerime baktı.

 

"Uğraşsın dursun," cevabına gülümserken buldum kendimi. Dougal’ın kararlılığı, içimde bir yerde bir rahatlama hissi yaratıyordu. Kral Royce'un cevabı ne olursa olsun Dougal’ın planı değişmeyecekti. Herkesi tek tek tutuklayacaktı. Artık geri dönüş yoktu; herkes bu karmaşanın içinde kendi payını almak zorundaydı.

 

"Bebek bekliyorlar aşkım. Tüm ilgisini kraliçesine vermeli," dedim kollarımı masaya yaslarken. "Demek istediğim, Royce bir kral ve vatan hainliği suçuyla onları kendi yargılayabilir. Hem yalan da değil, dünyayı değiştirip ülkeleri yıkmak istiyorlar. Royce, meclise bu gerekçeyi sunarsa kimse itiraz edemez, halk ses çıkartamaz. Hem de vatan hainliğinin sonucunu görüp kendisine karşı yapılan provokasyonları topluca engellemiş olur. Mektubuna küfür yerine bunları yazabilirsin."

 

Sözlerim bitince Dougal gözlerini benden çekip mektuba baktı, ardından eline aldığı kağıdı yırtıp yere attı. Bakışlarıyla beni süzerken derin bir nefes aldı.

 

"Haklısın," dedi sessizce. "Bebek bekliyor artık daha akıllı bir adam olabilir. Gerçi pek sanmıyorum ama." Muzipliğiyle ikimiz de güldük. Yine de Royce Boyd hakkında olumsuz hiçbir düşüncem yoktu. Dougal'ın bir sözüyle tanımadığı bir kadınla evlenmişti.

 

Yeni bir kağıt alıp kalemi yeniden mürekkebe batırdı. Bu sefer daha sakin, daha hesaplı bir şekilde yazmaya başladı. Onun yanında durup mektubun her satırını dikkatle izledim. Bu, sadece bir mektup değildi; ülkenin kaderini belirleyecek bir hamleydi.

 

"Son zamanlarda iyice sinirli bir koca oldum, değil mi?" diye sordu. Bu sefer daha sakin hareketlerle yeni mektubu yazarken. Gülümsemeye devam ederek yerimden kalktım ve tam yanına giderek bacaklarının arasına girdim. Bedenimle mektup yazmayı bırakıp tek eliyle belimi sarmıştı. Kollarımı boynuna dolarken güzel dudaklarından bir öpücük çaldım.

 

"Biraz," dedim gülerek. "Ama her şeye rağmen, senin yanında olmak her zaman huzur verici." Dougal da gülümsedi ve elini belimde biraz daha sıkarak beni kendine çekti. Mektup ve endişeler bir an için arka planda kalmıştı. Şu an, sadece ikimiz vardık ve bu anın tadını çıkarmak istiyorduk. Öpmeden önce boştaki elinin tersiyle yanağıma tüy kadar hafif dokunarak boynuma doğru elini indirdi.

 

"Hmm," dedi ve elini boynuma getirdi. Avuç içini nazikçe çevirip gerdanıma kadar indirdi.

 

"Gel buraya" uyguladığı baskıyla tek dizine otururken, içimdeki sıkıntıya rağmen tüm yüzüm gülüyordu.

 

"Seni biraz seveyim de huysuzluğum geçsin aşkım," dediğinde hemen kıkırdadım. O sıcak, sevgi dolu ses tonuyla kendimi onun kokusunda sarmalanırken buldum. Gözlerimdeki sıkıntı bir anda kayboldu. Onun omzuna yaslanıp ömrümün sonuna kadar böyle kalmak istediğimi hissettim.

 

Dougal'la ayrıldıktan sonra bir süre geçmişti. Onun yapması gereken işler olduğunu biliyordum, bu yüzden odasından ayrıldım ve onu daha fazla engellememeye karar verdim. Emir, sorgulamanın çok iyi gittiğini söylemişti. Bugün psikolojik baskı yapacaklarını ve tahminime göre Jean'ın bildiği her şeyi dökeceğini belirtmişti. Bu yüzden adımlarımı hücreye doğru attım.

