Yeni Üyelik
78.
Bölüm

78. Bölüm (ikinci kitap)

@ebrumelek

Keyifli okumalar dilerim

 

...

 

"Peki kılıcı nasıl geri alabilmiş?" dedim hızla saati kontrol ederek. Dersin bitmesine beş dakika kalmıştı ve ben hikayenin devamının yarına kalmasını istemiyordum. Off kahretsin ki az sonra piyano dersim vardı. Keşke piyano iptal olup bir saat daha tarih yapsaydık.

 

"İstersen yarın devam edelim Tuğra" hocam Nico'nun sesiyle zaten şaşırmadım. Beni böyle merakta bırakmaya bayılıyordu!

 

"Zaten bu hikaye de çok saçmaydı. Annem duysa film anlattığımı sanırdı," dedim kıkırdayarak. Nico'nun yakışıklı suratı bir anda bozulup yerinde dikleşirken bakışları hızla kapıda gezmiş, hemen ardından bana dönmüştü.

 

"Bu hikayeleri kimseye anlatamazsın Tuğra, bunu konuşmuştuk. Ne unutacaksın, ne birine anlatacaksın!" Nico'nun ciddi ifadesine rağmen kıkırdamamı kesmedim. Dersin dışına çıktığımızı bilse annem beni keser ve dersi iptal ederdi. Ayrıca Nico bu hikayeleri öyle heyecanlı anlatırken ve ben onu kalple dinlerken nasıl unutabilirdim! 70 yaşına bile gelsem Nico'ya duygularım asla değişmeyecekti bunu da zaten biliyordum. Aramızdaki tek engel benim liseye gidiyor olmamdı ve ben mezun olunca o da bana duygularını açıklayacaktı. Yani öyle umuyordum!

 

"Zaten bunlara kim inanır Nico? Sen emin misin tarih öğretmeni olduğuna" diye gülerken ona takılınca, az önce bozulan yüzü gülmeye başlayarak baş ve işaret parmaklarıyla burnumu kıstırdı. Elini çektiğinde ben de burnumu tutmuştum.

 

"Ah acıdı ya!" dedim ama içimde dört köşeydim şu an.

 

"Bir gün bunların gerçek olduğunu anlayacaksın ufaklık!"

 

"Yaa ufaklık demesene 17 yaşındayım ben. Ayrıca bunların gerçek olduğuna gözümle görsem bile inanmam, hoş o nasıl olacaksa?" Tekrar kıkırdarken Nico tekrar saati kontrol etti. Son bir dakikamız kalmıştı ve annem tam bir dakika sonra odaya girecek ve "teşekkürler Nicholas, iyi akşamlar. Tuğra, piyano öğretmenin aşağıda seni bekliyor!" Diyecekti.

 

"Diyelim ki," Nico ayağa kalkıp kapıya yürürken normalde dersi ve sohbeti çoktan bitirmiş olarak ağzını açmayacağını bilirken, ilk defa sohbeti uzatınca onu can kulağıyla dinledim.

 

"Diyelim ki bu son hikayedeki adam sensin. Ne karar verirdin?" Kaşlarım havaya kalkarken ben de ayağa kalkmıştım. Nico öyle merak ve ilgiyle sormuştu ki kıkırdamayı kesip ciddi ciddi sorusunu düşündüm.

 

"Tabii ki kötü kralı öldürürdüm! O öldükten sonra bozduğu tarihi eski haline getirmek için taşı kullanırdım ve her şey ilk haline dönerdi!" Nico cevabımla tatmin olurcasına gülümsedi ve elini kapının kulbuna koydu. Bakışlarını göğsüme düşürdüğünde kalbim yerinden çıkacak gibi hissedip heyecanlandım ancak göğüslerime değil de kolyeme baktığını fark ettim.

 

"Bunu da unutma!" Gülümseyerek kapıdan çıkıp gittiğinde elimi kalbime koyarak sakinleşmeye çalıştım.

 

***

 

"Paralel evren gibi mi?" Nico kafasını aşağı yukarı sallarken devam etti.

 

"Sayılır ama değil. Oradaki yaşam bambaşka. Acımasız devlerin oradan geldiği söylenir ancak kitaplarda yazmıyor."

 

"Sen nerden biliyorsun o zaman?" Alay edercesine sorduğumda aramızdaki samimiyetten alınmayacağını biliyordum. Elbette bana yine gülümseyerek cevap verdi.

 

"Sana verdiğim defteri okudun mu?" Cevap vermeyerek başka soru sormuştu. Kafamı olumlu anlamında sallarken verdiği gece bitirdiğimi itiraf edememiştim.

 

"Onun gibi kaynaklar mı yani?" dedim. Bana çok eski bir defter göstermişti ve yazıları da anlaşılmıyordu. Nico, o defteri tercüme ederek temize çekmişti. Bana verdiği ve okumamı istediği de temize çektiği defterdi. Çok karışık, okuması sıkıcı ve olaydan olaya atlayan bir yazı tarzı vardı. Kim yazdıysa kafası fena halde uçuk olmalıydı ancak sırf Nico istedi diye tüm satırları ezberlemiştim bile.

 

"Evet, bunlar bilimsel olarak kabul edilmese bile tarihten bize kalan miraslar Tuğra. Dünya bu konuda çok bilgi saklıyor insanlardan. İşine gelen şeyleri yazılı görsel veya yazılı hale getirip insanlara açıklıyorlar ancak dünyada hâlâ gizemi çözülmeyen birçok olay var!"

 

"Yine de bana abartılmış geliyor. Güçlü bir savaşçı mesela, herkes ondan öyle korkmuş ki onu hayalet veya fantastik güçleri olan biri olarak anlata anlata bu şekilde zamanımıza gelmiş bence" dedim mantıklı bir açıklama bulmaya çalışırken. Nico, masanın üzerine eğilirken yüzlerimiz arasındaki mesafe de azalmıştı.

 

"Bilgi neydi Tuğra?" Nico'nun ilk dersimizde bana sorduğu soruyu duyunca kaşlarım korkuyla havalandı. Bana bu soruyu sorduktan ve ben kendimce cevapladıktan sonra "yanlış!" demiş ve başka bir tanımla açıklamıştı. Şöyle demişti:

 

"Bilgi, evrenin gizemlerini açan anahtar, insan ruhunun aydınlanma yolculuğunda bir fenerdir. Bilgi, zamanın ötesine uzanan, geçmişin sırlarını ve geleceğin potansiyellerini ortaya seren kudrettir. Hakikatin ışığıyla karanlıkları delen, bilinmeyeni açığa çıkaran bir güçtür." Ardından da eklemişti. "Bunu defterinin ilk sayfasına yaz ve ezberle. Son dersimizde bu soruyu tekrar soracağım!"

 

Ve sormuştu!

 

"Bilgi, evrenin gizemlerini açan anahtar, insan ruhunun aydınlanma yolculuğunda bir fenerdir. Bilgi, zamanın ötesine uzanan, geçmişin sırlarını ve geleceğin potansiyellerini ortaya seren kudrettir. Hakikatin ışığıyla karanlıkları delen, bilinmeyeni açığa çıkaran ilahi bir güçtür." Ezbere bildiğim cümleleri söylerken, Nico'nun yüzü memnun bir gülümsemeyle kıvrılmıştı ancak benim yüzüm asılmıştı. Bana şu an son dersimiz diye açıklama bile yapmayacak mıydı yani? Şu an bu soruyu öylesine aklına geldiği için mi sormuştu? Yoksa gerçekten de son dersimiz miydi? Neden bana bir şey söylemiyordu?

"Ve?" dedi.

 

Asılan yüzümü toparlama ihtiyacı bile hissetmedim. Nico'yla bu zamana kadar öyle çok şey öğrenmiştim ki bunun bitme ihtimali ve onu görememe ihtimali içimi kemiriyordu. Hem anlatılan gerçek tarih hem Nico'nun anlattığı tarih... Hepsini kafamın içine bir şekilde yerleştirmişti.

 

"Bilgelik tahtının sahibi kimse, hakikatin ışığı odur" dedim mutsuz bir sesle. Nico kafasını iki yana sallarken ayağa kalktı. Kalbim hop hop atarken onun odadan çıkmak üzere olduğunu fark ettim. İyi de daha dersin bitmesine zaman vardı?

