@ebrumelek
|
Dougal Akşamüstü saatlerinde, büyük salonun ağır, ihtişamlı kapıları yavaşça açılmaya başladı. İçeriye dolan alacakaranlık yerini meşalelerin ve yağ lambalarının sıcak, titrek ışığına bırakıyordu. Duvarlara yerleştirilmiş meşaleler ve stratejik noktalara konumlandırılmış yağ lambaları odayı oldukça aydınlık kılıyordu. Geniş mermer zemin, her adımda yankılanan topuk sesleriyle doluydu. Emir, odanın bir köşesinde durmuş derin düşüncelere dalmıştı. Günlerdir çok yorulmuştu. Aynı şekilde hemen yanındaki Melek de bitkin görünüyordu. Emir, birkaç dakika önce Jean'den öğrendiği tüm bilgileri bana anlatmıştı. Diğer kıtalardaki 33. Seviyelerin isimlerinden, yapacakları aktiviteler ve provokasyonlara kadar her şeyi detaylarıyla bilmek, içimizi biraz olsun rahatlatmıştı. Fakat hâlâ en önemli bilgiyi, Üstadın kim olduğunu öğrenememiştik. Taşla ilgili teorimiz ise bizi oldukça endişelendiriyordu. Jean taşı anlatırken geçmiş ve geleceğin anahtarı olarak tanımlamıştı. Biz de bu taşın mağaralarla bağlantısı olduğuna inanıyorduk. Ay ve güneş tutulmalarında açılan kapıların, taş sayesinde istenilen her zaman açılacağını düşünüyorduk. Ancak taşın bunu nasıl yapacağını çözememiştik. Bu sabah Emir, Ewan, Rob ve ben mağaralara gidip taşı kontrol etmeyi denemiştik. Mağaranın duvarlarında hiçbir giriş veya anahtarı kullanacak bir yer bulamamıştık ve hayal kırıklığıyla geri dönmüştük. Büyük salon yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Atadan kalma duvar halıları ve altın varaklı süslemelerle dolu bu salonda her şey güzel görünüyordu. Birazdan başlayacak olan toplantı, oldukça kritikti. Melek'in söylediğine göre gelecekte birçok tarih kitabında anlatılacaktı. Toplantıya Jean Alfred de getirilecekti ve Sadrazam Bozoklu’nun önünde, şehzade Ali için yapılan tüm iftiraları açıklayacaktı. Bu, Ali'nin aklanması için hayati bir adımdı. Ali de toplantı sırasında ortaya çıkacak ve Bozoklu'ya kendini gösterecekti. Bozoklu'nun, Osmanlı'nın Sadrazamı olarak yapacağı şahitlik, Ali'nin aklanması için yeterli olacaktı. Elbette, İskoçya kralı olarak benim şahitliğim de büyük bir önem taşıyordu. Herkes hızlıca yerlerini aldığında salonda derin bir sessizlik hâkimdi. Uzun yemek masasının etrafına sıralanmıştık. Tam karşımda Bozoklu, onun sağ tarafında Ahmet Veli Paşa ve sol tarafında damadı Rob vardı. Benim sağ tarafımda Tuğra otururken sol tarafıma Ewan yerleşmişti. Emir hemen Tuğra ve Rob'un arasında otururken, Melek de Ewan'ın yanındaydı. Melek'in yanında amcam Quany ile Ahmet Veli Paşa arasında bir boş sandalye vardı ki birazdan oraya şehzade Ali oturacaktı. Büyük salonun kapıları ağır ağır açıldığında, içerideki sessizlik aniden bozuldu. Kapı açılana kadar hiç kimse konuşmamış, tek bir fısıltı bile duyulmamıştı. Kapının açılma sesiyle birlikte tüm gözler oraya çevrildi. İlk olarak Fran ve Maximillian'ın yüzleri göründü, ardından ağır adımlarla ilerleyen Jean Alfred ortaya çıktı. Jean'in üzerine eski, yıpranmış bir kıyafet giydirilmişti. Saçları dağılmış, yüz hatları belirgin bir şekilde incelmiş görünüyordu. Zayıf düşmüş, yorgun ve bitkin hali ile herkesin aklını karıştırmıştı. Halbuki bu salondaki herkes onu bu şekilde değil daha vahşi bir görünümde bekliyordu. Yüzünde tek bir morluk bile yoktu. Buna rağmen itaatkar tavırları Türklerin meraklanmasını sağlamış ve kaçamak bakışlarını Emir'de gezdirmişlerdi. Jean, odaya adım attığı an fazla gelen ışık gözlerini rahatsız etmiş olmalı ki kısa bir süreliğine gözlerini kısarak çevresini algılamaya çalıştı. Işığa alışmakta zorluk çekiyor, gözleri odanın aydınlığına uyum sağlamaya çalışıyordu. Fran ve Maximillian, Jean'i Bozoklu'nun önüne doğru yönlendirdi. Herkesin