***

 

Hücreye giden yol boyunca borazanların sesleri yankılanıyordu, iki gündür olduğu gibi bugün de. Hücreye doğru ilerlerken, İngiltere'ye geri dönen Bozguncular'dan Arthur'un tutukladığı ve İskoçya'ya getirmeye zorladığı birkaç soylu Kardeşlik üyesinin daha geldiğini biliyordum. Bu üyeleri sorguya çektiğimizde, korkularından dolayı ellerindeki her şeyi anlatmışlardı ve artık örgüt hakkında önemli bilgiler edinmiştik.

 

Brad'e, öğrenilen tüm bu bilgileri bir deftere not almasını söylemiştim. Dougal'ın tarihte bu grupları nasıl etkisiz hale getirdiğine dair başarılarını yazacak ve önümüzdeki günler için bize yol gösterecek bu kayıtlar önemliydi. Ancak asıl kilit nokta, Jean'in beynindeki bilgilerdi. Emir'e göre bu sorunu da bugün çözecektik.

 

Jean, Kardeşlik'in kritik bilgilerini verecek olmasıyla sadece bizim değil, belki de ülkelerin kaderini belirleyecek bir rol oynuyordu.

 

Bahçede telaşla koşan savaşçıları fark ettim. Gayri ihtiyari olarak bakışlarımı o yöne çevirdim, ancak gelenler Arthur ve tutuklular değildi. Gözlerim, bahçenin ucunda dalgalanan Türk bayrağına takıldı ve o an sadrazam Bozoklu'nun nihayet geldiğini anladım.

 

Rob ve Sakallı'nın koşturanlar arasında olduğunu görünce, onları karşılamak için yanlarına ilerlemedim. İçimde garip bir huzursuzluk vardı. Babamın Osmanlı sadrazamına da kendini göstereceğini biliyordum ve bu düşüncenin doğuracağı sonuçlar beni endişelendiriyordu.

 

Hücre kapısını sertçe açtığımda içerideki manzara karşısında donakaldım. Jean Alfred, bir sandalyeye oturtulmuştu. Gözüne bağlanan bandaj boynuna inmiş, çıplak üst gövdesi terli ve kurumuş kan lekeleriyle kaplıydı. Hücrede yoğun bir idrar kokusu hakim olmuştu.

 

Jean Alfred, önüne konulan masanın üzerindeki bir tas çorbaya aç gözlerle bakıyordu. Benim çıkardığım sesle irkilerek bakışlarını bana çevirdi. Emir, beş günde iyi iş çıkartmıştı, çünkü Jean Alfred’in ilk geldiğindeki kendine güveni tamamen yok olmuş gibiydi. O an, ne kadar değiştiğini ve zayıfladığını fark ettim. Bu değişim, ona uygulanan baskının ne denli ağır olduğunu açıkça gösteriyordu. İçimde beliren karanlık düşüncelerle, ne yapmam gerektiğini tartarak hücreye adım attım.

 

"Kraliçeni selamla!" Emir'in sesi yumuşak ama altında sert bir ton barındırıyordu. Jean yutkunarak, "Majesteleri," dedi ve gözlerini tekrar önüne eğdi.

 

Bakışlarımı Jean'dan ayırıp Emir'e çevirdim. Emir, hızlıca göz kırptı. İçimde bir yerlerde, bu olayların nereye varacağını merak ediyor ve bir yandan da korkuyordum. Sorgu yöntemleri etkiliydi, fakat sonuçları neler olacaktı? Bu sorular zihnimde dolaşırken Jean'e bir kez daha baktım, gücünü kaybetmiş ve boyun eğmiş halde..

 

"Tamam, şimdi kraliçen sana soru soracak. Her verdiğin düzgün cevap için bir kaşık çorba içebilirsin. Unutma ki biz senin iyiliğin ve sağlığın için uğraşıyoruz." Emir'in sözleri hücrede yankılandı.

 

Jean, tekrar yutkunarak Emir'e baktı. Kızaran ela gözlerinde ışık sönmüş gibiydi. Emir haklıydı; Jean'in beynini epey yıkamıştı ve çözülmesi an meselesiydi. Onun bu hali gerçekten acınasıydı, ancak içinde bulunduğumuz durumda duygulara yer yoktu.