 

"*Bilgelik Tahtının Sahibi, Hakikatin Işığı, yarın derste görüşürüz" diyerek, benim cevap vermeme izin vermeden odadan anında çıktı ve gitti. Nico'nun tuhaflıklarına zaten alışmıştım ancak bu normalden de tuhaftı... Neden bana o sözlerle seslenmiş gibi hissetmiştim ki?

 

Ertesi gün Nico derse gelmemişti...

 

Pencerenin önünde oturup gelmesini beklemiştim ancak annem gelip acilen İngiltere'ye gittiğini ve derslerimizin bittiğini söylediğinde onu bir daha ne zaman göreceğimi düşünüyordum. Ağlamamıştım da. Sıkıntımı fark eden annem konuşmaya başladığında ve yeni bir tarih hocası bulacağını söylediğinde onun hâlâ yanımda olduğunu ancak fark etmiştim. En sonunda konuşması biten annem aklına yeni gelmiş gibi bir ifade takınarak, "Nicholas bu şekilde habersiz gittiği için özür dilemek maksadıyla sana bir hediye bırakmış canım. Odana yatağının üzerine bıraktım" dediğinde canlanan bedenim hızla ayağa kalkmıştı ve koşar adımlarım beni odama yönlendirmişti.

 

Yatağımın üzerinde kocaman bir paket duruyordu. Heyecanla pakedi açarken yırtmamaya özen göstermiştim, bu yüzden açmak uzun sürmüştü. En sonunda çıkarabildiğim paketin içinde büyükçe bir tablo vardı.

 

Bu gördüğüm en anlamsız tabloydu çünkü bir resme ait değildi. Bir görsel vardı ancak ne olduğu belli değildi. Kahverengi tonların hakim olduğu boyalar sanki bir odanın içiymiş, ancak oda karanlıkmış gibi gözüküyordu. Yani ortası siyah bir boşluktu. Gerçekten çirkin bir resimdi bu, hiçbir görselliği yoktu. Tablonun en altında ise Türkçe ama anlamsız bir metin yazıyordu.

 

"Yıldızlar sessizce parlarken

Zamanın gizemiyle dolu bir ormanda

Anlaşılmayan kelimelerin yankılandığı bir köşede,

Bir ok duvara saplandığında,

Örgü başlayacak..."

 

"Zamanın ötesinde bir güç doğuyor.

Gizlenmiş bilginin koruyucusu,

Üstadın gözlerindeki ışık,

Göğün ve yerin arasında."

 

"Güneşin doğduğu, ayın yükseldiği yerde,

Gizli bir kralın krallığı.

Bilgeliğin taşı Ay'da,

Sırların anahtarı gizemli sarı ışık."

 

"Taşın gücüyle zamanın kapıları açılacak,

Karanlığın içinde parlayan bir sarı yıldız.

Üstadın sırrı ortaya çıkacak,

Ve dünya, yeniden doğacak..."

 

Bu yazının en altında ise bana öğrettiği ilk şey yazıyordu. Yani bilginin tanımı...

 

-Bilgelik Tahtının Sahibi, Hakikatin Işığı-

 

Son dersimizde bana seslendiği sözler!

 

Ben, ondan daha farklı bir hediye bekliyordum! Yine de tabloyu alıp odamın baş köşesine astım. Yıllar geçtikçe, ben büyüdükçe tabloyu asla indirmedim, kimseye de elletmedim. Nico gittikten sonra tek sevdiğim tarih dersim de elimden alınmış gibi hissettim. Yeni gelen tarih hocasıyla anlaşsak ve onu dinlesem de zevk almıyordum. Artık hiçbir şey beni mutlu etmiyordu. Zaten dinlenmeye bile vaktim olmuyordu ki!

Ve bir gün karar aldım.

 

 

Sevdiğim mesleği yapacaktım.

 

 

***

"Hadi ama Rob, Kadir abi iyi niyetlidir bakma sen ona, bilerek uğraşıyor" gülümseyerek koridorda yürüyorduk.

"Beni görünce süzüyor Tuğra? Saçlarımdan bedenime geziyor bakışları! Aşısız diyor, o ne demekse?" Kaçan kahkahama engel olamadım. Rob, standart erkek tiplerine göre çok iri ve uzun boyluydu. Sert ifadesi, kılıç yaraları ve örgülü uzun saçlarıyla elbette dikkat çekiyordu. Bir de Emir ona dar bir kot pantolon giydirmişti. Sadece Kadir abi değil herkes onu görünce birkaç defa daha bakıyordu. Babam dahil!

"Gülme Tuğra!"

"Komik ama!" dediğimde hâlâ gülüyordum. Odamın kapısını açarken Rob da ardımdan gelmişti ve içeri girdiğinde kapıyı ardından kapatmamıştı. Odamda gezinen bakışları etrafı incelerken ben dolabıma gitmiş Rob için yedek telefonu arıyordum. Ne olur ne olmaz diye elinde telefon bulunsun istemiştim.

"Heh buldum!" dedim kutusundan çıkardığım telefonu alıp ona doğru yürüdüm ve uzattım. Rob, telefona artık normal bakmaya başlamıştı ama ben yine de yanında durup nasıl açılıyor nasıl kapanıyor diye gösterdim. Gerçi Emir ona telefonla neler neler göstermişti geldiğimizden beri. Bir gün Rob'u savaş oyunu oynarken yakalayınca kahkaha krizine girmiştim çünkü kendisi de ayağa kalkmış sanki oyunun içindeymiş gibi hareketler yapıyordu.

"Yarın sana hat da alırız" ben anlatırken Rob pek ilgileniyor gibi durmuyordu. Kısaca telefona bakıp bakışlarını kaldırdı ve odamda gezdirdi. Odada gezen bakışları ilgisini çekmiş gibi odamda hâlâ asılı olan tablomda durdu. Annem ben evden gittiğimde odama hiç dokunmamıştı.

"Bu nasıl bir çizim böyle?" diye sorduğunda birkaç adım atarak tablonun asılı olduğu duvara yürüdüğünde ben de peşinden ilerleyip resmi bir daha inceledim ancak bir anlamı olmadığı için konuyu kapatmak ister gibi telefonu ona tekrar uzattım. Rob, telefonu fark edip elimden alırken bakışları tekrar tabloya dönmüştü.

"Burası bir mağara mı?" Sorduğu soru dikkatimi çekerken ben de tabloya tekrar baktım. Sahiden de bizim geçtiğimiz mağaraya benziyordu. Bunu daha önce hiç böyle yorumlamamıştım çünkü bu tabloyu yıllardır evden uzakta olduğun için görmüyordum.

"Ne olduğu belli değil, çok eski o zaten karalama gibi her yeri baksana" dediğimde Rob'un alttaki yazıları okumaya çalıştığını anladım ve derin bir nefes alarak ona Gaelce olarak yazanları çevirdim.

"Bilgelik Tahtının Sahibi, Hakikatin Işığı mı?" Rob'un sorusuyla ben de tabloya baktım ve Nico'nun gerçekten deli olduğunu anladım. Gerçekten ne alaka yani, gençken ona hisler beslediğime inanamıyordum. Çocukluk işte!

"Bu eski bir hediyeydi Rob çok bir anlamı yok. O yazılar da tamamen saçmalık" dediğimde Rob'un yüzü son derece ciddiydi. Sözleri içinden tekrarlıyormuş gibi ağzını oynatıyordu.

"Buna çok benzer bir söz duymuştum yıllar önce" dedi ama o da hatırlamıyor olacak ki gözlerini tavana dikip düşündü uzun uzun.

"Boşver yaa, sen şu telefonu anladın mı onu söyle?"

"Anladım anladım," dedi tekrar tabloya bakacakken koluna girip onu odanın dışına çekiştirmeye başladım.

"Cidden anladın dimi bak görüntülü arama yapmayı deneriz, sana alışveriş yaparız hatta sana birkaç yer göstereyim hangisini beğenirsen yarın oraya gider gezeriz?" Sözlerimş sıralarken çoktan koridorda yürümeye başlamıştık.

Heyecanla sohbete daldığımızda tablo ardımızda çoktan unutulmuştu.

***

Jean'in ilk hücreye getirildiği zaman: TUĞRA,

"Taşın gücüyle zamanın kapıları açılacak,

Karanlığın içinde parlayan bir sarı yıldız.