gözleri Jean'de kilitlenmişti, salonun her köşesinden dikkatle izleniyordu. Jean, birkaç saniye boyunca gözlerini kısmış halde durdu. Geçen süre içinde, gözleri ışığa alışmış olmalı ki hafif kısık göz kapaklarını açarak etrafa bakış attı. Masada gezinen bakışları bir an duraksadı; Emir'i gördüğünde derin bir nefes aldı ve kafasını önüne eğdi. "Geçen yıllar sana hiç yaramamış, Jean!" Bozoklu'nun sesiyle birlikte Jean, kafasını kaldırıp Bozoklu'ya doğru baktı. Fran ve Max hemen arkasında ayakta beklerken, Jean'in güçsüzlüğü onu neredeyse yere düşürecek gibi gözüküyordu, fakat Max'in sert müdahalesiyle ayakta kalmaya zorlandı. "Mehmet abi!" dedi zorlukla ve ardından Osmanlıca bir kelime ekledi. Amcam, duyduğu sözlerle hemen dikleşti. Jean, konuşacak gücü bile zorlanarak buluyordu. Ağzından kelimeler zoraki bir şekilde dökülüyordu. "Bize taş hakkında neler anlatacaksın?" Bozoklu'nun sorusuyla Ahmet Veli Paşa tespihini masanın üzerine bırakıp kafasını yanındaki adama çevirdi. "Sadrazam Bozoklu Mehmet, taş bilgilerinden önce Jean Alfred'in bize anlatması gereken başka hususlar varmış," dediğinde Bozoklu'nun meraklı bir ifadeyle kaşları havalanmıştı. Tekrar bakışlarını Jean'e çevirmeden önce bana bakmış, ancak düz ifadem karşısında daha fazla beklemeden Jean'e dönmüştü. "Şehzade Ali hakkında söyleceklerini bekliyoruz," diye yankılanan Emir'in sesiyle Jean anında bedenini dikleştirip telaşlı bir hal aldı. Gözlerini Emir'e bir daha bakmadan masadaki şamdanlarda hızla gezdirdi. Tuğra, günlerdir çok sessizdi ve hasta gibi görünüyordu, ancak bu durumun ötesinde başka şeyler de vardı, ki bunları bana açıklamamıştı. Rob ile aralarındaki mesafe de dikkat çekiciydi. Tuğra, bir sorun olmadığı izlenimi verse de, gözlerindeki derin sıkıntıyı hissedebiliyordum. Hepimiz gibi, Üstad meselesi onun zihnini meşgul ediyordu ve sürekli olarak onu telkinlerimle desteklemeye çalışıyordum. Onun için bu işi bir an önce halletmek ve Üstad olarak anılan adamı elimle yok etmek gerekiyordu. Ardından, Tuğra'nın sonsuza kadar gülen yüzünü görmeyi umuyordum. "Eski padişah Kürşad, Ay Taşı'nı hanım sultanlardan birine hediye etmişti. O zamana kadar taşın sarayda olduğundan şüpheleniyorduk zaten," dedi Jean, konuya çok eski yıllardan başlayarak. Bozoklu, hafifçe öne eğilerek kısık cümlelerini dinlemeye başladı. Jean, derin bir iç çekişle devam etti: "Taşı gördüğümde kehanetin gerçekleşeceğini anlayarak ele geçirmeye çalıştım. Ancak Şehzade Ali'nin gizlice bizi dinlediğini fark ettim. Hanım Sultan'ın odasına önce ben gitmeliydim ama Şehzade Ali, benden önce kadının odasına gidip taşı istemiş olmalıydı. Odada aradığımda taşı bulamadım ve bu yüzden onu öldürmek zorunda kaldım, hizmetlilerini de aynı şekilde susturmak zorunda kaldım. Sonrasında Mustafa'nın yanına gidip Ali'nin hanım Sultan'ı öldürdüğünü söyledim. Ali'nin yakın dostu olduğum için Mustafa benden şüphe duymadı. Cinayet haberi sarayda hızla yayıldı ve o dönemin padişahı, Ali'nin bu suçu işlediğini duyarak ona idam cezası verdi." Jean bir an duraksadı, geçmişin ağırlığını omuzlarında hissederek devam etti. "Ben Ali'nin, kaçarken taşı da yanına aldığını düşündüm. Bu yüzden onun ortadan kaybolmasıyla ben de İngiltere'ye kaçıp yerleştim. Yıllarca Ali ile taşı aramaya çalıştım, ama sonuçsuz kaldım." Jean'in bu itirafı, salonun içindeki olayı bilmeyen herkesi şaşırtmıştı. Bozoklu Mehmet Paşa'nın yüzünde ise derin bir düşünce belirmişti. Olayların karmaşıklığı ve geçmişin karanlık sırları, salonun içinde gerilimi artırıyordu. "Cinayeti Şehzade Ali işlemedi mi yani?" Bozoklu'nun şok olmuş sesiyle Jean kafasını iki yana sallayarak boğazını tuttu. Emir hızla ayağa kalkarken, önünde duran bardağını