 

"Tabii ki yemek yememeyi de tercih edebilirsin kardeşim. Bu senin kendi tercihin olur. "Açlıktan ölürüm de cevap alamazlar benden" diye düşünme sakın. Bunu haftalardır anlamış olman lazım. Açlıktan ölmene asla izin vermem, hayatta kalmana yetecek ama sana yetmeyecek öğünleri iyi öğrendin artık," dedi Emir. Jean'in gözlerinden geçen korkuyu gördüğümde ben de istemsizce yutkundum.

 

Emir ve Melek, Jean'in zaman algısını tamamen kaybetmesini sağlamışlardı. Hücrenin kenarındaki küçük pencereye tahta çaktırarak içeriye gün ışığının girmesini engellemişlerdi. Gün içinde sadece bir saat uyutup uyandırıyor ve "bütün gece uyudun, kalk" gibi sözlerle bir gün geçmiş izlenimi yaratıyorlardı. Tüm bunları ikisi nöbetleşerek yapmışlardı. Ben ise bu sorguya hiç müdahale etmemiştim, sadece uzaktan izlemekle yetinmiştim.

 

Jean'in yüzündeki umutsuzluk ifadesi, hücrede yaşananların ne denli ağır olduğunu anlatıyordu. Zihni bulanık ve bedeninden güçsüz düşmüş halde, artık direncinin son noktalarındaydı. Bu düşünceler kafamda dönerken, Emir'in talimatlarını bekledim ve Jean'in vereceği cevapları dikkatle dinlemek üzere hazırlandım.

 

Yavaş adımlarla burnumu kırıştırarak onlara doğru yaklaştım. Koku o kadar rahatsız ediciydi ki, burnumu tutmamak için kendimi zor tutuyordum. Emir, sandalyesinden kalkıp bana yer verirken, Jean'in tam karşısına oturdum ve masaya değmemeye özen gösterdim.

 

Arkama yaslanırken bakışlarımı Jean Alfred'den hiç ayırmadım. O ise çorba kasesindeki çoktan soğumuş çorbaya bakıyordu. Gözlerinde bir yorgunluk ve çaresizlik vardı. Sessizlik içinde birkaç an geçti.

 

"Sorularıma cevap verecek misin, Jean?" diye sordum yumuşak ama kararlı bir sesle. Jean'in gözleri aniden bana döndü, derin bir nefes aldı ve gözlerini kısarak bana bakmaya başladı. Bu anın ne kadar önemli olduğunu bilerek, onun vereceği cevapları beklemeye başladım..

 

"Ay Taşı neyin anahtarı?" sorusunu sorduğumda, Jean'in kısılan gözleri birden büyüdü. Yüzü, son beş günde çok daha yaşlanmış görünüyordu. Çizgiler derinleşmiş, göz altları daha da morarmıştı.

 

Oluşan sessizlikte Emir, masaya doğru hamle yapınca Jean irkilerek dudaklarını ıslattı ve aceleyle konuşmaya başladı.

 

"Geleceğin ve geçmişin anahtarı. Taşın nasıl kullanıldığını ben bilmiyorum. Yemin ederim ki bilmiyorum. Tek bildiğim, Üstad gelip anahtarla dünyayı değiştirecek."

 

Bakışlarımı Jean'dan ayırmadan devam ettim. Jean'in gözlerinde beliren korku ve çaresizlik, söylediği her kelimenin doğruluğunu hissettiriyordu. Taşın nasıl kullanılacağını bilmemesi işleri daha da karmaşık hale getiriyordu, ancak verdiği bilgiler hala önemliydi.

 

"Üstad kim, Jean? Onun hakkında ne biliyorsun?" diye sordum, sesimdeki ciddiyeti koruyarak. Jean bir an duraksadı, bakışları tekrar çorba kasesine kaydı. Onun zihninde bu soruların ağırlığını ve taşıdığı sırları görebiliyordum.