Üstadın sırrı ortaya çıkacak,

Ve dünya, yeniden doğacak..."

Jean'in sözleri hücrenin karanlığında yankılandıkça, beynimden vurulmuşsa döndüm. Herkes, Jean'in bu sözlerinin arkasındaki anlamı çözmeye çalışıyordu. Anlamaz bakışlar birbirine dönmüşken benim şaşkın gözlerim otomatik olarak Rob'a kaydı. O da hatırlamış gibi şaşkınca bana bakıyordu.

Bu dizeler, yıllardır odamda asılı duran tablomda yazanlardı...

Nico'nun yıllarca bana öğrettikleri?

O tüm bilgiler!! "saçmalığa bak" diye güldüğüm ve şakasına Nico'yla dalga geçtiğim onca ders!... Hepsi şimdi bir anlam kazanıyordu.

En uçuk kaçık hikayeler, bazen anlatırken film sahnesi anlatıyormuş gibi hissettiğim ancak sırf onu dinlemek için sözünü kesmediğim zamanlar...

34. Seviyenin bilgileri...

Nico beni Üstad olarak mı eğitmişti yani?

O zaman, o da...

Bana Brad'in defterini o vermişti ve o defter benim buraya geri dönmem için son nokta olmuştu. Nico benim geri dönmemi istemişti, elbette isteyecekti!

Nico'nun anlattıkları kafamda tam şu an tekrar canlandı. Dougal, Jean'e bir şeyler söylüyor, Emir ve babam konuşuyor ancak sadece dudaklarının hareketlerini algılıyordum. Tüm bedenim beynimden hızla geçen düşüncelere dalmış durumda. Bildiğim her şeyi farklı bir gözle tekrar zihnimde canlandırıyorum. Üstadın yapması gereken tüm o şeyler, aslında henüz yaşanmamıştı. Aslında yaşanmıştı da... Yani hikayeyi dinlediğim zamanda çoktan yaşansa da biz burada hâlâ yaşamamıştık.

Onun anlattığı hikayelere göre yapacaklarım, aklım ve mantığımın ötesindeydi. Kanlı, vahşi, acımasız olaylardı. Nico bana anlatırken Üstadın bakış açısından anlatarak aslında masumlaştırmaya çalışmıştı. Üstadın amacı dünyanın dengesini korumaktı ve bunu bozan herkesi, özellikle baş düşmanı kötü kralı alt etmekti. Her anlattığı maceradan sonra ne düşündüğümü sorardı, benimle fikir tartışmasına girdiği de çok olurdu. O zamanlar bile Üstadı kendi kafamın içinde içten içe sorgulardım ancak günün sonunda tüm bunların sadece eski efsaneler olduğunu ve yaşanma ihtimali dahi olmayacağını düşünüp Nico'yla kendi hayallerime dalardım.

Nico,

Koruyucu...

Bana anlattığı hikayelerde her üye öğretisini Koruyucu'lardan alıyordu. Mesela Jean Alfred, 33. Seviye ve bilinen en yüksek kademeye sahipti. Öğretisini aldığı kişiler yani Koruyucu'lar, Kardeşlik'ten bağımsız bir aileydi. Bu ailenin bağlı olduğu tek şey Ay taşı'ydı. Koruyucu kelimesi de ay taşı yüzünden geliyordu. Aynı soydan gelen Koruyucu'lar da bilgi aktarımı babadan çocuğa ve onlardan da üyelere geçerdi.

Üstad'ın kim olacağını bilen Koruyucular, her bin yılda bir gelecek Üstad için bilgileri soylarında aktararak beklerlerdi. Üstadın bilgilerini ve yapacaklarını asla kullanamazlardı çünkü Ay taşı'yla özel bağı bulunan tek kişi Üstad'tı ve sadece bu gücü o yönetebilirdi. Başka ellerde Ay taşı, basit bir mücevherden farksızdı.

"Balca?" Babamın fısıltısıyla herkesin hücreden yavaş yavaş çıktığını fark ettim. Bakışlarımı Rob'dan çevirip babama baktım. Tüm öğrendiğim bilgilerden sonra bedenim pelteye dönmüş gibi hissediyordum. Hafızasını kaybeden birinin bir an da bütün anılarını hatırlaması gibi bir yüklenme yaşamıştım. Öğrendiğim tüm o bilgiler, taşın yapacakları, elimdeki bu güç... Daha da fazlası. Hepsi bünyeme o kadar ağır gelmişti ki ağır gelmesinin sebebi birçok masumun kanının elimde akacak olmasıydı.

Ancak ben bu anlatılanların hiçbirini yapamazdım, yapmayacaktım.

Ancak kader beni bir şekilde o yola sürüklerse?

O zaman kafama sıkardım daha iyi!!

"İyiyim yorgunum sadece," babamın endişesini gidermeye çalışsam da Emir'in kaçamak bakışlarını hissediyordum. Rob üstadın yapacaklarını bilmese bile burdaki diğer herkese göre daha fazla fikir sahibiydi. Üstadın ben olduğumu anlamıştı! Bizim evde Nico'yla sohbet sırasında onun bazı felsefik cümlelerine de şaşkınca bakmış ancak bir şey söylemeden içine atmıştı. Rob, küçüklüğünden beri Kardeşlik örgütünden haberdardı. Hatta o çocuk yaştayken onu ve onun gibi çocukları kaçıran adamlardan birinin de o örgütten olduğunu düşünmüştük çünkü hikaye olarak çocuklara mağaradan bahsetmişti. Unutulma kısmını o adam biliyordu ve aynı adam Rob'u, albaya satmıştı. Yüksek rütbeli biri olmalıydı!

"Rob" ağzımın içinden fısıldadım ancak sesim dışarıya çıkmadı. En sevdiğim dostlarımdan birinin cani, vahşi ve yıkıcı olacağımı bilmesi kendimi savunmasız bıraktırmıştı. Ben, her ne kadar o efsaneleri yapmayacak olsam bile kadere sonsuz inanan Rob tarafından hedef tahtasıymışım gibi bakılmak içimi huzursuzlukla doldurmuştu. Herkes benim Üstad olduğumu öğrendiği zaman da bana böyle mi bakacaktı? Sevdiklerimin bu bakışlarına asla dayanamadım. Hele ki Dougal!!

Rob'un da hücreden sertçe çıktığını anladığımda düşüncelerim hız kesmeden devam ediyordu. Emir ve Melek sorguya başlamışlardı ancak duvara yaslı bir şekilde beklemeye devam ettim. Kendimi yavaş yavaş daha da kötü hissetmeye başlamıştım. Şu an Rob'la konuşup kendimi açıklamaktan başka bir şey düşünemiyordum ki hücreden çıkıp her yerde onu arasam da bulamamıştım. Dougal ve diğerlerine gözükmemeye çalışıp seyir tepesinde bir süre kafamı dinlemek için yalnız kalmıştım.

Ertesi gün Rob'u görsem bile konuşamamıştım. Bilerek konuşmak istemiyor, içinde öğrendiklerini hazmetmeye veya bana vakit vermeye çalışıyordu. Benim ne kadar kötü olduğumu ve gözüktüğümü çok iyi anladığını biliyordum. Dougal ve herkese hasta olduğumu söylemiştim. Dougal, odamda dinlenmem gerektiğini ısrar edince, ona uyarak odamdan çıkmamıştım ve yatıp uyumanın düşüncelerime ara verdiği için bana iyi geldiğini de anlamam uzun sürmedi. Sanırım depresyon yada her ne haltsa bir psikolojik çöküş yaşıyordum. Her ne kadar asker olsam da bu öğrendiklerimi hazmetmek için insan olmamak gerekiyordu!

Ay Taşı'nın bana verdiği gücü yavaş yavaş keşfetmeye başladım. Bu taş, zamanı bükmeyi değil, zamanı kontrol etmeyi ve zamanın izlerini okumayı sağlıyordu. Taş elimdeyken mağaraya ihtiyaç duymadan kendi zaman algımı değiştirerek olayları yavaşlatabilir veya hızlandırabilirdim. Bu, etrafımdaki hareketleri daha detaylı gözlemlememe ve daha hızlı tepki vermeme olanak tanıyordu ve bu en basit gücüydü.

Diğer gücü, geçmişte yaşanan olayları hissedebiliyor ve gelecekte olacakları öngörebiliyordum. Bunun için mağarada olmama ihtiyaç vardı.