eline alarak Jean'e doğru yürüdü ve nazikçe ona suyu uzatıp içmesini sağladı. Jean Alfred'in gözleri Emir'le buluştuğunda geçen minnet dolu ifade benim de şaşırmama sebep oldu. Emir ve Melek, o hücrede günlerce bu adama ne yapmışlardı, şu an deli gibi merak ediyordum. Jean, sanki bir itaatkar köle haline gelmiş gibiydi, ancak aynı zamanda onlara derin bir sevgi besliyormuş gibi de görünüyordu. Bu durum oldukça ilginçti. "Ali taş için hayatını ve tahtını feda etti," dedi Jean, Emir'in ona su vermesiyle sanki konuşmak zorundaymış gibi suyunu içmeyi yarım bıraktı. Bu hareketiyle sanki Emir'i memnun etmek istiyordu. Emir'in, gözüktüğünden çok daha fazlası olduğunu anlamıştım. Gerçek bir savaşçı ve iyi eğitimli bir askerdi. Bu olay benim ona bakış açımı tamamen değiştirmişti. "O gün taş için kendini feda etmeseydi bile Üstadın ortaya çıkış zamanını değiştiremezdi. Sadece taş bende olacaktı ve ben beklemeye devam edecektim. Ali, olayları bilmediği için basitçe kulak misafiri olduğu bir konuşma yüzünden saraydan kaçtı. Yine de ona iftira atan bendim, pişmanım." Emir, elini uzatarak Jean'in kafasında nazik bir dokunuş gerçekleştirirken, bu hareketle sanki tüm hayat hikayesini anlatacak gibi duruyordu. Bozoklu'ya döndüğümde ise derin bir şok ifadesiyle karşılaştım. Sırtını sandalyenin arkasına yaslayan Bozoklu, büyütülmüş gözleriyle yanındaki Ahmet Veli Paşa'ya bakıyordu. Hemen yanımdaki Tuğra'ya göz attığımda ise gözlerini kırpmadan onları izlediğini fark ettim. Masanın altından sıktığı yumruklarla, aslında kabul etmese de gerçek bir Prenses olan karım, ölüm perisi gibi bakıyordu. "Jean Alfred'in itiraflarından sonra ben 1. İskoçya kralı Dougal Mclenan olarak, Şehzade Ali ve ailesi hakkındaki tüm suçlamaların düşmesini talep ediyorum!" diyerek araya girdiğimde Bozoklu'nun bakışları bana döndü. "Bu benim verebileceğim bir karar değil majesteleri" dediğinde Tuğra'nın nefes sesi geldi kulağıma. Ahmet Veli Paşa bedenini yan çevirip Sadrazamına baktı. "Padişah Mustafa'ya bu konuyu anlatırsak," dedi ancak Bozoklu hemen sözünü kesti. "Eğer bunu yeniçeriler ve halk öğrenirse neler olabileceğini hayal edebiliyor musun, Ahmet Paşa? İç karışıklık çıkar, ülke tehlikeye girer!" Konuşmaları sırasında Fran ve Max'e işaret vererek Jean Alfred'in çıkarılmasını istemiştim. "Zaten son 10 yıldır ülke gerilemeye başlamadı mı, Bozoklu? Daha kötü ne olabilir? Toprak kaybetmiyoruz belki evet, ancak gelecekte buna yine hayır diyebilir misin?" "Boşuna konuşuyoruz, Ahmet Paşa! Şehzade Ali yıllardır ortada yok, belki de çoktan ölmüştür!" Ahmet Veli Paşa kafasını çevirip benimle göz göze geldiğinde kafamı aşağı yukarı salladım. "Peki ya yaşıyor olsa?" soruyu ben sormuştum. "Bu imkansız majesteleri, kaç sene geçti. Yaşasa bile padişahımız öylece tahttan çekilecek mi sanıyorsunuz? Kardeş kanı akacak!" diye karşılık verdi Bozoklu. Bu konuşma sırasında kapının ardında Şehzade Ali'nin beklediğini biliyordum. Bozoklu o kadar derin düşüncelere dalmıştı ki, açılan kapı sesini duyup dikkatini bile vermedi. Şehzade Ali, ağır adımlarla ve dik duruşuyla içeri girdi; yanında karısı Nur ve arkalarında leydi Estelle ile lord Jack William vardı. Tuğra'ya döndüğümde, onun ailesine bakarak gözlerinin parladığını fark ettim. Karımın hep böyle bakması için tüm hayatımı feda edebilirdim. "Kardeşimin kanını akıtmayacağım Bozoklu Mehmet!" Çıkan sesle Bozoklu irkildi ancak kafasını çevirip bakamadı; donuk ifadesi, bu toplantıda yaşadığı şokların etkisiyle şekillenmişti. Kafasını sonunda usulca çevirirken Ali ile göz göze geldiler. Sandalyesinde ayağa kalkarken onların ismini fısıldadı. "Ali, Nur?" Ses tonu ondan ilk defa duyduğum biçimde çıkmıştı. Ali masaya