 

"Geçmiş ve geleceğin anahtarı ne demek? Hakkında bildiğin her şeyi anlat. Söylediğin kehaneti araştırmış olmalısın!" Emir'in sesiyle Jean, ona gizli bir bakış atarken, Emir'in ona her an atılacak gibi olduğunu görünce bakışlarını hızla bana çevirdi. Emir, masanın başında pislikten çekinmeden oturmuş, gözlerini Jean'e dikmişti. Ben ise Jean'in tam karşısında ona bakmaya devam ediyordum.

 

Jean'in yüzü, bir an için çaresizlik ve kararsızlık arasında gidip geldi. Sonra derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı.

 

"Ay Taşı, zamana hükmedebilen bir nesne. Onun gücüyle geçmişe ya da geleceğe gidilebileceği söyleniyor. Bu, sadece bir efsane gibi görünse de kehanet, bu taşın gerçek olduğunu ve doğru kullanıldığında dünyayı değiştirebileceğini söylüyor. Ama nasıl çalıştığını gerçekten bilmiyorum. Sadece, Üstad'ın kehanetlerinde bunun çok önemli bir yer tuttuğunu biliyorum."

 

Jean'in sözleri, hücrede yankılanarak derin bir sessizlik bıraktı. Onun bu kadar bilgi vermesi, çaresizliğinin ve yaşadığı korkunun bir sonucuydu. Ancak, söyledikleri her şeyin daha da karmaşık hale gelmesine neden oluyordu.

 

"Üstad kim, Jean?" dedim yine. "Bu kehanetleri kimden duydun?"

 

Jean, gözlerini yere indirerek fısıldar gibi cevap verdi. "Üstad, gizemli bir figür. Onu kimse tanımıyor ama ona inananlar, onun dünyayı değiştireceğine inanıyorlar. Kehanetler, eski yazıtlarda yazıyor. Benim bildiklerim de bunlardan ibaret."

 

Emir, Jean'in verdiği cevaptan pek memnun olmamış gibi sandalyesinde öne doğru eğilerek konuştu "Jean, soyut konuşmayı bırak. Üstad kim?" Ses tonu yumuşaktı, ancak kararlı bir şekilde sorguluyordu.

 

Jean, derin bir nefes alıp gözlerini Emir'e dikti. "Üstadı gerçekten tanımıyorum. Hiç tanışamadım. 33. Seviyeye ulaştığımda öğrendiğim ilk öğreti Üstadın zamanı kontrol edebileceği ile ilgiliydi. Eski Kardeşlik yazıtlarında seviyemdeki öğreti şuydu, Bilginin peşindeysen, önce kendine sormalısın: Bilgi mi seni kontrol eder, yoksa sen mi bilgiyi? Ay Taşı, sadece bir güç değil, aynı zamanda bir bilgeliktir. Onu kullanmak isteyen kişi, önce kendi içindeki karanlığı aydınlatmalı."

 

Bu sözler, Emir'i sinirlendirmişti. "Felsefe yapmayı kes!" diye çıkıştı, ses tonunda bir sertlik vardı. Jean, yerinde sıçrayarak şaşkın bir şekilde Emir'e bakışlarını çevirdi. Masanın altından parmaklarını oynattığını fark edebiliyordum. Sessizce hücrenin içindeki gergin atmosferi izliyordum. Jean'in verdiği bu cevaplar, sadece daha fazla soruyu ve karmaşıklığı beraberinde getiriyordu. Ve birçok sorunun cevabını da aslında veriyordu. Taş, mağarayı işaret ediyordu.

 

Jean, düşüncelerini toparlamış olacak ki söze girdi: "Üstad hakkında bildiklerim gerçekten sınırlı. Size söyleyebileceğim şeyler çok az. Ay Taşı zamanı kontrol edebiliyor. Zaman, insan aklının bir illüzyonudur. Geçmiş ve gelecek, aslında aynı noktada birleşir. Ay Taşı, bu birleşme noktasını kontrol edebilen bir anahtardır. Üstad, bu bilgelikle donanmış kişi, zamanı bükebilir ve dünyanın kaderini değiştirebilir."

 

Emir'le göz göze gelmiştik. İkimiz de artık aynı şeyi düşünüyorduk yani konunun mağarayla alakalı olduğunu.