Geçmişteki anıları hissetmek insanların yaşadıkları acıları, sevinçleri ve mücadeleleri anlamamı sağlıyordu. Bu bana sadece olayların nasıl geliştiğini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda o anların duygusal yükünü de hissettiriyordu.

Gelecekte olacak olayların olasılıklarını öngörmek ise bambaşka bir deneyimdi. Henüz yaşanmamış olayların izlerini görmek, gelecekteki tehditleri ve fırsatları fark etmemi sağlıyordu. Bu sayede kötü kralın planlarını ve hamlelerini önceden görüp ona karşı hazırlıklı olabiliyordum. Bozulan dünyanın döngüsünü düzeltebiliyordum ki şu an zaten döngü çoktan bozulmuştu!

***

Ertesi gün soluğu hücrede almıştım. Emir'in sorgusunun bittiği anı beklemiş, o çıkar çıkmaz gizlice içeriye girmiştim. Kapıda bekleyen savaşçılar beni görünce hiç soru sormasa da rahat davranmaya çalışmıştım ancak içten içe çok gergindim. Jean'i elleri ve gözleri bağlı rahatsızca dururken görünce dudağımı ısırıp varlığımı belli etmekten vazgeçmiştim.

Arkamı dönerek geldiğim gibi çıkmaya yeltendiğimde koridorda bir bedeni beni izlerken fark etmiştim.

Rob'dan başkası değildi.

"Rob!" Fısıltımla hücreden hızlı adımlarla uzaklaşıp yanına ilerlemiştim. Düşünceli gözleri üzerimde dolaşırken günlerdir onunla konuşamadığım aklıma gelmişti. Hep benden kaçmıştı ve araya başkaları girip konuşmamızı engellemişti.

"İyi misin?" Sorusuyla kafamı hızla olumsuz anlamda salladım. Dolan gözlerimi saklama gereği duymadığımda Rob uzanıp ellerimden tuttu.

"Rob ben,..." Rob hızla sözümü keserken, "ben de hazmetmeye çalışıyordum. Odandaki tabloda Jean'in söylediği efsanenin sözleri vardı. Sen Üstad mısın? O tablonun sende ne işi vardı?" diye fısıldadı.

"Bilmediğin birçok şey var Rob. Sandığın gibi ölüm getirmeyeceğim. Üstad olmamın bizim için hiçbir anlamı yok. Başka meseleler de var" dedim son cümlede daha da fısıldayarak. Rob'un çatılmış kaşları daha da çatılırken, "evinize gelen ve sana tabloyu hediye eden o profesörle mi ilgili?" diye sorduğunda kafamı aşağı yukarı salladım.

"Herkes deli gibi Üstadı öldürmek için ararken bunu bir süre aramızda saklayalım Tuğra. En azından sinirleri biraz yatışsın ve ortalık durulsun. Klandaki misafirler gittiğinde uygun bir zaman bizimkilere anlatırız. Benim de o zamana kadar yapmam gereken bir şeyler var."

"Sen ne yapacaksın?" diye sordum. Rob arkasını kontrol ederek tekrar bana döndü.

"Beni küçükken Quany'e satan adamın Üstad olduğunu düşünüyordum. Jean'in kehaneti söylemesi ve senin odanda gördükten sonra fikrim değişse de hâlâ o adamı bulmak istiyorum."

Kafamı hızla sallarken hücreye birilerinin girdiğini duydum. Fısıldayarak hızla konuşmaya başladım. "Konuşmamız ve anlatmam gereken başka mesele de var Rob. Lütfen müsait olduğunda beni geri çevirme!" Yaklaşan sesin Emir'e ait olduğunu ikimizde anlarken sessizliğe bürünmüştük.

***

"Tuğra, Rob neler oluyor? Bizden ne saklıyorsunuz?" Melek'in sesiyle Dougal Rob'u benden iyice uzaklaştırmıştı. Rob, ellerini iki yana açarken kaybetmişlik ifadesi gösterdi.

"Anlat aşkım! Ne oldu?" Bana dönen Dougal'ın gözlerine baktım. Sesindeki şefkatle başka bir yere bakmak istemedim ama dayanamayarak bakışlarımı sırayla herkeste gezdirdim. Dudağımı ısırırken her zaman yaptığım gibi doğrudan söylemeye karar verdim. Günlerdir içimi kemiren, beni bitiren ve hasta eden bilgimi doğrudan söylemeye!

Derin, çok derin bir nefes aldım ve,

"Üstad, benim!" dedim.

***

DOUGAL

Rob kafasını iki yana sallarken onu tutmayı bırakıp şaşkınca karıma baktım.

'Üstad benim' mi demişti o? Herkesin yüzünde benim gibi şaşkınlık ifadesi cılız meşale ışıkları altında bile belli oluyordu.

İlk tepki Emir'den geldi. "Ne?" diye bağırmıştı. Benim gözlerim ise Tuğra'ya kitlenmişti, onun endişeli yüz hatları giderek daha da geriliyordu. Gözleri sürekli hareket ediyor, sırayla herkeste geziniyor ve bir türlü odaklanamıyordu. Bu telaşı, bana da açıkça geçiyordu ve ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyordum çünkü onu ilk defa böyle korku dolu görüyordum.

"Ne saçmalıyorsun!" Yüksek çıkan sesimi dizginleyememiştim. Tuğra sesimle bir adım geri attığında ses tonunu ayarlamadığım için kendime sövsem de ona doğru yaklaşmaktan kendimi alamadım. Tam dibinde durduğumda telaşını engellemek adına ellerimi uzatıp kafasını iki avucunun arasına aldım ve sadece bana bakmasını sağladım.

"Ben de bilmiyordum!" Tuğra bana bakarken çıkan fısıltısıyla tekrar geri adım ateak ellerimin arasından çıkmış, sırtını mağaranın soğuk duvarına yaslamıştı. Ellerini kaldırıp saçlarına götürürken sertçe karıştırmaya başladı ve o an bakışları benden koptu.

"Tuğra, bu şaka mı? Ne demek istiyorsun?" Amcamın sesiyle bakışlarımı Tuğra'dan çekemedim. Emir ve Melek hareketlenmiş bizim yanımıza doğru iyice yaklaşmışlardı. Emir'in olduğu taraftan anlamadığım dillerinde tek kelime sözcükler dökülüyordu. Bazıları onlardan duyup öğrendiğim Türkçe küfürlerdi ancak yine de bakışlarımı karımdan ayırmadım.

"Öğretileri öğrenmeden Üstad nasıl olabilirsin kızım? Öyle olsaydın en başından bunu bilirdin" babasının arka taraftan şefkatle çıkan sesini duydum. Tuğra şu an Rob ile bakılıyor, aralarında sessiz bir konuşma yapıyorlardı. Mağara birden bana dar gelmeye başlamıştı. Nefes alamıyor gibi hissediyordum.

"Her şeyi en başından size anlatacağım ama burada olmaz. Dışarı çıkalım" cılız sesiyle cümlelerini söyledikten sonra hiçbirimizi beklemeden yürümeye başladı. Rob'un yanından geçerken o da onunla birlikte hareketlendi. Mağaradan ikisi çıkışa doğru yürürken az önce ne yaşadığımı anlamaya çalışıp Tuğra'nın sırtını dayadığı mağara duvarına boş boş bakmaya başladım. Ardından mağarada kıyamet koptu. Emir'in sertçe duvara geçirdiği yumruğu duydum ve Melek'in telaşlı sesini. Amcam ve Tuğra'nın babası kendi aralarında bir tartışmaya girdiklerinde hâlâ boş duvara bakmaya devam ediyordum. Geçen birkaç saniyenin ardından kendime gelip arkamı döndüm ve hızlı adımlarla ben de çıkışa ilerledim.