yavaşça yürürken Tuğra'nın hemen arkasında durup masaya tepeden baktı. Ayakta olan Bozoklu'nun boyu bile şehzade Ali'den kısaydı. "Ben ya! Hakkımda atılan iftiraları öğrendikten sonra hiçbir şey yapmadan mı duracaksın?" Bozoklu'nun bakışları Nur'a dönerken onu tanımamış gibiydi. Ancak bir laf atmadan Ali'nin sorusuna cevap verdi. "Kardeşin Padişah Mustafa senin yaşadığını öğrenirse suçun olup olmadığına bakmadan karşında durur. Yıllarca yaşadıklarından sonra böyle bir savaşa girmek istiyor musun gerçekten?" Bozoklu'nun bakışları şimdi de Jack William'a dönmüştü. Sanırım kendince onun Ali'nin oğlu olup olmadığını düşünüyor olmalıydı. "Tek istediğim artık kaçmamak Bozoklu. Ailemin ve soyumun güvenle yaşaması. Osmanlı'ya bir daha dönmeyi düşünmüyorum, kardeşim tahtında rahatça oturabilir." Bozoklu derin bir nefes verirken bakışları tüm masada gezmişti. Emir çoktan Tuğra'nın yanına geri oturmuştu ve şimdi yine ayağa kalkıp Nur'a yer açmıştı. Nur, onun açtığı yere oturmadan tedirgince kocasının koluna dokunuyordu. "Ya oğlun? Sen istemesen bile taht direkt sana geçecek. Oğlunun hakkı da var. Kendini belli edersen ne olacak sanıyorsun? Hem seni hem oğlunu öldürecekler!" Bozoklu tekrar konuştuğunda Tuğra sertçe araya girmişti. "Onlara kimse dokunamaz!" Bozoklu karıma dönerek devam etti. "İskoçya ülkesinin koruması altında olsalar bile bir sürü suikastçı gönderecekler. Farkındayım siz de yarı Türksünüz ve kendi milletinizden bir aileyi korumak istiyorsunuz ancak her an onları koruyamazsınız kraliçe Tuğra!" Ali'nin eli uzanıp Tuğra'nın elini tutarken tüm gözler onların üzerindeydi. Tuğra, ona uzatılan ele karşılık verirken yavaşça ayağa kalkıp ailesinin hemen yanına geçmişti. Onun ayağa kalkmasıyla ben de ayaklandım ve bir adım yanlarında durdum. Bozoklu sırayla hepimizde gezdiriyordu anlayamayan bakışlarını. "Taht için endişeye mahal yok Bozoklu, bir oğlum hiç olmadı. İki tane kızım var," Bozoklu'nun bakışları anında leydi Estelle'ye dönerken ardından masada gezip Melek'te durmuştu. Gezdirdiği bakışları en son Tuğra'da durup aydınlanma yaşamış gibi kaşlarını çatmıştı. "İki tane kızın mı var?" Soru, Ahmet Paşa'dan gelmişti. Sakalını sıvazlarken Tuğra'ya bakıyordu o da şaşkınca. "Evet, kızlarım Esmehan Estelle ve Tuğra Balca," dediğinde leydi Estelle duyduğu isimle tebessüm etmişti. Tuğra'nın ifadesi ise her an cebindeki bıçağını çıkartıp fırlatacak gibi duruyordu. Açıkçası böyle bir şey yapsa asla şaşırmazdım. Bozoklu'nun ve Ahmet Veli Paşa'nın kaşları daha da çatılırken ikisi de Tuğra ve Estelle'de gezdiriyorlardı bakışlarını. "İskoçya kraliçesinin kızın olduğunu mu söylüyorsun?" Bozoklu'nun boğazdan gelen hırıltılı sesiyle Ali anında söze girdi. "Ve, yakın zamanda Galler kraliçesi de!" Ali'yle bu konuyu konuşmuştuk. Galler siyasi olarak hâlâ İngiltere'ye bağlı görünüyordu yani lord Jack, eski kral William'ın yeğeni olduğu için İngiltere tahtında hakkı vardı. William'a isyan çıkartıp ülkemin özgürlüğünü kazandığımda yakın dostum Royce Boyd'u İngiltere tahtına oturtmuştum. O zamanlar Lord Jack'in varlığını bile bilmiyordum. Şu an İngiltere tahtında hak iddia edebilirdi ve düzene soktuğum tüm işler bozulabilirdi. Aslında Ali'nin durumuna benzer bir durumdu bu ve ben adil olmak adına, Galler'e, İskoçya gibi özgür ülke sözü vermiştim. Konuyu Arthur'la Royce'a da iletmiştim ve benim kararlarıma itiraz edeceğini sanmıyordum. Yani Galler yakında bir ülke olacak, Estelle de kraliçe ünvanını alacaktı." "Bu daha kötü Ali! Eğer kızlarının bu kadar güçlü olduklarını, iki damadının da kral olduğunu öğrenirlerse tahtta hakkın daha da güçlenir farkında değil misin? Her şey birbirine girer, savaş çıkar! Ülkene karşı mı savaşmak