 

"Gerçekten bilmiyorum. Benimle hiç iletişime geçmedi. Onu yıllardır bekliyoruz. Atalarımızdan gelen bilgiye göre, Ay Taşı tekrar bize geldiği gün Kehanetin yarısından çoğu tamamlanmış olacağıydı. Taş bize geldi ve o yakında ortaya çıkacak." Jean konuşmaya devam ederken Emir'le göz bağımız kopmuştu.

 

"Bu anlattıkların tamamen saçmalık, Jean!" diyen Emir, öfkeyle çorba kasesine vurarak yere dökülmesine neden oldu. Jean, büyümüş gözlerle yerdeki çorba kalıntılarına bakarken kılını bile kıpırdatmıyordu.

 

Emir'in çorba kasesine vurmasıyla hücredeki gerginlik doruğa çıkmıştı. Jean'in verdiği bilgiler Emir'i oldukça tatmin etmişti ancak yaptığı bu hareket tamamen Jean'e oynadığı roldü. Ben ise sessizce durumu izliyor, Emir'in bir sonraki hamlesini merakla bekliyordum.

 

"Üstad denilen adam neden saklansın ki? O kadar bilgisi varsa, taşın önceden nerede olduğunu da biliyor olmalıydı. Size gelmeden çok önce ele geçirebilirdi. Hatta eğer kendisi taşın kullanımını bilen beklediğiniz kişiyse, yıllardır taşın peşinde olmalıydı. Üzgünüm Jean, ancak sanırım yıllarca kandırılmışsın. Olmayacak bir hayal için zamanını harcamışsın, dostunu satmışsın, insanları kullanmışsın. Sen bu dünyaya kötülükten başka hiçbir şey getirememişsin. Getirdiğin kötülükler bir taş parçasıyla mı temizlenecek sanıyorsun?" Emir'in sesi, hücrede yankılandı.

 

Jean, Emir'in sözlerini dikkatle dinlerken hâlâ yerdeki bakır tastan başını kaldırmamıştı. Yüzünde derin düşünceler ve belki de pişmanlık belirtileri vardı. Emir'in sözleri, Jean'in dünyasını sarsıyordu. Belki de yıllardır peşinden koştuğu hayalin gerçek olmadığını benliğinde kabul ediyordu.

 

"Gördüğün gibi, günün sonunda sen de bir insansın. Bir kuru ekmeğe muhtaç bir insan, hepimiz gibi. Bir taş parçası ve geçmişten gelen kehanetlerle yıllarını boşuna harcamışsın. Senelerce kurduğun dostların seni gözden çıkardı, Üstad ortaya çıkmayacak. Çıksa da onu yok edeceğiz. Bunca sene yaptıkların boşuna gidecek."

 

Emir'in sözleri hücrede yankılanırken, Jean'in yüzünde karmaşık duygular beliriyordu. Emir, onun hayatındaki hayal kırıklıklarını ve boşa geçen zamanını acımasızca hatırlatıyordu. Ancak ardından gelen teklif, Jean'in geleceği için bir umut ışığı gibi parlıyordu.

 

"Ancak kralımız Dougal sana bir fırsat, bir şans veriyor. Bu günden itibaren hayatını Kardeşlik ve öğretilerinden soyutlayarak yaşamak istersen, sana mütevazi bir yaşam seçeneği sunuyoruz. Belki çiftçilik, belki marangozluk yaparsın, ne dersin? Mutlu bir hayat bu kadar basit."

 

Jean'in bakışları yavaş yavaş Emir'e dönerken, gözlerinde bir parıltı belirdi. Belki de bu teklifte Emir'in ne kadar ciddi olduğunu sorguluyordu.

 

"Bize anlatman gereken başka bir şey kaldı mı?" diyerek araya girdim teyit edercesine. Jean, yavaş yavaş önüne dönerken dudaklarını ıslatmıştı.

 

"Bir bardak su alabilir miyim?" Sorusuyla tekrar Emir'le göz göze geldik. Jean Alfred artık tamamen kırılmıştı. Emir'in gözlerinde zafer parıltıları vardı. Benimse günlerdir olduğu gibi bambaşka bir şey.

 

Sanırım, Üstad'ın kim olduğunu biliyordum...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%