Mağaranın çıkış kapısında durup yüzüme gelen güneşe baktım ve derin bir nefes aldım. Dışarıda yerdeki çimenlerin üzerine oturan Tuğra'ya usulca döndüm. Rob, gergince karşısında ayakta beklerken ikisi kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Boğazım tekrar kuruyup oksijensiz kalmış duygusu beni ele geçirirken nefes alışlarım da hızlanmıştı. Ayak seslerimi duydukları an fısıldamaya son verdiklerini anlayıp boğazımdaki yumru daha da büyüdü. Ardımdan gelerek hızla yanımdan geçip onlara doğru giden Emir, sanki kavgaya gidermiş gibi sinirle yanımdan geçti. Arkasında rüzgarını hissettiğimde onların yanına kadar ilerleyerek ellerini beline yerleştirdi ve Tuğra'ya hesap sormaya, anlamaya çalışmak için kendi dillerinde yine konuşmaya başladılar. Tuğra, çok yorgun duruyordu ve tartışmaya kısa cevaplar veriyordu. Melek, amcam ve Ali de yanımdan geçip giderken konuşan grubun içine karışmıştı. Orada, mağaranın girişinde öylece durup bundan sonra olacakları düşünmeye başladım. Tuğra'nın nasıl Üstad olduğunu düşünmek istemiyordum ve ondan ziyade bundan sonra neler olacağı beni endişelendiriyordu. Onun Üstad olduğunu öğrenen herkes peşine düşecekti. Bundan sonra hayatımızın huzur içinde geçmesi için yaptığımız onca mücadeleler devam edecekti. Yine de ne olursa olsun onu korumak için canımı ve kanımı ortaya koyacağımı biliyordum.

"Sana erken olduğunu söylemiştim. Senin kendin çözmen gereken meseleler varken şimdi ortalık daha da karışacak. Kavga etmenizden korkuyordum ama işte bak dediğim oldu" yürüyerek onlara yaklaştığımda mağaradan da hayli uzakta olduğumuzu fark ettim. Rob'un sesiyle adımlarımı atarak onlara tamamen yaklaştım. Benim geldiğimi anlayan Tuğra yerde oturup çimenlerle oynarken bakışlarını kısa bir an kaldırıp bana bakmış, ancak gözlerime bakamıyormuş gibi anında geri çekip yere bakmaya devam etmişti. Sıktığım yumruklarımın beyazladığını biliyordum yine de tam karşısına doğru yürümeye devam ettim. Tuğra hariç herkes ayakta ve bir açıklama bekliyordu.

"Tarih hakkında ileri düzey bilgi sahibi olduğumu hemen hemen herkes biliyor" konuya girdiğinde yerde bulduğu minik bir dal parçasını eline alıp boş boş oynamaya başlamıştı. Asla göz teması kurmuyordu. Emir kendi saçını yolacak gibi hareketler yaparken Tuğra'ya delice bir bakış atmıştı. Ağzımı açmaya korkuyordum çünkü Tuğra şu an oldukça korkmuş gözüküyordu. Söyleyeceğim her kelimeyi yanlış anlayarak kalbini kırmaktan çekiniyordum yine de içimdeki merak duygusunu bastırmak ve soru sormamak oldukça zordu. Üstad olduğunu söyleyen Tuğra dışında herhangi biri olsaydı şu an tepkilerim aşırı farklı ve sert olurdu.

"Evet, biliyoruz!" Emir'in sitemli ses tonuna takılmadan devam etti.

"Nico bana genel tarih dışında da bilgi veriyordu!" Sözleri bittiğinde duyduğum kıskançlık damarlarımda akarak beni bir şeytan gibi ele geçirmeye başladı. O adamın ismini birkaç sefer daha duymuştum ve Tuğra'nın zamanında ondan erkek olarak etkilendiğini biiyordum. Önemsiz olduğunu bilsem de kıskançlık duyguma engel olamıyordum. Benim nazarımda Tuğra sadece benimdi ve benim kalacaktı. Bunu yaparken yani onu sahiplenirken de asla bir kısıtlama da yapmazdım çünkü ona herşeyden daha fazla güveniyordum. Aşık olduğum, taptığım kadının aklında benden önce elbette başka bir erkek olabilirdi yine de bu rahatsızlık duymamı değiştirmezdi. İstemsiz yüz hatlarım gerilirken Tuğra'nın çekinceli bakışlarını üzerimde hissederek kendimi kontrol altına almaya çalıştım. Duygularımı bastıramayacak gibi hissettiğim için belimdeki kılıcımı çıkartıp sertçe toprağa sapladım ve burun kemerimi sıktım. Şimdi bakışları tamamen bendeydi.

"Yani o entel adam sana 34. Seviyenin öğretilerini mi öğretiyordu! İyi de neden?" Emir'in sesinin hemen ardından Melek, "bu büyük bir saçmalık!" Demişti. Sağa sola yürüyerek açıklamanın bitmesini ve anlamayı bekledim.

Tuğra gözlerini uzunca kapayıp tekrar açtığında yerden destek almadan ayağa kalkmıştı. Bakışları Rob'u bulurken o sessizce konuşulanları dinliyordu. Onun nereden bildiği veya öğrendiğiyle şu an ilgilenmiyordum ancak bunu da öğrenecektim.

"Bunların hepsinin saçmalık olduğunun ben de farkındayım. Üstad ve 34. Seviye hakkında hiçbir bilgimiz olmadığı için bu zamana kadar anlayamamıştım çünkü Nico anlatırken o isimleri asla kullanmazdı. Seçilmiş kişi olarak bahsederdi. Jean Alfred kehaneti okuyana kadar ben farkında bile değildim!" Sesi oldukça yüksek çıkınca kendimi daha fazla tutamadım ve onunla aynı tonla, "o adamın ismini söyleme!" diye aynı anda bağırdım. Kızgın bakışları bana dönerken geri adım atmadan ona aynı şekilde karşılık verdim.

"Sen de biliyordun değil mi? Gizli gizli ne işler çeviriyordun günlerdir?" Emir Rob'a sinirle konuşurken, Ali ve amcam da aralarında tekrar tartışmaya başlamıştı. Rob, Emir'e cevap verirken Melek de onlara katılmıştı. Ben ve Tuğra ise hâlâ birbirimize kızgınca bakmaya devam ediyorduk.

"Şimdi mesele Nico mu?" diye bağırdı bana doğru. Az önceki korkusu şimdi sinire dönmüştü ve üzerime doğru yürümeye başladı. Hareket etmeden bana gelmesini bekledim. Aramızda toprağa saplı olan kılıç kalana kadar bana yaklaşıp tam karşımda durdu.

"Sana o adamın adını ağzına alma demedim mi? Geçmişinde ne yaşadığına söz söyleyemem ancak şu an kullanmanı istemiyorum. Hele ki böyle büyük bir bela onun başının altından çıkmışken" sözlerimi bitirdiğimde Tuğra'nın gözüne gelen güneş ışığı yüzünden sarı gibi duran gözleri büyükçe açılmıştı.

"O adamın bu olaydaki rolü ne Tuğra? Kim o?" Konuşmasına müsaade vermeden sözlerime devam ettim ve bacağıma yumruk atarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Tuğra'nın sinirli bakışları yumuşayarak gözlerini benden kaçırmıştı. Derince yutkunduğunda daha da sinirlenmeye başlamıştım ama kendimi tutmayı elbette biliyordum. Anlatacağı başka meseleler de vardı bu çok belliydi ve bu o Nico denen adamla ilgiliydi. Kendimi kontrol etmek ister gibi tekrar burun kemerimi sıkarken bakışlarım onun ayaklarına düşmüştü. Ondan ses gelmeyince derin bir nefes aldım ve tekrar gözlerine baktım.

"Tuğra!" Dedim beklentiyle.

"Neden Üstadın bilgilerini sana öğretti? Kim ki o adam?" Bastırarak söylediğim sözlerden sonra, "Kardeşlik üyesi mi?" diye de ekledim. Bakışlarımı gözlerine kenetlediğimde birkaç saniye daha durup nasıl söyleyeceğini bilemiyormuş gibi düşünmeye ve dolgun dudaklarını ısırmaya başladı. Kendimi artık çok zor tutuyordum.

"Anlat bana?" Farklı bir yol deneyerek onun kendi içinde düşüncelere daldığını ve çekindiğini anladığım için üzerine gelmemek adına sesimi yumuşatmıştım. Bunu yapmak için bütün irademi kullandığımı biliyordum çünkü başka kimseye böyle taviz vermezdim. Benim için Tuğra'nın kim ve ne olduğu asla önemli değildi. O benim karımdı, aşkımdı ve hep öyle kalacaktı. Benim takıldığım konu o adamın ne ilgisi olduğuydu.