istiyorsun?" "Babamın tek istediği ona yapılan haksızlığın son bulması. Ülkesinde vatan haini olarak anılıyor. Bunun ne kadar gurur kırıcı olduğunun farkında değil misin?" Tuğra'nın sesiyle Bozoklu tekrar yerine oturup derin bir nefes almıştı. Onun oturmasıyla yürüyerek Tuğra'nın yanına gittim ve elinden tutup az önce kalktığım sandalyeye onu yönlendirdim. Benim sandalyeme oturan Tuğra'nın hemen yanına da babası diğer kızı Estelle'yi ve Emir'in sandalyesine de Nur'u yönlendirerek oturtmuştu. Şimdi, benim yerimde Tuğra, hemen yanında kız kardeşi ve annesi otururken biz erkekler ayakta kalmıştık. "Bunu düşüneceğim Ali," dedi. "Hayatta olmanıza sevindim!" Bozoklu'nun son sözleriyle kafamı yana çevirince Emir'le göz göze geldik. *** Dün gecenin ve yaşadığım son 7 günün ardından zihnim paramparçaydı. Bedenimde asılı kalmış buz kütlesi varmış gibi hissediyor, düşünmekten başka bir şey yapmak istemiyordum. Bir bezginlik beni ele geçirmişti. Normalde oturmayı bile sevmeyen bedenim sadece uyumak istiyordu. Çünkü uyuduğum zaman düşünmeye ara veriyordum. "Tuğra," pat diye odamın kapısı açılıp Emir içeri girerken normalde tepkisiz kalacağım olaya gözlerim kocaman açıldı. Artık bekar değildim ve odamda uygunsuz da yatabilirdim. "Ne yapıyorsun aptal!" diye tepki verirken istemeyerek yatakta doğrulmuştum. Emir kapıyı ardından kapatarak yatağımın hemen yanına geldi. "Dougal'ın odada olmadığını biliyorum çünkü aşağıda hazırlık yapıyorlar. İkiniz odadayken dalacak kadar aklımı kaybetmedim heralde" diyerek göz devirdi. Söylediği cümlelerde hazırlık kısmına takılmıştım. "Ne hazırlığı?" diye sordum ayaklarımı yataktan sarkıtıp. Emir uzanıp elimi tutarken yüzünde endişe vardı. "Tuğra'cım" dedi sesindeki ciddiyetle. "Günlerdir neyin var? Sen de Rob da bir tuhafsınız. Onunla ne zaman konuşmak istesem ya kaçıyor, ya gizli gizli kaleden dışarıya çıkıyor? Neler oluyor?" "Rob nereye gidiyor ki?" diye sordum hızla ve korkuyla. Emir düşünceli bakışlarını bana dikmişken devam etti. "Ne bilim bu aralar bir haller var onda. Konuşmuyor dediğimde beni duymadın mı? Ayrıca sen de çok durgunsun. Kendin gibi değilsin neyin var hasta mısın? Gerçi sen hasta olunca da böyle olmazsın ki? Ben senin sürekli yattığın bir zaman dilimi hiç hatırlamıyorum" dedi eğilip yüzüme yaklaşarak devam etti. "Bana bak, yoksa hamile falan mısın?" Gözlerim büyürken tam ağzımı açacağım sıra meşhur hareketi olan işaret parmağını dudağımın üzerine getirip beni susturdu. "Evet ya sen hamilesin, ondan bu tembelliğin, sürekli kusman ve mutsuzluğun. Sorun ne bebeği istemiyor musun? Neden istemeyesin ki? Yoksa bu zamanda hastane yok, doktor yok endişen bundan mı? Hadi anlat bakalım her şeyi!" Emir'in elini ittirip bedenimi geri çektim ve ondan uzaklaştım. "Motora bağladın Emir yine. Hamile falan değilim ben. Sadece bu olaylardan bıktım ve bezdim. Artık mutlu olmak, huzur içinde yaşamak istiyorum. Sadece, endişeliyim Emir görmüyor musun? Ailem Osmanlı'yı karşısına alabilir, Dougal benim için kendi milletime savaş açabilir ve bunu yaparken gözünü bile kırpmaz. Taş meselesi de var. Bütün bunlar çok fazla Emir kaldıramıyorum artık." dedim dudağımı ıslatarak devam ettim. "Bak ne diyeceğim. Bence biz bu Ay Taşı'nı saklayalım ve bu işi bitirelim. Bu fikrimi Dougal'a da söyledim ancak çok sıcak bakmadı. Ona göre bunu yaparsak Üstadın kim olduğunu öğrenip onu öldüremezmişiz ancak ne önemi var ki? Hadi o taşı ortadan yok edelim. Sen ikna edersin konuşsan bence....." Emir sözümü sertçe keserken susmak zorunda kalmıştım. "Saçmalama Tuğra bunu sen mi söylüyorsun? Sahiden sen iyi değilsin ateşin falan da yok!" dedi elini alnıma koyarken. "Üstadın ortaya çıkması için hazırız