"Onun bana anlattıklarına göre seçilmiş kişi öğretilerini, bilgilerini ve güçlerini Koruyucu sayesinde öğrenecek. Koruyucu, yol gösterici anlamına geliyor. Onlar bir aile, soy ve benim anladığım kadarıyla seviyelerde ki bilgiler o aile tarafından dağıtılıyor." dediğinde bakışlarımı Tuğra'dan çekip ağaçlara odaklandım. Ben Kardeşlik üyelerini tek tek avlarken bu Koruyucu olayını öğrendiğim iyi olmuştu. Ortadan kaldırılması gereken bir grup daha! Ben o Nico'nun soyunu kurutmaz mıydım şimdi?

"Yani şu anda da bir Koruyucu ailesi var!" Kafasını olumlu anlamında sallarken dudaklarını ıslatıp devam etti. Diğerleri de artık susmuş bizim konuşmamızı dinliyordu.

"Gruba üye değiller. Gerçek isimleri Kardeşlik tarafından bile bilinmez. Bilgileri soy bağıyla aktarıp dağıtıyorlar" dedi tek seferde.

"Yani o adamın soyu onlardan geliyor öyle mi?" dedim emin olmak adına. Tuğra kafasını kaldırıp anında benimle göz göze gelmiş ve düşüncelerimi anlamıştı. Elini uzatıp kolumu nazikçe tutmuştu.

"Evet," dedi hızla ve ekledi.

"Bilmen gereken bir şey daha var aşkım" cümlesiyle kaşlarım havaya kalktı çünkü bana hiç aşkım demezdi. Ben ise bu kelimeyi çok sık kullanırdım. Günlük hayatta "aşkım" diye hitap etsem de yatak odasında "benim aşkım" olarak sıfatlaştırarak kullanırdım. Bu kelime sadece benim hitabım gibi bir şeydi aramızda. Altından ne çıkacağını merakla beklerken parlayan güzel gözlerine baktım.

"Anlattığına göre seçilmiş kişi yani Üstad, öğretilerini ruh eşinden alacakmış. Onların kaderinin bir olduğunu sık sık anlatırdı. Onun da Koruyucu'lar içinde seçilmiş kişi olarak kabul görüldüğünü söylerdi. 'Dünyanın neresine giderse gitsinler, birlikte olacaklar' derdi."

Sözleri bittiğinde beynimde yıldırımlar birbirleriyle çarpıştı. Şerefsize bak! Ruh eşiymiş! Karımın aklına soktuğu saçmalıklar yetmiyormuş gibi kendisinin de ruh eşi olduğu mesajını vermişti yıllarca. Gözlerimin döndüğünü anlayan Tuğra diğer elini de uzatıp beni iki koluyla tutmuştu sakinleştirmek ister gibi. Gözlerimin kıpkırmızı olduğuna emindim ki yanda Emir'in alaycı gülüşünü algıladım.

"Saçmalıklarla beynini doldurmuş? Ne eşinden bahsediyorsun Tuğra sen? Sikerim onu!" Öyle bir bağırmıştım ki Emir gülüşünü keserek koşar adım yanımıza gelirken araya girmek ister gibi dibimde durmuştu. Ona da sinirle dönerken sinirimi Tuğra'dan çıkaracağımı düşündüğü için öfkem ikiye katlanmıştı. "Geri bas!" dedim anında Emir'e.

"Ben bana anlattıklarını söylüyorum Dougal, elbette bu tamamen bir saçmalık ancak söylediği buydu!" Tuğra'da bağırırken Emir beni dinleyerek gerçekten de bir adım geri atıp bizden uzaklaşmıştı.

"Ne eşi ne oluyor?" Rob'un da yanımıza yaklaşmasıyla bir an dönüp ona da baktım. Ardından etrafta gezinen sert bakışlarımı babasının ve amcamın olduğu yöne çevirdim. Kime baksam sinirim had safhaya çıktığı için kafamı gökyüzüne kaldırdım.

"Bunların hiçbirinin anlamı yok. O taşı benden uzak tutun yeter. Hayatımıza kaldığımız yerden devam edelim." Tuğra'nın yakarırcasına çıkan sesiyle sinirimin anında buhar olduğunu hissederek kafamı sevdiğim kadına çevirdim.

"Taşın gücü ne ki?" Melek konuyu değiştirircesine sorarken ona minnet duydum. Elim keseme uzanırken içinden bir beze sarılı taşı çıkarttım. Tuğra'nın gözleri anında taşa kaymıştı.

"Bu taşı yok ediyoruz ve sorun çözülüyor." dedim ve lanet taşı sertçe yere fırlattım. Tuğra'nın gözleri birden büyürken taşa doğru adım atacakken kendini dizginledi.

"Dougal ne yapıyorsun?" Korkuyla çıkan sesiyle "kırıyorum" dedim. Panik vücudunu esir almış gibi hareket ederken "sakın" diye bağırdı. "Yok etmek derken ortadan kaldırmayı yani saklamayı kastediyorum!" dedi. Telaşlı hareketleri benim de kafamı karıştırırken hiçbirşeybilmemek yani bilinmezlik kabusumun ortasında kalmıştım, yine... Hayattaki tek korkum; bilinmezlikti.

"Onu kırman her şeyi mahveder. Her şey başa sarar. Buraya hiç gelmemiş, seninle hiç tanışmamış oluruz çünkü mağarayı da yok edersin." Tuğra'nın bağırışyla Melek'in korkuyla nefes aldığını hissettiğimde Ali arkasından gelerek bize daha da yaklaştı ve araya girdi.

"Mağara yok olursa!" dedi kendi kendine ama duydum. Tuğra omzunun üzerinden arkaya dönerek, "mağara hiç var olmamış gibi olur. Yani siz de askerlerden kaçarken o mağaradan geçemeyip çoktan yakalanmış olursunuz annemle birlikte baba. Belki de hepimiz çoktan ölmüş oluruz. Ben hiç 2000'li yıllara gidememiş ve buraya da gelememiş olurum. Zaman başka bir olasılıkla baştan yazılır. Belki o olasılıkta ben ölmem ve Üstad olarak bu zamanda sarayda yetişip Dougal'ın düşmanı olurum." dediğinde eğilip yerdeki mücevher içine konulmuş taşı geri aldım.

"Peki ne amaçla kullanılabilir?" Diye sordu amcam.

Tuğra derin bir nefes aldığında hâlâ elimdeki taşa bakıyordu.

"Taşın kendi kendine bir gücü yok. Tek başına bir anlamı yok bu yüzden. Taşın içinde seçilmiş kişinin ruhundan bir parça var. İkisi bir araya geldiğinde ortaya akıl dışı bir güç çıkıyor" dedi. Tuğra'nın bu taşa hiç dokunması iyi olmuştu. Jean'den taşı ilk ben almıştım ve hep bende kalmıştı. Hepimizin yüzünde şaşkın, korku dolu ve meraklı bir ifade oluşmuştu.

"Devam et!" Amcam teşvik edercesine konuşurken Ali ona ters bir bakış attığını fark ettim ama üstünde de durmadım.

"Seçilmiş kişi yani Üstad, taş elindeyken mağaradan istediği zaman, istediği bir zaman dilimine geçebilir. Onun görevi zaman adaletini sağlamak. Mağaralar dünyada bu zamana kadar hiç duyulmamış ve duyulsa da bildiğiniz gibi kişiler unutulmuş. Hep gizli kalması bundan. Bunu sağlayan önceki gelen Üstadlar. Mağaradan geçen kaçak yolcuları engelleyip onları ait oldukları zamana götürmek görevlerinden biri. Unutulmak da Üstadların taş ile kurduğu bağ sonucu ortaya çıkardıkları bir koruma kalkanı. Taşla yapılan yolculukta unutulma olayı asla olmaz bu sebeple." dediğinde artık ne düşüneceğimi şaşırmıştım.

"Görevlerinden biri dedin, başka ne görevleri var bu Üstadların?" Melek'in sorusuyla Emir de dayanamamıştı.

"Ama sen bu zamanda doğduğun için hatırlanmadın mı?" demişti hızla.

Tuğra kafasını iki yana sallarken, "Benden önce gelen tüm Üstadların da benim de, ruhumuzdan bir parça ortak. Ve o da taşın içinde saklı. Bu kan bağından da öte bir bağ. Ruh bağı. Aynı ruhun parçalarını taşıdığımız için unutulmak ben de işe yaramadı. Hatırlanmamın sebebi burada doğmam değil Üstad olmam!" dedi Emir'e cevap vererek ve ardından Melek'e döndü.

"Taşa elim bir kere bile değse taşın ve benim ruhumdaki uyuyan kısım uyanacak, birleşecek. Mağaraya gerek bile duymadan zamanda ufak çaplı olasılıkları izleyebileceğim. Bana anlatılanlarda Üstadın hep bir can düşmanı olduğundan da bahsedilmişti," dedi bilerek artık Nico adını kullanmayarak. Nico'nun saçmalıklarını duymak istemiyordum. Tek derdim karımın güvenliğiydi.

"Jean mi?" Ali'nin sorusuyla kafasını olumsuz anlamında salladı ve babasına baktı.

"O kişinin Üstad'ı kandırıp mağarayı kullanarak bir şekilde kendi krallığını kuracağını anlatıyordu. Üstad, tüm o hikayeler boyunca kötü kralla mücadele ediyordu." Söyledikleriyle herkes sessizleşmişti ama benim umurumda bile değildi. Dediği gibi taşı kırmak kötü sonuçlar verecekse onu kimsenin bulamayacağı bir şekilde saklayabilirdim. Burada ailemiz dışında kimsenin Tuğra'nın Üstad olduğunu bilmeden ömür boyu huzur içinde yaşamaya devam edebilirdik.

"Söylemediğin bir ton şey daha var gibi?" Emir'in sorusuyla Tuğra ellerini benden çekti ve kafasını olumlu anlamında salladı. Mağaraya doğru yürümeye başlarken yavaş hereket ediyordu.

"Her şeyi yavaş yavaş anlatırım. Şu an önemli olan taşın benden uzak olması. Tek istediğim Koruyucu ailesini bulup onlarla konuşmak. Üstad olduğumu belli etmeden sorular sormak. Kafamda oturmayan birçok şey var hâlâ" Tuğra oldukça ilerleyip uzaklaşarak mağaranın girişinde durup yeniden oluşan sarmaşıklara uzandı. Parmakları, sarmaşıkların pürüzlü dokusunu hissederken gözleri derin bir anlamla doluydu. Sanki onlara artık yabancı olmadığını hissediyordu, ne olduklarını, hangi amaçla burada bulunduklarını biliyor gibiydi. Yanına gitmek için hareket edeceğim sıra Melek'in sorusuyla durdum.

"Şimdi ne olacak?" Demişti. Tuğra onun sorusunu duyamayacak kadar uzaktaydı. Yerdeki kılıcımın sapından tutup çekerken belime takmış ve ona cevap vermiştim.

"Hiçbir şey, bu aramızdan çıkmayacak ve konu da burada kapanacak. Tüm üyeleri ortadan kaldırınca konu da unutulup gidecek. Normal hayatımıza devam edeceğiz," dediğimde, aynı anda yer ayaklarımın altında sallanmaya başladı. Bu şiddetli sallantıyla herkes sağa sola yalpalarken şaşkınca birbirine bakıyordu. Benim bakışlarım direkt bizden uzakta duran Tuğra'ya dönmüştü.

Yer sallanıp deprem olduğu için mağaranın dış duvarlarından küçük taşlar dökülmeye başlamıştı. Rüzgar çıkmış ve ağaçların yapraklarını savururken sallanan yer ile gövdeleri de eğiliyordu. Tuğra'nın hemen arkasında bir karaltı görüp bedenimi korkuyla harekete geçirdim. Ona doğru koşmaya başlarken, "Tuğra!" diye bağırmıştım. Her şey bir anda hızlanmıştı, zaman adeta yavaşlamıştı. Tuğra'nın bakışları, beni gördüğünde şaşkınlıktan donmuştu. İçimdeki korku, adımlarımı daha da hızlandırdı, sanki ona ulaşamazsam her şey sona erecekmiş gibi hissediyordum.

Koşarken gözlerim duvarlardan dökülen taşlar ve yere düşen sarmaşıkların arasında ilerlerken, her adımda kalbim daha da hızlanıyordu. Tuğra'ya ulaşmak, onu bu tehlikeden korumak için içimde yoğun bir istek vardı. Korku, tüm benliğimi ele geçirmişti.

Tuğra, sallantı yüzünden mağara duvarından uzaklaşmaya çalışarak bana doğru adım attı. Arkasındaki beden netleşmeye başlamıştı; gerçekten de orada biri vardı. Rob, Emir ve Melek'in telaşlı sesleri Tuğra'yı uyarırken, ben ona doğru hayatımın en hızlı koşusunu yapıyordum. Devam eden sallantı yüzünden düşmemek için mücadele veriyordum, her adımda dengesizleşen zemin beni zorluyordu.

Tuğra, arkasında biri olduğunu hissetmiş gibi hareket etti, ben de göz ucuyla bunu yakaladım. Ancak aynı anda ormandaki ağaçlardan birinin üzerime doğru yıkılacağını fark ettim. Hızla diğer yöne manevra yaptım, böylece ağacın üzerime gelmesinden kurtuldum, ancak bazı dallar gövdemi sıyırdı. Acıya aldırış etmeden hızımı artırarak koşmaya devam ettim.

Her adımda, Tuğra'ya biraz daha yaklaşıyor, ona ulaşma umudum artıyordu. Gözlerim, Tuğra'nın arkasındaki figürü daha net seçmeye başlamıştı. Tehlikenin ne kadar büyük olduğunu biliyordum ve bu, adımlarımı daha da hızlandırdı. İçimdeki korku ve endişe, Tuğra'ya olan bağlılığım ve onu koruma isteğiyle birleşmişti. Lanet depremin doğal bir olay olmadığı çok belliydi.

Tuğra'ya yaklaştığımda, arkasındaki bedene hamle yapamadan karımın vücudunun pelteye dönerek tüm gücünün çekildiğini gördüm. Gözlerinin kapandığı anı dehşetle izledim ve korkuyla tüm gücümle bağırmaya başladım. "Tuğra!"

Emir, Rob ve diğerlerinin koşma sesleri yaklaşıyordu. Rob ve Ali'nin ok fırlattığını fark ettim. Simsiyah giyinmiş mağaranın içinden çıkan adamı oklardan kaçmaya çalışırken gördüm. Bu anı biliyormuş gibi hangi yöne gideceğini bilerek oklardan ustaca kaçtı ve oklar mağara duvarına saplandı. Bu kısa anın kaosunda, Tuğra'nın gücü çekilmiş bedenini yakalamak için uzandım ancak hemen onun dibinde duran kişi benden önce onu tutup boynuna büyük bir hançer dayadığında nefes almayı bile unuttum.

"Yaklaşırşanız boğazını keserim!" Duyduğum tuhaf İngiliz aksanıyla hareket eden bacaklarım anında durdu. Tüm odağım Tuğra'nın güçsüz bedenindeydi. Karnının şişip indiğini anladığım an yaşadığı için derin bir nefes aldım ve ölüm kokan bakışlarım arkasındaki bedene çevrildi. Onlara çok yakındım ve simsiyah giyinmiş adam Tuğra'yı belinden yakalayıp kendi önüne çekmişti. Baygın bedeninde kafası önüne doğru düşmüştü. Tek bir hareketle onu nasıl bayılttığını anlayamadığım için panik beni ele geçirerek bir tehdit oluşturmadığımı belli etmek adına ellerimi yavaşça havaya kaldırdım.

"Ona sakın dokunma. Kılına bile zarar gelirse ölmekten beter olursun!" Ses tonumun nasıl çıktığını bilmiyordum ancak içimde kıyamet kopuyordu. Gözlerim yanıyor, tüm bedenimi günlerce durmadan kılıçla savaşacak kadar güçlü hissediyordum. O adam az önce Britanya'nın en iyi okçularının attığı oklardan rahat bir şekilde kurtulmuştu. Tuğra bile varlığını ilk başta sezinleyememiş, sezdiği an ise gafil avlanmıştı. Tüm bunlar saniyeler içinde olmuş ve az ötemde olan bu kıyamete koşup yetişememiştim.

"Sen kimsin? Onu bırak ve konuşalım" adamın yüzünde siyah bir bez vardı. Sadece kahverengi gözleri gözüküyordu. Tüm bedenindeki kıyafetler siyahtı ve boyu da çok uzun değildi.