Tuğra, çıktığı an o amacına asla ulaşamayacak. Biz birlikteyken bunu yapamaz çünkü biz çok güçlüyüz. Böylece taşın nasıl işlediğini de öğrenebiliriz. Ya zamanı elimizde tutabilirsek, bir düşünsene? Mağaranın anahtarı eğer o taşsa istediğimiz zaman geleceğe gidebiliriz. Belki de unutulmak gibi bir endişemiz dahi olmaz he düşün? Gidip aileni, timimizi görmek istemez misin? Gidip geri gelmek misafir gibi bir düşünsene ya!" "Bu işler öyle kolay olmaz Emir boşuna hayal kurup kendini heveslendirme. Her şeyin bir bedeli olur. Eğer dediğin gibiyse bile yaptığımız en ufak hata nelere yol açar, kaç kişinin hayatını etkiler? Koskocaman bir tarihi bile parçalayabilir!" dedim umutsuz olmaya devam ederek. "Biz bordo bereyiz kızım. Kimseye yakalanmadan gidip gelebiliriz, sadece üçümüzün gidip sık sık ziyaret ettiğimizi bir düşün ne gibi bir hata yapabiliriz ki?" "Emir!" dedim sertçe yüzüne bakarken. "Bu taşı bilen çok kişi var. Hepsi gitmek isteyecek. Herhangi bir ülkenin liderinin eline geçtiğini ve gittiğini düşünsene? Ülkesinin geleceğini öğrenecek ve geri döndüğünde yaptığı hataları düzeltip belki de olmayacak şekilde güçlenecek. Bu çok büyük bir güç ve bizim yapmamız gereken tek şey onu ortadan yok etmek. Kapıyı hiç açmadan bunu yapmak!" Emir yataktan kalkıp odada volta atmaya başladı. "Kimse bizim gelecekten geldiğimizi bilmiyor Tuğra. Herkese taşı yok ettiğimizi, kırdığımızı falan söyleriz. Dougal da bize destek çıkar." "Olmamış çocuğa don biçiyorsun Emir! Hiçbir sır sonsuza kadar saklanamaz. Ya bize bir şey olursa, diyelim ki komple öldük o zaman ne olacak? Başka bir Üstad gelecek ve taşı yine kullanacak. Bu döngü kırılmaz ve bizim elimizde çok büyük bir fırsat var. Taş, tahmin ettiğimiz güçteyse çok tehlikeli!" "Bunu sonra konuşmak istiyorum çünkü sana inanamıyorum Tuğra. Ya sen aileni hiç mi özlemedin ? Kadir abi? Göktürk komutan? Yusuf abi he? Elimizde istediğimiz zaman onları görmek için fırsat olabilir!" "Ya da başka bir kapı daha varsa? Dünya sandığımızdan çok daha eşsizse ve biz yanlışlıkla açmamamız gereken kapıyı açarsak?" dedim onun gibi ayağa kalkarken. Emir, bu söylediğimle durmuştu ve gülmeye başlamıştı. "Sana 5 sene önce geçmişe gideceksin deseler aynı böyle gülerdin değil mi?" dediğimde yüzündeki gülümseme soldu. "Yine de bunlar sadece tahmin. Belki taş bambaşka bir şeydir ve ben, senin mücadeleci ruhunu geri istiyorum." Emir son sözü söyleyip odadan çıkarken, öğrendiklerimden sonra artık ne için mücadele edecektim ki! *** Emir'in Dougal için hazırlık yapıyorlar demesi aklıma takılmış, hemen üstümü giyinip aşağıya inmiştim. Ahırların olduğu yerde gerçekten de hazırlık vardı ve Dougal atının su içmesni bekliyordu. Bahçeye düşen adımlarımla gözleri anında beni bulup oturduğu yerden kalktı. Emir, Melek, albay, babam ve Rob, Dougal'la birlikte bir yere gitmek için hazırlanıyorlardı. Emir yanımdan ayrılıp ne ara buraya gelmişti bilmiyorum ancak gözleri bana trip atar gibi bakıyordu. Ayrıca Rob'dan hayli uzak duruyordu. Gerçi uzak duran taraf aslında Rob'du. "Aşkım?" dedi Dougal etrafımızdaki insanların yakınlığıyla samimi davranarak. Tam karşısında durduğumda "Dougal, nereye böyle?" diye sordum sitemle ancak sesimin sitemli çıkmasını istememiştim. "Mağaraya tekrar bir keşif yapacağız güzelim. Belki bu sefer bir şey buluruz" bakışlarım Dougal'ın bedeninde aşağılara doğru gezerken beline bağladığı kesesinde durmuştu. "Sen yorgunsun, hasta gibisin diye haber verip seni rahatsız etmedim. Sen dinlen aşkım," Dougal kendini açıklarken bakışlarımı kesesinden gözlerine çıkartmıştım. "Ay taşı yanında mı?" Dougal da benim gibi kesesine bakarken kafasını bir kere sallayarak beni onaylamıştı ancak benim bakışlarım bu