"Yolumdan çekilin" tuhaf aksanlı sesini tekrar duyduğumda deprem de yavaşlayarak durmuştu.

"Nico?" Emir'in sorusu hemen yanımdan gelirken hepsinin yanıma geldiğini anladım. Ne zaman geldiklerine bile dikkat etmemiştim Tuğra'ya bakmaktan. Demek Nico? Şimdi bu adamı benim elimden kim alacaktı?

"Emir'di değil mi? Tekrar karşılaştığımıza şaşırdım. Ve sen Rob, senin o zamana ait olmadığını anlamıştım" bir açığını bulup elindeki hançeri almak için tüm dikkatimi verirken yere düşen ince bir ses duydum. Bakışlarım oraya dönerken Nico'nun hemen ayaklarının dibine beyaz tuhaf bir şey düşmüştü. Melek'in sağlık çantasında buna benzer bir şey vardı. İçine ilaç koyarak vücuda saplayıp veriyorlardı. Tuğra'yı onunla etkisiz hale getirmiş olmalıydı.

"Ne istiyorsun?" dedim, sesimdeki kararlılığı koruyarak. "Tuğra'yı serbest bırak. Bize ne istediğini söyle." Zaman kazanmak ve durumu çözmek için dikkatimi topladım. Nico'nun elindeki hançere ve onun hareketlerine odaklandım. İçimdeki korkuyu bastırarak Tuğra'yı kurtarmak için bir plan yapmalıydım.

Nico'nun yüzündeki ifade, onun bu durumdan zevk aldığını gösteriyordu. "İstediğim şey basit," dedi. "Tuğra'yı bırakın ve yolumdan çekilin." Alay edercesine gülmeye başlayan Emir'e bakıyordu ancak gözleri kime dönerse dönsün en son bende duruyordu. Buradaki asıl tehlikenin ben olduğumu biliyormuş gibiydi. Tuğra'yı mı istiyor, önce cesedimi alması gerekiyordu!

"Hemen kızımı bırak ve ne istediğini konuşalım. Buradan asla çıkamazsın, taş bizde ve taş olmadan Tuğra bir işine yaramaz!" Ali'nin sözleriyle gözleri düşünceli bir hale gelerek ona döndü. Yüzündeki bezin altından gülümsediğini çekilen göz kenarlarından anlayabiliyordum. Melek ve Rob sessizdi ve en ufak bir an için fırsat kolluyorlar gibiydi. Yan yana tam karşısında sıralanmıştık. Benim hemen sağ tarafımda Rob varken diğerleri Emir ve Melek'ten başlayarak sol tarafımda sıralıydı. Melek'in yavaşça hareket ettiğini anladım. Sıranın en sonuna doğru yavaşça ilerliyordu. Onun hareketiyle Nico'nun bedeni gerilip Tuğra'yla birlikte geriye doğru bir adım attı. "Kıpırdamayın!" dediğinde Melek, Ali ve amcam arasında kalmıştı. Emir anında söze girdi ve ilgisini üzerine çekti.

"Sana yaklaşmıyoruz zaten! Tuğra'dan ne istiyorsun?" Emir'in sözleriyle Nico'nun bakışları Emir'e dönerken Melek sıranın en sonuna geçmişti. Onun olduğu yerden Nico'nun yan tarafı daha net gözüküyor olmalıydı.

"Geri çekilin!" Nico bağırırken Tuğra'nın belindeki elini çekip önüne düşmüş kafasını tuttu ve yukarıya doğru kaldırdı. Boğazına dayadığı hançer gün yüzüne çıkarken ellerim titremeye başlamıştı. "Keserim" dediğinde aldığım nefesler ciğerlerime yetmiyordu.

"Senin sorduğun soruya gelirsek," dedi Ali'ye bakarak. Ali'nin az önce ne sorduğunu bile hatırlayacak durumda değildim.

"Sizdeki taşa ihtiyacım yok çünkü o taşı 2000 li yıllarda ele geçirdim. Buraya da eşimi almaya geldim, olması gerektiği gibi. Sizin bozduğunuz zaman döngüsünü birlikte tekrar eski haline getireceğiz. Yeni bir çağ başlatacağız. Yeni bir dünya kuracağız. Olmaması gereken bir krallık kurup dünya tarihini bozdunuz. Bunun sonucunda ölmesi gereken binlerce insan ölmedi. Her şeyi mahvettiniz. Tuğra bunu anlayacaktır."

Ben kılıçtan başka silah taşımazdım. Başka bir silaha asla ihtiyacım olmamıştı ancak her sabah üzerimi giyinirken Tuğra usulca yanıma gelip ceplerimden birine maket yaptığım bıçağımı sıkıştırırdı. Bunu yaptığı için birçok defa alay etsem de cebime koyduğu bıçağı çıkartmazdım. "Küçük bir bıçağın ne zaman işine yarayacağını bilemezsin koca adam" dediğinde kendi bıçağını işaret etmişti. Şimdi, cebime koyduğu bıçak için minnet duyuyordum çünkü tek elim yavaşça bıçağın olduğu yere uzanmıştı. En ufak bir açıklık gördüğüm an fırlatacaktım.

"Onun rızası olamadan götürürsen seni doğduğuna pişman eder" Emir sürekli konuşarak Nico'nun ilgisini üzerinde tutmaya çalıştığını anlamıştım. Melek'in hareketlendiğini anladığım an uzanıp bıçağımın sapını yakaladım ve çıkartmaya hazırlandım.

Aynı anda Nico, Melek'i fark etti ve bedenini oynattı. Elimdeki bıçağı çıkartıp fırlatmaya hazırlanırken onun ters hareketiyle bundan vazgeçtim çünkü hiç açıklık yoktu. Attığım bıçak Tuğra'ya gelebilirdi. Bıçağı bırakıp ona doğru atıldım.

Hepimiz bu anı bekliyormuşuz gibi harekete geçtik. Herşey saniyeler içinde olmuştu. Çevik bir hızla Nico'nun eline atlayıp Tuğra'nın boğazındaki bıçağı tutmaya çalışırken, Melek onun beline doğru saldırmıştı. Üzerine abanan kalabalıkla Tuğra ve bıçak arasına elimi sıkıştırabilmiştim. Elimi kesen bıçağa aldırış etmeden hengame yüzünden Nico yere doğru düşerken Tuğra'yı da kendine doğru çekerek üzerine düşürmüştü. Kavradığım bıçağı sertçe elime alıp boynunu kurtardığımda ilk defa nefes aldığımı hissettim. Rahatlık tüm bedenimi sardı. Emir, sert bir hareketle Nico'yu ondan ayırmaya çalışırken ortalık bir an da simsiyah oldu.

Güneş ışığı yok oldu.

Depremi tekrar hissettim.

Yer ayaklarımın altından kayarken elimdeki kanlı bıçağı hızla fırlatıp zifiri karanlıkta Tuğra'yı yakaladım.

Bizimkilerin bağırışlarını duyuyordum.

Sallantı içinde her şey öyle siyahtı ki, dipsiz bir karanlığın içine düşmüş gibiydik. Ardından kırmızı, puslu bir ışık tepemizden yükselerek bize doğru yaklaşmaya başladı. Bu ışık sayesinde görüş tekrar yerine gelmişken az önceki güneş ışığının nereye gittiğini anlamaya çalışıyordum. Sarsıntı yüzünden yere düşmeye ve sallanmaya devam ederken Emir ve Rob, Nico'nun üzerine kapanmış, Ali, amcam ve Melek hemen yanımda yerde duruyor ve düşmemeye çalışarak zemini tutuyordu. Tuğra'yı yere sabitleyerek bedenimi üzerine siper ettim ve onu kendine getirmek için ismini fısıldadım ancak kırmızı ışık bizi tamamen içine alarak daha da büyümeye başladı.

Cebimdeki kesedeki Ay taşı'nın ısındığını hissediyordum. Onu umursamadan bedenimi Tuğra'ya siper etmeye devam ettim ancak kendine gelmiyordu. Yere düşen taşlar başımıza, gövdemize gelirken Tuğra'nın bedenini koruyordum. Rob'un küfürleri Emir ile yarışıyordu.

Neler oluyordu?

Bu halt da neydi şimdi?

♥️

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%