defa hazırlanan arkadaşlarımızda gezinmişti. Melek ayakkabısının bağcığını bağlarken Emir atına biniyor, albay ve babam bir şey konuşurken Rob, ellerini beline koymuş dikkatli bir şekilde beni izliyordu. Bakışlarımı Rob'dan ayırıp kaşlarımı çatarken, "ben de sizinle geliyorum" deyiverdim Dougal'a. Kocam "nasıl isterseniz kraliçem" dedi muzip bir tavırla ancak ona gülmedim. "On dakika bekleyin üzerime uygun giyineyim" tekrar Rob'a dönüp göz göze gelirken bakışlarımı hemen çekip arkamı döndüm ve hızlı adımlarla odama yürüdüm. Üzerime askeri kamuflajımı giyerken tam teçhizat hazırlanmıştım. Hazırlığım 3 dakika sürse de odamdan bahçeye çıkana kadar on dakika çoktan dolardı. Aynı çeviklikle odamdan çıkıp usul adımlarla bahçeye ilerledim. Herkes atlarına binmiş beni bekliyorlardı. Dougal beni gördüğü an eliyle kendi atını işaret ederken hayır anlamında işaret yaparak ahırlara yürüyüdüm ve kahverengi bir atın iplerini çözdüm. Biz mağaradayken beslenir diye düşünerek atı hiç hazırlamadan sürmeye başladım. Mağaralara gelene kadar Emir ve Melek iyi kaynatmışlardı. Bir dakika susmamışlardı. Bozoklu'nun babamı gördüğü an verdiği tepkiyi konuşup sessizce gülüşüyorlardı. "Ali'nin Dougal'ın kayınpederi olduğunu öğrendiği an Bozoklu küçük dilini yutacaktı" demişti Emir ve Dougal ardından o ne demek? diye sormuştu. Emir, Dougal'a açıklayıcı bir şekilde kayınpeder anlamını anlatana kadar yol geçip gitmiş, biz mağaralara varmıştık. Atlardan inip kendi atımı bağlamaya başladım. Benim gibi herkes aynı şeyi yaparken, bağlamayı bitirenler mağaraya girmeye başlamıştı. Babam, albay ve Dougal önden girerken adımlarımı hızlandırıp Rob'un yanına yürüdüm ve kolunu tutarak bana bakmasını sağladım. "Acil konuşmamız lazım!" dedim. Rob, etrafa bakış attığında Emir'in bizi izlediğini fark ederek kafasını olumsuz anlamında salladığında sinirle nefes verdim. "Rob?" dedim tekrarlayarak. Rob derin bir nefes verirken çok kısık bir tonda konuşmuştu. "Ne konuşacağını biliyorum. Kaleye gittiğimizde her şeyi konuşacağız, burada şimdi olmaz!" Kapanan gözlerimi sıkarken kafamı olumsuz anlamında sallamış ve tuttuğum kolunu bırakmıştım. "Saklamak zorunda değilsin?" diye fısıldadım bulanan midemi bastırmaya çalışarak. Rob'un bakışları kararırken etrafa göz atıp Emir'lerin duyup duymadığını anlamaya çalışıyordu ancak Emir ve Melek mağaranın kapısına doğru harekete geçmişti. "Saklamak zorundayım Tuğra. Bunu benden öğrenmelerini istemiyorum," yenilmişlikle kafamı aşağıya eğerken büyük bir sorumluluk ve karar almıştım. Bugün herkes her şeyi benden öğrenecekti... Üstadın elindeki güç çok fazlaydı ancak onun kontrolünü sağlarsa dünyaya zarar vermeden altından kalkabilirdik. Bir şekilde yolunu bulabilirdik. Gereken tek şey, ailemin inancını sağlamaktı. Üstadı öldürmeye öyle odaklanmıştık ki elindeki gücün ne olduğunu bilmemekle beraber çekince de duyuyorduk. Öldürmek istememizin sebebi de buydu. Ama bilselerdi.... Yine de öldürmek isterler miydi? Kesinlikle hayır. Bu yüzden bugün burada, ailemle birlikteyken gerçeği herkese anlatacaktım. Rob'u geride bırakıp içeriye doğru yürürken aldığım kararlar gözlerime yansımış olmalı ki Rob'un içten içe telaşını hissettim ancak ağzını açmadan peşimden yürümeye başladı. Mağaranın içine girince el fenerimi yakıp duvarlara tuttum ve yürümeye başladım. Rob'un arkamda çıkardığı ayak seslerini dinlerken, mağaranın derinlerinde babamın sesini duyuyordum. "Yıllardır aradığım mağara burasıydı demek!" diyordu. Geniş açıklığa çıktığımda Abdi'nin iskeletindeki kafatası ile karşı karşıya geldim. Bedeni karşıya bakacak şekilde dursa da kafatası bana doğru çevrilmişti. Seni hâlâ görüyorum der gibi bakıyordu. Zayıf iskelet parçalarından çektiğim bakışımı mağaranın içinde gezdirip omzumun üzerinden arkama, Rob'a baktım. Sıkıntılı ifadesi tüm bedeninde belli oluyordu. Mağarada gezinen bakışları daha bilgin, daha engin, daha anlamlıydı. "Tuğra?" Dougal'ın ileriden seslenmesi ile Rob'u beklemeden ilerleyecekken kolumda elini hissettim. Arkam ona dönük olduğu için yüzünü göremesem de kulağımda nefesini hissettim. "Seni tanıyorum, o bakışlarının anlamını biliyorum. Bugün değil, kötü olacak!" Kolumu Rob'dan hızla çekerken bir adım öne atmış ve yüzümü ona dönmüştüm. El fenerinin ışığını yere tuttuğum için yansıyan aydınlıkta yüz hatlarındaki gerginliği görebiliyordum. "Bu meselenin kapanması lazım Rob. Üstadın onlara düşman olmadığını benden duymalılar!" "Hayır," dedi Rob hızla fısıldayarak. "Kehaneti ben de biliyorum Tuğra. Başka yazıtlar da var. Mağarayı bana ilk anlattığın günü hatırlıyor musun? Sana unutulacağını ben söylemiştim. Çocukken yaşadığım bir anımı anlatmıştım. Mağaradan geçenler devlerin ülkesine gidiyor ve unutuluyor demiştim. Çocuk yaşta bunları bana anlatan ve beni Quany'e satan adam başka şeyler de anlattı ve anlattıklarına göre Üstad ortaya çıktığında kan dökülecek!" Cevap vermeme izin vermeden Rob kolumu tekrar tutarak devam etti. "Bunu burada şimdi anlatma. Kaleye gidince uygun bir yerde planlayarak anlatalım, açıklarsak onlar da anlar. Lütfen bana bunu yapma Tuğra. Hiçbir şeyi riske atmak istemiyorum!" "Bana güven bir şey olmayacak Rob!" dedim sesim sandığımdan biraz daha sesli çıkmıştı. "Burada kimlerin olduğunun farkında değil misin? Ailemiz zaten şu an burada. Saklayacağımız kimse yok!" dedim aceleyle. "Korkuyorum," Rob'un sesiyle dolan gözlerimi engelleme gereği bile duymadım çünkü gelecek tepkilerden ben de korkuyordum. "Neden korkuyorsun?" Duyduğumuz gür sesle bakışlarım arkama düşünce, herkesin bize doğru baktığını görüp derince yutkundum. Emir ve Melek'in ellerinde el fenerleri varken, Dougal ve albayda meşale vardı. Dougal bir adım atarak bize doğru yaklaşırken konuştuklarımızın hepsini duyduklarını ve anlayamadıklarını fark ettim. "Neden korkuyorsunuz?" Dougal sorusunu zenginleştirip devam ederken ikimizde sessizliğe bürünmüştük. Emir zaten Rob'un bir sıkıntısı olduğunu bildiğinden az önceki konuşmamızın sebebinin de bu olduğunu düşünüyor olmalıydı. Melek, babam ve albay tepkisizce olan biteni izliyordu. "Dougal," dediğim an Rob benimle aynı anda "Tuğra taşı kırmamızı öneriyor" demişti. Gözlerimi yumarken Dougal'ın sert bakışları ikimizde gezip devam etmemi bekliyordu. Rob'un neden böyle davrandığını çözemiyordu, herkes gibi. "Rob," dedim bu seferde ancak babam araya girerek, "neyi söylemeniz gerekiyor?" demişti. Anlatacağım olayın büyüklüğünü bilmiyordu tabi. "Başka bir konu konuşuyordunuz? Taşı kırmak falan değil!" Emir'in sesiyle onunla göz göze gelsek de hemen gözlerimi kaçırdım. "Tuğra sonra, burada olmaz!" Rob'un diretmeleriyle Dougal sertçe Rob'un yakasından tutup benden bir adım uzaklaştırmıştı. Emir'in yüzünde oluşan şaşkın acıyı görsem de bir şey demedim çünkü Rob'un beni engellenmesini istemiyordum. Onlara söyleyecektim, kararlıydım! "Tuğra, Rob neler oluyor? Bizden ne saklıyorsunuz?" Melek'in sesiyle Dougal Rob'u benden iyice uzaklaştırmıştı. Rob, ellerini iki yana açarken kaybetmişlik ifadesi gösterdi. "Anlat aşkım! Ne oldu?" Bana dönen Dougal'ın gözlerine baktım. Sesindeki şefkatle başka bir yere bakmak istemedim ama dayanamayarak bakışlarımı sırayla herkeste gezdirdim. Dudağımı ısırırken her zaman yaptığım gibi doğrudan söylemeye karar verdim. Günlerdir içimi kemiren, beni bitiren ve hasta eden bilgimi doğrudan söylemeye! Derin, çok derin bir nefes aldım ve, "Üstad, benim!" dedim. ♥️
|
0% |